HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)İN SÜNNETİ
D- Toplum Fertleriyle İlgilenme
IV. Hz. Peygamber (S.A.V.)İn Sünneti
V. Hadislerin Topluma İntikali
HZ. PEYGAMBER (S.A.V.) DEVRİ İSLÂM
IV. Kan Davalarının Kaldırılması
VI. Cami'nin Sosyal Fonksiyonları
TOPLUMU MEYDANA GETİREN FAKTÖRLER
MÜCTEBA 1936 Yılında îskilip'de doğdu, tik ve Ortaokulu UĞUR İskilip'te okudu. 1955 yılında Çorum Lisesinden mezun oldu. 1959 yılında lisans çalışmasını, 1978 yılında doktorasını tamamladı. Değişik illerdeki öğretmenlik ve idarecilik görevinden sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Hadis bilim-dalı öğretim üyesi olarak görev yapü. 1985 yılında Hadis doçenti oldu. Eserleri:
- Tecrid-i Sarih Klavuzu
- İslâm Adabı -Din Bilgisi
- Hadis Dersleri
- Hicrî Birinci Asırda İslâm Toplumu İslâm 'a İnandım
- Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü [1]
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayatta olduğu, özellikle peygamberlik görevi yaptığı döneme özel deyişiyle Asr-ı Saadet denilmesi âdet olmuştur. Allah Resûlü'nün ebedî hayata göçetmesinin ardından gelen yaklaşık kırk yıllık Raşit Halifeler dönemi buna eklenirse yine yaklaşık üç çeyrek asırlık bir dönem eder. Sözkonusu dönem insanlık tarihinin çok az yaşadığı gerçek bir huzur, güven ve saadet devri olmuştur.
Burada bir soru sorulabilir. Acaba insanlık tarihinin bu huzur, güven ve saadet dönemine damgasını vuran nedir? îslâm misyonunun tebliğ edilişinde olduğu kadar yayılışında da çeşitli güçlüklerle karşılaşıldığı; zulüm ve haksızlıklar görüldüğü; çeşitli mücadeleler verildiği; hatta kan döküldüğü halde bu döneme yine de Asr-ı Saadet denilmesi hangi sebebe dayamr?
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı ile yaklaşık kırk yıl süren Raşid Halifeler devri gözönüne alındığında bu sorunun cevabı kolayca verilebilecektir. Bir kere ne kadar çetin mücadeleler, zulümler ve haksızlıklarla geçerse geçsin Mekke devri dahil peygamberlik dönemi ve onu izleyen sahabe zamanı kelimenin tam anlamıyla bir ideal dönemi olmuştur. Bu döneme ideal dönemi demek boşuna değildir; çünkü îslâm ideali bu devrede kök salmış, filizlenmiş ve nihayet olgun meyveler vermeye başlamıştır. Kısacası îslâm medeniyetinin temeli bu dönemde atılmıştır. O nedenle ortaya çıkan parlak sonuç çekilen sıkıntıları unutturmaya yetmiştir.
Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in önderliğindeki sosyal hayat bu dönemde imrenilecek düzeye gelmiştir. Yaratılışın gayesine uygun, inançlı idealist toplum ilişkilerinde sorumluluk bilinci taşıyan düzeye. Buna ek olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vahiy ışığında gerçekleştirdiği sosyal düzenin eşitlik, hak ve hukuk, adalet gibi bir toplumu ayakta tutan ilkelere dayandığı dikkate alınırsa bütün bu yaptırımların gerçek anlamda uygulama alanı bulduğu bir döneme "Saadet Asrı" demek hiç de yanlış olmayacaktır.
Şu da var. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Raşid Halifeler deviıierin-deki sosyal hayat, ekonomi, siyaset, eğitim gibi toplum hayatını düzenlenen hususların başıboş bırakılmayıp belli prensiplere bağlandığı bir hayattır. O nedenle toplum hayatına huzur, güven ve mutluluk getirmiştir. O kadar ki toplumda yaşayan her fert kendini güvende hissetmiştir. Denilebilir ki bunun sonucunda toplumdan kopmalar değil, müşterek idealler etrafında birleşmeler olmuştur. Dahası sosyal hayatı ferdiyetçilikten kurtarmış, toplumsallığa çekmiştir. Öteki deyişiyle toplum içinde yayaşan her fert görevinin, vazife ve sorumluluğun bilincinde olarak yaşamıştır. Böyle bir tutum elbette toplumlara huzur ve güven getirir. O toplum içinde yaşayan fertleri birbirlerine sımsıkı bağlar. Dola-yısiyle gerçek anlamda sosyal hayatın yaşanmasını sağlar. Böyle bir toplum hayatının gerçekleştirildiği dönem ise gerçekten bir saadet asrıdır.
însan, yaratılışı gereği mal, can, ırz ve namus güvenliği ister. Hakkını almak, haklı gördüğünü savunmak eğilimi taşır. Asr-ı Saadet, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Kur'ân-ı Kerim doğrultusunda mal, can, ırz ve namus güvenliğini sağlamıştır. Ayrıca toplumun her kesiminden herkes, kendine karşı bile hak bildiğini söylemekten çekinmez, halifelere karşı hakkını savunur hale gelmiştir. Bu nedenle de o dönem kelimenin tam anlamıyl "Saadet Asrı" olmuştur. Bilindiği gibi Kur'ân'ı Kerim, islâm idealine gönül verenleri kardeş sayar. Hz. Peygamber (s.a.v.), çeşitli vesilelerle mü'minler arasındaki kardeşlik ruhunun pekişmesine çalışmıştır. Onun bu yoldaki çabaları parlak bir sonuç vermiş ve çevresini oluşturan toplum fertleri birbirleriyle kardeş oldukları bilincine ermişlerdir. Fertleri kardeşlik bilinci taşıyan, birbirlerine kardeşin kardeşe yapacağı muameleyi yapan toplum hayatının gerçekten huzurlu, güven içinde ve mutlu geçeceği kuşkusuzdur.
Son olarak şunu eklemeliyiz. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in özellikle Medine devrinde toplum bağlarım güçlendiren yaptırımlardan adalet üzerinde ısrarla durduğu görülür. Onun adalet anlayışı iki türlü görüntü verir. Bunlardan birincisi liyakat ve ehliyeti tercih; ikincisi ise suçluyu kim olursa olsun cezalandırmak. Gerçekten Allah Resulü toplumu ayakta tutan adalet müeyyidesini tam anlamıyla ve her iki anlamda gerçekleştirmiştir. Birine bir iş vereceği zaman onun kim olduğuna değil, işe layık ve ehil olup olmadığına bakmıştır. Buna ek olarak, toplumda bir suç işlenmesi sözko-nusu olduğu zaman işleyen kim olursa olsun, cezasını vermiştir. Böyle bir tutum bir yandan toplumu ayakta tutacak kuralları işletmek, öte yandan işlenen suçtan zarar görenlerin yüreğini ferahlatmak suretiyle adaleti gerçek anlamda uygulamaktan başka bir şey değildir. Sosyolojik açıdan böyle bir uygulamanın toplum hayatı yönünden ne derece önemli olduğunu uzun uzadıya izaha ise ihtiyaç yoktur.
Özetlemeye çalıştığımız, başkalarını da ekleyebileceğimiz bu ve öteki hususlar Asr-ı Saadet'e neden saadet devri denilmiş olduğunu açıklamaya sanırız yetecektir. Eklemek gerekirse, her yönüyle mükemmel bir lider, fertlerini birbirlerine sımsıkı bağlarla bağlamış bir toplum, ideal birliğine ermiş insanlar ve nihayet o toplumu yönetecek adaletli uygulamalar söz konusu olduğu zaman böylesine ideal bir toplum hayatımn yaşandığı döneme saadet asrı dönmez de ne denir?
Şimdi Asr-ı Saadette sosyal hayatın safhalarına geçebiliriz. Ancak bu hayatı yönlendiren üstün şahsiyeti kısaca tanımalıyız. Onun şahsiyetim yakından anlamak, gerçekleştirdiği başarıyı daha iyi kavramaya yol açacaktır. O nedenle burada önce Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şahsiyeti üzerinde duracak, daha sonra ise sünnetine geçeceğiz. [2]
Kur'ân-ı Kerim'de "alemlere rahmet" olarak gönderildiği bildirilen[3] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün niteliklerinin yoğurdu-ğu şahsiyetini görmeden Önce önemli bir noktaya işaret etmeliyiz. Allah Resulü, peygamberliğinden Önce insandır. Hiçbir zaman insanüstü bir varlık olarak algılanmamalıdır. Onu insanüstü bir varlık olarak görmek hata olduğu gibi, başarısını da yanlış değerlendirmeye neden olur. Bu sebepten onu önce insan olarak sahip olduğu üstün nitelik ve yeteneklerle tanımak gerekir. Zaten ilahî mesaj da onun herşeyden önce insan olduğu yönündedir. "De ki, ben de sizin gibi bir insanım[4] Namazda yanıldığı bir gün söyledikleri de aynı doğrultudadır: "Ben de sizin gibi bir insariım. Sizlerin unuttuğunuz gibi ben de unutabilirim. O halde unuttuğum olursa bana hatırlatınız[5] Müslümanlar arasında anlaşmazlık olduğu zaman kendisine arzedilen delillere göre hüküm vereceğini bildirdiği meşhur sözünde de aynı hususa yer vermiştir: "Kuşkusuz ben de sizin gibi bir insanım. Gün olur bana içinizden iki hasım gelir. Olur ki bunlardan biri (haksız olduğu halde) derdini daha düzgün anlatır. Ben de o güzel sözleri doğru zannederek onun lehine hüküm vermişsem bilsin ki o hak ateşten bir parçadır. Onu ister alsın ister almasın."[6]
Yeri gelmişken işaret etmeden geçmemek gerekir, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in önce insan olduğunu söylerken bunu mutlak manaya alarak onu sıradan bir insan saymamalıdır. Onun diğer insanlardan farksız olduğunu söylemek; hatta bunu dünya işlerinde farksızlıkla sınırlamak doğru olmaz; çünkü böyle bir düşünce herşeyden önce Allah'ın onu "üstün yaratılış" la nitelemesiyle bağdaşamaz. Kaldı ki onu "en güzel örnek" gösterisiyle de[7] bağ-daştmlamaz. Dahası, üstün yaratılışta olduğu Kur'ân-ı Kerim'de beyan edilmiş olan bir insanın diğer insanlardan farksız olduğunu söylemek anlamsız olur. Şu hale göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in diğer insanlardan farklı bazı üstün yetenek ve hasletlere sahip olması normaldi. Yüklendiği görenin zorluğu açısından bakılırsa bunu zorunlu kabul etmek gerekir.
İşte biz burada her şeyden önce insan olmakla birlikte kimi üstün yetenek ve hasletlere sahip olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in söz-konusu üstün yetenek ve hasletlerinin yoğurduğu şahsiyetini ana hatlarıyla belirlemeye çalışacağız. Bu bağlamda işaret etmeliyiz ki Allah Resulü (s.a.v.), çağının Ölçü ve telakkilerini bir hayli geride bırakan üstün bir şahsiyete sahipti. O bu üstün şahsiyetiyle içinde yaşadığı topluma kendini kabul ettirmiş, o toplum fertlerini görevlendirildiği çizgiye çekmiştir. îdeal bir toplum modeli çizerek gerçekleştirdiği de buna eklenirse başarısının önce şahsiyetine bağlı olduğu sonucuna varmakta güçlük çekmeyiz.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün şahsiyetini incelerken yukarıda değindiğimiz, önce insan oluşundan hareketle ilkin üstün insanî yetenek ve hasletlerinden başlayacak, daha sonra bilhassa peygamberlik görevinin zaruri kıldığı liderlik vasıflarına geçeceğiz. [8]
Yukarıda da sözkonusu edildiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur"ân-ı Kerim'de "üstün yaratılışa" ve "en güzel örnek" olarak nitelenmiştir. Allah Resulünün üstün yaratılışına fizyolojik Özellikleri dahil olduğu gibi fizyonomik özellikleri de girer. Buna göre o, gerek dış görünüşü, gerekse iç alemi ve ahlakı ile en üst düzeydedir. Kusursuz yaratılışı islâm'ın şahsında getirdiği üstün ahlak ilkeleriyle birleşince benzersiz kişiliğini oluşturmuştur. Bu üstün kişiliği oluşturan hususlara kısaca değinmek söylenenin doğruluğunu göstermeye yetecektir.
Hz. Peygamber insan olarak, son derece yumuşak huylu, ağır-maşlı, ciddî ve vakur idi. Şefkat, merhamet ve yumuşak kalplilikte eşsizdi. Toplum hayatının gereği olarak, çevresini oluşturanlara karşı güleryüzlü davranırdı. Ayırım yapmaksızın bütün akrabalarına ve bütün sahabilere karşı güleryüzle ve gayet nazik olarak davranırdı. Kaba ve hoyrat değildi. Şu ayetler onun bu niteliklerine işaret ederler:
"Andolsun ki size, içinizden sıkıntıya düşmeniz kendisine ağır gelen, size düşkün, mü'rninlere karşı şefkatli ve merhametli olan bir peygamber gelmiştir."[9]
"Allah'ın rahmetinden dolayı sen, onlara yumuşak davran-din. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi."[10]
"Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik."[11] "Sana tâbi olan müzminlere şefkat kanatlarını ger.[12] Görüldüğü gibi bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ait insanî hasletler çevresini oluşturan, mü'minlere düşkünlük, onlara karşı şefkat ve merhamet, toplum dertlerine üzülmek, yumuşak huyluluk noktalarında birleşmektedir. Bunların hepsinin her insanda belli oranlarda bulunduğu söylenebilir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)'de üst düzeyde olduğundan şüphe edilemez. Bu hasletlerin insanlar arası ilişkilerde ne derece önemli olduğunu açıklamaya hiç de gerek yoktur.
Tanınmış hadis alimi et-Tirmizı nin naklettiği bir hadiste aynı hasletler dile getirilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) her zaman güleryüzyü, yumuşak huylu, ciddi ve vakur idi. Kaba ve yordamsız değildi. Bağırarak konuşmaz, kötü söz söylemezdi."[13] Buharî'nin rivayet ettiği bir başka hadiste ise onun bu hasletlerinin Tevrat'ta da mevcut olduğu zikredilir. Konumuz itibariyle hayli önemli olan bu hadis şöyledir: "Sahabî Abdullah b. Amr'a Allah Resulü1 nün Tevrat'taki vasıfları sorulduğunda o şöyle dedi: "Evet. Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygamber, Kur "ân'daki bazı vasıflarıyla Tevrat'ta da nitelenmiştir. Bu muhakkaktır ve şöyledir: "Ey Sevgili Peygamberim! Şüphesiz biz seni hakka şahit, (mü'minlere) müjdeci, (inanmayanlara) korkutucu, acizlere yardımcı olarak gönderdik. Sen, elbette benim kulum ve peygamberimsin. Ben sana Mütevekkil adını verdim. Bu peygamber kaba ve kötü huylu, katı kalpli değildir. Çarşı-pazarda çığırtkanlık etmez. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Aksine kötülüğü af ve mağfiretle karşılar."[14]
Allah Resulü (s.a.v.)in görevim başarıya ulaştırabilmesinde yararı tartışılmaz insanî hasletleri arasında sabır ve tahammül, tevazu, insan ilişkilerine riayet, dürüstlük, ahde vefa ön plandadır. Bunlardan sabır ve tahammül, cahiliye devri âdetlerini memur olduğu tevhid potasında eritme söz konusu olduğu zaman önem kazanmıştır.
Sosyal açıdan bilinen bir gerçektir ki gerek fert planında, gerekse toplum bazında yerleşmiş anlayışları, örf ve âdet haline gelmiş saplantıları değiştirmek oldukça zordur. Arapların, örf ve âdetlerine, atalarından kalan telakkilere aşırı derecede bağlı oldukları bilinmektedir. Aralarında yerleşmiş, akide, örf ve âdet, nihayet gelenekleri belli bir doğrultuda değiştirmek Hz. Peygamber (s.a.v.) için gerçekten zor olmuştur. Bu konuda karşılaştığı eziyetler, zulümler ve haksız muameleler ancak üstün bir sabır ve tahammül gücü göstermekle dayanılabilecek cinstendir. Özellikle kendisine karşı çıkanların her türlü eziyetlerinden, küfürde ısrarın verdiği üzüntüye, dahası bedevi hayatın kural tanımaz hoyratlığının sonucu olarak kaba ve saygısız hareketlere kadar bütün karşılaştıkları onun sabır ve tahammül gücünü gösteren sayısız misaller verir. Birkaçına değinmek, konuya açıklık getirecektir.
Uhut savaşında dişleri kırılmış, başı yarılmıştır. Yüzünden kanlar akmaktadır. Akan kanları silerken söyledikleri onun bu haldeyken bile benzersiz bir sabır gösterdiğim belgeler: "Peygamberinin yüzünü kana boyayan bir kavim kurtuluş ve hidayet yolunu nasıl bulabilir?"[15]
Enes b. Mâlik nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte idim. Üzerinde yünlü sert kumaştan yapılmış bir cübbe vardı. Derken bedevinin biri geldi. Cübbesini öyle çekti ki boynunda izi kaldı. Arkasından da "Ya Muhammed, dedi; emrin altındaki Allah'ın malından bana da versene!" Hz. Peygamber (s.a.v.) adama döndü. Gülümsedi ve bir şeyler verilmesini emretti."[16]
Ganimet mallarının taksimine rıza göstermeyip nezaketsizlik ederek ileri-geri konuşan ensardan birinin söyledikleri kendisine haber verildiği zaman çok ağırına gittiği; yüzünün rengi değiştiği halde "Musa'ya daha fazla eziyet edildi. Ancak o sabretti" dediği nakledilir.[17]
Bizzat kendisini yıldırmak ve davasından vazgeçirmek üzere şahsını hedef alan eziyetlere karşı sabır ve tahammül göstermesi, bu insanî hasletinin davasını başarıya ulaştırmada ne kadar mühim bir rol oynadığını açıkça göstermektedir.
Kendisine yapılan bütün eziyetlere, zulüm ve işkencelere karşı eşsiz bir sabır ve tahammül gücü göstermesinin yamnda bunları yapanlara karşı kin tutmayıp afn yeğlemesi onun ayrı bir insanî hasletidir. Nitekim Kadı îyad (Öİ.544/1149) bu konuda şunları söyler: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, kendisine yapılan kötülükleri cezalandırmaya gücü yettiği halde sabredip affetmeyi tercih ettiğine dair sahih rivayetler sayılamıyacak kadar çoktur. Onun, başarıya ulaşıncaya kadar Kureyşin verdiği sıkıntılara göğüs gerdiğini, cahiliyeye yakışan eziyetlere sabır ve tahammül ettiğini gösteren sahih kaynaklardan naklettiğimiz haberler bu konuda yakîn hasıl edecek şekilde tevatür derecesine yükselmektedir."[18]
Bunlara ek olarak hilm ve tevazu da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik görevini başarıya ulaştırmada etkili olmuş insanî hasletleri arasındadır. Özellikle bu iki hasletinin çevresinin her zaman genişlemesinde doğrudan etkili olduklarına şüphe yoktur. Özellikle peygamberliğin ilk ilan edilişi yıllarında araplar arasında tahakküm eğiliminin olduğu gözönüne alınırsa onun tevazuu-nun ne denli önem taşıdığı açıkça belli olur. Gerçekten, miladî yedinci asrın başları, bir tahakküm devridir. Eklemek gerekirse, toplum içinde sosyal mevkii güçlü olanlar, zenginler, tüccarlar, diğer insanlara karşı hakimane tavırlar olmakta, onlara yüksekten bakarak firsat buldukça ezmeğe çalışmaktadırlar. Bunlar, hiçbir legal otoriteye sahip olmadıkları halde aşağı tabakalara karşı haksız ezme politikası izlemekte, onları zorla da olsa kendilerine saygı göstermeye zorlamaktadırlar. Böyle bir ortamda mü'minle-rin eşit ve kardeş oldukları, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle oluşturmaları mesajı veren Hz. Peygamber (s.a.v.)'in alçak gönüllülüğü ile tevazuun ne kadar önemli ve etkili olacağı kuşkusuzdur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tevazuu konsuna eğilen Kadı îyad şunları söylemiştir: "Hz. Peygamberin tevazuuna gelince, Cenâb-ı Hak katındaki yüksek mevkiine rağmen o, insanların en müteva-zi olanıydı. Kibri yoktu. Büyüklenmezdi. Böyle olduğu için de merkebe biner, terkisine adam alırdı. Yoksulları ziyaret eder, fakirlerle birlikte otururdu. Kölelerin davetlerine icabet ederdi. Sahabenin arasına karışır; bir mecliste kimseyi rahatsız etmeden uçtaki boş yere otururdu."[19]
Toplum içinde yöneticilik görevi yüklenmiş insanların birtakım üstün yeteneklere sahip olmaları kaçınılmazdır. Hele bu insanlar, liderlik konumunda iseler, sözkonusu yeteneklerin bulunması zaruret haline gelir. Bu açıdan bakıldığı zaman Hz. Peygamber (,s.a.v.)'in sahip olduğu insanî ilişkilere riayet, dürüstlük ve ahde vefa hasletlerinin de diğerleri gibi kişiliğini yoğuran nitelikleri arasında önemli yer tuttukları görülür.
Onun insanî ilişkilere riayeti, insanlar arasında ayırım yapmadan herkesle ilgilendiği, dertlerine ortak olup gerektiğinde yardımlarına koştuğu şeklinde görünmektedir, islâm öncesi devrede bile onun bu hasletleri benliğinde yaşattığını görüyoruz, ilk vahyin gelişi sırasında korkup eve geldiğinde Hz. Hatice'nin söylediği teselli cümleleri arasında bu hususa ayrıca yer verilir: "Allah'a yemin ederim ki O, seni hiçbir vakit mahzun etmez; çünkü sen, akrabalarım gözetirsin, işini görmekten aciz olanların sıkıntılarını çekersin. Yoksula verir; kimsenin kazandıramıyacağı-nı kazandırırsın. Misafiri ağırlar, hak yolunda çıkan engellerde (halka) yardımcı olursun."[20]
Bu konuda son olarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in önemli bir insanî hasleti olan ahde vefa üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Allah Resulü (s.a.v.) bir insan olarak ahdine son derece sadıktı. Sözünde durur, hiçbir engel onu sözünü yerine getirmekten dön-düremezdi. Kısacası, söz verdi mi yapar; bir ahde girmişse, ne bahasına olursa olsun, mutlaka yerine getirirdi.
Görülüyor ki Hz. Peygamber (s.a.v.) insanî vasıfları itibariyle yumuşak huylu, ağırbaşlı, ciddi ve vakurdu. Şefkat ve merhameti, buna ek olarak yumuşak kalpliliği kişiliğinde birleştirmişti. Bunların yamsıra hilm ve tevazu sahibiydi. Karşılaştığı eziyetlere ve haksız muamelelere karşı sabır ve tahammül gösterirdi, insan ilişkilerine riayet eder aralarında gark gözetmezdi. Dürüstlüğü ve ahde vefayı kişiliğini oluşturan önemli hasletler haline getirmişti.
Pek çok üstün insanî hasletleri arasında bu hasletlere yer verilmesi, onun peygamberlik görevini başarıya ulaştırmada önemli ölçüde yardımcı oldukları içindir. O, şahsiyetini yoğuran bu hasletleri, toplum liderinde bulunması gereken kimi üstün yetenekleriyle birleştirince Kur'ân-ı Kerim'in deyişiyle "güzel bir Örnek" haline gelmiştir. Tüm insanlık için en güzel örnek olan o benzersiz şahsiyet peygamberlik görevini başarıyla tamamlamıştır. Sonunda cahiliye vahşetini yumuşatarak çevresini oluşturan mü'minle-ri sınırlarını çizdiği ideal toplumun fertleri haline getirmiştir. [21]
islâm esasları toplum fertleri arasında yerleşip islâm toplumu oluşurken, öteki deyişiyle, toplum hayatı vahyin gösterdiği doğrultuda gerçekleşirken haliyle başlarında Hz. Peygamber olacaktı; çünkü o, yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda içinde yaşadığı toplumun lideri mevkiindeydi. Toplumu yönlendirir, eğitim-öğretimine nezaret eder, anlaşmazlıklarda hakem olurdu. Harp zamanı -ordu kumandam da o idi. Kısacası, ilk müslümanla-rın oluşturduğu toplumun lideri, muallimi, hakimi, hep oydu. Onun toplumdaki bu konumu, kuşkusuz bazı niteliklere daha sahip olmasını zaruri kılıyordu. Yüklendiği görevi başarıya ulaştırması her şeyden Önce bu üstün vasıflarına bağlıydı.
Öte yandan tebliğleri ve uygulamaları, bunların yamsıra mesajlarının toplum fertlerinde gerekli tesiri meydana getirebilmesi onun liderlik vasıflarına bağlıydı. Bu nedenlerle onda tabii olarak kimi üstün insanî nitelikler olduğu gibi üstün liderlik vasıfları da vardı. Onları şu noktalarda özetleyebiliriz. [22]
Hz. Peygamber (s.a.v.), metafizik alemden kendisine ilk vahiy geldiği zaman çok korkmuştu. Ancak vahyin devam etmesi, zamanla benliğinde görevine kesin olarak inanma rahatlığını doğurdu. Allah elçisi olarak görevlendirildiği inancı davasına sa-rılmasıyla sonuçlandı. Artık bu uğurda taviz vermez, yılgınlık göstermez, kimseden korkmazdı. Tek kelimeyle davasına bütün benliğiyle sarılmış, görevini başarıya ulaştıracak azme erişmişti. Hiçbir şey kendisini artık yolundan döndüremezdi. Gerçekde öyle oldu. Kendisine yapılan bütün eza cefalar, haksız muameleler, zulüm ve işkenceler sonuç vermedi. Onu azmindan asla döndüremedi. [23]
Toplum fertleri üzerinde tesirli olabilmenin, bir yol belirleyerek sapmadan yürümeye bağlı olduğu bilinmektedir, islâm toplumunun lideri olarak Hz. Peygamber'in daha önce değindiğimiz ideal bir toplum modeli gerçekleştirmek görevinde azmederek ve karşılaştığı güçlükleri yenerek başarıya ulaştığı apaçık bir gerçektir. Bu konuda hiçbir güçlükten yılmamıştır. Başladığı işi sonuna kadar aynı azim ve sebatla yürütmüştür. Ayrıca kendisine indirilen ve tebliğ etmekle yükümlü olduğu Kur'ân-ı Kerim doğrultusunda hareket etmiş, deyim yerinde ise yalpalamamıştır. Böylece ilahî mesajın öngördüğü istikameti benliğinde yaşatmıştır. Hz. Aişe'nin bir hadisi onun tam anlamıyla istikamet sahibi olduğunu; bir iş yaptığında yarıda bırakmayıp sonuna kadar devam ettirdiğini ifade eder.[24] Çevresini oluşturan sahabilere de sabır ve sebatlı olmalarını tavsiye eder. Nitekim düşmanla karşılaşmayı arzu etmemelerini ancak şartlar zorlar da savaşmak zorunda kalırlarsa sonuna kadar sabır ve sebat etmelerim Öğütlediği meşhur hadisi buna delalet eder.[25]
Yukarıda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in insanî hasletlerinden sö-zederken onun insanlar arası ilişkilere tam anlamıyla riayet ettiğine, insanlar arasında ayırım yapmaksızın herkesle ilgilendiğine, dertlerine ortak olup gerektiğinde yardım elini uzattığından bahsetmiştik. Onun bu hasleti, sahip olduğu eşitlik anlayışının tabii bir sonucu idi. Ona göre insanlar, bir tarağın dişleri gibi birbirlerine eşittiler. Birinin diğerine takvadan başka bir üstünlüğü yoktu, insanlığa veda ettiği "vada hutbesi"nde bu hususlara vurgulayıcı bir üslupla yer vermiştir.
Böylesine ulvi bir anlayışın sonucu olarak insanlar arasında ayırım yapmazdı. Çevresini oluşturan sahabilerine mevkiine, ailesine, nesebine, malına göre davranmazdı. Gerektiğinde bir yoksulu zengine; bir köleyi hüre tercih ederdi.
Burada işaret etmek gerekir ki Hz. Peygamber (s.a.v.)in eşitlik bilinci islâm anayasasının değişmez ilkesi olmuştur. Özellikle toplum içindeki kimi sınıfların alt tabakadakileri ezdikleri bir ortamda böyle bir ilkeyi koyarak yaşatmak, insanlık tarihinin önemli atılımlarından biridir. Bundan dolayı îslâm mesajının ve mesajı insanlığa ulaştıran Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çağının çok ilerisinde olduğu kolayca söylenebilir. [26]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in liderlik vasıfları arasında toplum fertleriyle teker teker ilgilenme önemli bir yer tutar. Zamanında, kabile gayret ve taassubu ile kan bağı dışında koruyucu hiçbir müeyyidesi olmayan toplumun kimi kesimleriyle ilgilenerek sorunlarına çözüm getirmeye çalışmak Allah Resulünün değişmez tutumudur. Gerçekten O, az önce söz konusu edilen eşitlik anlayışıyla tüm sahabüerine karşı iyi davranırdı. Hatta, dinî taassup yüzünden kendisine ve çevresindeki müslümanlara hiç de iyi bakmayan, yerine göre hoyratça ve düşmanca davranmaktan çekinmeyen yahudilere bile iyi davranır; bazı işlerinde onlara yardımcı olurdu.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gerek vazifesi, gerekse sahip olduğu üstün yetenekleri icabı çevresini oluşturan insanlarla ilgilenip dertlerine çare araması; dahası, işlerinde yardıma olması, kuşkusuz çağının Ölçülerine göre olağanüstü bir tutumdur. Buradan açığa çıkmaktadır ki o, çağının peygamberi değil, çağların peygamberidir. Kaldı ki sahip olduğu üstün yetenekleri içinde yaşadığı toplum faydasına kullanmış tek liderir. Tartışmasız kabul edilen otoritesini bir tahakküm ve zulüm vasıtası değil, topluma hizmet vesilesi kılması da aynı doğrultudadır.[27]
Birleştirici yaptırımların nisbeten az bulunduğu arap toplumlarında yaşayan insanları bilmedikleri, üstelik ilk bakışta karşı koymaya çalıştıkları yeni bir toplum hayatına alıştırmak, onlara yeni bir inanç sistemi getirerek kabul etmelerini sağlamak, üstelik medenî hayattan nasibini alamamış insanları teşkilatlı toplum hayatına çekmek Hz. Peygamber (s.a.v.) için gerçekten oldukça zor olmuştur. Özellikle kan bağından başka hiçbir rabıta tanımayan arap kabileleri arasında sözkonusu rabıtadan daha kuvvetli ve devamlı bir başka rabıta tesis etmek hiç şüphe yok ki, siyasî idarî ve sosyal konularda belli prensipler uygulamakla mümkün olabilecekti.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, dağınık bir hayat yaşamaya alışmış insanları islâm hayat nizamına çekebilmesi, gerçekten, belli prensipler dahilinde hareket etmesiyle imkân alanına girmişti. Bu prensiplerin başında ise kolaylığı tercih gelir. Gerçekten Allah Resulü (s.a.v.), gerek dinî esasların uygulanmasında gerekse toplum hayatını ilgilendiren işlerde daima kolaylığı yeğleyen bir tutum izlemiştir, ibadetlere alışıncaya kadar namaz içinde konuşmaya müsaade edişi bu tutumunun açık bir misalidir, islâm Dini'nin Medine merkezinden çevreye yayılmaya başlaması üzerine yeni müslüman olan kabilelere gönderdiği görevlilere kolaylığı tercih etmelerini emretmesi de bunu gösterir. Hz. Aişe ile Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayet ettikleri bir hadiste-bu husus açıkça belirtilir! "Hz. Peygamber (s.a.v.) sahabîlerden birisini bir işi için herhangi bir yere gönderdiği zaman daima "müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylık yolunu gösterin; güçlük çıkarmayın" buyurmuşlardı."[28] Şu hadis de aynı konudadır ve son derece önemlidir:
"Allah Resulü (s.a.v.) biri diğerinden kolay iki iş arasında muhayyer bırakıldığında, günah olmadığı sürece daha kolayını tercih eterdi."[29]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çok güç şartlar altında yaptığı, sonunda başarıya ulaştırdığı peygamberlik görevini böyle kolaylığı tercih eden prensiplerle tamamladığı kuşkusuzdur. Denilebilir ki, Allah Resulünün bu tutumu Kur'ân-ı Kerimin "Allah sizin için kolaylık diler; güçlük istemez" ayetinde[30] ifadesini bulan prensibin tatbikinden başka bir şey değildir. Böyle bir tutum izlemenin sebebine yukarıda değindik. Sonucuna ise bir alimimizin yorumuyla değinelim: "islâm Dini'ni kabul eden veya müslüman olmak isteyen birine kolaylık gösterilirse itaat etmesi de kolaylaşır. Böylelerinin, sonunda genellikle itaatleri artar. Oysa zorluk çakanlırsa müslüman olsa bile itaati devamlı veya gerektiği şekilde olmaz.[31]
Adalet, bir toplumun oluşmasında ve ayakta durmasında en mühim yaptırımlardan biridir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şahsında adalet, yukarıda da değindiğimiz gibi, suçluya kim olursa olsun cezasını vermek, toplum içinde işlenen suçtan zarar görenleri rahatlatacak şekilde ceza üzerinde ısrar etmek olarak görünür. Buna hakkı teslimi de ekleyebiliriz. Kişiler arasındaki anlaşmazlıklarda hüküm verirken daima haklıdan yana olması da onun adalet anlayışının gereğidir.
Allah Resulü gerek peygamberliğinden önce gerekse peygamberliği süresince daima haktan ve haklıdan yana olmuştur. Özellikle ceza konusunda insanlar arasında mevki, mal-mülk, ırk, cinsiyet, hatta din gibi sebepleri esas alarak işlem yapmamıştır. Yerine göre bir köleyi haklı çıkarmıştır. Bilhassa haklıya hakkını vermekte son derece dikkatli davranmıştır. Onun toplumda adalet, hak ve eşitlik prensiplerini yerleştirecek doğrultudaki birçok tatbikatlarında bu husus açıkça görülür. Şu olaylar bunu doğrulayacak niteliktedir:
Hırsızlık eden Benû Manzum kabilesinden bir kadın için Usa-me b. Zeyd şefaatçi gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Allah'ın emrettiği cezalar hususunda şefaat mi istiyorsun?" diyerek çok sevdiği evlatlığını reddetmiştir. Sonra da minbere çıkarak şu tarihî sözle-risöylemiştir: "Sizden öncekiler itibarlı bir kişi hırsızlık ettiğinde salıverdikleri, avamdan birisi hırsızlık ettiğinde ise elini keserek cezalandırdıkları için helak oldular. Allah'a yemin ederim ki (Kızım Fatıma) bu işi yapmış olsaydı onun da elini keserdim."[32]
Allah Resulü (s.a.v.)'in toplum içinde suç işleyeni kim olursa olsun cezalandırmak konusundaki azmi yahudiler için verdiği hükümlerde de açıkça görülür. Elimizdeki bir habere bakılırsa Benû Nadir yahudi kabilesi fertleri kendilerini Benu Kureyza kabilesinden üstün saymaktadırlar. Benu Kureyza kabilesi de yahudi olduğu halde yıllardır böyle bir tutum içindedirler. Böyle olunca Benu Kureyza'dan biri Benû Nadir'den birini öldürdüğü zaman katil cezası uyguladıkları halde aksi olunca yüz deve yükü hurma diyeti vererek işi savuşturmaktadırlar. Medine'ye hicreti izleyen günlerden birinde Benû Nadir kabilesinden biri Benu Kureyza'dan birini öldürür. Katilin kabilesi Benû Nadir öteden beri yapılagelen şekilde işlem yapılması için müracaat ettiklerinde Kureyzahlar "aramızda Muhammed hakem olsun" diyerek davayı Hz. Peygamber'e havale ederler. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara karşı da adalet neyi gerektiriyorsa onu yapmış, ve katilin kabile üstünlüğü iddiasına kulak asmayarak kısas edilmesi hükmünü vermiştir.[33]
Şüphe yok ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çağının çok ilerisinde bulunan adalet anlayışı, insanlık tarihi boyunca başta asabiyet olmak üzere pek çok sebebin yol açtığı zulüm ve haksızlığı tam anlamıyla ortadan kaldırmıştır. Böyle bir uygulamanın toplum üzerinde önemli tesirler icra ettiği kuşkusuzdur. Son olarak anacağımız bir olay alışılmış şekilde hareket etmek isteyen akrabalarına karşı Allah'ın emrini uygulayarak adaleti ayakta tuttuğunu göstermektedir: "Enes b. Malik'in halası er-rubeyyi, Ensâr'dan bir cariyenin dişini kırarak yaralanmasına sebep olur. işlenen bir suçun cezasız kalmamasını isteyen kimi mü'minler Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek kısas yapılmasını isterler. Hz. Peygamber,
"kısası eda ediniz" emrini verir. Enes'in amcası ve diğer bazı müs-lümanlar bir cariyeye karşı hürün kısas muamelesine tabi tutulmasına itiraz ederek hükmün yerine getirilmemesini isterler. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlara "kısas, Allah'ın farz kıldığı bir hükümdür" diyerek cevap verir ve onları reddeder.[34]
Bize kadar ulaşan haberlerde her ne kadar yaralı cariyenin velisinin rızası üzerine er-Rubeyyi'e kısas uygulanmayıp diyetle yetinildiği bildirilmiş ise de bu olay toplum selametini sağlamak gayesiyle kim olursa olsun suçluyu cezalandırmak azminin ifadesidir. Şu da var ki aynı olay zamanının adaletsiz uygulamalarını isteyenlere karşı Allah'ın hükmünü yerine getirerek adaleti gerçek manada topluma yerleştirme azminin açık ifadesidir.
Görülüyor ki Hz. Peygamber (s.a.v.) toplum içindeki sınıflardan üst tabakalarda bulunanların alt tabakalardakileri ezdikleri, onlara zulmün ve haksızlığın her türlüsünü reva gördükleri, karşılıklı ilişkilerde daima kendi tabakalarından olanları gözetip adalet anlayışını yıktıkları bir ortamda toplumu ayakta tutan bu müeyyideyi gerçek anlamda yerleştirmiştir. Eşitlik ilkesi ile adalet bir arada mütalaa edilirse islâm'ın Hz. Peygamber (s.a.v.)'in uygulamalarında modern çağların ulaşmaya çalıştığı düzeye asırlar önce ulaştığı olayca söylenebilir. [35]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ahlaki hasletlerine yer veren rivayetlerde onun cömertliği ön planda gelir. Bu konuya değinen Kadı îyâclı Allah Resulü (s.a.v.)'in cûd, kerem, seha ve semahatine dair hayli hadis nakletmfştir. Ona göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in cûd hasleti cimriliğin zıddı olan cömertliktir. Kerem cömertliğin bir görüntüsü olarak ,çok faydalı ve kıymetli nesneleri başka birine verebilme hasletidir. Sehâ ise kolayca verebilmektir. Semahate gelince bu haslet, kişinin başkası üzerindeki hakkını kullanmaktan gönül rızasıyla vazgeçmesidir."
Kadı îyâd'm bu açıklamalarından anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in cömertlik hasleti son derece şümullüdür. Öteki deyişiyle Allah Resûlü'nde cömertlik hasleti açıklanan teferruatıyla vardır. Nitekim îbn Abbas, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i insanların en cömerdi olarak nitelemiştir.
Allah Resulü (s.a.v.)'in çok yönlü cömetliğinin Arap toplulukları arasında ne derece tesirli olduğunu gösteren bir olay nakledilir. Enes b. Malik'in rivayet ettiği bu olay şöyledir: Bedevi'nin biri Hz. Peygamber (s.a.vjden bir şeyler ister. O iki dağ arasını dolduracak kadar çok davar verir. Adam, ömrü boyunca görmediği bu derece bol ihsanla kabilesine döner. Onlara hitap ederek "Ey kavmim der; durmayın, siz de müslüman olun. Allah'a yemin ederim ki Muhammed çok kıymetli şeyler veriyor. Fakirlikten asla korkmuyor."[36]
Yine Enes'in ifade ettiğine göre Allah Resulü (s.a.v.), kendisinden istenen bir şey için asla "olmaz" dememiştir. Onun çok yönlü cömertliğinin peygamberlik görevini başarıya ulaştırmada kuşkusuz önemli tesirleri olmuştur.
Diğer taraftan yine Enes'in bir hadisi rivayet ettikten sonra şu açıklamayı yapmıştır: "Kimi zaman öyle olurdu ki, bir kimse dünyalık isteğiyle müslüman olurdu. Ancak İslâm'a girince de artık müslümanlık ona dünyadan da dünya üzerindekilerden de daha sevimli gelirdi."[37] Enes'in bu ifadesine bakılırsa Hz. Peygamber (s.a.v.)'in cömertlik hasleti bazı insanlar için adeta İslâm Dini1 ne aralanan kapı olmaktadır. Allah Resûlü'nün en başka gelen görevi de aslında o kapıyı aralamak değil midir?[38]
Şu hale göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, huzuruna çıkıp kendisinden birşeyler isteyenleri asla boş çevirmemesi, gözünde mal sevgisi olmayıp en kıymetli şeyleri dahi verebilmesi, bir de başkaları üzerindeki haklarından kendi isteğiyle vazgeçmesi gibi hasletlerden oluşan cömertliği üstün liderlik vasıfları olarak toplum fertleri üzerinde derin tesirler vücuda getirmiştir. Onun bu hasletlerinin kendisine karşı olumsuz tavırları önemli ölçüde yumuşattığına kuşku yoktur. [39]
Gerek insanî, gerekse lider olarak birtakım üstün haslet ve meziyetlere sahip olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sınırlarını çizip gerçekleştirdiği Islamî toplum hayata onun peygamberlik görevinin bir bakıma hedefi ve gayesi sayılmalıdır. Yaptığı ve başardığı işler, yalnızca Kur'ân-ı Kerim'i tebliğ edip açıklamak, nihayet uy~ gulamakla kalmamıştır. İlahî vahyin öngördüğü esaslar dahilindeki bir Islâmî ferdi hayat ile toplum hayatı Hz. Peygamberin hedefi ve gayesidir. Bir diğer deyişle Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik görevi yalnızca Kur'ân-ı Kerim'i tebliğ ve açıklama, sonunda hayata geçirmekle sınırlı kalmamıştır. Hiçbir tereddüte yer vermeksizin rahatça söyleyebiliriz ki onun peygamberlik görevleri arasında zaman, mekan, ırk, dil, kültür gibi kayıtlar söz-konusu olmaksızın tüm insanlık için geçerli ve tutarlı bir toplum modeli çizmek ve tatbikatta mümkün olduğu ölçüde gerçekleştirmek de vardır.[40]
Böyle bir sonuç, kuşkusuz nazari planda verilmiş bir hüküm değildir. Aksine tarihi gerçekler gözönüne alınarak varılmış bir sonuçtur.
Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e yönelttiği emirlere kısaca göz gezdirmek onun peygamberlik vazifesinin sınırlarını çizmeyi kolaylaştıracaktır. Yüce Allah onu bellibaşlı şu niteliklerle tanıtmakta, veya bizzat ona kendisinin bu vasıflarla tanıtmasını emretmektedir:
1. Hitap ettiği kimseler gibi bir insan. "De ki ben de sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, tanrınızın bir tek tanrı olan Allah olduğu vahyediliyor."[41] ayetindeki gibi.
2. Müjdeleyici ve uyana. "Biz seni bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler" ayetinde[42] olduğu gibi.
3. Şahid. "Size, üzerinize şahit olarak bir peygamber gönderdik" ayetinde[43] sözkonusu edildiği gibi.
4. Aralarından geldiği insanlara Allah'ın ayetlerini okuyan; onları kötülüklerden temizleyen; kitabı, hikmeti ve bilmediklerini öğreten. Şu ayette olduğu gibi: "Andolsun ki Allah mü'minlere, aralarından ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden temizleyen, kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndererek iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, daha önceleri apaçık bir sapıklık içinde idiler.[44]
5. Ümmî olmakla birlikte çevresini oluşturanlara ma'rufu emreden; buna karşılık münkeri men eden; onlara tertemiz şeyleri-helal, pis şeyleri haram kılan; yüklerini hafifleten, üzerlerindeki ağırlıkları kaldıran/' Onlar, yanlarındaki Tevrat ve incil'de yazılı buldukları o elçiye; o ümmî peygambere uyarlar. O Peygamber, kendilerine iyiliği emreder; onları kötülüklerden alıkoyar; onlara güzel şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar" ayetinde[45] olduğu gibi.
Kur'ân-ı Kerim'de bunlardan başka Hz. Peygamber1 den takvayı emredici, öğüt verici, hidayet yolunu gösterici gibi vasıflarla da bahsedilir.
Bütün bu ve diğer bazı ayetler dikkate alınırsa Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin şu noktalara bağlandığı görülür:
a) Kur'ân-ı Kerim ayetlerini tebliğ. "Ey Peygamber! Sana rab-tinden vahyolunanları tebliğ et" ayeti,[46] bunu açıkça göstermektedir.
b) Tebliğ ettiklerini açıklama. Özel deyişiyle "beyân". "Şüphesiz Biz sana, insanlara indirilen 'Kur'ân'ı açıklayasın diye "zikr'i indirdik" ayetinde[47] bu hususa yer verilmiştir.
c) Hükümlerini uygulama alanına koyma. "Sonra seni bu (din) işinde bir hukuk düzeni üzere kıldık. Artık sen ona uy" ayeti[48] bu gerçeğe işaret etmektedir.
d) insanlar arasında Allah'ın vahyettiği esaslar dahilinde hüküm vermek. "Allah'ın indirdikleriyle (insanlar arasında) hükmet" ayeti de[49] bu konuya delalet etmektedir.
e) Kur'ân-ı Kerim'de esasları belirlenen Islâmî fert hayatının ve toplum hayatının sınırlarını çizerek gerçekleştirme. Bütün peygamberlik hayatı incelendiği zaman bu sonuca kolayca varılır. Ayrıca yukarıda değinilen el-A'râf sûresinin 157. ayetinde sözko-nusu edilen hususlar da buna delalet edecek nitelikte sayılabilirler. Özellikle "üzerlerindeki ağırlıkları sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar" anlamına gelen kısım "sorumluluklarını yerine getirmelerine yardımcı olur; böylece yüklerini hafifletir" anlamına da gelir. Bu ise müslüman olarak doğdukları için müslüman gibi yaşamak, müslüman olarak Ölmek yükümlülüklerini yerine getirmede yardımcı olur manasını da vereceğinden Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Islâmî hayatın sınırlarını çizme ve gerçekleştirme anlamına da gelir. Bu ise sözkonusu edilen görevin Özet bir ifadesinden başka bir şey değildir.
f) Yine esasları Kur'ân-ı Kerim'de belirlenmiş bulunan îslâmî fert hayatı ile toplum hayatının gerçekleştirilebilmesini sağlayacak müesseseleri kurmak.
O, bütün bu görevleri Kur'ân-ı Kerim ışığında "Sünnet" dediğimiz talimatlar, açıklamalar, yönlendirmeler, emirler, yasaklar, tavsiyeler, öğütler ve nihayet uygulamalarla yerine getirmiştir. O nedenle, Sünnete ayrı bir yer ayırmak yerinde olacaktır. [50]
Asr-ı Saadet'ten bu yana sünnet değişik açılardan ele alınmış, değişik yorumlanmış, farklı tanımlanmıştır. Bu konuda önce klasik sünnet tanımı gelir. Buna göre sünnet, sözlükte yol, usul, âdet, bir kimsenin alışkanlık haline getirdiği iyi veya kötü davranışları, izlediği tutumu gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise Hadis, Fıkıh Usulü ve fıkıh alimlerinde farklı yaklaşımlarla tanımlanmıştır.
Hadis alimlerine göre sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den nakledilen bütün sözler, fiiller ve takrirlere denir. Gerek peygamberliğinden önceki devrelere, gerekse peygamberlik devresine ait olsun, ahlakî hasletleri ile onunla ilgili diğer rivayetler de sünnet kapsamı içindedir. Bu tarife göre sünnet, hadisle eş anlamlıdır.
Fıkıh Usulü alimleri sünneti, "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den Kur'ân-ı Kerim dışında sadır olan ve şer'î bir hükme delil olabilecek nitelik taşıyan sözler, fiiller ve takrirlerdir.
Fıkıh alimlerine gelince onlar sünneti, "farz veya vacip olmamak kaydı ile Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sadır olduğu kesinlik kazanan her şey" diye tarif etmişlerdir.[51]
Sözkonusu tarifler içinde kapsamı en geniş olanı hadis alimlerinin tarifidir. Onlara göre Hz. Peygamber,(s.a.v.)le ilgili her rivayet onun sünneti içinde yer alır. Ancak dikkat edilirse bu tanım, sözün gelişi, "Hz. Peygamber'in ağzı, burnu, saçları, dişleri, gözü kulağı... şöyleydi" gibi şemâiliyle ilgili kimi konuları da kapsar. Dolayısiyle hüküm yönü yoktur. Bunlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'i tanımada faydalı olabilirlerse de dinî, sosyal ve ekonomik hayatta uygulama imkanları olmadığından sünnet kapsamı içinde sayılmamaları dahardoğru olur. Dolayısiyle, müslümana yol gösterici, pratik hayatta uygulama imkanı olan, îslâmî hayatın sınırlarını çizen sünnetle bir tutulamazlar. O nedenle Fıkıh Usulü alimlerinin tarifleri, Hz. Peygamber'in peygamberlik görevi açısından daha derli toplu sayılabilir.
Fıkıh Usûlü alimlerinin sünnete, yalnızca dinî hükme delil olabilmesi açısından yaklaşmaları İslâm'ın hedef ve gayesine, Hz. Peygamber'in gerçekleştirdiği başarının esprisine daha uygun görünmektedir. Ayrıca onların tanımı, sünneti kapsam açısından hayli daraltmıştır.
Fıkıh alimlerinin sünnet tanımına gelince bu tanım konuya asıl itibariyle ifâl-î mükellefin açısından bakmaktadır. Bir diğer deyişle sünneti Allah'ın açıkça veya dolaylı yoldan emrettiği işler dışında Hz. Peygamber (s.a.v.)'den işlemek, öğretmek, söylemek, emir etmek, yasaklamak, tavsiye etmek şekillerinde sadır olan işler şeklinde tarif etmektedirler. Dolayısiyle fıkıh alimlerinin tarifinde efâlu'l-Mukellefın esas alınmıştır.
Burada işaret etmek gerekir ki, sahabe devrinden sonraki dönemlerde sünnet kapsamına sahabe uygulamaları da dahil edilmiştir. Bunu yapanlar daha ziyade hanefilerdir. Nitekim hanefî hukukçu ve usul alimi es-Serahsî bunu açıkça belirtmiştir: "Bize göre sünnetten maksat, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ve ondan sonra sahabilerin yaptıklarıdır.[52]
Burada önemli bir noktaya işaret etmek yerinde olacaktır. Sahabenin yaptıklarının sünnet kapsamı içinde mütalaa edilmesi, sahabenin Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.)in talimatları doğrultusunda hareket etmelerinden kaynaklanmıştır. Sahabenin bu tutumu tarihen sabittir. Öteki deyişiyle Kur'ân-ı Kerim ve sünnet sahabîlerin her işinde asıl olmuş; öncelik almıştır. Tüm sahabilerin bunu bir hayat prensibi haline getirdikleri gibi onlardan başka kaynak tanımadıklarına şüphe yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ebedi aleme göçetmesinden sonra İslâm âlemi fetihler sonucu genişleyip çeşitli kültürlerle karşılaşılınca ortaya birtakım meseleler çıkmıştır. Bunlar arasında Kur'ân-ı Kerim ve sünnette yer almayanların çözümü kimi zaman sahabilerin kendi görüşlerine dayanmıştır. Aslında bu yöntemi bir hüküm verme prensibi olarak bizzat koyan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'dir. Onun Yemen'e vali olarak gönderdiği Mu'âz b.Cebel'le yargı metodu üzerine yaptığı tarihi konuşmasında bu nokta açıkça belli olur.
Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.v.) hayattayken sahabilerin yaptıkları ve O'nun bilgisidahilinde olan işler Hadis Usulü kaidesinde Hz. Peygamber tarafından işlenmiş gibidir. Dolayısiyle sünnet kapsamı içinde yer alır. Bunun nedeni sahabilerin Hz. Peygamber'in bilgisi dışında kendiliklerinden bir işi işlemelerinin, en azından yaptıklarını ona danışıp hükmünü Öğrenmediklerinin düşünülemiyeceğidir.
Şu hale göre sahabe devrinden sonraki dönemlerde sahabe fiillerinin sünnete dahil edilerek sünnet kapsamının genişletilmesi, Hz. Peygamber'in yolundan gitme sonucudur. Şu var ki Allah Resulü, sünnetiyle Kur'ân hükümlerini hayata yansıtmıştır. Sa-habiler de Kur'ân-ı Kerime ve onun hayata yansıması demek olan sünnete uygun hareket edince sünnet kapsamı haliyle genişlemiştir.
Burada yeri gelmişken işaret etmek isteriz, kapsamı ne kadar geniş olursa olsun sünnet denilince akla doğrudan doğruya Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti gelir.
Çağdaş müslümanlar arasında sünnete klasik tarif dışında yeni tarifler getirmek isteyenler olmuştur. Asılda farksız bile olsa klasik sünnet tanımını aşarak yeni tarifler yapma girişiminde bulunanlar olmuştur. Bunlardan birisi şu satırların yazarıdır. O, 'Hicrî Birinci Asırda İslâm Toplumu' isimli doktora tezinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnet sözcüğünü kullanış şeklinden yola çıkarak şöyle bir tanımlama yapma cesaretini gösterdi:
«Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v.)İn inanç, ibadet ve dinî hükümler gibi Jslâm esaslarıyla ilgili olsun veya olmasın, Kur'ân-ı Kerim dışında söylediği sözleri yaptığı işleri, uygulamaları, hareket ve davranışları, koyduğu kurallar ve prensiplerdir."43
Daha çok Allah Resûlü'nün tarihi misyonu gözönünde tutularak yapılmış olan bu tarife göre sünnet bellibaşlı şu hususlardan oluşmaktadır:
a) İslâm inanç sistemi, ibadetler ve dinî hükümlerle ilgili olsun veya olmasın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in emir, nehiy, tavsiye, öğüt, talimat, telkin, açıklama, yasaklama ve benzeri konularda söyledikleri;
b) ibadetlerin nasıl yapılacağım göstermek üzere işledikleri;
c) Günlük hayatta yaptığı işler, davranışlar, hareket ve tutumlar;
d) ilahî vahiy doğrultusunda, hükümlerim uygulamaya koymak, daha doğrusu hayata geçirmek üzere söyleyip yaptıkları. Aynı konuda onayladıkları;
e) Islâmî bir ferdî hayat ve toplum hayatı için koyduğu kurallar, belirlendiği ilkeler, prensipler, vaz ettiği esaslar, çizdiği sınırlar.
Bunlarla birlikte sünnetin kısımları arasında yer alan şu hususlar da sünnet kapsamına girerler:
a) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda kimi sahabîlerin yaptıkları işler. Mescit içinde habeşli kölelerin mızraklarla spor gösterileri yapmaları, kimi sahabilerin şiir söylemeleri, kimilerinin yitik ilan etmeleri; hasta bakıp yaralarım tımar edişleri ve benzeri olaylar gibi.
b) Allah Resûlü'nün olmadığı yerde sahabîler tarafından işlenip sonradan yapılan iş kendisine haber verildiği zaman birşey söylemeyip onayladığını ifade ettikleri. Abdullah b. Amr Ibni'l-As'ın seriye komutam olarak gittiği bir seferde gusletmesi gerekirken hava soğuk olduğu için üşür de hastalanırım korkusuyla teyemmüm ederek arkadaşlarına namaz kıldırması gibi.
c) insanî bazı hususlar: Tırnakları kesmek, bıyıklan kısaltmak, sakal bırakmak gibi
d) Cahiliye devrinde âdet olan, Hz. Peygamberin onayından geçerek islâm döneminde de uygulanan bazı işler. Aşura orucu tutmak gibi.
e) Yine cahiliye devri âdetlerinden tevhid kalıbına sokularak devam ettirilenler, Adağın yerine getirilmesi gibi.
f) Sahabilerin "Biz Hz. Peygamber zamanında şunu yapardık" diyerek anlattıkları. Buna ek olarak yine Sahabîlerin Hz. Peygamber hayatta iken uygulandığını söyledikleri, ilkine misal olarak W verilebilir. Bir kaç sahabî "biz Hz. Peygamber zamanında çocuk olmaması için azil yapar; erlik suyunu rahim dışına akıtırdık" demişlerdir, ikinciye misal olarak ise götürü alınan yiyecek maddelerinin karaborsaya düşmemesi için pazara götürülerek satmaya mecbur tutulması örnek gösterilebilir.
Sünnetin yukarıdaki tarifi birkaç yönden önemlidir. Bir kere sünneti kişisel açıdan ziyade toplumsal açıdan ele almaktadır. Yukarıda değindiğimiz, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik görevleri arasında zaman ve mekân kaydı olmaksızın, bir de ırk, renk, dil ve kültür ayırımı yapmadan her devirde tüm insanlar için geçerli ve tutarlı bir toplum modeli çizmeyi ve tatbikatta gerçekleştirmeyi de içine alır. Özellikle bu nokta gözönünde tutulursa, sünnetin toplumsal boyutunu vurgulayan tanımını daha net ve derli toplu bir tarif saymak gerekir.
ikinci olarak sözkonusu tanım, sünneti müslümanlarm dinî, sosyal, siyasî, ictimâ'î ve iktisadî hayatlarını düzenleyen sözlü, fiilî veya onaylı Peygamber talimatları bazında izah etmektedir. Bu ise O'nun Peygamber olarak gönderilişindeki hikmeti, bir anlamda vurgulamaktadır.
Haliyle bu tarifin, hadis alimlerinin geniş kapsamlı tarifinden farklı yanları vardır. Şöyle ki, hadisçilerin tarifinde sünnet, sosyal hayatta uygulama imkanı olmayan kimi hususları da kapsamaktadır. Oysa burada, sosyal hayata yansıması gereken hususlar ağırlık kazanmaktadır.
Sünnetin geniş kapsamlı olmakla birlikte, uygulama imkânı olan hususlara ağırlık veren bir başka tarifine daha yer vermek istiyoruz. Bu tarife göre sünnet, "Hz. Peygamberin kendi döneminde islâm toplumunu akîde, ibadet, tebliğ, siyaset, ekonomi, eğitim, ahlâk, hukuk ve benzeri bireysel ve toplumsal hayatın her alanında yönlendirip yönetmede, başta Kur'ân olmak üzere esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir zihniyet ve dünya görüşüdür.[53]
Esas itibariyle bir önceki tarife oldukça yakın olan bu tarif, sünneti "Hz. Peygamber (s.a.v.)'i kendi döneminde islâm toplumunu yönlendirip yönetmede esas aldığı ilkeler ve prensiplerden oluşan zihniyet ve dünya görüşü" olarak özetlemiştir. Tarifin en çarpıcı yanı burasıdır. Lideri Hz. Peygamber (s.a.v.) olan bu toplumu, yönlendirip yönetmede en geçerli ve tesirli yaptırım elbette Kur'ân hükümlerinden sonra O'nun ilke ve prensipleri olmalıdır. Kaldı ki sözkonusu, tarifte sünnetin toplumsal boyutu da vurgulanmıştır.
Ancak dikkat edilirse görüleceği gibi, sünneti îslâm toplumunu çeşitli alanlarda yönlendirip yönetmede esas aldığı ilke ve prensipler bazında ele almıştır. Dahası, tarifi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "kendi döneminde kaydıyle sınırlamıştır. Bize kalırsa konuya yaınızca "ilke ve prensipler" açısından yaklaşmak, gözardı edilemiyecek bir noksanlıktır, imdi, konumuz olan tarif sözkonusu noksanlığı bir yana, sünnet kapsamına genişlik verirken bir başka noktada kapsam daraltmasına yol açmıştır. Ayrıca sünneti Hz. Peygamber Xs.a.v.)'in, çevresini oluşturan islâm toplumunu çeşitli alanlarda yönlendirip yönetmedeki ilke ve prensiblerden oluşan zihniyet ve dünya görüşü olarak nitelerken de, asırlar boyu devam eden geçerlilik boyutunu yansıtmadan uzak kalmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, yukarıda değindiğimiz herhangi bir ayırım yapmaksızın, her devirde geçerli ve tutarlı bir toplum modeli çizmek görevine değinmemiştir. Bu nedenle o tarifi konuya yalnızca ilke ve prensipler açısından yaklaşma, sünnetin çağlar boyu geçerlilik gibi boyutlarını da ele almamak gibi noksanlıkları olduğu kanısındayız. Bunlar yapılmış olsaydı, ona sünnetin kapsamlı ve çağdaş bir tarifi gözüyle bakmamıza engel olacak hiçbir özür kalmazdı.
Son olarak çağdaş alimlerimizden Dr. Yusuf el-Kardavî'nin özlü bir sünnet tanımana yer vererek bu konuyu noktalayalım. Ona göre sünnetle, «Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Allah'ın gönderdiği hidayet ve hak din hükümlerini yerine getirmek üzere izlediği tutum» kasdedilir. Bununla beraber sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v.)İn Allah'ın dinini anlayıp tüm hayatî işlerde tatbik etmek için getirdiği nazarî ve ilmî metod manasına da gelir.[54]
Görülüyor ki sünnetin gerek klasik, gerekse çağımızda yapılan tanımlarında müşterek nokta olarak Hz. Peygamber'e ait işler, sözler ve uygulamalar görülür. Hepsi de tek kelimeyle Kur'ân-ı Kerim hükümlerinin hayata yansıması, ferdî ve toplumsal hayatın Islâmî bazda kurallarını koyan, sınırlarını çizen nebevi talimatlardır. Konuyla ilgili emirler, yasaklar belirler. Tavsiyelerde bulunur. Açıklamalar yapar. Sözler, işler yerine göre onaylarla Islâmî hayata yön verir. Uygulamalarla böyle bir hayatın kurallarım ve esaslarını getirir. [55]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti, topluma onları yansıtan hadislerin yayılmasıyla intikal etmiştir. Sözkonusu yayılma sözle ve amelî olmak üzere iki yolla gerçekleşmiştir. Sözle yayılma. Hz. Peygamber (s.a.v.)in bir sözünü duyan veya bir fiilini gören sahabîlerin onu hıfzetmesiyle olmuştur. Böyle bir sözü duyan veya fiili gören sahabi, duyduğunu veya gördüğünü başka sahabile-re de anlatmıştır. Bu şekilde bir rivayet yolunu seçen şahabı Hz, Peygamber'den duyduğunu "semi'tu'n-Nebiyye (s.a.v.) yekûlu, kale Resûlullah (s.a.v.)" gibi eda lafizlanyla başkasına nakletmiş-tir. Gördüğü fiili ise "Ra'eytu'n-Nebiyye (s.a.v.) yef alu keza" (Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şöyle yaparken gördüm) ve benzeri ifadeler kullanarak, kendisinden rivayette bulunana aktarmıştır. Allah Resûlü'nün söylediğini veya yaptığını bizzat görmeyen sahabî, O'nu gören veya duyandan almakla birlikte kendi duymuş yahut görmüş gibi rivayet etmiştir. O da "Kale Resûlullah (s.a.v.) dediğinde (Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlar) demiş gibi olmuştur.
Hadislerin amelî olarak yayılmasına gelince: Hatırlanmalıdır ki Hz. Peygamber (s.a.v.) içinde yaşadığı topluma yeni bir akide, yeni mükellefiyetler; nihayet yeni bir toplum düzeni getirmiştir. Çevresini oluşturan sahabîler, o ana kadar bilmedikleribazı meseleleri öğrenip uygulamakla yükümlüdürler. Onlar için bunları öğrenmenin tek yolu vardır: Hz. Peygamber yaparken görecekler, gördüklerini öğrenip uygulamaya koyacaklardır. Söz gelimi, abdestin nasıl alınacağım Allah Resulü abdest alırken görerek öğreneceklerdir. Namaz kılış şeklini de yine O namaz kılarken gördükleri biçimde öğrenecek uygulamaya imkan bulabileceklerdir, îşte Hz. Peygamberin tebliğ ettiği yeni dinin esaslarını önce kendi yaparak gösterip öğretmesi, hadislerin bu yolla öğrenilmesine neden olmuştur. Özetle tekrar edecek olursak, Hz. Peygain-ber'in sünnetini yansıtan hadislerin işitildiği veya görüldüğü şekilde hıfzedilmesi, onların toplum içinde yayılma imkanı bulmuştur. Ayrıca ameli olarak görülen bir fiil tekrar edildiğinden unutulma ihtimali ortadan kalkmıştır. Hadislerin sağlam bir şekilde nesilden nesile intikali, herşeyden önce onların birkaç sahabî tarafından ezberlenmesi veya uygulama alanına konulmasıyla ı çekleşmiştir. [56]
Hz. Peygamber (s.a.v.) devri İslâm toplum hayatı esasları, Kur'ân-ı Kerim ile Sünnette belirlenmiş bir hayattır. Ancak böyle olmakla birlikte ötedenberi devam eden köklü telakkilerini, birden değiştirmiş sayılamaz. Bunun en açık görüntüsünü toplum içinde kimi sosyal sınıfların bulunuşu verir. Bir başka ifadeyle Hz. Peygamber (s.a.v.), tebliğ ettiği Kur'ân-ı Kerim hükümleri ve bunları hayata aksettiren sünnetle çevresini oluşturan mü'minlerin ferdî ve ictima'î hayatlarını önemli Ölçüde değiştirdiği halde, topluma hakim durumdaki sosyal sınıfları arzu ettiğince kaldıramamıştı. Bunda, kuşkusuz Kur'âni direktiflerin de önemli ölçüde rolü olmuştu. Eklemek gerekirse Yüce Allah'ın tamamen kaldırdığı toplum telakkilerini kaldırmış, hafiflettiklerini ise zamana bırakmıştı. Sözgelimi kardeşliği ideal ölçüde gerçekleştirirken köleliği tam anlamıyla ortadan kaldırmamış, ancak kölelerin hürriyetlerine kavuşmaları doğrultusunda esaslar belirlemişti. [57]
Asr-ı Saadeti bütünüyle ele alacak olursak, toplumsal açıdan en önemli yönünün müslümanlar arasında Kur'ân-ı Kerim paralelinde oluşan kardeşlik ruhu olduğunu görürüz. Bu ruhu oluşturmak üzere önce muhacirleri kardeş yaptığı, daha sonra Medine'ye hicretin ardından Mekkeli muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik ilan ettiği yukarıda geçti. O, müslümanlar arasında kardeşlik bağlarının ne kadar kuvvetli olmasını istese de, toplumda sınıflama tam anlamıyla durdurulamadı. Söz gelişi, Medine islâm toplumu şu gruplardan oluşuyordu:
a) Muhacirler:
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Mekke'den kalkıp, Medine'ye göç eden Mekkeli müslümanlar.
b) Ensâr:
Medine'nin yerli halkından oluşan nıüslumanlar. Gerek muhacirler, gerekse Ensâr arasında da sosyal gruplaşmalar söz konusudur. Bunlar da çeşitli tabakalara ayrılmıştır:
a. Zenginler: Mal varlığı yönünden zengin sayılabilen mü'min-ler. Genelde geçerli olan uygulamaya göre toplum meselelerinde daha çok bunlar söz sahibi olurdu. Ancak, Hz. Peygamber'in uygulamaları eşitlik ilkesine dayandığından, diğer sınıflardan da söz sahibi olanlar çoğaldı.
b. Orta sınıf: Ne zengin, ne fakir sayılan orta tabaka. Bunlar orta halli mü'minlerdir.
c. Yoksullar: Mal varlığı yönünden fakir ve zayıf durumda olanlar. Bunlar daha çok, müslüman olarak Medine'ye gelenler arasında görülürdü. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in emriyle kendilerine Suffe denilen bir barınak yapılmıştı. Mescidu'n-Nebî'nin avlu tarafında bir köşedeki SufFe barınağında, daha çok fakir sahabîler kalırlardı. Genelde Kur'ân ve hadis öğrenmekle meşgul olurlar, içlerinden bazıları hurmalık sulama, odun toplama, su taşıma gibi işlerdle karınlarını doyurmaya çalışırlardı.
d. Köleler ve Cariyeler: Azad edilmiş bile olsalar kölelerle cariyeler ayrı bir alt sınıf oluşturuyorlardı.
Bu vesile ile işaret etmek yerinde olacaktır: islâm, toplum fertlerini birbirlerinden ayırmaz. Hepsini eşit sayar. Toplumun her kesimine onurlu bir hayat nizamı öngörür. Özellikle kardeşlik ve eşitlik ilkeleri, toplumun her kesimini aynı düzeyde kabul eder. Herbirine söz hakkı tanır. Böyle olmakla birlikte alınan bütün tedbirler, toplumdaki sınıflaşmaya tam anlamıyla engel olamamıştır. [58]
Mekke'den Medine'ye göçü takibeden günlerde yapılan iki iş vardır ki, sosyal hayat yönünden son derece önemlidir. Bunlardan birincisi, Mekke'de başlayan müslümanlar arasındaki kardeşliğin devamı olan Muhacir-Ensar kardeşliği, ikincisi ise Medine ya-hudileriyle yapılan anlaşma.
Mekke'de başlayan kardeşlik eşitlik ve hakta birleşme esasına dayanır. Tamamen aynı ideal etrafında birleşme görünümündedir. Medine'de devam eden Muhacir-Ensâr kardeşliği de aynı esasa dayanmıştır. Sosyolojik açıdan bakıldığında, her iki kardeşlik son derece anlamlıdır. Ayrıca toplum hayatı bakımından oldukça önemli sonuçlar vermiştir.
Cahiliye arapları arasında kan bağından başka hiçbir birleştirici ve toplum fertlerinin birlik ve beraberliğini sağlayıcı hiçbir müeyyide yoktur. Bu bakımdan bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından gerçekleştirilen Muhacir-Ensar kardeşliği, kan bağı yerine birleştirici başka müeyyideler koyma ve böylece toplum fertleri arasında birlik ve beraberliği sağlama gayesinin görüntüsü olmuştur
islâm'ın mü'minleri kardeş sayma özelliğinin bir anlamda tatbiki demek olan sözkonusu kardeşlik, her şeyden önce Mekkeli muhacirlerin Medine'ye ısınmalarını sağlamıştır. Evlerinden barklarından, çoluk-çocuklarmdan, hısım-akrabalarmdan, doğup büyüdükleri çevreden, nihayet işlerinden ayrı düşen muhacirlerin ruhlarındaki gariplik duygusunu gidermeye de yaramıştır. Sırf islâm ideali yolunda karşılaştıkları eza ve cefayı unutturmuştur. Ayrıca Kureyş'in düşman bildiği Hz. Peygamber (s.a.v.) ve çevresini oluşturan mü'minleri bağırlarına bastıkları için şimşekleri üzerlerine çeken Ensâr'a da destek vermiştir.
Peygamberimiz, Muhacirlerle Ensâr arasındaki kardeşliği kurarken, her iki taraftan adam öldürenlerin gerektiğinde diyetlerini vermeyi, esir düşenlerin fidyelerini ödemeyi, bir de anlaşmazlıklarda aralarını bulup düzeltmeyi yazılı metinle tesbit etmiştir. Yalnızca bu bile, Asr-ı Saadet'teki sosyal hayatın parlak bir sayfasıdır, insan hakları yönünden getirdiği huzur ve güven ortamı, miladî yedinci asrın ilk çeyreği içinde gerçekten ileri bir atılımdır.
Muhacir-Ensâr kardeşliğinin toplum hayatı açısından bir önemli yararı daha olmuştur. Toplum fertlerinin maddî manevî yardımlaşmasını sağlamıştır. Uygulamada, verasete kadar varmıştır. Açıklamak gerekirse, ölen bir Ensârî'nin terikesine muhacir kardeşi mirasçı olmuştur. Ancak zaman içinde veraset hükmü kaldırılmıştır.
ikinci, Ensâr ile Medine yahudileri arasında yapılan anlaşmaya gelince, bir anlamda vatandaşlık anlaşmasıdır, ilk bakışta siyasîdir. Medine'ye herhangi bir saldırı olduğu takdirde, savunmasına yahudilerin de katkılarını sağlamak; hiç değilse Kureyş'le bir olup herhangi bir zarar vermelerine mani olmak gayesiyle yapılmıştır. Allah Resulü (s.a.v.), Medine'ye göçetmekle işin bitmeyeceğini yakından biliyordu. Kureyş'in peşlerini bırakmayıp er-geç kendilerine saldıracaklarından emindi. Ayrıca Medine yahu-dilerinin, Mekkeli müşriklerle ticari münasebetlerin doğurduğu yakınlık nedeniyle, Medine'ye herhangi bir saldırı olduğu zaman yahudilerin düşmana yardımcı olacaklarının da bilincindeydi. O nedenle bu başarılı anlaşmayı yapmakla, bir taraftan aynı şehirde yaşayanlar arasında yakınlık bağları kurmaya çalışmış, öte yandan ise yahudilerin düşmanla birlik olup mü'minlere zarar vermelerini, veya savaş anında arkadan vurmalarım engellemiştir.
Her iki uygulamanın, ilk îslâm toplumunun sosyal açıdan güçlenmesine önemli katkılar sağladığı kuşkusuzdur. Medine'de ilk iş olarak yapılan Mescidu'n-Nebî'nin de aynı gayeye hizmet ettiğinde şüphe yoktur.
işte, Hz. Peygamber çevresinde hâlelenen mü'minleri kardeş yapıp, o müzminlerden bir grupla aynı şehirde oturan komşuları arasında bir gaye etrafında birleşmelerim sağlamak üzere anlaşma yaparken, toplumda birlik ve beraberliği sağlamada önemli bir adım atmıştır. [59]
İnsanlık tarihi boyunca aile, her toplumun nüvesini oluşturmuştur. Hz. Peygamber zamanında da öyle olmuştur. Ailenin-meşru yoldan kurulması esastır. Öyle olunca fuhuş, zina ve nikâh dışı ilişkiler haram kılınmıştır, islâm'ın getirdiği toplum nizamı içinde anarşiye yer olmadığından, aile müessesesinin meşru biçimde kurulması üzerinde ısrarla durulmuştur, insan neslinin meşru esaslar dahilinde evlenmekle devamı istenmiştir. Kur'ân-ı Kerim, konuyu toplumsal bir vazife olarak görür: "İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zengin kılar. Allah, lütfü bol olandır; (herşeyi hakkıyla bilendir)"[60] âyeti bunu gösterir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) her konuda olduğu gibi evlenme konusunda da son derece titiz bir tutum izlemiştir. O'nun, evlenmenin toplum hayatı açısından taşıdığı önemi gözönüne alarak ailenin meşru yolla kurulmasını bir kaide olarak yerleştirdiği dikkat çekecek kadar açıktır. Özellikle kimsesizleri, yoksulları, köle ve cariyeleri evlendirmek için kolaylıklar getirmiştir. Mehrin hafif tutulmasını emretmesi, mehir olarak verecek bir şeyi olmayanlara yardım edişi bu önemli toplumsal konuya teşvikinin misalleridir. Uygulamada ezberlenen birkaç Kur'ân sûresi, bir çift pabuç, bir demir yüzük gibi basit mehirler karşılığı nikâha izin vermesi ailenin meşru yollarla kurulması sonucu toplum hayatının sağlam temellere oturtulmasından başka bir şey değildir.
Öte yandan "fey" ganimetinden evlilere iki, bekârlara birhisse verdiği meşhurdur. Bu da» evlenmeye teşvikten başka bir şey sayılamaz.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün liderlik vasıflarından, yukarıda değindiğimiz kolaylığı tercih anlaşıldığına göre, toplum hayatının nüvesini oluşturan ailenin teşkilinde teşvik edici bir rol oynamıştır. O'nun bir tek mehrin hafif tutulmasını emrederek evlenmeye teşviki, toplum hayatının huzur ve güven içinde, daha da önemlisi meşru ortamda devam etmesi için, kimi katı kuralları yumuşatması anlamınadır. [61]
Cahiliye devri arapları arasında, en fazla görülen problemlerden başta geleni kan davasıydı. Yerine göre kabileler arasındaki çarpışmalara kadar varan kan davası, toplum düzenini bozan tehlikelerin başında geliyordu.
Hz. Peygamber (s.a.v.), ideal islâm toplumu modeli çizer ve tatbikatta gerçekleştirirken islâm Öncesi dönemlerin sosyal hayatına ağır darbeler indiren kan davalarını da kaldırdı. Tarihî veda haca hutbesinde yer alan konular arasında, kan davalarının kaldırıldığı da vardır. Bu konuda şöyle diyordu: "Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız bu ayımzdaki bu gününüzün bu beldede haram oluşu gibi birbirinize haramdır... Cahiliye devrinin bütün kan davaları kaldırılmıştdır."[62]
Allah Resûlü'nün sözkonusu hutbesinde, kan davalarını kaldırmaya önce akrabası Hişam'm kan davasını kaldırmakla başladığı bilinmektedir. Bunun anlamı, O'nun sosyal hayatı etkileyecek ve toplumu anarşiye sürükleyip fertler arasındaki birlik beraberliği sarsacak kimi hususları, önce kendi akrabalarından başlayarak kaldırması dır. [63]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Kur'ân-ı Kerim ve sünnet doğrultusunda şekillenen Islâmî bir sosyal hayat için gerekli düzenlemeleri yaparken, sosyal kuruluşları da ihmal etmemiştir. Bu cümleden olarak, hicretin hemen ardından ilk iş olarak Medine'de bir mes-cid inşa edilmiştir. Bu mescid îslâm sosyal hayatının merkezi olmuştur. Daha sonra bu mescid, etrafında basit hücreler şeklinde Allah Resûlü'nün aileleriyle birlikte kalacağı barınağı kurulmuştur. Zamanla Mescit avlusunun bir köşesine, ilk kimsesizler yurdu denilebilecek Suffe bina edilmiştir. Medine'ye gelen kimsesiz ve fakir sahabîler buraya yerleşmişlerdir.
Medine'de kurulan ilk teşkilatlar arasında, misafirhaneleri de anmak gerekir. Çeşitli vesilelerle Medine'ye gelen heyetlerin kaldığı bu kuruluşlarda, yerine göre misafirlere yemek de verilmiştir. Sosyal dayanışmanın çağın anlayışını bir hayli geride bırakan bu benzersiz Örneği, sonraları çoğalan vakıf kuruluşlarına da öncelik etmiştir.
Toplum ihtiyaçlarının başında gelen eğitim hizmetlerine ayrılmış kuruluşlar da vardır. Söz gelişi Kur'ân öğretmek üzere belli yerler ayrılmış; buralarda öğretmenler görevlendirilmiştir. Getirilen sadakalar önceleri anında ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı için herhangi bir kuruluşa ihtiyaç göstermemiştir. Ancak zaman içinde, özellikle de yapılan savaşlarda elde edilen ganimetlerin muhafaza altına alınıp dağıtımının yapılacağı yerler ayrılmıştır, ilk devlet hazinesi uygulaması denilebilecek söz konusu yerlerde toplanan ganimet, fey, sadaka gibi malların mücahidlerin hisselerinden artanları bir araya toplanıp ihtiyaca göre oradan harcanmıştır.
Bütün bunların yanısıra, zamanla Medine'de idari teşkilatlanmaya da gidilmiştir. Bugün anladığımız manada olmasa bile
vali, zabıta, tahsildar, pazar yeri denetçisi, müezzin, beytu'1-mal emini resmî denilebilecek hizmetler gören vazifelilerden birkaçıdır. Haliyle bu görevlerde herhangi bir ücret ödenmesi sözkonusu olmamıştır. [64]
Yukarıda, Medine'ye hicreti takibeden günlerde ilk olarak bir-mescit bina edildiğini, bu mescidin islâm sosyal hayatının merkezi olduğunu söylemiştik. Gerçekten Mescidu'n-Nebî (Peygamber Mescidi) adı verilen bu kuruluş, yalnızca ibadet yeri olarak kullanılmamıştır. Aksine çok yönlü toplum hizmetlerinin verildiği yer olmuştur.
Kaynaklarımızın verdikleri bilgilere bakılırsa Mescidu'n-Nebî, önce bir eğitim merkezi olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) genelde namazı kıldırdıktan sonra yüzünü sahabilere döner otururdu. Bazen kendisi bir bahis açar; bir-soru sorar; sahabiîerinin bilgi derecesini ölçerdi. Daha sonra onlara çok kere Kur'ân ayetlerini açıklardı. Bu arada soru soran olursa cevaplardı. Böylece sahabenin eğitilmesini sağlardı. Başta Kur'ân olmak üzere, öğrettikleri daha çok bu yolla olmuştur.
Bunun yanında mescid, işi gücü olmayan kimsesiz ve yoksul sahabilerin dinlenme yeri görevini de yapmıştır. Özellikle çevreden Medine'ye gelen ve orada kalacak yeri olmayan sahabiler, kendileri için Suffe denilen bir yer ayrılıncaya kadarMescit'te kalmışlardır. Burada kalanlar arasında Abdullah b. Ömer gibi durumu iyi olanlar da bulunmuştur. Anılan sahabi bekarken uzun süre Mescidin bir köşesinde kalmıştır.[65]
Medine'ye gelen müslümanlarm ilk indikleri yer Mescidu'n-Nebî'dir. Bunun dışında şûra salonu gibidir. Namaz sonrası toplanılır; Hz. Peygamberin emirleri dinlenir, toplum hayatım ilgilendiren konularda önemli kararlar alınırdı.
Müslümanlar arasında herhangi bir anlaşma olursa, duruşmaları Mescit'te yapılırdı. Bu bakımdan Mescid, adeta bir mahkeme salonu görevi yapardı. Hz. Peygamber'in verdiği hükümler de burada uygulanırdı.
Öte yandan Mescid, harp zamanı hastahane olarak da kullanılmıştır. Nitekim Bedir Savaşından sonra Mescit avlusunda çadırlar kurulmuş; gazilerin yaraları tımar edilmiştir. Ayrıca başta bayram günleri olmak üzere çeşitli zamanlarda Mescit avlusunda gösteriler yapıldığı, oyunlar oynandığı da olmuştur. Bu cümleden olarak Habeşli kölelerin kargılarla oyun oynadıkları; Hz. Aişe ile Peygamberimizin seyrettikleri bilinmektedir.
Bütün bunların yanısıra Mescidu'n-Nebî'de, isteyenin kalkıp hutbe irad ettiği veya şiir söylediği, kimi zaman yitik ilan ettiği de görülmüştür.
Şu hale göre, îslâm Toplum hayatının gerektirdiği ilk kuruluş olan Medine Mescidi yalnızca ibadet yeri olarak kalmamış, çok yönlü hizmetlerin verildiği yer olarak islâm Sosyal hayatının merkezi niteliği kazanmıştır. [66]
Özellikle Peygamberlik devrinin Medine döneminde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir toplumu meydana getiren esasları sahabe arasında yerleştirip düzenli ve teşkilatlı bir toplum haline getirdiği inkâr edilemez bir gerçektir. Kısacası O, dağınık, göçebe hayatı yaşayan araplan düzenli bir toplum haline getirerek, cemaatten cemiyet hayatın geçmelerini sağlamıştır.
Sosyolojik açıdan bir toplumu meydana getiren faktörler din, dil, ideal, kültür, aile, içtimai ahlak, hukuk ve adalet gibi müeyyidelerdir. Ayrıca bir grup müeyyide daha vardır ki toplum hayatına yön verirler. Eğitim, idare, siyaset, iktisad, kaza bu konuda ilk akla gelenlerdir.
Allah Resulünün düzenli, teşkilatlı ve gerçekten saadet asrı dedirten zaman içindeki toplumun oluşmasında, üzerinde ısrarla durduğu faktörlerin bellibaşlıları şunlardır: [67]
islâm öncesi Araplar arasında dinî hayat düzenli olmaktan ziyade karışık, putperestliğin hakim olduğu bir hayattır, inanç esasları, daha önceki semavî dinlerden arta kalan bazı tevhid inancı kırıntıları taşımakla birlikte tahrif edilerek hurafe şekline girmiş şekildedir. Bir kısmı tahrif edilmiş şekliyle toplum hayatına girmiş âdet ve anane şeklini almıştır.
Hz. Peygamber (s.a.vjin tebliğ ettiği dinî hayatın esasını, tevhid akidesi oluşturur. Kur'ân-ı Kerim kaynaklı bu kaide, kendisinden başka ilah olmayan bir tek Allah'a inanmak, O'na kulluk etmek esasında özetlenir. Allah Resulü, bu akideyle birlikte O'na bağlı inanç esaslarını da getirmiştir. Sözkonusu inanç sisteminin Özünü teşkil eden risalet", nübüvvet, âhiret, melek, öldükten sonra dirilme, kader itikadı gibi konular tevhid akidesinin tabii bir sonucu olarak konulmuş esaslardır, islâm öncesi topluluklarda genelde görülmeyen veya değişik şekiller almış bu esasları getiren Allah Resulü (s.a.v.), cahiliyenin dağınık inançlarını tevhid esa-s .nda derli toplu bir biçimde vaz etmiş olmaktadır.
Diğer taraftan, cahiliye devri araplan arasında Allah'ı insan şeklinde tasavvur etmek, tenasüh yani ruhun başkasına geçmesi, melekleri Allah'ın kızları saymak gibi sapık inançlar da vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunları kaldırmıştır.
Dinî hayatın tabii bir neticesi olan ibadet, cahiliye araplarm-da putlara tapınmak şeklindedir. îslâm, önce ibadeti tevhid kalıbına sokmuş ve yalnızca Allah için ibadet esasım getirmiştir. Haliyle putlarla ilgili bütün âdetler ilga edilmiştir. Kurban, bu konuda önemli bir misal oluşturur. Önceleri putlara kurban kesilmekteyken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tebliğ ettiği ibadet sistemi içinde yalnızca Allah için kurban kesilir olmuştur.
Cahiliye devrinde aşura orucundan başka bir oruç yoktur, islâm ibadet esasları arasında bu ibadet, Ramazan ayına münhasır bir ibadet haline gelmiştir. Ayrıca cahiliye devrinde daha çok putlar adına yapılan Kabe ziyareti islâm döneminde tevhid esası etrafındaki bir ibadet şekline gelmiştir.
islâm öncesi araplar arasında malî ibadet yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tebliğ ettiği esaslar arasında, zekât ve sadaka önemli bir yer tutar.
Sonuç olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tebliğ ettiği dinî esaslar »tevhid potasında erimiştir. Tebliğ edilen akâid sistemi Önce iti-kad ve ibadet esaslarına, bir de Allah inancına açıklık getirmiştir. Bu esasların önemli bir özelliği, birleştirici oluşlarının yanında sosyal hayatı düzenleyici karakterdedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ebedî âleme göç edişinin ardından, fetihler sonucu yeni kültürlerle karşılaşma islâm akaidinde kimi meselelerin tartışma kapısını açmış, bazı meselelerde sapmalar meydana gelmiştir. Konuya değinen hocamız Prof.Dr.Talât Koçyiğit bu konuda şunları söylemektedir:
"İslâmî fetihlerin artmasından sonra müslüman topluluk, muhtelif din ve mezheplerde birçok kavimlerle karşılaşmıştır. Bu kavimlerden birçoğu ve belki de hepsi islâm'a girmiş olmakla beraber, daha evvelki dinî duygu ve düşüncelerinden sıyrılamamış, bunları islâm akaidi ile birleştirerek yeni ve tabiatıyla islâm dışı akideler vücuda getirmişlerdir. Bu durum İslâm'a kasdeden taifenin faaliyetini fazlasıyla kolaylaştırmış, bir taraftan ihtilal ateşi körüklenirken, diğer taraftan eski din ve mezhep akideleri yeniden canlandırılarak, bunlara îslâmî bir renk vermeye çalışılmıştır. Eski itikadlarimn tesirinden henüz kurtulamayan bazı müslümanlar ise, daha evvelki akidelerinin îslâmî bir renge bürünmüş olarak karşılarına çıkması halinde, onları kabullenmekte tereddüt göstermemişlerdir. Şia, böyle bir gelişmenin en güzel örneğini teşkil eder."[68]
Verilen bu bilgi göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tebliğ ederek yerleştirdiği tevhid asıllı islâm akaid sistemi, ebedî aleme göçetmesi üzerine ve kültür çatışması sonucu iyiden iyiye sarsılmıştır. Böyle bir sonuç, herşeyden önce toplum birliğini de sarsmıştır. Mezhepler ve gruplar arası çatışmalar hep bu sarsıntının sonucudur. [69]
Hz. Peygamber (s.a.v.), Peygamberlik görevini yerine getirirken, kendisine belli bir hedef tayin etmişmiydi; öteki deyişiyle hangi ideali gerçekleştirmek peşindeydi?
Sosyoloji ilminin, bir toplumun oluşması için şart gördüğü idealin, îlk islâm toplumu için ne olabileceğim tayin etmek cidden zordur. Öteki deyişiyle yukarıdaki sorulara açık ve net cevaplar vermek pek kolay değildir. Ne var "ki Allah Resûlü'nün ilk müslü-manları cemaat hayatından cemiyet hayatına getirirken, bazı noktaları hedef aldığını söylemek mümkündür.
Kur'ân-ı Kerim, çeşitli âyetlerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in risalet vazifesiyle gönderilişindeki hikmeti açıklamıştır. Nitekim bir ayette şöyle Duyurulmuştur: "(islâm Dini'ni) bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini doğruluk rehberi ve hak dini ile gönderen O (Allah) tır."[70]
Bir başka ayette, mü'minlere savaşmaları emrolunurken açıklanan hedef oldukça ilginçtir: "Onlarla savaşın. Ta ki fitneye sebep olmasınlar. Din de Allah'ın olsun."[71]
îlk İslâm toplumunu oluşturan sahabîlerden bahseden ayetlerin bir kısmında, o toplumu oluşturanların iyiliği emreden, kötülüklere engel olan.kişiler olduklarına işaret edilir: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükleri Önlersiniz. Allah'a da inanırsınız."[72] Diğer taraftan "İçinizde hayra çağıran; iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk olsun."[73]
Bu ayetlerde görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.v.), çevresini oluşturan toplum içinde tevhidi gerçekleştirerek yeryüzündeki en mükemmel dini tesis edecek, toplumda anarşiyi önleyecek, bu uğurda gerekirse savaşacaktır. Ayrıca faziletin yayılmasını, her-türlü kötülüğe mani olunmasını sağlayacak sosyal denetim müeyyidesini yerleştirecektir. Ondan bize kadar gelen haberler arasında bu hedefleri sağlamayı kendisine ideal edindiği görülür. Mesela bir hadisinde tevhidi gerçekleştirme idealini şöyle belirtmiştir: "Ben, Allah'tan başka ilah bulunmadığına; Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanıncaya kadar btün insanlarla savaşmakla emrolundum."[74]
Kendisim topluma tanıttığı bir hadisinde de aynı konuya yer vermiştir: "Size bir peygamber geldi. O asla aciz, zayıf ve tembel değildir. Vazifesi, "Allah'tan başka ilah yoktur." denilinceye kadar mühürlü kalpleri, kör gözleri, sağır kulakları açmak, sapık âdetleri düzeltmektir."[75]
Medine'ye hicreti hazırlayan Akabe bey'atlarmda kararlaştırılan hususlar, toplumda huzur ve güvenin sağlanabilmesi için hedef alman kimi hususlara işaretten hali değildir: "Ubade b. es-Samit anlatmıştır: "Biz, iyi ve kötü günlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e can-baş üzere itaat edeceğimize, nerede olursak olalım işlerimizde hakkı esas alacağımıza, Allah yolunda kimseden korka-mayacağımıza dair bey'at ettik."[76]
Hz. Peygamber (s.a.v.), İslâm dininin geleceğinden sözederken şu dikkate değer açıklamayı yapmıştır: "Allah bu işi kemale erdirecektir. Öyle ki bir süvari (kadın) Allah'tan başka kimseden, koyununu kurt kapmasından korkmadan San'a'dan Hadre-mevt'e gidebilecektir."[77]
Şu hale göre açıkça beyan edilmemiş olmakla birlikte, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in peygamberlik vazifesini yerine getirirken Önce Tevhid'i gerçekleştirmeyi, îman, ibadet, ahlâk, muamelat ve ceza hukuk açısından en üstün dini yaymayı, toplum içinde fitneyi ve fitneye sebep olabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı, toplumu oluşturan insanların nerede islâm'ın ruhuna uygun bir iyilik görürlerse onun yayılmasına çalışmalarını, buna karşılık kötülüğü elbirliğiyle önlemelerim, İslâm'ın hakim olduğu heryerde huzur ve can güvenliğinin olmasını hedef aldığı söylenebilir. Bu yüce idealler, kendi zamanında önemli ölçüde gerçekleşmiştir. [78]
İslâm öncesi devrede sistemli bir aile düzeni yoktur. Bunun başlıca sebebi, o devrede kadınlara ve kız çocuklarına itibar edilmemesidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) diğer Islâmî esaslar olduğu gibi aile hayatını da düzenleyici hükümler getirmiştir. Onun getirdiği esaslar, bütünüyle pederşahî aile modelini öngörür. Buna göre aile reisi babadır. Baba, tüm aile fertlerinden sorumludur. Çocuklar aileyi bütünleyen unsurlardır. Erkek, kızdan ayırdedi-lemez.
Burada bir önemli noktaya işaret etmek gerekir. Hz. Peygamber'in getirdiği aile düzeni içinde erkeğin aile reisi sayılarak tüm aileden sorumlu olması, kadımn aile hayatında yeri yoktur manasına alınamaz. Öteki deyişiyle toplumun huzur ve güven ortamı içinde fonksiyonlarını icra etmesini hedefleyen Islâmî nizam içinde, kadına yer olmadığını söylemek doğru olmadığı gibi islâm adına büyük haksızlıktır. Her toplumun vazgeçilmez unsuru olan kadının, toplum hayatını düzenleyen Islâmî esaslar arasında yer almaması mümkün değildir.
Kur'ân-ı Kerim'de evlenme, boşanma, mehir, miras, iddet, emzirme ve kazf gibi birinci derecede kadınlarla ilgili konularda açık hükümler getirilmiştir. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.v.) öğreti, tavsiye ve uygulamalarıyla toplumun bu kesimiyle ilgili önemli esaslar vaz etmiştir. Bunun yamsıra toplumun bu vazgeçilemez kesimine iyi davrananların, ümmetin hayırlıları olduğunu vurgulamıştır. Tatbikatta ise mehri kolaylaştırarak, kadının tek erkekle evlenmesi mecburiyetini getirerek, buna karşılık erkeğin evlenebileceği kadın sayısını sınırlandırıp, böyle bir evliliği gerçekleştirilmesi güç şartlara bağlayarak, boşanmayı güçleştirerek, nihayet kadına miras ve toplum içinde söz hakkı tanıyarak toplumun bu kesimine onurlu bir hayatın kapılarını açmıştır. Bilhassa kadına hiçbir değer verilmeyen arap toplumunda bu kesimin hak ve mes'uliyetlerinin tayin edilmesi, önemli bir atılımdır. Dahası, Hz. Ömer'in deyişiyle cahiliyede adam yerine konulmayan kadınların, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği îslâmî toplum nizamı içinde pek çok konularda söz hakkına sahip olup erkeklerle birlikte toplum faaliyetlerine katılmaları, çağın ölçülerini hayli aşan ileri bir hamledir. [79]
İslâm öncesi devre arap topluluklarının kültürü, puta tapıcı-lık ve kabile asabiyeti etrafında şekillenmiş bir kültür idi. Malzemesini, genellikle putlar, şiir, ensab, kabile menkıbeleri, savaş menakıbi, civar kabilelerle ilişkiler, şecaat ve kabile şerefi ile Öğünmeler, tıp ve asronomi gibi aklî ilimlere dair basit ve tecrübeyle elde edilmiş bilgiler oluşturuyordu.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çevresini oluşturan sahabe îslâm ile yeni bir dünya görüşüyle, yeni bir hayat nizamıyla karşılaştıkları gibi kendilerine yepyeni ufuklar açan, onları yepyeni bir medeniyetin eşiğine getiren kültürle de karşılaştılar. Bu kültürün en bariz özelliği dinî esaslar etrafında şekillenmesidir. Odağı Kur'ân-ı Kerim'in Sahabe, Hz. Peygamber'in ilme teşvikiyle Kur'ân merkezinde oluşan ilimleri büyük bir şevk içinde öğrenmişlerdir. Onlardan Hz. Ali kaza, Muaz b. Cebel helal ve haram, Zeyd b. Sabit fera-iz ve ganimet hakları; Übey b. KaTs kıraat dallarında uzman haline gelmişlerdir. Aralarında lügat, nahiv, ensab, tarih, tıp, astronomi, hesap gibi naklî ve aklî ilimlerde söz sahibi olanlar bir hayli yekûn tutar. Bununla birlikte Asr-ı Saadet'te, îslâmî toplum kültürünün ağırlığı dinî ilimlerdedir. Bu açıdan bakılırsa KurJân~ı Kerim kıraati ve tefsiri, hadis rivayeti, dinî hükümler, helal ve haram, daha sonra ortaya çıkan meseleler hakkında verilmiş fetvalar toplum içinde en fazla rağbet gören konulardır. Denilebilir ki, cahiliye devri kültürünün mühim bir bölümü olan şiir bile dinî konulara kaymıştır. Ayrıca şiirde ve dilde Kur'ân-ı Kerim üslubu hakim olmuştur.'Bu devrede müşrik şairlerin bile, ilâhî nazım üslubundan kendilerini kurtaramadıklarını görülür. Yine îslâm öncesi devrede toplumda fazlaca görülen medhin, Hz. Peygamber ve sahabileri medhe, tasvirin ise Cennet ve Cehennem gibi dinî konulara kaydığı açıkça belli olur.
Diğer taraftan dinî ağırlıklı kültür, toplum kültürüne azab, sevab, hesap, ba's gibi yeni kavramlar getirmiştir. Bu ve diğer bazı kavramlar kültür içinde yer edince îslâm önceki dönemde bilinen manalarından farklı manalar kazanmıştır. [80]
Cahiliye devrinde Arap Yarımadası içinde yaşayan topluluklar arasında düzenli bir hukuk sistemi yoktur. Hukuki konulardaki uygulamalar tamamen örf ve âdete dayanır. Hz. Peygamber (s.a.v.), îslâm toplumunun ferdî ve toplumsal hayatını tanzim edecek esasları vaz ederken, hukukî esasları da koymuş ve yerleştirmiştir.
îslâmî sosyal hayatın hukukî esasları, daha çok Peygamberliğin Medine döneminde vaz edilmiştir. Bu arada evlenme, boşanma, miras, alışveriş, borçlanma, kira, diyet, kısas, ortaklık ve daha pekçok konular hükme bağlanmıştır. Bunların yanında ziraat, toprak, su, sulama gibi yerleşik toplum hayatını ilgilendiren konular belli prensiplere bağlanmıştır.
îslâm sosyal hayatını tanzim eden hukuki esasların kaynağı vahiy ve sünnettir. İslâm'ın bu iki kaynağının koyduğu hukukî esaslarda, sosyal olaylardaki devamlılığın yamsıra, toplum ihtiyaçlarının büyük rolü olmuştur. Şöyle ki, îslâm öncesi devre sosyal hayatında yer alan pek çok konu Hz. Peygamber (s.a.v.)'e sorulmuştur. Sorulan sorulara yerine göre konuyla ilgili inen âyet hükmünce veya âyetle cevap vermiş; âyetin inmediği hallerde ise, Hz. Peygamber kendince cevaplar vermiştir. Bazen de herhangi bir soru bahis konusu olmadan gerek inen ayetlerle, gerekse Hz. Peygamber (s.a.v.)'in açıklamaları ile İslâm Hukuk sistemi oluşmuştur. Söz konusu sistemin kolaylaştıncılık, Hakka riayet etmeye teşvik, niyeti ön plana alma, eşitlik ve nihayet şahsî mes'uli-yet ilkesini önplana alma gibi hukuk tarihinin çehresini değiştiren ileri atılımları vardır. [81]
Yukarıdan beri yapılan açıklamalar göstermiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v.), bir toplumun oluşmasına tesir eden sosyolojik amilleri çevresini oluşturan ilk müslümanlar arasında uygulamış ve insanlık tarihi içinde pek az rastlanan huzur, güven, birlik, sorumluluk gibi esaslara dayanan ideal bir toplum meydana getirmiştir. O nedenle, böyle bir toplumun ortaya çıktığı döneme Asr-ı Saadet demek çok haklı ve doğru olarak, âdet haline gelmiştir. [82]
Kur'ân-ı Kerîm
Buharı, Muhammed b. ismail el-Buharî, el-Camiu's-Sahih, 1-8 İstanbul 1315
Darimî, Abdullah b. Abdirrahman ed-Darımî, Sunenu'd-Darimî, 1-2, Beyrut, tarihsiz.
İbn Mace Muhammed b. Yezid el-Kazvinî Sünen îbni Mace, Tah. Muhammed Fuad Abdulbakî, 1-2, Kahire, tarihsiz.
Dr. Mücteba Uğur, Hicrî Birinci Asırda îslâm Toplumu, İstanbul 1980
Müslim Îbnu'l-Haccac el-Kuşeyrî, Sahihu Müslim, 1-8, İstanbul 1329-1333
Ahmed b. Hanbel, el-Musned, 1-6, Mısır 1313
Prof.Dr. Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasında Münakaşalar, Ankara 1969
Ahmed b. Şu'ayb en-Nese'î, Sunenu'n-Nese'î, 1-8, Kahire 1964 Süleyman Ibnul-Eş'asi's-Sicistanî, Sünen Ebî Davud, Tah. M.
Muhyiddin Abdulhamid, 1-4, Beyrut tarihsiz. Muhammed b. İsa et-Tirmizî, eş-Şema'ilu'n-Nebeviyye ve'l-
Hasa'isu'l-Mustafaviyye, İstanbul, 1264. lyad b. Musa el-Yahsubî, Kitâbu'ş-Şifâ bi-Ta'rifi Hukuki'l-Musta-
fa, 1-2, istanbul, 1325 Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl, Usûlu's-Serahsî, 1-2, Kahire
1372.
M. SAİT 1951 Yılında Mardin'de doğdu. İlkokulu Cey-ŞİMŞEK lanpmar'da I.H.L.ni Diyarbakır'da okudu. 1973 yılında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1977 yılında Konya Yüksek İslâm Enstitüsüne Arapça Asistanı olarak atandı. 1981 yılın-v da "Akkad'ınHayatı, Fikirleri ve Eserleri" konulu asistanlık tezini hazırladı. 1985 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsüne bağlı olarak "Cahız ve Eserlerindeki Kur'ân ve Tefsirine Ait Görüşleri" konusunda doktora tezi hazırladı. 1987 yılında Tefsir anabilim dalında doçent oldu. Halen Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. [83]
[1] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/153-154.
[2] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/155-157.
[3] el,Enbiyâ sûresi, 21/107.
[4] el-Kehf sûresi, 18/110; el-Fussilet sûresi, 416..
[5] Buharı, Salat, 1/105; Müslim, Mesacid, 2/84..
[6] Buhari, Mezalim, 3/101; Hiyel, 8/62; Ahkâm, 8/112,116,117; Müslim, Akdiye, 5/128.
[7] el-Ahzâb sûresi, 33/21.
[8] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/159-160.
[9] et-Tevbe, 9/128..
[10] Âl-i îmran, 3/159.
[11] el-Enbiyâ, 21/107.
[12] eş-Şûrâ, 26/215.
[13] eş-Şemâil, 107.
[14] Buharî, Buyu, 3/21; Tefsir, 6/44, 5; Darimî, 1/4; Müsned, 2/174.
[15] îbn Mace, 36, Fiten 23:2/1336; Müsned, 36179, 206.
[16] Buharî, Edeb, 7/94.
[17] Buharî, Meğazî, 5/105, 6; Edeb; 7/96, Müslim, Zekât, 3/109; Müsned, 1/380.
[18] eş-Şifâ, 1/84..
[19] A.g.e., 1/101.
[20] Buharı, Bedu'l-Vahy, 1/3; Tefsir, 6/88; Ta'bîr, 8/67; Müslim, İmân, 1/97; Müsned, 6/223, 233..
[21] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/160-165.
[22] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/165.
[23] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/166.
[24] Müslim, Salâtu'l-musâfırîn, 2/189.
[25] Buharî, Duâu'n-Nebî ile'l-îslâm, 4/24; Temenni, 8/130.
Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/166.
[26] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/167.
[27] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/167-168.
[28] Müslim, el-Cihâd ve's-Siyer, 5/441.
[29] Buharî, Menakıb, 4/166; Edeb, 8/16; Müslim, Fedâ'il, 7/118.
[30] el-Bakara, 2/185.
[31] en-Nevevî, Şerhu Müslim, 4/335.
Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/168-170.
[32] Sünen Ebî Davud, Hudûd, 8/16.
[33] A.g.e., Diyat, 4/168; Nese'î, Kasame, 8/17.
[34] Buharı, Sulh, 3/169; Tefsir, 5/154; 188; Müslim, Kasâme, 5/106.
[35] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/169-171.
[36] Müslim, Fedâ'il, 7/74.
[37] Aynı Eser, 7/75.
[38] İslâm Toplumu, 45.
[39] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/171-172.
[40] A.g.e.,Xve45,6.
[41] el-Kehf, 18/110; el-Fussüet, 41/6..
[42] es-Sebe 34/28.
[43] el-Muzzemmil, 73/15.
[44] A1-İîmrân, 3/164..
[45] el-A'râf, 7/157.
[46] el-Mâ'ide,5/67..
[47] en-Nahl, 16/44.
[48] el-Câsiye, 45/18.
[49] el-Mâide, 5/49..
[50] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/173-175.
[51] Usûlü's-Serahsî, 1/113.
[52] A.g.e., aynı yer.
[53] Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu, Klasik Sünnet Tanımlarının Eleştirisi, Islâmî Araştırmalar Dergisi, Ocak 1991, s. 21.
[54] el-Medhal li-Dirâseti's-Sunneti'n-Nebeviyye, Kahire 1411/1991.
[55] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/175-181.
[56] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/181-182.
[57] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/183.
[58] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/183-184.
[59] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/184-186.
[60] en-Nûr, 24/32..
[61] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/186-187.
[62] Buharî, İlm, 1/24; Hac, 2/191, Meğazî, 5/126, Edahî, 5/235; Edeb, 7/83, 4; Hudûd, 8/15,6; Fiten, 8/91; Tevhid, 8/186; Müslim, Hac, 4/41; Kasame, -5/108, 9.
[63] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/187-188.
[64] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/188-189.
[65] Buharı, Salât, 1/114; Nese'î, Mesacid, 2/39.
[66] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/189-190.
[67] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/191.
[68] Münakaşalar, 34,5.
[69] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/191-193.
[70] et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/61; es-Saf, 61/9.
[71] el-Bakara, 2/193; el-Enfal, 8/39.
[72] Al-İmrân, 3/111.
[73] Al-i İmrân, 3/104..
[74] Buharı, Zekât, 2/109; î'tisâm, 8/140,162; Müslim, İman, 1/38; Nebe'î, Zekat, 5/10.
[75] Darimî, muk, 1/6..
[76] Buharı, Ahkam, 8/122; Müslim, îmare, 6/116.
[77] Buharı, Menakıb: 4/180, 239; Müsned, 4/257, 5/395.
[78] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/193-195.
[79] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/195-196.
[80] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/196-197.
[81] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/197-198.
[82] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/198.
[83] Doç. Dr. Mücteba Uğur, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/199.