52- EBU CAFER EL-MANSUR ABDULLAH BİN MUHAMMED
Ebulcaper El-Mansur Döneminde Vilayetler
Halîfe Ebucafer El-Mansur Döneminde Hariciler
(Hilafet Dönemi, Hicri: 137-158)
Adı Abdullah Bin Muhammed Bin Ali Bin Abdullah Bin Abbas'tır. Hicri 95'te Ürdün'ün El-Humayma beldesinde doğdu. Kardeşi ilk halife Ebulabbas'tan yaklaşık on yaş büyüktü. Annesi Berberi Selama'dır.
Babası Muhammed öldüğü zaman Mansur'un yaşı otuzun üzerindeydi. Babasıyla beraber büyük şahsiyetlerle çok karşılaştı. Aynı zamanda Hicri 118'de vefat eden dedesi Ali Bin Abdullah'ı da gördü.
Mansur, esmer, uzun boylu, zayıfça fakat heybetliydi. Sakalları seyrek çehresi kupkuruydu. Alnı geniş, burnu ise kemerliydi. Heybet, cesaret, isabetli görüş, azim, siyasi deha ve acımasızlık bakımından Abbasoğulları ailesinin en tanınmış simasıydı. Servet yapmayı seven, varlık düşkünü, eğlence ve oyuna perva etmeyen fıkıh, edebiyat ve ilim etkinliklerine katılan dindar ve iyiliksever bir şahsiyete sahipti. Emeviler zamanında, bölge genel valisi SüIeyman Bin Habib Bin El-Mühelleb Bin Ebi Sofra tarafından tayin edilerek Fars Beldesi Emirliği'ni yapmış, ancak Vali daha sonra O'nu bu görevinden azlederek ayrıca kırbaçlayarak cezalandırmıştı.
Sonraları, Cafer-i Tayyar'in torunlarından Abdullah Bin Mu-aviye Bin Abdullah'ın baş kaldırdığı sıralarda Mansur da kardeşi Es-Seffah'la birlikte isyana katılmış, ancak Emevi kuvvetleri karşısında yenilgiye uğrayınca dağılarak gizlenmişlerdi. Mansur saklanarak El-Cezire'ye gitti ve burada bir cariye ile evlendi. Sonra tekrar EI-Humayma'ya dönerek kardeşinin kafilesine katılıp, Kufe'ye intikal etmişti.
El-Mansur kardeşi Es-Seffah ile Kûfe'ye varınca O'nunla birlikte gizlendiği yerde kaldı ve yine O'nunla birlikte ortaya çıktı. Kardeşinin danışmanı ve O'nun yardımcılarından biriydi.
Ebulabbas'm Ebu Seleme hakkında tavır ve tutumu, (En-Nu-hayliya kampına gidip oradan da El-Haşimiye'ye döndükten sonra) olumsuz bir şekilde değişti. Ebulabbas, El-Haşimiye'de O'na karşı içinde bulunduğu menfi hislerle emaret sarayına yerleşti. O'nun bu tavrı açıkça anlaşıldı da. Çünkü kanaatlerini yazarak Ebu Seleme'ye bildirdi. Kendisine karşı yaptığı sahtekârlığı ve bu yüzden duyduğu endişelerini anlattı. Bu olaydan haberdar olan Ebu Müslim, Horasan'dan Halife'ye bir mesaj yollayarak: O'na -eğer gerçekten- Ebu Seleme'den böyle bir muamele görmüşse derhal O'nu Öldürmesi tavsiyesinde bulundu.
Fakat Halife'nin amcası Davud Bin Ali O'na şöyle dedi:
- Hayır, ya Emirelmü'minin! Sakın böyle bir şey yapma. Çünkü şu anda senin safında bulunan Ebu Müslim ve Horasanlılar daha sonra bu olayı sana karşı malzeme olarak kullanabilirler ve çünkü Ebu Müslim de -sana göre aynen- Ebu Seleme'nin durumundadır. Fakat uygun olan şudur: Ebu Müslim'e yaz o, birini gönderip Ebu Seleme'yi ortadan kaldırsın.
Halife bu tavsiyeyi uygun görerek Ebu Müslim'e bu mealde bir mesaj yazıp kardeşiyle gönderdi.
Mesajı iletmekle görevlendirilen -Halifenin biraderi- Ebu Cafer, olayı şöyle anlatıyor, diyor ki:
- Korku içinde yola çıktım. Rey kentine varınca Rey Valisine, Ebu Müslim tarafından benimle ilgili olarak bir mesaj geldiğine şahit oldum. Ebu Müslim mesajında Rey Valisine şunları yazmıştı:
"Abdullah Bin Muhammed'in sana doğru gelmekte olduğunu duydum. Ulaşır ulaşmaz O'nu derhal teşhis et!" Tabi ben Rey'e ulaşınca vali bunu bana haber verdi ve derhal -şehri terkederek-yoluma devam etmemi söyledi. Böyle bir durumla karşılaşınca korkularım bir kat daha arttı. Rey'den derhal ayrıldım. Panik içindeyim. Yoluma devam ettim. Nisabor'a varınca bu kez de Nisabor Valisi Ebu Müslim'in bir mesajıyla karşıma çıktı. Ebu Müslim bu mektubunda da şöyle diyordu:
"Abdullah Bin Muhammed sana gelince O'nu derhal teşhis et ve bir saat bile orada kalmasına izin verme. Çünkü senin bölgen haricilerin çokça bulunduğu bir mıntıkadır. Bu sebeple misafirimize bir şey olur diye endişe ediyorum."
Ben bu sözleri duyunca rahatladım, korkularım bertaraf oldu. Çünkü bana ilgi duyduğunu görüyordum. Ordan da çıkıp yoluma devam ettim. Merv kentine varmaya 2 fersah kala Ebu Müslim halktan kalabalık bir toplulukla birlikte beni karşıladı. Beni görünce bana doğru yürüdü ve gelip elimi öptü. "Bin" dedim. Bindi ve Merv'e girdik. Bir konağa beni yerleştirdiler. Burada üç gün kaldım. Ebu Müslim bu süre içeresinde ne sebeple geldiğimi hiç sormadı. Ancak dördüncü gün "Sizi hangi maksat buraya getirdi." diye sorunca meseleyi anlattım. Bunun üzerine "Ya! Demek Ebu Seleme böyle davrandı! Ben O'nun belasını üzerinizden defedebilirim" dedi ve hemen Marrar Bin Enes Ed-Dabi'yi çağırarak O'na: Derhal fırla, Kûfe'ye git ve Ebu Seleme'yi bulduğun yerde öldür. Ancak bu konuda Halife Hazretlerinin görüşlerine bağlı kal, diye talimat verdi.
Marrar bu talimat üzerine Kûfe'ye gitti. Sonra Medinetü'1-Ha-şimiyye'de bulunan halifenin huzuruna çıkarak geliş sebebini ar-zetti. Bunun üzerine (plânlanan siyasi cinayet hakkında halifeye yönelebilecek şüpheleri dağıtmak maksadıyla) Ebul Abbas bir münadi vasıtasıyla şu ilanı yaptı:
"Herkes tarafından bilinmiş olsun ki Emirülmü'minin Hazretleri Ebu Seleme'den hoşnut olmuş, O'nu davet ederek giydirmiş, kendisine ihsanlarda bulunmuştur."
Bunun üzerine Ebu Seleme gece vakti Halife Ebulabbas'ı ziyaret etti ve geç vakitlere kadar birlikte sohbet ettiler. Sonra Ebu Seleme yalnız başına ayrılarak evinin yolunu tuttu. İşte tam bu sırada Marrar ve beraberindeki avaneleri karşısına çıkıp hemen O'nu öldürdüler. Her ihtimale karşı şehrin kapılarını sürgülediler ve 'Hariciler Ebu Seleme'yi öldürdü' diye bir şaiya çıkararak halkın dikkatini dağıttılar.
Bütün bu olaylar öyle gösteriyor ki Ebu Müslim de geleceğinden son derece endişeliydi. Dolayısıyla Ebu Cafer O'na halifenin mesajını getirmekte olduğu sırada yol boyu kendisine karşı halkı olumsuz etkileyebilir endişesiyle güzergâhı üzerindeki şehirlerde uzun süre kalmamasını arzu etmişti. Nitekim ilk yazı olarak Rey Valisine gönderdiği mesajda fazla çekinmediğini düşünmüştü. Fakat Nisabor Valisine gönderdiği diğer mesajında ise bunu daha açıkça ortaya koymuştu. Buna rağmen Ebu Cafer (Ebu Müslim'in merkezi) Merv Kentine varınca O'nu aşırı bir ilgi ve sevgiyle karşılamaya -işin icabı olarak- özen gösterdi. Ayrıca sırrının kendi nefsinde gizli kalmasını arzu etti. Çünkü (rakipleri olan) eski Abbasi propagandistlerinden kurtulmanın ne zararı olabilirdi. Meşhur olmuş bu adamların ortadan kalkmasıyla rakipsiz kalacaktı. Nitekim Abbasilik davasının baş propagandisti olan Ebu Seleme'den kurtularak hem Abbasilerin hem de kendisinin istediği sonucu gerçekleştirmiş oldu.
Fakat Ebu Cafer'in de (Halifenin mesajını Merv'e götürmek için) yola çıkmakla görevlendirildiği sırada korku içinde olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ebu Cafer'in Horasan'a yaptığı ikinci yolculukta bu nokta daha da büyük bir açıklık kazanmaktadır. Olay şöyle cereyan etmişti. Ebu Seleme öldürüldükten sonra Ebulabbas biraderi Ebu Cafer'i 30 kişilik bir heyetle Ebu Müslim'e gönderdi. Ebu Cafer Merv'e varınca Ona, UbeyduUah Bin El-Hüseyn El-A'rac ile Süleyman Bin Kesir de katıldılar. Bu esnada Süleyman, arkadaşı Ubeydullah'a :
- Ey filanca! Sizin bu davanızın artık başarıya ulaşmasını umuyoruz. Onun için ne yapmak istiyorsanız bizi de davet edin diye bazı laflar etti. Ubeyduilah El-A'rac bu sözleri duyunca O'nu Ebu Müslim hesabına çalışan bir ajan zannetti ve O'ndan korkmaya başladı. Ebu Müslim de Süleyman'ın bu şahısla işi idare etmeye çalıştığını duydu. Ayrıca UbeyduUah Ebu Müslim'e gelerek Süleyman'ın söylediklerin i O'na anlattı. Bu olayı haber vermediği takdirde Ebu Müslim tarafından temizleneceğini zannetmişti. Çünkü Ebu Müslim'den çok korkuyorlardı. Ebu Müslim Süleyman Bin Kesir'i çağırarak O'na:
- İmam'm bana selahiyet verirken kullandığı ifadeyi hatırlıyor musun? Bana:
- Kimden şüphelenirsen O'nu öldürebilirsin, dememiş miydi, diye sordu. Süleyman da:
- Evet hatırlıyorum, diye cevap verince Ebu Müslim:
- İşte senden şüphe ediyorum, dedi.
Bunun üzerine paniğe kapılan Süleyman Ebu Müslim'e:
- Allah'tan kork ne yapıyorsun, demeye başladı. Fakat Ebu Müslim O'na:
- İmam'a hiyanet içindeyken bana Allah'tan kork deme diye yakarışını reddetti ve boynunu vurdurdu.
Bu olay Ebu Cafer tarafından duyulunca fevkalade öfkelendi. Fakat kızgınlığını gizlemeye çalıştı. Gerçekte Süleyman bin Kesir El-Huzai Abbasilik davasının nakiplerindendi (ileri gelenlerinden) ve önderlerindendi. Vaktiyle bu davanın propagandasıyla görevli olarak Horasan'a kim geldiyse kendisinden Süleyman'ın sözünden çıkmaması istenmişti. Bunlardan biri de Ebu Müslim'in bizzat kendisiydi. Bu olaydan sonra Ebu Cafer Kûfe'ye dönerek Ebu-labbas'a sert bir dille şunları söyledi:
- Eğer Ebu Müslim'i öldürmezsen ne halifesin ne de emirlerinin hiç bir Önemi vardır!
- Bu nasıl söz, diyen Halife Ebulabbas'a biraderi bu kez de şunu söyledi:
- Vallahi bu adam ne istiyorsa onu yapıyor. Bunun üzerine Halife Ebulabbas biraderine:
- Sus ve meseleyi gizli tut, diye sıkı tembihte bulundu. Ebu Cafer ise artık Ebu Müslim'in varlığına dayanamıyor, O'nu halk arasına dehşet salan, haber alma konusunda özel bir istihbarat sistemine sahip olan, en küçük bir bahaneyle dahi acımasızca can alan, cinayet unsurlarını kendine yaklaştırıp onları emellerine alet eden, Horasan'da kendisine karşı çıkılması mümkün olmayan ve Abbasileri her an tehdit altında bulunduran bir hayalet olarak görüyordu.
Ebu Müslim birini öldürmek istediği zaman Abbasileri memnun etmek için O'nu imama (yani devlet başkanına) hıyanet etmekle suçlardı. Bu suretle soğuk desteğini ve sözde onların hesabına çalıştığını ortaya vururdu. Halbuki gerçekte inandığı ve gizli tuttuğu bir çıkar uğrunda çalışırdı.
Ebu Cafer Horasan'dan Kufe'ye dönünce Ebulabbas, O'nu Bin Hubayra'yı kuşatmak için Vasıt'a gönderdi, yaklaşık onbirray süren kuşatmadan sonra Bin Hubayra son emevi Halifesi Mervan Bin Muhammed'in öldürüldüğü haberini alarak (artık direnmenin bir şeye yaramayacağını anladığı için ) kuşatmacılardan kendisine güvence verilmesini ve barış yapmak istedi. İki taraf arasında bir süre elçiler gidip geldi. Nihayet kuşatma kaldırıldı. Bin Hubayra da teslim oldu. Her akşam Ebu Cafer'le beraberdi. Ebu Cafer de Bin Hubayra'ya verdiği söze bağlı kalmak ve vefalı davranmak istiyordu. Fakat Ebulabbas Ebu Müslim'e bu konuda danışmış, o da şu görüşü beyan etmişti:
- Açık bir yola taş yığarsanız o yol bozulmuş olur. Allah'a yemin ederim ki Bin Hubayra'mn, üzerinde bulunduğu yol ise yaramaz. Bunun üzerine Halife Ebulabbas kardeşi Ebu Cafer'e bir mesaj yollayarak O'na Bin Hubayra'yı öldürmesini emretti. Ebu Cafer ise O'nu bu azminden defalarca caydırmak istedi. Fakat Ebulabbas isteğinde o kadar ısrar etti ki sonunda O'na yazdığı bir mesajda:
- 'Allah'a yemin ederim ki ya bu adamı öldüreceksin veya aksi halde birim görevlendireceğim, gelip onu senin odandan alacak ve öldürecektir' demeye kadar işi vardırdı. Ebu Cafer de çaresiz Bin Hubayra'yı öldürerek halifenin emrini böylece yerine getirdi.
Ebu Cafer, vaktiyle Emevi idaresini ayakta tutmuş olan, komutanları memnun etmenin, Abbasi iktidarına güç kazandıracağına inanıyordu. Bunun aksine Ebu Müslim ise, Abbasi Devletinin kadrolarında seçkin ve başarılı komutanların bulunmasında mevkiinin sarsılacağı kanaatini taşıyordu. Bu yüzden kolayca yürümekte olduğu yolunun bozulmaması için (rakip olarak gördüğü) bu şahsiyetlerden kurtulmak istiyordu. Bu kanaatini Ebulabbas'a verdiği cevapta da dile getirmişti. Bu yüzden Ebu Cafer'in O'na karşı mevcut olan nefretini daha da arttırmıştı.
Vasıt ve Bin Hubayra gaileleri sona erince Ebulabbas, biraderi Ebu Cafer'i El-Cezire, Ermeniye ve Azerbaycan'a emîr olarak tayin etti. Kardeşinin yerine geçinceye kadar da bu görevde kaldı.
Ebulabbas, kendisinden sonra yerine geçmek üzere biraderi Ebu Cafer'i veliaht olarak seçince Ebu Müslim'in de bu tayini onaylaması için O'na göndermişti. Ebu Müslim bu sırada Nisa-bor'daydı. Ebulabbas böyle yapmakla ziyaret ve görüşmeler sayesinde kardeşiyle Ebu Müslim arasındaki buzların erimesini istiyordu. Ne faydaki bu ziyaret ve görüşmeler aralarındaki nefreti daha da arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Kötüye yorumlanmayan hiç bir davranışları yoktu. Çünkü gönülleri birbirlerine karşı temiz değildi.
Ebu Cafer Nisabor'a ulaşınca Ebu Müslim O'nu karşıladı. Fakat kendisini hafife aldı. Çünkü Ebu Müslim O'nu, kardeşinden sonra yerine geçmesini projelerinin önüne dikilen bir engel olarak görüyordu. Ebu Cafer, bey'at tamamlanıncaya kadar birkaç gün Nisabor'da kaldı. Dönünce de Ebu Müslim tarafından nasıl hafife alındığını oturup kardeşine bir bir anlattı.
Ebu Cafer Hicri 136 da yürütmekte olduğu El-Cezire Ermeni-ye ve Azerbaycan genel Valiliği görevini yerine vekaleten deruhte etmek üzere Mukatil Bin Hakîm El-Akki'yi bırakarak Ebulabbas'a geldi ve hacca gitmek üzere O'ndan izin istedi.
Halife Ebulabbas da O'nun bu isteğini kabul ederek kendisine hac organizasyonunu yürütme görevini verdi. Çok geçmeden Ebu Müslim de halifeye yazılı bir müracaatta bulunarak hacca gitmek için izin istedi. Halife O'na da izin verdi. Bunun üzerine Ebu Müslim Horasan halkından büyük bir kalabalıkla yola çıktı. Halife Ebulabbas, Ebu Müslim'i karşılamaları için halka emir verdi. Onlar da kendisini karşıladılar. Ayrıca Ebulabbas O'nu ağırladı ve yakınında misafir etti. Sonra hacca gitmesine izin vererek O'na:
"Eğer bu yıl Ebu Cafer de hacca gitmeyecek olsaydı hac organizasyonu başkanlığına seni getirirdim" diyerek kendisini onurlandırdı.
Bu arada Ebu Cafer, Ebu Müslim'in Enbar'da bulunmasını fırsat bilerek (kardeşi) Halife Ebulabbas'a başvurup O'na şöyle dedi:
"Ya Emirelmü'minin! Gel sözümü dinle şu Ebu Müslim'i öldür. Allah'a yemin ederim ki kalleşliği kafasındadır. (Haindir, fırsat bulduğu an kalleşlik edecektir.) Ebulabbas O'na:
"Aziz biraderim O'nun belasını ve neler yaptığını biliyorum" diyerek Ebu Cafer'i teskin etmek istedi. Fakat Ebu Cafer bu sefer de '-Ya Enıirelmü'minin! Bu adam esasen bizim devletimizin sayesinde bu mevkiye ve bu imkanlara kavuşmuş bulunmaktadır. Allah'a yemin ederim, bugün O'nun yerine bir kediyi bile koysan bu görevi artık yürütebilecektir ve O'nun ulaşmış bulunduğu zirveye o da ulaşabilecektir" dedi.
Ebulabbas, Önce bu isteği kabul etti. Ancak sonra caydı.
Ebu Cafer ve Ebu Müslim, ikisi de daha sonra hacca gittiler. Ardından hac mevsimi de sona erdi. Ebu Müslim bu arada tahsisleri dağıtıyor, ihsanlarda bulunuyor, kuyular kazdırıyor ve halka kendini sevdirmeye çalışıyordu. Ebu Cafer ise böyle davranmıyor-du. Dolayısıyla Ebu Müslim'in bu türlü tasarrufları ve O'nun halka kendini şirin gösterme gayretleri Ebu Cafer El-Mansur'u çileden çıkarıyordu.
Bu sıralarda Halife Ebulabbas öldü, (Merkezde bulunan) yeğeni îsa Bin Musa, (Hacda bulunan) amcası Ebu Cafer El-Mansur için halktan bey'at aldı ve hemen O'na bir mesaj yollayarak kendisine durumu bildirdi. Aynı zamanda amcasına vekâleten halkı idare etmeye çalıştı. El-Mansur bu haberi yolculuğu sırasında alırken Ebu Müslim ve beraberinde bulunanlar da O'na bey'atte bulundular. Yeni halife El-Mansur yoluna devam ederek nihayet Kû-fe'ye vardı. Cumayı kıldırarak halka hitap etti ve Enbar'a hareket edeceğine dair açıklama yaptı.
Şöyle bir hadise de rivayet edilmektedir; deniliyor ki: Halife Ebulabbas'm ölüm haberi , Ebu Cafer'e henüz ulaşmadan önce Ebu Müslim tarafından alınmıştı.
Bunun üzerine Ebu Müslim (politik bir tedbir olarak) O'na şöyle bir mesaj yolladı:
"Bismillahirrahmanirrahim,
Allah sana afiyet (uzun ömürler) versin ve varlığınla bizi sevindirsin. Beni fevkalâde üzen ve içime işleyen bir haber almış bulunuyorum ki şimdiye kadar hiç bir şey beni bu kadar üzmüş değildir. İsa Bin Musa'dan sana hitaben gönderilmiş bir mesaja Muhammed Bin Husayn'da rastladım. Sana Emirülmü'minin Ebulabbas'm vefatını haber veriyor. O'na Allah'tan rahmet sana da büyük sevaplar dileriz. Allah hilafeti seninle daha güzelleştir-sin. İçinde bulunduğun nimetleri mübarek kılsın. Şurası bir gerçektir ki halkının arasında sana, benden daha üstün derecede sayg! gösteren, emirlerine uyacak olan ve seni sevindirmek isteyen başka biri yoktur."
Ebu Müslim, yeni seçilen halife'ye gönderdiği bu mesajdan bir ya da iki gün sonra O'na bey'atte bulunduğunu da bildirdi. Bundan anlaşılıyor ki Ebu Müslim tez davranıyor ve henüz El-Mansur kendisinden intikam almadan önce O'na yağcılık yaparak paçasını kurtarmaya çalışıyordu. [1]
Ebu Cafer, Enbar'a ulaştığı sırada bey'at bakımından Irak'da işin sağlama bağlanmış bulunduğunu gördü. Yeğeni İsa Bin Musa O'na burada halkın onayını temin etmek için her tarafa temsilciler çıkarmış adına idareyi ele alarak yürütmüştü. Yeni halife makamına ulaşınca da idareyi kendisine teslim etmişti. Ne varki sorunlar peşpeşe El-Mansur'un karşısına çıkmaya başladı. Ancak O, büyük bir ustalık ve azimle bu sorunların üstesinden geldi.
İsa Bin Musa, Halife Ebulabbas'm ölüm haberini Abdullah Bin Ali'ye de bildirmiş kendisinden (yeni halife) Ebu Cafer El-Mansur'a bey'at etmesini istemişti. Abdullah Bin Ali bu sırada Bizans topraklarına akın düzenlemek üzere yoldaydı. Bu haberi alınca orduyu namaza çağırdı. Komutanlarla askerler toplandılar. Vaktiyle müteveffa halife Ebulabbas'dan almış bulunduğu bir mesajı onlara okuyarak şöyle dedi:
"Ebulabbas, son Emevi halifesi Muhammed Bin Mervan'la mücadele etmek üzere birini görevlendirmek isteyince demişti ki:
Kim O'nun üzerine yürüyecek olursa benim veliahtım odur. Bunun üzerine ben bu görevi üstlenmek istedim. O da benden başkasını göndermedi. Şu halde O'ndan sonra ben varım. Şimdi ise halife vefat etmiş bulunmaktadır. Öyle ise O'ndan sonraki halife benim."
Komutanlardan bazıları da bu olayın gerçek olduğu konusunda şehadet ettiler. Böylece emrindeki ordu, kendisine bey'at etti. O da bulunduğu yerden Harran üzerine yürüyerek bu bölgenin valisi olan Mukatil Bin Hakim EI-Akki'yi bey'ate davet etti. Mukatil ise teklifini reddetti. Bunun üzerine Abdullah O'nu bir süre kuşatma altında tuttuktan sonra Harran'a girerek Mukatil'i öldürdü ve şehre girerek direnişe geçip tedbirini aldı.
Abdullah Bin Ali, meşru halife olarak kendini görüyordu. Çünkü Emevi Devletinin kalesini O, yerle bir etmiş, Abbasi Devletinin temellerini de yine O atmıştı. Ebul-Abbas, kardeşi İbrahim'in vasiyeti üzerine O'ndan sonra hilafet makamına getirilmiş ise de şimdi bu makama en lâyık bir kimse olarak kendini görüyordu.
Ve yine Abdullah Bin Ali'ye göre Abdussamed hariç, her ne kadar bütün biraderleri kendisinden yaşça daha büyük idiyseler de yeterlilikte O'nun seviyesinde değillerdi. Aynı zamanda bu konuda O'nun kadar rolleri olmamıştı ve biraderi Abdussamed de şimdi O'nunla aynı görüşleri paylaşıyordu. Yine Abdullah'a göre kardeşinin oğlu Ebu Cafer her ne kadar yaşça kendisinden daha büyük ise de başa geçip yönetimi devralması için O'na liyakat kazandırmış hiç bir rolü olmamıştı.
Ebu Cafer'e gelince {kurnazca düşünerek iki hasmı olan) amcasını ve Ebu Müslim'i karşı karşıya getirmek, ikisini birbiriyle toslaştırmak istedi. Çünkü ikisinden hangisi ortadan kalkacak olursa, esasında kendi yolu üzerindeki engellerden biri kalkmış olacaktı. Ebu Müslim'den asker çekiniyordu. O'na karşı heybet duyuyor, O'ndan korkuyorlardı. Ebu Müslim'in şöhreti yayılmış, gücü anlaşılmıştı. Hem sonra Horasan halkı O'na itaat ediyor, komutanlar O'nun emrini dinliyorlardı. Kendisine kafa tutan oldu mu da muhakkak usullerden biri veya diğeriyle ortadan kaldırılırdı.
Ebu Müslim Horasan idaresine vekaleten bakmak üzere yerine Halid Bin İbrahim'i bırakarak halifenin talimatını almak için önce Enbar'a oradan da.Harran'a hareket etti. Beraberinde komutanlardan El-Hasan Bin Kahtaba, Hamid Bin Kahtaba (bunu bir ara, Abdullah öldürmek istemiş. O da kendisinden ayrılarak kaçmıştı.) Malik Bin Heysem El-Huzaî, Hazım Bin El Huzayma.
El-Hasan Bin Kahtaba, Ebu Cafer'in Ermeniye Vahşiydi. Ebu Müslim'in çağrısı üzerine gelip Musul'da O'na katıldı.
Abdullah Bin Ali, gücüne ve cesaretine güveniyordu. Kardeşi Abdussamed'e ve Şam halkına da itimadı vardı.
Ebu Müslim ise, askerlerinin kendisine olan itaat ve yürekten bağlılıklarına, zekasına ve savaşta uyguladığı plânlarının üstünlüğüne dayanıyordu. Fakat halifeden korkuyordu. Halife ise Abdullah Bin Ali'nin kardeşinin oğluydu. Bu durumda Abdullah Bin Ali'nin hakkından gelecek olsa halife günün birinde O'ndan amcasının Öcünü alacak, Abdullah O'nu yenecek olsa kendisini öldürecekti. Öyleyse her iki halde de O'nu mutlak bir ölüm bekliyordu.
Öyle anlaşılıyor ki Abdullah Bin Ali korkmuş ne yapacağını şaşırmış, bu yüzden de ordusunda bulunan Horasanlılardan çekindiği için bunlardan bir grubu kılıçtan geçirmişti. Bu da ordusunun kendisine olan güveni kaybetmesine neden oldu. Bu haber Ebu Müslim'e ulaşınca (olaydan istifade edecek şekilde) isabetli davranmaya gayret etti. Çünkü olayın etkisiyle Ebu Müslim'in Hora-san'lı askerlerinde de gayret hisleri uyanmaya başladı. Teslim oldukları takdirde öldürüleceklerine kesinlikle inandılar.
Ebu Müslim bu sırada, esasen Abdullah Bin Ali'yle savaşmak için gelmediğini sadece Şam'a vali tayin edildiğini ilan ederek caydırıcı bir şayia çıkardı. Bu haber ise Abdullah Bin Ali'nin askerlerini korkuttu. Abdullah Bin Ali'nin emrinde kalacak olurlarsa Şam'daki ailelerinin tehlike altında bulunacağından endişe ettiler ve Şam'a dönmeyi uygun gördüler. Bu yüzden Abdullah Bin Ali'yi de çekilmeye mecbur ettiler. Abdullah Bin Ali hareket eder etmez Ebu Müslim hemen gelip O'nun terkettiği yeri işgal etti. O'na yakın bir mesafede bulunuyordu. Abdullah Bin Ali tekrar geri döndüyse de Ebu Müslim'in karargâhına girmiş bulunduğunu gördü. Bunun üzerine mevziine indi ve iki taraf arasında 5 ay kadar süren çarpışmalar başladı. Önceleri üstünlük Abdullah Bin Ali'nin Şamlı askerlerindeydi. Fakat savaş stratejisi nihayet cemaziyelâhir ayında Abdullah Bin Ali'nin yenik düşmesini sonuçlandırdı. Kendisi Irak'a kaçarak Basra'ya geçti. Kardeşi Süleyman Bin Ali (ilticasını kabul ederek) O'na burada güvence verdi. Abdussamed'e gelince o da Kûfe'ye indi. Onu da kardeşinin oğlu İsa Bin Musa Bin Muhammed himaye etti.
Bu sırada halife Ebu Cafer El-Mansur temsilcisi Ebulhasiyb'ı, Abdullah Bin Ali'ye ait kamptan Ebu Müslim tarafından neler ele geçirilmişse sayımını yapmak üzere görevlendirdi. Ebu Müslim halifenin bu müdahalesine çok gücendi. Ebu Müslim bu savaş sırasında halka güvence verdi ve kimseyi Öldürmedi. Halife'nin temsilcisi Ebulhasıyb'ı ise önce öldürmek istedi. Ancak O'na "Elçidir, elçiler Öldürülmez" diye bilgi verilince kendisini serbest bıraktı ve şu mesajı verdi:
"Ben can konusunda güvenilir biriyim ama mala hıyanet ederim." Ebu Müslim ayrıca halifeye de sövüp saydı. Tabi Ebulha-sıyb dönünce bütün bunları teker teker halife Ebu Cafer El-Man-sur'a anlattı.
El-Mansur'la Ebu Müslim arasındaki düşmanlık bu hadiseyle artık net bir görünüm içine girdi. Abdullah Bin Ali'nin isyanından sonra Ebu Müslim devlet içinde en güçlü adam oldu.
El-Mansur'un, kendisine el uzatmasını istemiyordu. Aynı zamanda El-Mansur da O'ndan çekiniyor ve Horasan'a bir daha dönmesini istemiyordu. Çünkü Ebu Müslim Horasan'a dönecek ve orada yönetime kafa tutacak olursa devleti uğraştırabilirdi. Devleti parçalama imkanına bile kavuşabilir, hatta devleti ve halifeyi birden tehlike fırtınasına maruz bırakabilirdi. Onun için El-Mansur temkinli ve dikkatli davranmak ve kaçırmadan o'nu avlamak istiyordu.
Bu maksatla O'na şu mesajı gönderdi:
"Ben seni Mısır'a ve Şam'a genel vali tayin etmiş bulunuyorum. Burası senin için Horasan'dan daha iyidir. Sen kendin Şam'da yerleş, Mısır'a da istediğin birini tayin et. Bu suretle (Ben) Emirülmü'minin efendinize daha yakın bir mesafede bulunmuş olur ve seninle görüşmek istedikçe bu yakın mesafeden daha kolayca gelmek imkanına sahip bulunmuş olursun."
Ebu Müslim bu mesajı alınca yine öfkelendi ve : "Horasan zaten benimdir, adam beni tutup Şam'a ve Mısır'a tayin ediyor!"
Elçi, halife El-Mansur'a bunları da yazarak haber verdi. Ebu Müslim ise halife ile olan ihtilafında ısrar ederek El-Cezire'den hareketle Horasan'a yöneldi. El-Mansur'dan kaçıyordu. EI-Mansur da Enbar'dan Medâin'e hareket ederek, Ebu Müslim'e, (kendisine doğru sefere çıktığını) bildirdi. Ebu Cafer El-Mansur, Ebu Müslim'e doğru yürümekle bir çeşit O'nun da beriye gelmesini temin etmek istiyordu. Belki de halifenin çıktığı bu sefer, Ebu Müslim'e karşı bir tehdit demekti. Yani halife, böyle yapmakla şayet Ebu Müslim, boyun eğip yanına gelmeyecek olursa O'nun Horasan'a gitmesine engel olacaktı. Fakat Ebu Müslim bulunduğu Zab denilen yerden halifeye şu mesajı yolladı:
"Emirülmü'minin Hazretlerinin karşısında -Allah'ın izniyle-bütün düşmanlar artık yenilgiye uğramış bulunmaktadırlar. Bize, eskiden İran Sasani İmparatorları hakkında bilgi verirlerken derlerdi ki: Bu kralların vezirlerinin en korkunç oldukları zamanlar, halkın sükunete kavuştuğu günlerdi. Dolayısıyla şimdi senin civarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Bize karşı dürüst olduğun müddetçe biz de sana bağlı kalmaya özen göstereceğiz. Sözünü dinleyip itaat etmeye gayret edeceğiz. Fakat bunları hep uzaktan yapacağız. Çünkü böylesi daha güvenlidir. Eğer bu, seni memnun ederse biz gene senin en iyi kullarından olacağız. Fakat "ille de benim dediğim olacak" diye diretirsen canımı sana teslim etmekte cimrilik yapar, sana ettiğim bey'ati geri alırım ve seninle olan ahdimi bozarım."
İşte böyle, Ebu Müslim'in yazısında hem itaatkâr olduğuna dair ifadeler hem de -aynı zamanda, istediğini yapacağına dair tehditler vardı. İstediği şey de Halife'nin fermanına rağmen tekrar Horasan'a dönmekti. Eğer Halife El-Mansur emrini icra ettirmekte ısrarlı olursa Ebu Müslim O'nu artık halife sıfatıyla tanımamaya bile hazırdı. Ebu Müslim'in bu mesajı Halife'nin eline ulaşınca O'na, mukabil cevap olarak şunları yazdı:
"Mektubunun içeriğini anladım. Ancak sen, işledikleri cinayetlerin çokluğu sebebiyle devletlerinin dirlik ve düzeni perişan olsun diye krallarına sahtekârlık yapan vezirlerin sıfatına sahip değilsin. Senin esasen mutluluğun, halkın dirlik ve düzen içinde bulunmasına (disiplinin ayakta durmasına) bağlıdır. Dolayısıyla neden kendini Sâsânî Devletinin vezirlerine benzetiyorsun? Sen ancak emre uymakla, nasihat dinlemekle ve bu görevin yüklerini omuzlamakla bulunduğun mevkide kalabilirsin; bazı şartlar öne sürerek itaatte bulunamazsın.
Ben Emirülmü'minin efendiniz, içinde yazdıklarımı, can kulağıyla dinleyip rahata kavuşasın diye sana İsa Bin Musa vasıtasıyla bir mesaj göndermiş bulunuyorum. Allah'tan dilerim: Şeytanın vesves el eriyle kalbin arasına bir perde kor. Zira şeytan seni yoidan çıkarmak için sana açmış bulunduğu kapıdan daha yakın ve onun için daha önemli bir başka kapı yoktur."
Bu yazıdan sonra teati edilen mesajlardaki ifadelerin katılığı daha da arttı ve ürkütücü şeyler ortaya koydu. Nitekim Ebu Müslim Halife Ebu Cafer'e bu kez de şöyle yazdı:
"Allah'a hamdü senadan ve Rasulullah'a salat ve selamdan sonra şunu ifade etmek isterim ki ben Allah'ın, kullarına farz kılmış olduğu üzere [2] bir şahsı imam ve rehber olarak seçtim. Bu zat hem bilgi hem de RasuluUah (sav)'a akraba olmak gibi sıfatlara sahipti. Ancak Allah'ın, O'nu, kullarına muhtaç etmeyecek şekilde kendisine ihsan ettiği nimete kanaat getirmeyip (şu değersiz ve) az miktardaki dünya mal ve menfaatlerine tenezzül etti. Bu yolda beni cahil yerine koyup Kur'an ayetlerini de tahrif ederek {ki bu suretle beni kötüye teşvik etmiş oldu.) Bana kılıç çekmemi (suçsuz yere kan dökmemi) hiç kimseye acımamamı ve hiçbir mazeret kabul etmememi emretti. Ben de sırf sizin otoritenizi sağlamlaştırmak için böyle davrandım. Ta ki Allah Teala kimin sizi omuzladığını size bildirinceye kadar. Sonra da (sizin adınıza) işlediğim günahlardan tövbe etmek suretiyle Allah beni içinde bulunduğum durumdan kurtardı. Eğer beni affedecek olursa O zaten affedici olmak ezelden beri onun şanından olarak bilinmekte ve öylece nitelenmektedir. Yok eğer beni cezalandıracak olursa bu da ellerimle işlediğim günahlarımın karşılığı olacaktır. Zira Allah kullarına zulmedici değildir."
Bu yazıya karşılık olarak Halife Ebu Cafer El-Mansur da'Ebu Müslim'e şöyle yazdı:
'Allah'a hamdü senadan ve Rasulullah (sav) 'a salat ve selamdan sonra şunu ifade etmek isterim ki: Günahlar kalplerin üzerinde bir egemenlik peyda eder ve onları katılaştınr. Ey 'Ne oldum' delisi! Kendine gel. Ey sarhoş! Artık ayıl ve ey uykudaki gafil! Artık uyan. Sen boş ve asılsız hayallere kapılmışsın. Sen öyle bir âlemde yaşıyorsun ki O'nun alâyişi senden Öncekilerin de aklını başlarından almıştı. Geçmiş asırları da zehirlemişti. "Şimdi onlardan hiç birini duyuyor, veya hiç bir ses işitiyor musun?"[3] Allah firar edenleri yakalamaktan aciz değildir. Peşinde olduğu kimse, ondan kaçıp kurtulamaz. Şu anda seninle beraber bulunan taraftarlarım ve davama gönül vermiş adamlarım sana uyacaklar diye aldanma. Eğer itaati bir kenara atar, serkeşlik edersen, topluluktan ayrılır ve Allah'tan başına gelecek belayı hesap etmeden her istediğini yapmaya kalkışırsan şu seninle omuz omuza savaşan insanlar günün birinde senin üzerine hücum edeceklerdir. Bekle, bekle de gör. Ey Ebu Müslim serkeşlik yapmaktan vazgeç. Şunu bil ki her kim serkeşlik yapmışsa Allah Te-ala O'ndan elini çekmiş ve O'nun sırtını yere getirene yardım etmiştir. Gelecek kuşaklara, senden öncekiler gibi ibret olmaktan gel vazgeç. Aleyhindeki deliller sübut etmiş bulunmaktadır. Senin ve beraberinde bulunup emrimi dinleyeceklerin mazeretini kabul ediyorum. Dinle bak Cenab-ı Hak, buyuruyor ki:
"Ey Rasulum! Kendisine mucizelerimizi gösterdiğimiz (buna rağmen) onları inkâr ederek, şeytanın peşinden sürüklediği o adamın haberini kendilerine oku ki, adam (imandan çıkmış) azgınlardan olmuştu."
Ebu Müslim halifenin bu mektubuna da şu cevabı verdi:
"Allah'a hamdü senadan ve Rasulullah (sav)'asalâtve selamdan sonra şunu bildirmek isterim. Senin yazını okudum. Doğru ve gerçekten uzak olduğunu gördüm. Sen bu mektupta misalleri uygun şekilde vermiyorsun. (Benzetmelerde hata yapıyorsun.) Nitekim kâfirler hakkında inmiş olan ayetleri bana yazmışsın. Elbette ki bilenlerle bilmeyenler bir olamazlar. Allah'a yemin ediyorum ki ben Allah'ın ayetlerini hiç inkâr etmedim. Fakat Ey Mu-hammed oğlu Abdullah! Ben Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerini, devleti idare etme hakkını size verdiği ve emirlerinizin dinlenmesini vacip kıldığı şeklinde yorumlamış bu yüzden, senden önce iki biraderine karşı ödevlerimi yapmıştım. Sonra da senin emrine girdim. Ben gerçekten de kardeşlerinin dindar bir destekçileri oldum. Ben doğru yolda olduğumu ve doğruyu gösterdiğimi sanıyorum. Fakat ayetleri yorumlamakta hataya düşmüşüm. Yorumcular eskiden beri hata yaparlar.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde de ki: Size selam olsun. Çünkü Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine yazmış (şiar edinmiştir) şöyle ki: Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendini ıslah edecek olursa şüphesiz Allah mağfiret edici ve merhametle muamele edicidir."[4]
Hem sonra şunu da bil ki kardeşin Es-Seffah kendini Mehdi diye ortaya attı. O, sapığın biriydi. Kan dökmeyi, zanla can almayı, şüphe ile insanları celbetmeyi merhameti kaldırmayı hasbelkader hata yapanları affetmemeyi bana emretmişti. Sırf size itaatkâr olayım, emirlerinizi yerine getireyim ve otoritenizi sağlam -laştırayım diye şu dünya ehline (şu insanlara) zulmedip durdum. Ta ki bilmeyenlere Allah içyüzünüzü gösterinceye kadar. Sonra da Allah Teala bana, yaptıklarıma pişman olma ve tövbe etme fırsatını verdi. Eğer tövbemi kabul eder de beni bağışlayacak olursa zaten o kendisine dönüş yapıp yönelen tövbekar kullarına karşı affedicidir; yok eğer beni yargılayacak olursa bu da işlediğim günahlardan dolayı olacaktır. Allah, (Teala) kullarına zulme-dici değildir."
Ebu Cafer bunun üzerine, Ebu Müslim'e, bu sefer de şunları yazıp gönderdi:
"Seni ey cani serkeş! Hakikatte kardeşim bir hidayet rehberiydi. Allah'tan elinde bulunan delille çağrıda bulunuyordu. Sana o yolu açtı ve seni doğru yola o şevketti. Eğer kardeşimi örnek al-saydın, onu izleseydin, haktan sapmaz şeytanın ve onun emirleriyle hareket etmiş olmazdın. Ne varki önüne iki yol çıktığı her seferinde daima seni hedefine ulaştıracak olan yoldan saptın, seni aldatan yola düştün. Firavunlar gibi acımasızca insan öldürdün, diktatörler gibi ezip çiğnedin, bozguncuların hükmettiği gibi zulümle hükmettin. Devletin malım har vurup harman savur-dun, müsriflerin misali bu malları gerekmediği yerde harcadın. Sonra ey fâsık (günahkâr) herifi Sana şunu da haber vermek isterim ki: Horasan'a bundan böyle Musa Bin Kaab'ı vali tayin etmiş bulunuyorum. O'na Nisabor'da oturmasını emrettim. Onun için şunu iyi bil ki eğer Horasan'a dönmeye kalkışırsan, taraftarlarımdan emrinde bulunan kuvvetler senin karşına dikilecektir. Hem sonra emsallerininde sana karşı gönderiyorum. Artık ne kadar hile ve hünerlerin varsa onları istersen topla. Fakat işin rast gitmeyecek ve muvaffak olamayacaksın. Allah Emirülmü'minine ve beraberindekilere kâfidir ve O ne iyi bir vekildir,"
Teati edilen bu derece katı mesajlara rağmen Ebu Cafer siyasi tecrübelerinden hareketle emrindeki komutanları sayıyor, münasebet oldukça Ebu Müslim'i takdir ettiğini gösteriyordu. Bu tutumun öyle bir tesiri oldu ki nihayet devlet adamları kapıldıkları bu intiba ile Ebu Müslim'in, günün birinde Halife'nin ayağına gelmesi için ortamı hazırladılar.
Bu tesirin altında bulunmayan sadece Neyzek adında bir komutan kalmıştı. O da Ebu Müslim'e Ebu Cafer'i öldürüp yerine sülaleden başka birini koyması konusunda fikir vermişti.
Bu haberleşmelerden sonra Halife El-Mansur, temsilci olarak
Ebu Müslim'e, komutanlardan oluşan bir heyetin başında Cerir BinYezid El-Buceli'yi gönderip O'na Ebamüslim'le önce dayanabileceği yumuşak bir ifade kullanarak konuşmasını ve kendisine şunları söylemesini emretti:
"Emirülmü'minin Efendimiz senin, esasen mertebeni yükseltmek ve sana geniş yetkiler vermek istiyor." Sonra temsilcisine şu tembihte bulundu:
"Eğer Ebu Müslim yola gelecek olursa ne âlâ, yok eğer direnirse O'na aynen şöyle de:
Ey Ebâmüslim! Bak eğer serkeşlik yapar ve tuttuğun yolda yürümekte ısrar edersen Emirülmü'minin bizatihi kendisi gelip seni yakalayacak ve -başkası değil- kendisi seninle mücadele edecektir. Sen eğer gidip kendini okyanusa bile atacak olsan, o da peşinden dalacak, ya seni yakalayıp öldürecek veya kendisi bu yolda ölecektir." Halife Mansur, temsilcisi Cerir BinYezid'e bu talimatı verirken tedbir olarak Ebu Müslim'in:
"Söz dinleyeceğinden tamamen ümidini kesmedikçe bu ifadeleri kullanma" diye de sonunda bir tavsiyede bulundu. Halife Mansur'un gönderdiği devlet adamları Ebu Müslim'in bulunduğu Hilvan'a ulaşınca kendisini ziyaret edip Emirülmü'minin'e karşı ahdini bozmaktan ve izlediği muhalif tavırdan dolayı O'nu suçlayıp kınadılar. Halife'ye yeniden bağlılık göstermek üzere dönüş yapması tavsiyesinde bulundular. Bunun üzerine Ebu Müslim giderek emrindeki komutanlara ve has adamlarına nasıl davranacağına ve nasıl karar alması gerektiğine dair meşverette bulundu. Adamlarının tümü O'nu halifeye dönüş yapmaktan şiddetle sakındırıp Rey Kentinde oturması tavsiyesinde bulundular. Böylece -sözde- Horasan O'nun hükmü altında kalacak orduları da emrine bulunacaklardır. Halife O'na karşı tavrım doğrultursa ne âlâ, yoksa bu şekilde ve ordusuyla birlikte emniyette ve saygın olarak berdevam kalacaktı. Bu müşavereden sonra Ebu Müslim halife El-Mansur'un adamlarını çağırarak onlarla şöyle konuştu:
"Dönün adamınıza gidin! Ben ise onunla yüzyüze gelmeyeceğim."
Halife'nin temsilcileri ümitlerini kaybedince onlara bu durumda söylemelerini emrettiği sözleri sarfettiler. Ebu Müslim bu tehditleri dinleyince fevkalade incindi ve onlara:
"Kalkın hemen buradan defolun!" diyerek kendilerini kovdu.
Ebu Müslim ayrılırken Horasan'a naib olarak Ebu Davud İbrahim Bin Halid'i bırakmıştı. Halife El-Mansur, Ebu Müslim'e far-kettirmeden gizlice Ebu Davud'a bir mesaj yollayarak O'na şu va-adde bulundu:
"Seni Horasan'a -hayat boyu- vali tayin etmiş ve Ebu Müslim'i de görevden almış bulunuyorum."
Bu mesajla etkilenen Ebu Davud, Ebu Müslim'e bir yazı göndererek O'na:
"Rasullulah'm ehl-i beytine mensup olan halifelere karşı gelmek, onlara verilen taahhüdü bozmak doğru değildir. İmamına (liderine) derhal baş eğmiş ve emir dinlemiş olarak dön" diye öğütlerde bulundu.
Ne varki bu sözler O'nun kırgınlığını bir kat daha artttırdı ve O'nlara:
"Ben de El-Mansur'a Ebu İshakı göndereceğim. Çünkü O, güvendiklerimden biridir" diye yazdı. Ardından da O'nu gönderdi.
Ebu İshak varınca El-Mansur O'nu ağırladı ve Ebu Müslim'i
yolundan döndürecek olursa kendisini Irak'a vali tayin edeceği vaadinde bulundu. Ebu îshak dönünce Ebu Müslim O'na:
"Ne haber?" diyerek merakla durumu sorduğunda Ebu İshak:
"Seni takdir ettiklerini ve sana saygı gösterdiklerini gördüm"
diye cevap verince Ebu Müslim bu sözlere kanarak Halife'ye gitmek için niyetini bozdu. Her şeye rağmen emrindeki komutanlardan Neyzek adında birine bu kararını açıklayıp fikrini almak isteyince O'nu böyle bir şey yapmakla şiddetle sakındırdı.
Buna rağmen Ebu Müslim gitmekte ısrar edince Neyzek şairin şu beytini terennüm etmekten kendini alamadı:
"Kadere karşı yoktur güçleri yiğitlerin, Kader nice milletin yenmiş hünerlerini."
Ebu Müslim ayrılmak üzereyken Neyzek O'na:
"Benim bir tek sözüm var, bari onu dinle" demiş. Ebu Müslim de bunu sorunca şu tavsiyede bulunmuştu:
"Halife Mansur'un huzura girince bir fırsatını bul ve O'nu hemen öldürerek yerine sülaleden bir başkasını koy. İnan kimse sana itiraz etmeyecektir."
Bütün bu gelişmelerden sonra Ebu Müslim, El-Mansur'a, kendisini ziyaret edeceğine dair haber yolladı.
Halife El-Mansur'un mesajlarını yazan özel kâtibi Ebu Eyyub şunları anlatıyor, diyor ki:
"Mansur'un huzuruna girdim. Kıldan yapılmış bir çadırın içinde oturuyordu. İkindi namazından sonra istirahat ediyordu. Elinde bir mektup vardı. Bana doğru attı. Baktım ki Ebu Müslim'in mektubu. Halife'yi ziyaret edeceğini yazıyor. Halife'nin tam o sırada:
"Allah'a yemin ederim ki gözüm ilişir ilişmez O'nu hemen geberteceğim" diye söylendiğim duydum. Kendi kendime "İnna lil-lah ve İnna ileyhi Raciun"[5] dedim.
O gece gözüme hiç uyku girmedi. Hep bu olayı düşünüp durdum. Sonra içimden dedim ki bu adam eğer korku içinde gelecek olursa belki paniğe düşer ve halifeye bir kötülüğü dokunabilir. Onun için en iyisi O'nun güven içinde Halifenin huzuruna girmesini temin etmektir. Ta ki Halife O'nu derdest etme imkanını bulabilsin. Sabahlayınca Devlet erkanından birini bulup kendisine:
- Sen bu yıl Kesker Kentinin idaresini üstlenmek istemez misin? Çünkü bu sene buranın çok geliri olacak, diye O'nu özendirdim. Adam bana:
- Peki ama bu imkanı bana kim temin edebilecek, diye iştahla sorunca O'na şöyle dedim:
- Öyleyse ayağını çabuk tut. Şu anda gelmekte olan Ebu Müslim'i git henüz yoldayken karşıla ve bu kentin idaresini sana bırakmasını O'ndan iste. Şunu da bil ki Emirülmü'minin Efendimiz Hazretleri kapısının ardı sayılan bu bölgeyi Ebu Müslim'in idaresine bırakıp endişesiz yaşamak istiyor, dedim. Bu zatın Ebu Müslim'le görüşmesi için de El-Mansur'dan izin istedim. O da izin verdi. Ayrıca:
"Ebu Müslim'e selam söyle ve O'nu özlediğimizi ifade et" diye tavsiyede bulundu. Seleme Bin Fulan adındaki bu zat da gidip Ebu Müslimle görüştü. Halifenin özlemine dair sözlü mesajını O'na iletti. Meğer Ebu Müslim bu sözleri duyunca çok sevinmiş. Halbuki bütün bunlar hile ve aldatmacadan ibaretti.
Ebu Müslim bu sözleri duyunca güven hissederek ölüme doğru aceleyle yoluna devam etti. Medain'e yaklaşınca Halife O'nu karşılamaları için devlet erkânına emir verdi. O gün akşam nihayet El-Mansur'un huzuruna girdi. Halife'nin özel kâtibi Ebu Eyyub, Mansur'a, Ebu Müslim'in katlini ertesi güne ertelemesini tavsiye etmiş o da bunu kabul etmişti.
Ebu Müslim akşam Halife El-Mansur'un huzuruna girince Mansur O'nu ağırladı ve kendisine saygı gösterdi. Sonra da "Buyur istirahat et ve bir banyo yap. Yarın bana gel görüşelim" diyerek yanından ayrıldı. Halifeden sonra devlet erkânına mensup şahsiyetler Ebu Müslim'in odasına girerek kendisini selamladılar.
Ertesi gün Halife emrindeki komutanlardan birini çağırarak:
"Seni önemli bir görevde denemek istesem ne dersin?" diye nabzını yokladı. Komutan hiç tereddüt etmeden:
"Allah'a yemin olsun ki Ya Emirelmü'minin! Bana: İntihar et cevap verdi. Bunun üzerine Halife:
"Peki Ebu Müslimi öldürmen için sana emir versem ne dersin?" deyince adam bir an susup kaldı.
Ebu Eyyub diyor ki; Adama "Niye konuşmuyor, neden cevap vermiyorsun?" diye sordum. Bunun üzerine, pek içinden gelmeyerek zayıf bir ses tonuyla "Olur öldürürüm" deyiverdi. Sonra Halife özel güvenlik elemanlarından 4 kişiyi çağırarak onları, Ebu Müslim'i öldürmeleri için fitledi ve kendilerine şu talimatı verdi.
- Şu revakın arkasında saklanın. Ben size el çırpınca hemen üzerine atılıp O'nu öldürün!
El-Mansur, Ebu Müslim'e peş peşe mabeynciler göndererek O'nu huzura davet etti. Bunun üzerine Ebu Müslim gelip halifenin huzuruna girdi. Halife gülümsüyordu. Ebu Müslim karşısında vaziyet alıp durunca Mansur O'nun işlediği suçları teker teker sayarak kendisine hakaret etmeye başladı. Ebu Müslim ise sürekli özür diliyordu. Sonra Halife O'na:
"Peki neden Süleyman Bin Kesir'i İbrahim Bin Meymun'u,
(ve daha birçok isim sayarak) niye bu şahsiyetleri öldürdün?" diye sorunca Ebu Müslim:
"O'nlar bana kafa tuttular, bana ters düştüler de ondan" diye cevap vermesi üzerine Halife El-Mansur birden parlayarak:
- Bre kahrolasıca! Sana kafa tutuldu diye adam öldürüyorsun da sen bana kafa tutunca seni öldürmeyeyim öyle mi?, diye kük-redi ve el çırpmaya başladı. Bu işaret üzerine saray muhafızları Ebu Müslim'in üzerine atıldılar. Aralarından biri çevik davranarak kılıcının askısını kesti. (Böylece silah kullanmasına engel oldu) Can pazarında olduğunu gören Ebu Müslim kurtuluş yollarını arayarak:
"Ya Emirelmü'minin! Düşmanlarının üzerine beni salmak için canımı bağışla" diye duygularım etkilemeye çalıştı. Fakat Ha-life'yi fikrinden caydırmak artık imkansızdı. Nitekim Ebu Müslim'in bu yakarışına: "Senden daha büyük düşman mı olur" diye cevap verdi. Sonra muhafızlarım gevşek davrandıkları için azarlayarak üzerine saldı. O'nu süratle paraladılar ve bir aba içine sararak kaybettiler.
Ebu Müslim'in öldürülmesi Hicri 137 yılı Şaban Ayının sonuna rastladı.
Sonra EI-Mansur Ebu Müslim'in arkadaşlarım, ihsanlarla, bazen korkutarak yola getirmeye, bazen de onlara mevkiler vererek memnun etmeye çalıştı. Nitekim Ebu Davud İbrahim Bin Halid'i Horasan'a vali tayin ederek O'nu hayatı boyunca bu görevde bıraktı.
Şurası da bir gerçektir ki: Bazı kimselerin kendisine iftira ettikleri gibi Ebu Müslim bir zındık [6] değildi. Fakat öyle görünüyor ki O işlediği günahlardan dolayı Allah'tan korkuyor ve Abbasi devletinin kurulması uğrunda dökmüş bulunduğu kanlardan dolayı tövbe etmek istiyordu. O'nun içyüzünü ise ancak Allah Teala bilir.
Ehl-i halden bir zat olan Abdullah Bin Mübarek'ten, Ebu Müslim mi, Haccac mı hangisinin daha hayırlı olduğu sorulunca şu cevabı vermiş:
"Ebu Müslim'in başka birinden daha hayırlı olduğunu söyleyemem. Fakat Haccac O'ndan daha şerliydi."
Belki de Ebu Müslim'in adını ve kökenini sömürmek ilişkisiyle devıin zındıklık hareketleri O'nu suçlama iddiasında bulunmuşlardır.
Ebu Müslim bir kimseyi, emre uymadığına dair en ufak bir işaret veya kuşkuyla derhal öldürürdü. O'nun için halkın tümü O'ndan korkardı. Belki de dostları -kendisiyle olan ilişkilerinden dolayı- O'ndan herkesten daha çok korkarlardı. Çünkü aklına esip de yorumlayabileceği herhangi bir davranış, bu davranışı gösterenin ölümüyle sonuçlanabilirdi. O'nun için belki de Ebu Müslim'in Öldürülmesiyle en çok rahata ve güvene kavuşanlar O'nun emrinde çalışan komutanları ve adamları oldu. Çünkü O'nun beraberliğinde sürekli bir korku içerisindeydiler. Ve aynı zamanda bu sebepledir ki devamlı O'na karşı riyakârca davranırlardı. Dostları da düşmanları da emirlerini dinleyip boyun eğmekte birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Nitekim bu sayededir ki Horasan'ı avucunun içine almıştı. Herkes cümbür cemaat O'na hizmet etmek için âmâ-de olmuştu. Sırf, işaret edeceği bir emri yerine getirmek için kendilerini Ebu Müslim'in önüne atmakta insanlar yarışıyordu. Bu sayede O'nun da eli, uzak yakın, dost düşman yerli yabancı hemen herkese ulaşabiliyordu.
Rivayete göre Halife El-Mansur {Ebu Müslim'i öldürttükten sonra) ileri gelen devlet erkânını çağırmış ve öldürüldüğünden henüz habersiz bulunan bu şahsiyetlerle O'nu idam etmek konusunda istişarede bulunmuş. Bunların hepsi de O'nun Öldürülmesi lehinde görüş beyan etmişler. Hatta bazıları görüşlerini gizlice ifade etmeye çalışmış. Ebu Müslim'e durum intikal eder diye korkmuşlardı. Ancak halife en nihayet (Ebu Müslim'in ortadan kaldırıldığını açıklayınca bu zevat önce dehşete kapılmış, sonra da sevinçlerini ortaya koymuşlardı.) [7]
Halife'nin, -Ebu Müslim'i öldürmeye karar verdikten sonra- şu beyitleri terennüm ettiği rivayet edilmektedir:
Karar verirsen eğer, Azminle kararı ver. Tereddütlü olursan, İşin gücün ters gider. Mühlet verme düşmana; Döneklik yapar sana. Davran, yoksa yarına Fırsatlar Ona geçer.
Ebu Müslim'i öldürtüp cesedini yerde seyrederken de şu sözleri mırıldanıyordu:
İşlediğin üç suçla derdest eyledim seni; Hazırlayan bunlardır senin böyle ölmeni: Kafa tuttun direndin ve bozdun yeminini, Sonra da imha ettin insan kitlelerini.
Halife El-Mansur'un şiirlerinden bazıları da şöyledir:
Gerçi uzun bir ömür, canı ister adamın, Fakat zararı da var, çokça uzun yaşamın. Gülücükler silinir, zamanla çehresinden, Ve sade acı kalır hayat semeresinden. Bir zaman gelir ona günler kalleşlik eder Ne artık sevinç duyar, ne bir şeye gülümser Ah ne lekelerim var, fakat öleyim de bak, Nicesi: "Helal olsun!" deyip beni anacak.
Halife El-Mansur Hicri 144 de hacca gidince Hıyra'ya ve askerin başına, komutan Hazım Bin Huzayma'yı bıraktı. Medine'ye varınca aralarında Hz. Hasan'in torunu Abdullah Bin Hasan El-Müsenna'nın da bulunduğu kalabalık bir halk topluluğu tarafından karşılandı. Halife, Abdullah'tan {yönetime karşı olan) iki oğlu Muhammed ve İbrahim'in nerede olduklarını soruşturdu. Abdullah ise çocuklarının yerlerini bilmediğine dair and içerek halifeyi ikna etmeye çalıştı. Olay şundan ibaretti.
Hicaz'da, Son Emevi Halifesi Mervan el-Hımar'ın son günlerinde Muhammed Bin Abdullah'ın etrafında bir topluluk oluşmuş Mervan'in yetkisini reddederek O'na bey'atte bulunmuşlardı. Hatta bunlardan biri de Halife El-Mansur'un bizzat kendisi olmuştu. Tabi bu hadise henüz Abbasi Devleti kurulmadan önce cereyan etmişti. Ancak ne zaman ki El-Mansur halife oldu. Bu sefer Muhammed Bin Abdullah ile kardeşi İbrahim büyük bir korku ve paniğe kapıldılar.
Çünkü El-Mansur onların mutlaka (böyle bir sonucu kabullenmeyeceklerini ve) ona ^aş kaldıracaklarını tahmin etti. Mervan'a, vaktiyle nasıl kafa tutmuş idiyseler kendisine karşı da aynı şeyi yapacaklarından endişe ediyordu. Nitekim korktuğu basma geldi. Her iki kardeş de uzak diyarlara, Yemen'e kadar kaçtılar. Sonra Hindistan'a giderek cralarda izlerini bir ara kaybettiler. Halife yerlerini tesbit etti, oradan da kaçtılar ve hep kaçtılar. Halife El-Mansur bir türlü onları ele geçiremedi.
Mansur bu sefer de babalan Abdullah'ı sıkıştırmaya başladı. Fazla ısrar edince Abdullah dayanamayarak halife'ye 'Allah'a yemin ederim ki bu çocuklarım şu iki ayağımın altında bile olsalar sana onların yerini yine de göstermeyeceğim!" diyerek sert bir cevap verdi. Bu karşılığa fevkalade öfkelenen halife, Abdullah'ın hemen zindana atılmasını, aynı zamanda mal varlığına da el konmasını emretti. Abdullah üç yıl hapiste kaldı. Bu arada Halife'nin müşavirleri O'na Hz. Hasan'ın bütün torunlarını hapse atması tavsiyesinde bulundular.
Ayrıca El-Mansur, Muhammed ve İbrahim kardeşlerin yakalanması için etkin tedbirler aldı. Hal böyleyken kardeşler hemen hemen her yıl gizli bir şekilde hacca geliyor ve çoğu kez de Medine'de saklanıyorlardı. Kimse de onların farkına vararmyordu. Bu yolda zaman zaman istihbaratlar alan halife ise beceriksiz diye Medine Valilerini peşpeşe görevden alıyor ve kardeşlerin yakalanması için emirler veriyor, aramalar yaptırıyor, paralar harcıyordu. Fakat çabalar sonuçsuz kalıyordu.
Öte yandan Muhammed'le İbrahim kardeşlerin taraftarları da bir hac mevsiminde fırsat kollayıp halife El-Mansur'u Safa ile Merve arasında parçalamayı planlamışlardı. Fakat Abdullah bu mekânın kutsiyet ve şerefinden ötürü onları sakındırmış, vazge-çirmişti Bu meseleden halife El-Mansur'u, O'nun erkânından Ebulasakir Halid Bin Hassan'ı haberdar etmişti. Çünkü bu zat esasen Muhammed Bin Abdullah'ın gizli destekçilerinden ve aynı zamanda sözkonusu olayı planlayanlardan biriydi. Nitekim bunu itiraf edinceye kadar Halife El-Mansur O'na işkence yapmış ve: "Peki sizi bu plânınızdan vazgeçiren sebep neydi?" diye sorunca Ebulasakir,
"Bizi Abdullah Bin Hasan vazgeçirdi" diye cevap vermişti.
Bir gün Muhammed Bin Abdullah gizlendiği yerden çıkarak annesine geldi ve O'na:
"Anneciğim, babamın ve amcalarımın hapiste çektikleri çile beni çok üzüyor.Onları kurtarmak için teslim olmak istiyorum"
diye akıl danıştı.
Annesi de hapishaneye giderek onlara oğlunun niyetini anlattı. Fakat, "Sakın ha! Teslim olmasın, bilakis O'nun uğrunda sabretmeye çalışacağız. Belki Allah Teala O'nun eliyle hayırlı bir kapı açar. Sabredeceğiz. Kurtuluşumuz Allah'a kalmıştır. İsterse ferahlatır, isterse sıkıntımızı daha arttırır" dediler ve hepsi bu konuda sözbirliği ettiler.
Sonraları Halife El-Mansur, Hz. Hasan'ın torunlarını Medine hapishanesinden Irak zindanına nakletti. Aynı zamanda Hz. Osman'ın torunu Muhammed Bin Abdullah Bin Amr'ı da onlarla beraber nakletti. Bu Muhammed, Abdullah Bin Hasan El-Müsen-na'nm anne bir kardeşiydi. Ayrıca Muhammed'in kızı Rukiyye, Abdullah'ın oğlu İbrahim'le evliydi. Bu ailenin çoğu hapiste dayanamayarak öldüler. Sağ kalanlarsa ancak Mansur'un ölümünden sonra tahliye edildiler.
Muhammed Bin Abdullah, içinde bulunduğu durumdan dolayı çok sıkıntı çekiyordu. Sıkı gizlenmek, Medine Valisi'nin amansız takibi ve gizlenmesinden sebep Medine halkının kendisini suçlamaları O'nu yıpratıyordu. Bu yüzden daha fazla dayanamayarak cemaziyelahir ayının son günü ortaya çıktı. Yandaşlarından yanına 250 kişi alarak hapse baskın yapıp içerdekilerin hepsini salıverdi. Oradan valilik sarayına hareket ederek içeri girdi. Vali Reyyah Bin Osman'ı tutukladı. Böylece Medine, Muhammed Bin Abdullah Bin Hasan'ın idaresine teslim oldu.
Muhammed, şehri yönetmek üzere halkın basma Osman Bin Muhammed Bin Halid Bin Zübeyr'i, yargı makamına, Abdülaziz Bin Muttalib Bin Abdullah El-Mahzumi'yi, polis şefliğine de Hz. Ömer'in torunu Osman Bin Abdullah'ı getirdi.
Bu olay Halife EI-Mansur tarafından duyulunca kardeşinin oğlu İsa Bin Musa'yı görevlendirerek yolladı ve O'na, Muham-med'i teslim olmaya çağırmasını ve hayatına dokunulmayacağı konusunda da ikna etmesini emretti. îsa aldığı bu emir üzerine yanma Ebulabbas Es-Seffah'm oğlu Muhammedi, Hamid Bin Kah-taba'yı ve Cafer Bin Hanzala'yı da alarak onbin kişilik bir kuvvetin başında hareket etti.
Muhammed Bin Abdullah ise, bu sırada El-Hasan Bin Muavi-ye'yi bir kuvvetin başında Mekke'yi teslim almaya göndermişti. El-Hasan Mekke'ye girerek Vali Sırrı Bin Abdullah'ı yendi. Muhammed, ayrıca kendisi için halktan bey'at almak üzere Şam'a bir heyet gönderdi. Halkın bir kısmı bey'atte bulundular, bir kısmı ise reddettiler. Harpler ve siyasi çekişmeler halkı canından bezdirmişti. Bu yüzden çeşitli yorumlar yapan halkın bir bölümü de: "Muhammed, Medine'de baş kaldırdı, ama adam çalıştırmak için parası yok ki" diye söyleniyorlardı.
Muhammed, savunmaya geçerek devlet kuvvetlerine karşı direnmeye başladı. Şehrin etrafına da bir hendek kazdırdı. Halife'nin yeğeni İsa Bin Musa başındaki kuvvetlerle şehri kuşatarak üç gün süreyle Muhammed'i teslim olmaya çağırdı. Muhammed ise bu teklifi hep reddetti. Bu arada İsa Muhammed'in adamlarına -teslim oldukları takdirde kendilerine dokunulmayacağına dair- güvence verince O'nun yalnız kalmasını sağlayabildi. İsa'nın asıl amacı, Muhammed'i tek başına kalmış olarak yakalayıp O'nu Irak'a, Halife'ye götürüp teslim etmekti. Nitekim Medine balkı O'nun etrafından çözüldüler. Özellikle Muhammed:
"Ben, bana vermiş bulunduğunuz söz ve ahit konusunda hepinizi ibra ediyorum. Kim benimle beraber kalmak istiyorsa kalsın, kim benimle olan ahdini bozmak istiyorsa o da serbesttir"
diye açıklama yaptıktan sonra arkadaşlarının da çoğu kendisinden kopup dağıldılar. Muhammed'in saflarında ancak onlardan bir azınlık kaldı.
Muhammed'in Mekke'ye kaçmasını önlemek için İsa'nın görevlendirdiği beşyüz kişilik bir kuvvet Medine-Mekke yolu üzerine inerek bu güzergâhı kapattılar. Bundan sonra aynı yılın Ramazan ayının yirmisinden itibaren taraflar arasında üç gün boyunca elçiler mekik dokumaya başladı. Fakat sonuçsuz kalan bu görüşmelerin üçüncü gününde taraflar vuruşmak üzere karşılıklı olarak saf düzenine geçtiler.
İsa'nın komutasında dörtbin kişiden fazla bir kuvvet vardı. Halbuki Muhammed'in arkadaşlarının sayısı ise sadece üçyüzün biraz üzerindeydi. Nihayet taraflar arasında çarpışma başladı. Muhammed atından inerek hasımlarına dehşetli bir şekilde saldırdı ve İsa'nın adamlarından yetmiş kişiden fazlasını öldürdü. Fakat Irak Ordusu Muhammed'in arkadaşlarını çembere alarak çoğunu öldürdüler ve hendeği atlayarak karşıya geçtiler. Bu çarpışmalar halk ikindi namazını kılıncaya kadar sürdü. Namazdan sonra savaş yeniden alevlendi. Tabi ki sayıca çok olan taraf üstünlüğü elinde tuttu. Muhammed'in ise adamlarından bir kısmı daha O'na sırt çevirip kaçmıştı. Kendisi tedricen azalan küçük bir gurupla direnmeye devam ediyordu. Ta ki sonunda tek başına yapayalnız kalıncaya kadar. Hal böyleyken bile üzerine teker teker yürüyenler sapır sapır dökülüyorlardı. Nihayet toplu halde üzerine üşüştüler ve adamın biri bacaklarını kılıçla biçti. Bu durumda dahi dizleri üzerinde savunmaya devam ediyordu. Ancak aldığı yaralar sonucu artık mecalsiz kesilmişti. Pek mukavemet edemiyordu. İşte bu sırada komutanlardan Hamid Bin Kahtaba yaklaşarak başım gövdesinden ayırdı ve Halife El-Mansur'a gönderdi. Gövdesi ise EI-Baki Mezarlığına defnedildi.
İsa, buradaki plânını gerçekleştirdikten sonra bu kez de Küfe üzerine yürüdü. Burayı, Muhammed Bin Abdullah tarafından vali nasbedilmiş bulunan Hasan Bin Muaviye idare ediyordu. Hasan bu sırada Muhammed Bin Abdullah'a destek olmak üzere Medine'ye doğru yola çıkmış, fakat Muhammed'in öldürüldüğünü duyunca Basra'ya kaçmıştı. Çünkü Muhammed'in kardeşi İbrahim de devrimi buradan başlatmıştı. Devrimcilere karşı Abbasi Ordusuna komuta eden İsa, Medine'ye Kesir Bin Hosayn'ı sorumlu tayin ettikten sonra Mekke'ye girerek burada bir ay kadar kaldı. Halife Mansur da Medine idaresine bakmak üzere Abdullah Bin Ra-bi'i görevlendirmişti. Fakat askerleri şehirde rezalet çıkarınca Sudanlılar, {zenci köleler) onlara karşı isyan ettiler. Askerin bir kısmı isyancılar tarafından öldürülünce şehirden kaçmaya başladılar. Abdullah Bin Rabi' Medine'ye tekrar döndüyse de zenciler yine ayaklanıp askerlerini perişan ettiler. Fakat halk olayın kendi aleyhlerinde tehlikeli bir sonuç doğuracağından korkarak, zenci kölelerini teskin edip kendilerine engel oldular ve onları dağıttılar. Fakat Abdullah sonra bunların elebaşılarını alıp cezalandırdı.
(Devrimci) İbrahim Bin Abdullah aynı anda isyanı başlatmak üzere biraderi Muhammed'le anlaştıktan sonra Hicri 143 de gizlice Basra'ya ulaştı. Önce saklandı, sonra ortaya çıkarak halktan bey'at almaya başladı. Beratı, biraderi Muhammed adına kabul ediyordu.
Halife Mansur'un Basra Valisi -bu sırada- Süfyan Bin Muaviye idi. O da gizlice İbrahim'i destekliyordu. Başka yörelerden gruplar halinde halk İbrahim'e bey'at etmek için Basra'ya akın ederlerken halife Mansur da bunları pusuya düşürmek ve öldürmek için üzerlerine adamlarını gönderiyordu.
İbrahim, Ramazan ayının başında isyanı başlatarak Vali Süfyan Bin Muaviye'yi kuşatma altına aldı. Vali -teslim olmak için-güvence istedi. Nihayet teslim olan Valiyi, İbrahim -mahsus- zincire vurarak hapse attırdı. Böyle davranmaktan maksadı, O'nu halifeye karşı temize çıkarmaktı. İbrahim aynı zamanda devlet kuvvetlerinin başında kendisine karşı çarpışan, Halife Mansur'un amcazadeleri Cafer ve Muhammed Bin Süleyman'a karşı da üstünlük kazandı. Ahvaz'a gönderdiği temsilcilerinin çağrısı üzerine halk İbrahim'e bey'at etti ve idaresini tanıdılar. Sonra da (Abbasiler adına Vali) Muhammed Bin Hosayn'dan burayı alarak fiilen ele geçirdi. Keza, Fars, Medain, Vasıt ve tüm havalilerini de aldı.
İşte tam bu sırada (1 Recep- 14 Ramazan) tarihleri arasında 74 günden fazla devam etmeyen harekatının sonunda, kardeşinin öldürüldüğü haberini alarak bayram günü halka da ilan etti. Bu olay ise halkın halife El-Mansur'a karşı olan kinlerini daha da körükledi. Bununla beraber O'ndan daha fazla ürkmeye, korkup sinmeye de başladılar. Çünkü artık çökertildiklerine inanıyorlardı.
Halife'nin ordusu dağınık durumdaydı. Bir kısmı Muhammed Bin EI-Eş'as komutasında Afrika'da, bir kısmı İsa Bin Musa komutasında Hicaz'da, bir diğer kısmı ise oğlu Muhammed El-Mehdi komutasında Rey'de bulunuyordu. Elinin altındaysa sadece 2000 süvari vardı. Küfe halkı ise her an bir fırsatını bulup Haife'nin başına gaileler açmayı ve bu suretle de (devrimci) İbrahim'e katılmayı düşünüyorlardı. Sıkışık durumda kalan Halife yeğeni İsa'ya haber yollayarak O'na: "Derhal gel" emrini verdi. Oğluna da El-Ahvaz'ı İbrahim'den alıp kurtarmak için Hazım Bin Huzayma'yı görevlendirmesi için talimat verdi. Nitekim İbrahim'in erkânından El-Muğira Ahvaz Valisine karşı üstünlük sağladı. Halife, aynı zamanda ahalisi baş kaldırmış bütün kentlere kuvvetler göndererek buraları yeniden otorite altına almaya çalıştı.
İbrahim, Basra'ya Nemle Bin Murra'yı oğlu Hasan'la birlikte
sorumlu bırakarak kendisi şehrin dışında kampını kurdu. Sonra da Kufe'ye doğru sefere çıkarak Bahamri denilen yerde [8] konakladı. Bu sırada İsa, onbeşbin kişilik bir kuvvetin başında İbrahim'in üzerine yürüdü. Bu ordunun üçbin kişilik ön kuvvetlerinin başında Hamid Bin Kahtaba vardı. İbrahim'in ordusu gerçekten büyüktü. Fakat içinde görüş farkları vardı. Kimileri, Basrahlar'dan oluşan bir kuvvetle Küfe Ordusunu izleyip şehre girerek Halifeyi ortadan kaldırmayı ve devletin idaresini ele geçirmeyi düşünüyorlardı, kimileri cepheler arasında hendek kazılmasını savunuyorlardı. Kimileri, İsa'nın kuvvetleri üzerine ani bir baskın düzenlenmesine taraftar idiler, kimileri de geri saflarda kalıp canlarını kurtarmaya bakıyorlardı.
Nihayet Bahamri mevkiinde taraflar karşılıklı olarak savaş düzenine geçtiler ve çarpışma başladı. İsa'nın Hamid Bin Kahtaba komutasındaki öncü kuvvetleri ilk sıralarda bozguna uğradılar ve kaçtılar. Ancak İsa, yüz kadar adamıyla İbrahim'in kuvvetlerine karşı dayanmaya çalıştı. O;nun kaçan askerlerini, bir nehir engelleyince tekrar geri dönmek zorunda kaldılar. Bu sayede savaş yeniden kızıştı. Bu sefer de İbrahim'in ordusu hezimete uğradı. İbrahim, yalnızca 500 kişiden ibaret olan emrindeki adamlarıyla ölüm kalım mücadelesi veriyordu ki nihayet o da 25 Zilhicce Hicri 145 günü imha edilen birçok adamıyla beraber öldürüldü. Yani mücadelesi 1 Ramazan-'25 Zilhicce tarihleri arasında 115 gün kadar devam edebildi. İbrahim ilk zamanlar davayı, biraderi Muhammed adına yürütüyordu. Ancak O'nun ölüm haberini aldıktan sonra artık halktan kendisi için bey'at istemeye başladı.
Halife El-Mansur İbrahim'in öldürüldüğü haberini alınca hüngür hüngür ağladı. Aslına bakılacak olursa Mansur, bu sonuçları doğuran hatalı bir siyaset izlemiş Abdullah Bin Hasan'a kötü davranarak iki oğlunun tahrik olup isyan etmelerine sebebiyet vermişti. El-Mansur (aynı zamanda akrabaları olan) Hz. Hasan'ın torunlarına karşı çok zalim ve acımasızdı. Fakat ne de olsa o bir kraldı. Mutlaka görüşünü korumalıydı. Yumuşak davranması, dizgini elinden çıkarabilirdi. Ancak şiddet ve acımasızlık O'nu mevkiinde sabit tutabilirdi. İşte dünyaperestliğin sonucu budur. Allah bu dünyanın alâyiş ve aldatıcıhğının belasını versin! [9]
El-Mansur Bağdat kentini kurarak inşasının sona erdiği Hicri 146 Safer Ayında da bu şehre yerleşti. Kentin etrafındaki sur, daire biçiminde idi. Surun zeminindeki eni 50, en üst seviyedeki eni ise 20 dirsekti. İç surun ölçüleri de böyleydi. Şehrin 8 kapısı vardı. Fakat iç surla dış surun kapıları aynı hizada değildi. Kapıları, Vasıt Kentinden naklettirdi. İran Sasani İmparatoru'ndan kalma Beyaz Sarayı da Medain'den Bağdat'a naklettirme teşebbüsünde bulundu. [10]
El-Mansur, aynı zamanda Kûfe'nin de etrafına bir sur yaptırdı. Er-Rafıka Kentini inşa ettirdi ve Hicri 139 da Mescidülharam'ı genişletti. El-Mansur Hicri 147 de hacca gidince yerine vekâleten veliahtı ve kardeşinin oğlu İsa Bin Musa'yı bırakarak (vaktiyle kendisine karşı isyan bayrağı çekmiş olan) amcası Abdullah Bin Ali'yi ortadan kaldırmasını O'na emretti.
İsa bu emri yerine getirirse başına neler geleceğini tahmin ederek bundan uzak durdu ve böyle bir işe girişmemesi konusunda samimi nasihatler aldı. El-Mansur (bir kurnazlık yapıp) daha sonra kan davası güdebilirdi. İsa, {amcası olan) halife Mansur'un amcası Abdullah Bin Ali'yi ortadan kaldırmış gibi davranarak O'nu gizledi. Abdullah'ı Öldürdüğü takdirde halife de kısas yaparak O'nu öldürebilir diye korkuyordu,
Nitekim Halife Ebu Cafer El-Mansur hacdan döner dönmez amcasının öcünü (!) almak ve İsa'yı idam etmek istedi. İşte tam o sırada İsa, Abdullah'ı ortaya getirerek halifenin oyununu bozdu. Bunun üzerine El-Mansur amcasını zindana attı. Çok geçmeden de Abdullah zindanda öldü. Normal şekilde öldüğü, öldürüldüğü veya zindan çatısının üzerine çökerek ölümüne yol açtığı konusunda farklı görüşler vardır. [11]
Halife El-Mansur -bunlarla da kalmayarak- yeğeni İsa Bin Musa'yı veliahtlıktan azledip yerine oğlu Muhammed El-Mehdi'yi tayin etti. Bir süre sonra yeğeninden razı olarak O'nu oğlundan sonra ikinci veliaht ilan etti.
El-Mansur Hicri 158 de tekrar hacca gitmek üzere yola çıktı. Küfe'yi geçer geçmez rahatsızlık hissetti. Hastalığı gittikçe artarak 7 Zilhicce günü Mekke'de öldü.
Ebu Cafer El-Mansur, Mansur kızı Arva'yla evliydi. Çocukları Muhammed ve Büyük Cafer bu hanımdan doğmuşlardır. Keza Talha soyundan Fatima Binti Muhammed'le de evlendi. Bu hanım O'ndan İsa, Yakup ve Süleyman'ı doğurdu. Ayrıca Katâde'yi doğuran, Emevilerden Aliye adında birhanımla daha evlenmişti. Çocuklarından Küçük Cafer, Kürt asıllı bir cariyeden; Salih El- Miskin, Bizanslı bir cariyeden; keza Kasım da başka bir cariyeden dünyaya gelmişlerdir. Oğullarından Büyük Cafer, babasının henüz sağlığında Öldü.
Mansur Ebu Hanife'yi yargı organının başına getirmek istemiş, ancak Ebu Hanife bu teklifi reddetmişti.
Ebu Cafer El-Mansur'un özel hayatına gelince sabahtan öğleye kadar emirler, yasaklar, tayinler, aziller ve kamu meseleleri gibi devlet işleriyle meşgul olurdu. Öğle namazını kıldıktan sonra özel ikâmetgâhına girer, İkindi vaktine kadar dinlenirdi. İkindiyi kıldıktan sonra aile halkı arasında oturur onların özel meseleleriyle uğraşırdı. Yatsıyı kıldıktan sonra da çeşitli yerlerden gelen yazı, mektup, mesaj ve evrakı incelerdi. Gecenin üçte biri kadar da nedimlerinden biri O'nunla birlikte oturur, kendisini eğlendirirdi. Sonra gecenin ikinci sülüsüne kadar ailesiyle birlikte uyur, sonra kalkıp abdest alır, şafak sokünceye kadar ibadet eder ve sabah olunca halka sabah namazını kıldırırdı. Daha sonra tekrar ertesi günkü mesaisine başlamak üzere makamına geçer oturur, devlet işlerine bakardı. [12]
Fetihler daha Emevi Devri'nde Halife Ömer Bin Abdülaziz döneminin sonlarından itibaren kesintiye uğramıştı. Ancak akınlar devam ediyordu. Devletleri ayakta kalabilmiş olan Bizanslıların topraklarına, kış ve yaz orduları kesintisiz gazalarını sürdürüyorlardı. Bizanslılar, Suriye, Kuzey Afrika ve Endülüs'ten keza Anadolu'nun doğu kesimlerinden çekilmiş olmakla beraber henüz ayakta duruyordu.
Fetihler, Emevi Halifesi Hişam Bin Abdulmelik zamanına kadar devam etmiş, ancak daha sonraları birbirlerine girerek başlarına açılan dertlerle meşgul olmuş, devletleri siyasi sarsıntılar geçirmişti.
Keza Abbasiler de ilk zamanlar, devletlerinin temellerini henüz oturtmaya çalışırlarken fetihlere yeniden teşebbüs etmeye fırsat bulamamışlardı. Ancak ne zaman ki Ebulabbas Es-Seffah, ortalığın artık yatışmış bulunduğunu gördü, gazaları yeniden başlatarak, bu suretle devletin güçlü olduğunu ortaya koymak arzusuyla yaz ordularını Bizans topraklan üzerine yeniden salmaya başladı. Ebulabbas böylece, İslam Devletinin siyasi sorunlarla meşgul olmasını fırsat bilerek stratejik bazı noktalara hücum etmeye kalkışan Bizanslılara karşı aynı zamanda sınırlan güven altına almak istiyordu.
Ebu Cafer El-Mansur Es-Seffah'ın yerine geçince ilk zamanlar , başına siyasi dertler açan amcası Abdullah Bin Ali ile Ebu Müslim El-Horasani ve Sinbat'la uğraşmak zorunda kaldı. Bu durum ise Bizans Kralı Konstantin'in Malatya'ya zorla girip surlarını yıkmasına yol açtı. Konstantin her ne kadar -esir aldığı-müslüman savaşçıları öldürmediyse de İslam topraklarında bir miktar ilerledi.
El-Mansur'un, devletin başına geçmesinden yaklaşık bir yıl sonra ortalık yatışınca amcası Salih Bin Ali'yi bir yaz ordusu başında görevlendirerek, gidip Malatya'yı geri almasını emretti. Salih aldığı bu emir üzerine Malatya'yı geri alarak Konstantin tarafından yıktırılan surlarını da yeniden inşa etti. Aynı zamanda bir sonraki yaz ordusu başında El-Hades yoluyla seferine devam ederek Bizans içlerine doğru ilerledi. Halife El-Mansur da, esir düşmüş müslümanları aynı yıl içerisinde tazminat ödeyerek kurtardı. Böylece Bizans topraklarına yeniden sürekli akınlar başlamış oldu. Bunlardan Hicri 146 da Cafer Bin Hanzala El-Bahranîn ve 149 da Mansur'un biraderi El-Abbas Bin Muhammed'in yönettikleri gazalar bunların ünlülerindendir. El-Abbas bu akın sırasında Bizans topraklarının içlerine doğru bir hayli mesafe almıştı. Beraberinde El-Hüseyin Bin Kahtaba ve Muhammed Bin El-Eş'as da vardı. Muhammed yolda öldü.
Keza Hicri 151 de El-Mansur'un yeğeni Abdulvahhab Bin İbrahim Bin Muhammed'in ve 103 de Ma'yuf Bin Yahya El-Hucu- rî'nin kumanda ettikleri akınlar (ki bu sırada müslümanlarm eline büyük miktarda ganimet geçmiş ve 6000 esir ele geçirmişlerdi); ayrıca Hicri 104 de Züfer Bin Asım El-Hiiâlî'nin ve 155 te de Yezid Bin Useyid Es-Selemi'niri yönettikleri gazalar büyük yankı uyandırmıştır. Devam eden akınların yanısıra Halife Ebu Cafer El-Mansur da, müslümanlar ülke güvenliğini nöbet bekleyerek koruyabilsinler diye sınırların stratejik noktalarında burçlar, kaleler ve hisarlar yaptırıyordu. Müslümanlar bu noktalardan mücahit olarak hareket ederlerdi. Bu stratejik noktalardan biri de Hicri 141 de Cibril Bin Yahya El-Horasani tarafından yapılan El-Masisa'du. [13]
Doğu cephesine gelince Ebu Cafer El-Mansur bu yönde de Ta-beristan'a akınlar düzenlemesi için oğlu Mehdi'yi görevlendirmişti. Bunun üzerine Mehdi, Hicri 141 de bölgeye girdi. Burada hakimiyet tesis etti. Fakat Taberistan Beyi İslam devletiyle yapmış olduğu antlaşmayı ertesi yıl bozarak birçok da müslüman öldürdü. Duruma müdahale etmek üzere Hazım Bin huzayma bir kuvvetin başında Taberistan üzerine yürüdü. Taberistan Beyi müstahkem bir kaleye sığınarak İslam kuvvetlerine karşı direnişe geçti. Bu kaleye zorla girmek müslümanlar için çok zordu. Fakat sonunda bir taktik hareketle kaleyi ele geçirdiler. İşte Mehdi'den İbrahim'i doğuran kadınla, yine O'ndan Mansur'u doğuran kadın bu harekat sırasında esir alındılar. Bu iki bayan soylu ve güzel kızlardı. Onları Halife Mansur'un oğlu Muhammed El-Mehdi aldı.
Hicri 143 yılında D eylemliler [14] birçok müslüman öldürdüler. Bunun üzerine Halife Mansur onlara karşı akın düzenledi. Keza yeğeni Muhammed Bin Ebilabbas da amcasının emriyle ertesi yıl üzerlerine yürüdü. Çünkü başka bir memleketteki müslümanlar eziyete maruz kalırlarken kardeşlerinin bu duruma seyirci kalması mümkün değildi. Şüphe yok ki bu gibi olaylara seyirci kalmak İslama çağrıyı ve îslamın yayılışını sekteye uğratabilirdi. Müslümanlar, esasen bulundukları herhangi bir yerde daima kendilerini üstün ve güçlü hissetmeleri lazımdır. Arkalarında koskoca bir ümmetin bulunduğuna inanmaları gerekir. Tabi, müslümanlarm başka milletlere karşı daha heybetli olmalarını, diğer insanların onlara uymalarını (onları örnek almalarını) onların üstün olduklarına inanmalarını ancak böyle bir duygu sağlar.
Türkler ve Hazarlar Hicri 145 te Bab'ül-Ebvab'ta yönetime baş kaldırarak Ermeniye'de müslümanlardan birçok kimseyi öldürdüler. Bunun üzerine müslümanlar bir harekat düzenleyerek onları cezalandırdılar.
Sonra Ester Han Türklerden oluşan bir ordunun başında Er-meniye'ye saldırarak Tiflis'e girdi ve burada birçok müslümanları ve zimmi vatandaşları öldürdü. Birçoğunu da esir aldı.
Bu olaya karşı Halife El-Mansur, Harb Bin Abdullah Er-Raven-di komutasında Ester Han'ın üzerine bir ordu şevketti. Komutan Harb bu savaşlardan birinde öldürüldü. Yıl Hicri 147 idi.
Peşinden Hamid Bin Kah taba sür'atle Tiflis'e gitti. Fakat Türklerin buradan çekilmiş bulunduklarını gördü.
Keza Hicri 157 yılında Hişam Bin Amr Et-Tağlebi'nin valiliği sırasında Keşmir fethedildi. Aslında Keşmir daha Önce zaptedil-miş, fakat bu kez yapmış bulunduğu antlaşmayı tek taraflı olarak çiğnemişti.[15]
Birçok vilayetler bu dönemde şiddet hareketlerine sahne oldu. Öyle ki düzen henüz oturmadan bu hareketlerden bazıları baştaki yönetimi neredeyse yok edecek bir hal aldı.
El-Mansur, ustaca tecrübelerine dayanarak, kararlılık ve dehasıyla bu sorunları çözümledi. Büyümesine meydan vermeden önüne geçti ve alevleri diğer vilayetlere sıçramadan söndürmeyi başardı.[16]
Burada Abdullah Bin Ali, yeğeni Ebu Cafer halife olur olmaz baş kaldırdı. Çünkü bu makama gelmeyi kendisi için istiyordu ve çünkü Abbasilerin işbaşına gelmesini O temin etmiş, düşmanlarını o temizlemiş, yönetime gelmeleri için ortamı o hazır hale getirmişti. Abdullah Bin Ali Abbasüer'in keskin kılıcıydı. Şam halkı da O'na katılmışlardı. Esasen Şamlılar O'na karşı koyamadıkları için saflarına katılmışlardı. Çünkü O'nları diktatörler gibi ezdi ve bir bağ odun gibi bağladı. Fakat Abdullah Bin Ali'nin meselesi kapa-' nınca vilayetlerde ortalık da sükunete kavuştu. Bunun üzerine halk yeniden akınlara katılmak üzere harekete geçti, serhadlerde nöbete durdu. Durum Halife Mansur'un bütün dönemi boyunca böyle devam etti. [17]
Bu bölgenin valisi Isa Bin Musa'ydı. Hicri 141 de, burada Ra-vendiler adını taşıyan bir topluluk baş kaldırdı. Bunlar, Horasan kökenliydiler. El-Mansur'un ilah olduğunu ileri sürüyor, ruhların beden değiştirdiğine, Adem Aleyhisselam'm ruhunun Osman Bin Nuheyk adında birine intikal ettiğine ve Heysem Bin Muaviye'nin de Hz. Cebrail olduğuna inanıyorlardı. Bir keresinde gelip halifenin sarayı etrafında -Kâbeyi tavaf eder gibi tur atmışlar, fakat halife hepsini yakalayıp yok etmişti. Böylece fitneleri söndürülmüş oldu. Sonra buranın valiliğini Muhammed Bin Süleyman üstlendi. Ancak hicri 155 te azledilerek yerini Ömer Bin Züheyr aldı. [18]
Önceleri Süleyman Bin Ali, Basra Valisiydi. Fakat yönetime baş kaldıran kardeşi Abdullah Bin Ali'nin yanında saklandığını, Halife Mansur öğrenince O'nu görevden alarak yerine Süfyan Bin Muaviye Bin Yezid Bin El-Muhelleb'i atadı. Mansur'un isyancı amcası Abdullah Bin Ali'yi yakalayarak O'nu Halife'ye gönderen işte bu Süfyan'dı. Öyle görünüyor ki bu zat Abbasilere baş kaldıran ibrahim Bin Abdullah Bin El-Hasan'ın taraftarlarmdandi.
Bilindiği üzere İbrahim, biraderinin ölümünden sonra ortaya çıkmış ve Ahvaz halkı kendisine bey'at etmişti. İbrahim, aynı zamanda Fars,Vasıt El-Medain ve Es-Sevad'm tümünü ele geçirmişti. Fakat Hazım Bin huzayma dörtbin savaşçının başında hareket ederek gidip Ahvaz'ı geri almıştı.' Sonra İsa Bin Musa hac dönüşünde İbrahim'le yolda karşılaşmıştı. Beraberinde -komutanlardan Hamid Bin Kahtaba da vardı. İsa'nın öncü kuvvetlerinin başındaydı. Fakat İbrahim'in karşısında yenilgiye uğradı. İsa ise direnmeye devam etti. İbrahim de direnmeye çalışıyordu. Ne varki yandaşlarının bir kısmı onu terkettiler. Bunun üzerine öldürülen destekçileriyle beraber o da öldürüldü. Bu suretle ortalık Mansur'un lehinde sükunete kavuşmuş oldu.
Neden sonra Süryan Basra Valiliği'nden azledilerek bu görevi Mesleme Bin Kuteybe üstlendi.
Muhammed Bin Süleyman Bin Ali'nin bir yıl sonra buraya vali tayin edilmesiyle o da -aynı şekilde- görevden alındı. Fakat ondan sonra da Basra Valilerinin hemen her yıl değiştirilmeleri olağan bir teamül haline geldi.
Nitekim Basra'ya birbirlerinin ardı sıra; Cabir Bin Zeyd El-Ki-labi, Yezid Bin Mansur, Abdülmelik Bin Eyyub Bin Zabyan ve El-Heysem Bin Muaviye vali oldular.[19]
Burada, Abdullah Bin Ali olayından başka haricilerden bin kişinin başına geçen Mulebbid Bin Harmala Eş-Şeybanî'nin giriştiği isyandan başka herhangi bir siyasi hareket cereyan etmedi. Fakat bu olay süratle bastırıldı.
El-Cezire'ye, bu dönemde valilik etmiş zevat arasında Hamid Bin Kahtaba ve Halifenin kardeşi Abbas Bin Muhammed meşhurdurlar [20]
Musul'da yönetime karşı hiç bir siyasi hareket cereyan etmedi. Buranın valisi İsmail Bin Ali'ydi. Sonraları Mansur'un kendisini görevden alarak yerine Halid Bin Bermek'i tayin ettiği Musa Bin Kaab buraya vali oldu.[21]
Horasan'da Ebu Müslim'in naibi olarak Ebu Davud Halid Bin İbrahim bulunuyordu. Mansur O'na, (bir isyanı bastırmak üzere bölge dışında bulunan) Ebu Müslim'i tekrar Horasan'a dönmekten alıkoyabildiği takdirde kendisini buraya vali tayin edeceğine dair söz vermişti. Sonra Ebu Müslim meselesi kapandı ve Ebu Davud buranın valisi olarak kaldı. Fakat çok geçmeden Sinbat adında biri Ebu Müslim'in kan davasını güderek ortaya çıktı. Sinbat mecusiydi. Bütün Horasan O'na boyun eğdi. Sinbat aynı zamanda Komis ve İsfahan'ı da ele geçirdi. Bu sebeple Halife Ebu Cafer El-Mansur Sinbat'ın üzerine Cahvar Bin Marrar El-İcli komutasında sayısı onbini bulan bir süvari kuvvet şevketti, Cahvar, Sin-bat'ı yenerek O'nu öldürdü. Sinbat'ın, böylece giriştiği isyan yetmiş günden fazla devam edemedi. Fakat bu sefer de komutan Cahvar elde etmiş olduğu bu başarıya aldanarak Hicri 138 de yönetime karşı kendisi baş kaldırdı. Halife El-Mansur, O'nun da üzerine Muhammed Bin El-Eş'as El-Huzaî'yi şevketti. Muhammed, isyancı Cahvar'ı yenerek O'nu öldürdü. [22]
Bu sıralarda Horasan'da bir topluluk Vali Ebu Davud Halid Bin İbrahim'e baş kaldırarak evini kuşattılar. Olay esnasında Ebu Davud düşerek öldü. Yerine idareyi muhafızlarının şefi Asım ele aldı. Ta ki Horasan'ın yeni valisi Abdülcebbar Bin Abdurrahman El-Ezdi Merv'e ulaşıncaya kadar. Fakat yeni vali henüz bir yılını bile doldurmadan azledildi. Ondan sonra da Horasan'ın idaresini Halife El-Mansur'un oğlu Muhammed El-Mehdi üstlendi.
Nevar ki azledilen vali, Halifenin azil kararım bir türlü kabullenmedi ve idareye isyan etti. Bunun üzerine Muhammed El-Mehdi, Abdülcebbar'a karşı harekete geçti. Öncü kuvvetlerinin başında komutan Hazım Bin Huzayma vardı. İsyancı vali Abdülcebbar, üzerine gelen kuvvetlerden -canını kurtarmak için- kaçü. Fakat yakalanarak Halife El-Mansur'a gönderildi. Mansur O'nu idam etti.
Hicri 150 yılında da Üstad Sis adında bir kâfir idareye karşı gelerek ortalığı karıştırdı ve Horasan'ın birçok yerlerine hâkim oldu. Mansur oğlu El-Mehdi'ye haber yollayarak bu adamın üzerine Hazım Bin Huzayma'yı sevketmesi emrini verdi. Nitekim Hazım bu şahsı yakalayarak O'nu ortadan kaldırdı.
Horasan Valilerinden daha çok Hamid Bin Kahtaba Et-Taî
Hicri 152 deki gelişmeler dolayısıyla meşhur olmuştur. [23]
El-Mansur döneminin Sind Valisi, Uyayna Bin Musa Bin Kaab
Hicri 142'de halifeyi tanımadığını ilan etmesi üzerine El-Mansur bu asi valinin üzerine Amr bin Hafs bin Ebi Sofra komutasında bir kuvvet şevketti.
Amr, Uyayna'yı dize getirerek Sind ve Hind vilayetlerinin idaresini teslim aldı ve Hicri 157'de tayin edilen Hişam Bin Amr Et-Tağlebi ile d eğiştir iline eye kadar da bu görevde kaldı. Sicistan Valiliği de Hicri 151 de Maan Bin Zaide'ye verildi. Fakat Hariciler ertesi yıl Maan'i öldürdüler.[24]
Hicaz Valisi Es-Seff ah'ın dayısı Abdullah Bin Abdullah Bin Ab-dulmeddan idi. El-Mansur O'nu hicri 141 de görevinden alarak bu görevi 144 e kadar Muhammed Bin Halid El-Kasri'ye verdi. O'nu da valiliği zamanında Muhammed Bin Abdullah Bin Hasan isyanının patlak verdiği Rayyah Bin Osman Eî-Muzani takip etti.
Bilindiği üzere bu isyanı İsa Bin Musa bastırmış ve Medine'ye Kesir Bin Hosayn'ı vali tayin etmişti. Ne varki Kesir bu görevde bir aydan fazla kalamamış, Medine'ye El-Mansur Abdullah Bin Er-Rabî'i vali tayin etmişti. Fakat O da, şehirdeki Sudanlı zenci kölelerin ayaklanması üzerine iki kez kaçmıştı. Sonraları kötü bir sonuçla karşılaşmaktan korkan Medine halkı o'nu tekrar şehre getirmişlerdi. [25]
Abdullah Bin Rabi nihayet Hicri 146 yılında azledilerek görevi, Hicri 150 yılma kadar valilikte devam eden Cafer Bin Süleyman'a devredildi. Ta ki yerine Hz. Hasan'm torunlarından Hasan Bin Zeyd geçerek bu görevde 155 yılma dek devam edinceye kadar. O'ndan sonra da bu görev Abdüssamed Bin Ali'ye verildi.
Hicaz'ın diğer emirlerine gelince bunların idari bölgeleri zaman zaman değişikliğe uğruyordu. Sırrı, Mekke ile Taif in idaresini üzerine almıştı, sonra O'nu Abdüssamed Bin Ali O'nu da Muhammed bin İbrahim Bin Muhammed takip etti.
Yemen'in idaresini de Hicri 141 de Maan Bin Zaide ve 153 te de Yezid Bin Mansur üstlendiler. Bahreyn Valiliğini ise -Rasululah (sav)'m amcazadesi büyük sahabi- Abdullah Bin Abbas'ın torunu Kussem Bin El-Abbas yürütüyordu.[26]
Mısır adeti üzere -eskiden de olduğu gibi- sakindi. El-Mansur döneminde burayı, Salih Bin Ali, Musa Bin Kaab, Muhammed Bin El-Eş'as, Nevfel Bin El-Furat, Hamid Bin Kahtaba, Yezid Bin Hâ-tem ve Muhammed Bin Said gibi birçok valiler idare etti.[27]
Vilayetler arasında Kuzey Afrika, diğer vilayetlerden belki sorunları daha fazla olan bir bölgeydi. Bu da devlete karşı sürekli hareket içinde olan Haricilerin faaliyetlerinden ileri geliyordu. Bu faaliyetler ise Haricilerin buralarda tutunmalarını sağlamıştı. Aynı zamanda Abdurrahman Ed-Dâhil'in de Endülüs'e yerleşmesine imkan verdi.
Kuzey Afrika, İbadi ve Safari kollarına mensup haricilerle Uk-ba Bin Nafi ailesi arasında cereyan eden sürekli mücadele ve çekişmelerin alanı haline gelmişti.
Bu dönemde sahrada doğal coğrafi şartların oluşturduğu bir siperle korunmuş konumdaki Tafillet Bölgesinde Safari Haricileri bir devlet kurdular. Bu bölgede su davardı. Bu, sadece ticarete dayanan bir çöl devletiydi. Devleti, vaktiyle çobanlıkla geçinen ve bu bölgede hayvancılıkla uğraşan kitlelerle temas kurarak onları etkisi altına alan Ebu'l Kasım Simko BinVasul adında biri kurdu.
Bu şahıs vaktiyle temas kurduğu çobanların sayısı kırkı bulunca Hicri 140 yılında İsa Bin Yezid El-Esved'e bey'at ederek O'nu kendilerine lider seçtiler. Aralarında giriştikleri yardımlaşma sonucu Sicilmasa Kenti kuruldu. İçinde hurmalıklar ve bağlar yapıldı, sebzeler ekildi. Bütün bu çalışmaların netice vermesinde civardaki Zır nehri temel kaynak rolünü oynadı.
Safari koluna bağlı Hariciler de bu şehre akın ettiler. Böylece halkının sayısı artmış oldu. Kentin halkını, zenciler, Endülüs kökenli gruplar, Berberiler, Araplar ve çeşitli kitleler oluşturuyordu. Bunların hepsi de Hariciliğin Safari mezhebini benimsiyorlardı.
Neden sonra İsa Bin Yezid, liderlikten uzaklaştırılarak yerine Ebul Kasım Simko getirildi. Daha sonra Hicri 155 te İsa öldürüldü. Ebu'l Kasım ise Hicri 168 e kadar yönetimin başında kaldı ve Harici mezhebinin siyasi görüşüne tamamen aykırı olan verasetle yönetim artık Ebu'l Kasım'm ailesinde gelenek halini aldı.
Ebu'l Kasım, Abbasi Devleti'nin Kayravan valileriyle iyi geçinmeye çalışıyordu. Çünkü Haricilerin o tarihe kadar yönetimlere karşı girişmiş bulundukları hareketlerde arzu edilen seviyede bir sonuca ulaşılamadığım görüyordu. O'nun bu tavizkâr tutumundan dolayıdır ki ünlü tarihçi İbni Haldun, Ebu'l Kasım'ı, Abbasi Devletinin tebaasından bile saymaktadır. Çünkü O, Mansur ve Mehdi lehinde dahi propaganda yapmıştır. Dolayısıyladır ki bu barışçı tutum, Harici Devletinin devam etmesine ve istikrar bulmasına da sebep oldu.[28]
Endülüs'te Emevi Devletini kuran Abdurrahman Ed-Dahil, buna rağmen kendini Halife diye ilan etmemişti. Çünkü kendisi biliyordu ki İslam dünyasında bir halifeden başka olmaz.
Bu.noktadan hareketle O, daima Abbasi halifelerini "Emirül-müminin" sıfatıyla anar ve hac mevsimlerinde bir emir tayin ederdi. Sonraları birtakım olaylar cereyan edinceye kadar da böyle kaldı.
Bu olaylara gelince:
Yusuf Bin Abdurrahman El-Fehri kaybetmiş olduğu nüfuzunu Sumayl Bin Hatem'in yardım ve teşvikleriyle yeniden kazanmaya çalışıyordu. Bu amaçla Hicri 142 de Kurtuba'dan Marda'ya kaçarak burada, etrafında bir ordu topladı ve yönetime baş kaldırdığını ilan etti. Kurtuba'ya akm yapmak istiyordu. Bu durumdan haberdar olan Abdurrahman Yusuf'un üzerine yürüyerek O'nu yendi ve yakalayarak Öldürdü. Sumayl Bin Hatem'e gelince O da yakalanarak Kurtuba'da hapsedildi ve bir müddet sonra bulunduğu zindanda zehirlenmiş olarak Öldü.
Halife Mansur, Endülüs Emir'i Abdurrahman Ed-Dahil'i ortadan kaldırmak istiyordu. Bu amaçla da, Abdurrahman'm aleyhinde çalışması ve Abbasiler lehinde propaganda yapması için Baca [29] da bulunan El-Alâ Bin Muğis'i devamlı teşvik ediyordu. O'na Abbasi Devletinin sancağını da yolladı.
Alâ zamanla güçlenince, Hicri 147 de Abdurrahman'a karşı bir devrim teşebbüsünde bulundu. Abdurrahman, Ala'nın üzerine yürüdüyse de karşısında yenilerek İşbiliye'nin doğusunda bulunan Komuna'ya gitti. Alâ da O'nu peşisıra izleyerek burada kendisini 2 ay kadar kuşattı. Abdurrahman bu kuşatma altında bile herhangi bir taktik harekâtına gerilla yöntemiyle bir mücadele şekline lüzum görmeden 700 kişi kadar olan adamlarıyla birlikte büyük bir cesaretle düşmanının üzerine atıldı. Halbuki düşmanı sayılamayacak kadar da çoktu. Kuşatma çemberini kırıp düşmanım baskına uğratmayı başardı. Alâ'yı öldürerek başını mumyaladı ve Halife Mansur'a gönderdi. -Göz dağı olarak- Hac mevsimi sırasında bu mumyah kafa Mansur'un önüne kondu.
Mansur da bu olaydan sonra Endülüs'e karışmaktan artık el etek çekti. Abdurrahman da bundan böyle "Kureyş Kartalı" unvanıyla anılmaya başlandı.
Bu gelişmeden sonra Abdurrahman kendi ülkesinde Abbasiler adına hutbe okunmasını yasakladı. Fakat İslam düşüncesine bağlı kalarak her şeye rağmen kendini halife ilan etmedi. Mansur'un ve O'ndan sonra da Mehdi'nin kendisine karşı olan tavırlarına rağmen O, İslamın temel kurallarına ters düşmek istemiyordu. [30]
Hariciler, Halife Mansur'un döneminde genel surette yeniden atağa geçtiler. Maşrıkta (İslam devletinin doğu bölgelerinde her ne kadar çöküp dağılmış idiyseler de Mağrıpta (Kuzey Afrika'da) belli bir seviyeye kadar başarı elde etmişlerdi. Doğudaki devrimleri sınırlıydı. Çünkü liderlerinden biri etrafına toplayabildiği az sayıdaki bir Harici grubun başına geçerek isyan ediyor ve Halife'nin kuvvetlerini bir an için bozguna uğratıyordu. Fakat çok geçmeden devlet kuvvetlerine arkadan imdat birlikleri yetişiyordu. Bu yüzden Hariciler, sonunda temizleninceye kadar bölgeden'bölgeye kaçıp duruyorlardı. Belki de doğuda karışıklık çıkarmak suretiyle devleti bu bölgede gailelerle meşgul ederek batıdaki faaliyetlerinin başarıya ulaşması için imkan hazırlıyorlardı.
Bu cümleden olarak Mulebid Bin Harmala Eş-Şeybanî Hicri 137 de El-Cezire'de Haricilerden bin kadar savaşçının basma geçerek Halife'nin üzerine gönderdiği kuvvetleri bozguna uğrattı. Bu kez de Hamid Bin Kahtaba devlet kuvvetlerinin başında Haricilerin üzerine yürüdü. Fakat o da bozguna uğrayınca müstahkem bir yerde müdafaaya geçerek sonunda Mülebbid'e kuşatmayı kaldırmasına karşılık yüzbin dinar ödemeyi kabul etmek zorunda kaldı. Sonra Hicri 138 de bu sefer de Hazım Bin Huzayma, Mulebbid'in üzerine yürüyerek, karşısında üstünlük elde etti ve O'nu ele geçirerek öldürdü.
Harici elebaşılarından Asım bin Cemil (ünlü komutan Ukba Bin Nafî'in torunlarından) Habib Bin Abdurrahman'ı yenmiş bunun üzerine Habib, Kabis'e kaçmıştı. Bu da Asım'ın Hicri 139 da Kayravan'a girmesini kolaylaştırdı. Kayravan'ı ele geçiren Asım, buraya Abdülmelik Bin Ebi Caad adında birini sorumlu bırakarak kendisi Avras'a kaçan Habib'i kovalamaya,devam etti. Habib ise burada bir kuvvet oluşturarak Safari koluna mensup haricileri çökertmeyi başardı ve Asım'ı da öldürdü Habib elde etmiş olduğu bu zaferden sonra Kayravan'a doğru yollandı. Fakat Abdülmelik Bin Ebi Caad'ın karşısında yenik düşerek savaşta öldürüldü. Böylece bütün bu savaşlar Safari Haricilerinin lehinde sonuçlandı.
İbadî koluna mensup Haricilere gelince bunların bazı ileri gelenleri Hicri 140 yılında Maşrıktan (Suriye, Irak ve Horasan gibi islam devletinin Doğu bölgelerinden) Yakın Kuzey Afrika'ya intikal ederek faaliyetlerini burada odaklaştırdüar. Yandaşlarının sayısı buralarda artmaya başladı ve Trablus'u ele geçirmeyi başaran Ebulhattab Abdül'âlâ Bin Es-Semh El-Maafirî'ye bey'at ederek O'nu başlarına lider seçtiler. Ebulhattab, Kâbis ürerine yürüyerek burayı ele geçirdikten sonra Kayravan'a yön tuttu. Şehrin dışında Abdülmelik Bin Ebilca'd ile çarpışarak O'nu yenip öldürdükten sonra Hicri 141 de Kayravan'a girdi. Buraya sorumlu olarak Abdur-rahman Bin Rüstem'i sorumlu olarak bıraktı.
Halife Mansur bu sıralarda Muhammed Bin El-Eş'as'ı Kuzey Afrika'ya yolladı. O da öncü kuvvetlerini Ebul'ahvas Bin Amr komutasında bu bölgeye şevketti. Bunu haber alan Harici Lideri Ebulhattab O'na doğru sür'atle hareket ederek Sirt civarında kuvvetleriyle karşılaştı ve kendisini yendi. Daha sonra Muhammed Bin Ebileş'as, kendisi Hicri 144 yılma Ebulhattab'ın üzerine yürüyerek O'nu Tavurga yakınlarında yendi ve öldürdü. Sonra Kayravan üzerine yürüyerek şehri ele geçirdi. Muhammed Bin El-Eş'as böylece Abbasi Devletinin otoritesini yakın Mağrip'te sağlamış oldu ve İbadileri Kayravan'dan temizledi. Safari koluna mensup Hariciler Yakın Mağrıp'ta çökertilince bu kez Orta ve Uzak Mağrip bölgelerine doğru kaydılar. Liderlerinden Ebulkurra, Tilimsan taraflarında bir devlet kurmayı bile başardı. Keza -bu fraksiyona mensup- Ebu'l Kasım Simko Bin Vasûl da kurmuş bulunduğu Beni Midrar Devleti'nin temellerini Sîcîlmasa'da güçlendirmeye muvaffak oldu.
Bu sıralarda Muhammed Bin El-Eş'as Orta Mağrıp bölgesinde Tilimsan'da Harici Ebulkurra'ya karşı mücadele vermek üzere El-Ağleb Bin Salim Et-Temîmi komutasında bir ordu şevketti. Tarih Hicretin 148'nci yılıydı. Fakat Ordu Bin El-Eş'as'a karşı ayaklandı. Bunun üzerine Halife Mansur çaresiz El-Ağleb'in Kuzey Afrika Valiliğini onayladı. El-Ağleb de Orta Mağrıb Bölgesi üzerine yüreye-rek Zap Mevkiinde Ebulkurra ordusuyla karşılaştı. Fakat Ebulkurra Tilimsan'a çekildi. EI-Ağleb ise O'nu kovalamaya devam etti. Niyeti seferi Uzak Mağrıp'a kadar sürdürmekti. Ancak askerler seferin uzunluğundan yorgunluk hissettiler ve şartlar onlara çok ağır gelmeye başladı. Bu sebeple Hicri 105 yılında El-Ağleb'e karşı ayaklanarak O'nu öldürdüler.
Bu sıralarda Sind Valiliğinden azledilmiş bulunan Amr Bin Hafs El-Muhellebi Kayrayan'a vali tayin edildi. Buraya gelirken yolu üzerinde bulunan Trablus'u da kurtararak geri aldı. Burası Hicri 150 de Harici liderlerinden Ebu Hatem El-Melzurî tarafından zaptedilmişti. Amr Bin Hafs kısa bir süre Kayrvan'da yerleşir yerleşmez Safariler üzerine baskın düzenlemek üzere sefer için hazırlık yapmaya başladı. Sonra Zap mevkiinde karargah kurdu. Ebu Hatem de O'nun peşi sıra bir sefer düzenleyerek Hicri 153 te Kayravan'ı kuşattı. Fakat hemen bu kuşatmadan vazgeçerek Tab-na'da direnen Amr Bin Hafs'ı kovalamaya başladı. Bu sırada Hariciler O'nu burada kıstırmak için her taraftan kendisine doğru akın ediyorlardı. İbadiler, Ebu Hatem ve Abdurrahman Bin Rüstem komutasında, Safariler ise Ebu Kurra Abdülmelik Bin Sekerdid ve Cerir Bin Mes'ud komutasında üzerine gelerek başına üşüşmüş-lerdi.
Bir müddet sonra Ebukurra, Tabna kuşatmasından vazgeçerek başında bulunduğu Safarilerle çekildi. Böylece Amr Bin Hafs, Ebu Hatem ve Abdurrahman Bin Rüstem ile onların komutası altında bulunan İbadileri yenmeyi başardı. İbadiler buradan Kayravan'a doğru hareket ettiler. Fakat Amr onlardan daha çabuk davranarak şehre girdi. Ancak İbadiler, yine Kayravan'ı kuşattılar ve bu kuşatma esnasında Amr öldürüldü. Askerin emir ve komutasını bu kez onun yerine anne bir üvey kardeşi Cemil Bin Sahr üzerine âldı. Ancak bu sırada îbadiler'in lideri Ebu Hatem, Cemil'le bir antlaşma yaparak peşinden, Hicri 104 yılı sonlarında Kayravan'a girdi. Amr Bin Hafs vaktiyle henüz Tabna'dan ayrılmadan önce El-Mühenna' Bin El-Maharik Bin Ğifar Et-Tâîyi, Ebu Kurra'yı kovalamak üzere görevlendirerek sevketmişti. O da bu emir üzerine Ebu Kurra'yı peşi sıra izlemiş ve nihayet yenilgiye uğratmıştı.
Hicri 155 yılında da Yezid Bin Hatem vali olarak Kuzey Afrika'ya geldi. İbadi Haricilerin lideri Ebu Hatem bu kez de Yezid'i kovalamak üzere süratle Kayravan'dan hareket etti ve Yezid'in öncü kuvvetlerine karşı ilk başta üstünlük kazandı. Fakat daha sonra O'na yenik düşerek Buceyl Nufusa'ya sığındı. Yezid ise Kayravan'a girdi. Ibadiler O'na karşı, Ebu Yahya Bin Fanus'un yönetimi altında tekrar ayaklandılar. Bin Fanus, Havara Kabilesinin liderliğini yapıyordu. Fakat bu ayaklanma da hızla bastırılarak isyanın elebaşısı ve tüm yandaşları Hicri 156 da yakalanarak öldürüldüler.
Abbasiler Kuzey Afrika Valisi Yezid Bin Hatem, nasıl ki yakın Mağrip'da İbadiler'e karşı üstünlük kazandıysa aynı şekilde orta Mağrıp'ta da Safariler'e karşı zafer elde etti ve onları ezdi. O'nun bu mücadelelerinde en büyük desteği, oğlu El-Muhelleb ile komutan El-Ala Bin Said idi. Yezid Bin Hatem, Halife Mansur'un dönemi henüz sona ermeden evvel Abbasiler'in otoritesini Mağrıp'ta işte böyece sağlamayı başarabildi ve Hicri 170 tarihine kadar da Kuzey Afrika Valisi olarak görevine devam etti. [31]
[1] lbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 334, 337, 354, 360-361, 372-375; Tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 10, s. 204
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/221-230.
[2] Ebumüslim, bu sözle "Bey'at"i kastetmektedir. Bey'at etmek farzdır. Fakat ne yazık ki günümüz müslümanlarının çoğu bu farzın öneminden habersizdir. Bu büyük rüknün yeniden ihyası konusunda bütün müslümanlar sorumludur. (Mütercim)
[3] Bu ifade Meryem Suresi'nin 98 inci ayetinin mealidir. Halife Mansur bu ayeti mesajının akışı içinde naklen zikretmiştir. (Mütercim)
[4] En'am Suresi; Ayet: 54
[5] Bu ifade Bakara Suresi'nin 156 inci ayetidir bir felaket veya öiüm haberi alındığında bu ayeti sesli bir şekilde tekrar etmek müslümanlar arasında köklü ve Peygamber devrinden beri devam edegelen bir ananedir. Ne yazık ki İslam terbiyesi almamış çevrelerde yetişen insanımız bu ve benzeri geleneklere artık bugün yabancıdır. (Mütercim)
[6] Vaktiyle müslüman iken sonradan islamın bütünlüğünü inkar eden, materyalist, ibahiyeci ve laik kimselere zındık denir
[7] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 374-375, 372-392; İbn-i Kesir, El-Bida-yeterc, c. 10, s. 108-127
[8] Bakhamri; Vasıt ile Küfe kentleri arasında bir mevkidir. Kufe'ye daha yakındır. İbrahim'in mezarı buradadır.
[9] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 417-450, 453-461; Ibn-i Kesir, Ei-Bida-yeterc, c. 10, s. 139-163
[10] İbn-üS Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 451-453, 463-464
[11] İbn-ül Esir, Eî-Kamil tere, c. 5, s. 469-470
[12] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 462; c. 6, s. 22-36
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/230-255.
[13] El-Masisa; Klikya'da Ceyhan Nehri kıyısında, bağ ve bahçeleri çok olan bir yerdir. Bunlar, nehrin sularıyla beslenir.
[14] İran'ın kuzeyinde Hazar Denizi kıyılarını kaplayan Geylanın dağım bölgeleri
[15] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/255-258.
[16] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/258.
[17] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/259.
[18] lbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 409-411
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/259.
[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/259-260.
[20] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 10, s. 128
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/260-261.
[21] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/261.
[22] tbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 392-394; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 10, s. 127-128
[23] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 406, 411-412, 477-478, 490; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 10, s. 180
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/261-262.
[24] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/262.
[25] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 450-451
[26] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/263.
[27] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/263-264.
[28] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/264-265.
[29] Baca; Bugünkü Portekiz'in güneyinde bir kent
[30] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 375-376, 397-404, 406-407, 464-465, 473-474, 476, 479, 482-484, 487-488, 490; c. 6, s. 16-17
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/265-266.
[31] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 393-395, 482-485; c. 6, s. 13, 15, 17
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/266-270.