ASR-I SAADET'TE HALK İNANÇLARI
DİNÎ HAYATLA İLGİLİ HALK İNANÇLARI
2. Ehli Kitap (:Yahudiler Ve Hıristiyanlar)
A. Gök Cisimlerini Ortak Koşanlar
B. Melek-Cin-Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Ortak Koşanlar:
C. Tabiat Varlıklarını Ortak Koşanlar:
B- Melek-Cin Ve Şeytan İnancı:
3.CahiIiyede Cin Ve Şeytan İnancı:
4-Hadislerde Cin Ve Şeytan İnancı:
D- Bas (Öldükten Sonra Tekrar Dîrilme) İnancı
1. Câhiliyede Öldükten Sonra Dirilme İnancı
2. Hadislerde Öldükten Sonra Tekrar Dirilme İnancı
E- Gök Cisimleri Hakkındaki İnançları
2.Hadislerde Gök Cisimleri İle İlgili İnançlar
1. Câhiliyede Mekke Ve Kabe Kutsallığı
2.Hadislerde Mekke Ve Kabe Kutsallığı
K- Ölüm Ve Ölüm Ötesi Île Ilgilî İnançlar
SOSYAL HAYATLA İLGİLİ HALK İNANÇLARI
A) Câhiliyede Baykuş Ötmesi İnancı
B) Hadislerde Baykuş Ötmesi İnancı:
3. Kadın Ev Ve Atin Uğursuzluğu:
A) Câhiliyede Kadın, Ev Ve Atın Uğursuzluğu İnancı
B) Hadislerde Kadın, Ev Ve Atın Uğursuzluk İnancı
4. Köpek Uluması Ve Merkep Anırmasının Uğursuzluğu İnancı
A) Köpek Uluması Ve Merkep Anırmasının Uğursuzluğu Hakkında Câhiliye İnancı
B) Hadislerde Köpek Uluması Ve Merkep Anırması İnancı
C) Câhiliyede Fare Hakkındaki İnanç
Câhiliyede Uğur Sayılan Bazı İnanç Öğeleri:
A) Câhiliyede Göz Seğirmesi İnancı:
B) Hadislerde Göz Seğirmesi İnancı
D) Hadislerde Çocuğu Yaşamayan Kadının Uğur Sayma İnancı
Hz. Peygamber'e Sihir Yapılmış Mıdır?
F- Cahîlîyede Evlilikle Ilgîlı Bazı İnançlar:
G- Yiyecek Ve İçecekler Île Îlgîlî Bazı Cahîlîye İnançları
H- Yolculukla İlgili Bazı Cahilîye İnançları
A. CAHİLİYEDEKİ HALK İNANÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Sosyal Hayatla İlgili Halk İnançları:
Dinî Hayatla İlgili Halk İnançları:
Hz. Peygamber'in İlga Ettiği (Kaldırdığı) Halk İnançları:
Hz. Peygamber'in Islah Ettiği Halk İnançları:
B. İSLÂM KÜLTÜRÜNÜN OLUŞMASINDA HİCAZ BÖLGESİ HALK İNANÇLARI
Ali Çelik 1957 Yılında Kütahya'da doğdu. Kütahya I.H.L.ni bitirdikten sonra 1979 yılında İzmir Yüksek îslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1987 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezini bitirdi. 1987'de "Hadis'lerde Fitne Kavramı" konulu yüksek lisans çalışmasını, 1994'te de "Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Bölgesinde Halk İnançları" konulu doktora tezini hazırladı. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatında değişik görevlerde bulundu. Halen Manisa'nın Salihli ilçesinde müftülük görevini yürütmektedir. [1]
Milâdî VII. asrın başlarında Hicaz bölgesi sakinlerinin dînî hayatları ve bununla ilgili inançları son derece karmaşıktır. Bununla birlikte, inançlarındaki belli özellikler nedeniyle, birbirlerinden ayrılabilen kimseler ve grublar bulunmaktaydı: Sözgelimi Allah'a inanan, öldükten sonra dirilmeyi kabuî eden, Allah'ın emirlerine uyanları mükafatlandıracağı, karşı gelenleri cezalandıracağı inanana sahip olan "Muvahhidler" olduğu gibi, her şeyin tabiattan olduğunu inanan "Dehrîler", Allah'a inanmakla birlikte aracı olarak putlara inanan "putperestler", Zerdüştlüğe, Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe meyledenler bulunmaktaydı.[2]
Konu incelendiği zaman, dînî hayatın mihverini teşkil eden "Tanrı" inancının bazen, Tek Tanrıcı (:Monoteist) Özellikler gösterdiği -bir takım sapmalar olmasına rağmen- bazen de çok Tanrıcı (:Politeist) Özellikler gösterdiği, her iki düşüncenin de çok belirgin izlerinin bulunduğu göze çarpmaktadır. Bunları ana hatlarıyla görmeye çalışalım. Çünkü Dînî hayatla ilgili Halk inançlarının hemen çoğu, dînî inançlardaki sapmalardan doğmuştur. Bu açıdan konumuz yakından ilgilidir. [3]
Câhiliye Araplarmdan bir kısmı Hz. ibrahim dinine bağlı kalmışlardı[4] Allah'a inanan, ölmüş hayvan eti, kan, dikili taşlara kesilmiş kurban eti yemeyen, şarap içmeyen, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyen [5]ve "Hanifler olarak bilinen bu muvahhid insanlar, Hicaz bölgesinde, içinde yaşadıkları toplumun gidişatını ve inançlarını beğenmiyerek, onlardan uzak duruyorlar, zaman zaman da onları eleştiriyorlardı. Bunlar Hz. ibrahim dînînin gelenekleri olması muhtemel bir takım âdetleri yaşatmakla tanınmış kimselerdi.[6]
Bunlar bir grub veya cemaat oluşturmuş değillerdi. Fakat putlara tapmayan, haksızlıklara rıza gosteımeyen faziletli insanlardı. Câhiliye devrinin büyük şairlerinden Züheyr bin Ebi Sulma el-Müzenî (Ö.609 m.) 'nin şu iki beyiti incelediği zaman, kendisindeki Tanrı inancının tam bir Hanif inancı olduğu anlaşılır:
'İçinizdeki şeyleri gizlemeye çalışmayın. Ne kadar gizlense Allah onları bilir, (yaptığınız şeylerin cezası) Ertelenir, bir kitaba konur, ya da hesap günü için saklanır veya hesabı çabuk görülür, intikam alınır."[7]
Câhiliye dönemi muvahhidleri arasında en çok bilinenleri, Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Kus bin Saide gibi kimselerdi. Allah'ın varlığına inanan ve onun varlığını itiraf eden bu kimseler, Hz. ibrahim ve Hz. ismail'in şeriatı üzerine Kabe'yi tavaf eden hac ve Umre yapan, Arafatta vakfeye duran, telbiyede bulunan kimselerdi. [8] Bunlardan bazıları, halkın durumunu zaman zaman eleştirirlerdi, îbn ishak (Ö.151/768) onlardan bir grubun düşüncelerini şöyle nakleder:
"Kureşli bir kaç kişi, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Vakara bin Nevfel, Osman bin Huveyris, Ubeydullah bin Cahş, bir bayramda Kureyşliler, putların yanında kurban keserlerken onları izliyorlardı. Bir ara bu bir kaç kişi, başbaşa verip birbirlerine: "Birbirinize dost olun, kavmimiz hiç doğru yolda değildir, ibrahim dînînden ayrıldılar. Ona muhalefet ettiler. Ne zarar ne de fayda vermeyen hiç bir puta tapılmaz. Kendinize yeni bir din arayın," dedi. Bunun üzerine yeni bir din aramak için yola çıktılar. Bunlar yeni bir dinden ziyade, Ehl-i Kitap içinde Hz. İbrahim dînîni, Hanifliği bulmak için yollara düşmüşlerdi.[9]
Anlaşılan şu ki, Câhiliye döneminde Hz. ibrahim'in dînîne sahip çıkmayı gaye edinmiş kimseler, o dînin bütün esaslarını biliyor ve yaşıyor değillerdi. Belki inanç ve ibadetleri, bölgedeki diğer itikâdî ve amelî düşüncelerin, hatta Hıristiyanlık ve Yahudiliğin etkisinde kalmıştı. Ama bilinen şu ki, atalarının dîni demek olan Haniflik, onlar için esastı. Onlar inanç yönünden Muvahhid insanlardı ve bunu korumak gayreti içindeydiler. [10]
Islâmm ortaya çıktığı dönemde Arap yarımadasının dört köşesinde Yahudileri görmekteyiz. Yahudilerin Hicaz'a ne zaman ve nereden geldikleri hakkında değişik görüşler ileri sürülmektedir. En kuvvetli görüş :Milâdî birinci asırda Romanın Suriye ve Mısır hakimiyetinin ardından, birinci ve ikinci asırlarda Şam'dan ayrılmaya başladıkları yolundadır. Roma'nın Yahudilere ve Sami devletine yaptığı baskı, Yahudileri Roma'nın hakimiyetinden uzak Arap yarımadasına göçe zorladı.
Yahudilerin Hicaz'a göçleri, imparator Teytus'a karşı (M.S.70) yılında yaptıkları direnişin zayıflamasından sonra artmaya başladı. (M.S. 132-135) yılları arasında, imparator Hader-yan'a karşı giriştikleri devrimde de başarılı olamayınca, kaçanlar Yesrib'e kadar geldiler.[11]
Yahudiler, Mekke'de yerleşik olarak hemen hemen yoktu denilebilir. Ancak Hicaz bölgesinin değişik yerlerinde her yıl düzenlenen fuarlarda, bilhassa Ukaz'da, sadece ticarî malları satarken değil, aynı zamanda kendilerini, saklanmış veya kaybolmuş şeylerin nerede olduklarını bilen, yahut istikbali okuyan Kâhinler olarak takdim eden ve bundan da pek güzel para kazanan insanlar olarak görmekteyiz.[12]
Bunlar "Ehli kitap" bir ulus olarak, okuma yazmadan nasibini almamış, gönlü saf bedeviler üzerinde özel bir nüfuz ve itibar kazanmış durumdaydılar.[13]
Yahudiler esas itibariyle Muvahhid olmalarına rağmen, Allah inancı konusundaki yanlış düşüncelerinden dolayı sapıtmışlar ve Tevhid'i zedelemişlerdir. Bu husus Kur'an-ı Kerimde çok açık olarak ifade edilmiştir: Allah'a çocuk isnad ediyorlar, "Uzeyr Allah'ın oğlu" diyorlardı.[14] Allah'a fakirlik isnad ediyorlar, "Allah'ın eli bağlıdır" diyorlardı.[15]
Allah'ı cimrilikle vasfediyorladı. Haham, Rahip gibi din adamlarını, Allah'tan başka Rabler edinmişler [16], Kutsal kitapları, Tevrat hükümleriyle amel etmeyi bırakarak, peygamberleri öldürmeye kalkmışlardı,[17] Kur'an'ın ifadesiyle: "Allah'ın gazabına uğramış"[18] bir millet olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Cebrail (a.s)'ı sevmeyen,[19] kendilerine, ahirette çok az azab dokunacağını iddia eden[20] Yahudiler, bu, benzeri inançlarıyla tamamen Tevhid inancından uzaklaşmışlardı.
Yahudilerden başka Hıristiyanların varlığım da Hicaz bölgesinde görmekteyiz. Bunların yurdu. Necran idi. Mekke'de pek nadir bulunuyorlardı. Ibn Hişam (Ö.218/833)'ın rivayetine göre,[21] Faymiyun (Euphemion) adında dindar bir hıristiyan seyyah tarafından Necran'a, oradan da Yemen'e götürülen hıristiyanlık,[22] bölgede yayılmıştır.
Yahudilerde olduğu gibi hıristiyanlar da Tevhid inanandan uzaklaşmışlar, bir takım batıl inançlara sapmışlardı. [23] Hıristiyanlar arasında "Hz. Isa Allah'tır" diyenler olduğu gibi, "[24]
Müşrikler bir taraftan Allah'a inandıklarını iddia eden, bir taraftanda çeşitli varlıkları veya elleriyle yapageldikleri şeyleri Allah'a ortak koşan kimselerdi. Bu ortak koştukları şeyleri, Allah ile kendileri arasında aracı kabul ediyorlardı. Böylece Allah'a şirk koşuyorlar ve bu şirk koşmalarına da güya meşrûiyyet kazandırıyorlardı. Hicaz bölgesinde halkın büyük çoğunluğu, müşrikti. "Hz. ibrahim ve ismail'in oğullarıyız" demelerine rağmen, onların getirdiği Tevhid akidesini bırakmışlar, Haniflikten ayrılmışlardı, inançlarında Tevhid düşüncesinin belli izleri görülmesine karşı, başka ilahlar, ara Tanrı ve Tanrıçaları kabul etme düşüncesi ağır basıyordu. Akla gelebilecek hemen her şeyi Allaha ortak koşarlardı. Kaynaklardan geçen şu olay dikkat çekicidir:
Hz. Peygamber, Husayn'a: "-Kaç ilaha tapıyorsun?" dedi. -Altısı yerde biri gökte, diye cevap verdi. Rasulüllah: "isteyerek ve korkarak ibadet ettiğin hangisidir?" dedi. "Gökte olan" karşılığını verdi. Rasulüllah: "Sana bazı sözler öğretsem müslüman olmaz mısın?" dedi. Adam, müslüman oldu. Rasulüllah da ona şöyle demesine tavsiye etti: "Allahım bana hidayetimi ilham et, beni nefsimin şerrinden koru,"[25]
Müşriklerin gelenek olarak devam ettirdikleri hac ibadet: (tahrif olmuş şekliyle) esnasında söyledikleri şu dua da onların şirke nasıl bulanduklarmı açıkça göstermektedir: "Ya Rabbü... senin emrine her zaman itaat ederim. Senin hiç bir şerikin yoktur, bir şerikin vardır ki o ve onun malik oldukları da senindir."[26]
Şirk düşüncesi, Câhiliye Araplannda, onların çok sayıda pu; edinmelerine sebeb olmuştur. Müşrik Araplarının bu karışık inançlarını şöyle sınıflandırabilirz: [27]
Araplar içinde güneşe tapan, onu ta'zim eden ve ona ilahe diyen bir kısım insanlar vardı. Meselâ bunlara örnek olarak el-A'şa'nın şu mirasını gösterebiliriz:
"Ona yakın bir şekilde ilahenin (güneşi kasdederek) önünde eğildiğimde duyduğum korku gibi bir korku duymadım."[28]
Bir kısım Araplar da şöyle diyorlardı: Güneş, bir melektir Onun nefsi ve aklı vardır. Bütün yıldızlar ve ayın nurunun aslı güneştir. Dünyaya ait bütün varlıkların hepsi güneşten olmuştur Güneş, felek meleğinin yanındadır. Öyleyse ibadet edilmeye, secde edilmeye ve dua edilmeye layık odur.[29]
Güneşe karşı üç vakitte ibadet ediyorlardı. Bu vakitler: Güneşin doğduğu, istiva (tepe noktasına geldiği) ve güneşin battığı vakitlerdi.[30] Bu üç vakitte ibâdet etmek, işte bu sebepten yasaklanmıştır. Çünkü onlara benzeme sözkonusudur.
Bazı araştırmacılara göre Araplar, Allah'a ibadet ediyorlardı fakat, yıldızlara da, Allah'ın en büyük yaratıkları düşüncesiyle saygı duymadan da edemiyorlardı. Zamanla yıldızlara bu şekilce saygı göstermeleri, şekil değiştirip özel bir ibadet şeklini aldı.[31] Yıldızlara ibadetin temelindeki inanç böyle idi.
Güneşin ilah olarak kabul edilmesi konusunda beslenen duygu ve düşünceler, aynen ay hakkında da kabul ediliyor, ayın bir melek olduğu, dünyaya ait işlerin idaresinin ona ait olduğu, bütün bu ve benzeri sebeblerden dolayı, ayın ibadete layık olduğu ileri sürülüyor, bunun için onun adına putlar yapılıp, secdeler ediliyordu. Aya karşı durarak dileklerde bulunuluyordu.[32] Burada ülkemizde Erzurum-şenkaya ve îspir ilçelerinde yaygın olan bir inana hatırlatmak istiyoruz. Gelişmemiş cılız ve hastalıklı çocuklar, anaları tarafından Aya gösterilerek "Ya Al Ya Ver" diye yakarı-hr. Bunun sonunda çocuğun ya iyileşeceğine veya öleceğine inanılır.[33]
Burada, Câhiliye Araplarmdan diş değiştiren çocukların çıkan dişlerini ellerine alıp güneşe doğru atarak "bunu daha güzeli ile değiştir" demelerini [34]hatırlatarak bu düşüncenin altında gök cisimlerine karşı duyulan saygı ve perestişin yattığı sonucunun çıkarılabileceğini ifade etmek istiyoruz.
Gök cisimlerine karşı perestiş ve onlara ortak koşma inancı, sadece Câhiliye Araplarma has değildir. Eski toplumlardan pek çoğu, mesela güneşe ibadet edip secde etmişlerdir. Bize bunlardan birini, Kur'an-ı Kerim nakletmektedir: Sabâ melikesi ile ilgili kıssada "hüdhüd'un haberi şöyle anlatılıyor:
"Çok geçmeden (hüdhüd) geldi: "Ben, dedi, senin görmediğin bir şey gördüm. Ve Sabâ1 dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum. Kendisine (Kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm...."[35]
Hicaz bölgesinde, bir de kabilelerin değişik yıldızları kutsal gördükleri, onlara karşı tazimde bulundukları bilinmektedir. Bunların inançları arasında, kutsal saydıkları her bir yıldızın ayrı bir görevinin olduğu düşüncesi hakimdi. Kimi yağmur yağdırır,[36] kimi bereket verirdi. Bu yıldızlar arasında en meşhurları: Müşteri yıldızı, Süreyya yıldızı,[37] Şi'ra yıldızı.[38] Zühal, Merih, Zühre ve Utarid yıldızları gelmekte idi.[39]
Kur'ân-ı Kerim1 de güneşe, aya ve yıldıza yemin edilmesi[40] konunun müşrik Araplar katında bilindiğini açıkça göstermektedir. Ancak burada hemen şunu belirtelim: Bu tür yeminler, o gök cisimlerinin Allah'ın yüce kudretine işaret olduğunu göstermek için olabileceği gibi, bununla birlikte "sizin bile zaman zaman kutsadı-ğınız şu güneş, ay ve yıldızları yaratan da Allah'tır" anlamında olabileceğini de düşünüyoruz. Nitekim bu görüşümüzü Necm suresi 49. ayet te'kid etmektedir: "Doğrusu Şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur." Şi'ra yıldızı ise, Huzaa kabilesinin taptığı bir yıldız idi. Eyüp Sabri Paşa, Huzaalılarm Kusay'dan önce Mekke ve Kabe başkanlığında 300 yıl kaldıklarını ve Şa'ray-ı Yemânî denilen Yıldıza taptıklarını kaydediyor. (Mir'at-ı Haremeyn,I,299).
Onlara göre yıldızlar dünya alemiyle ilgili idiler. Bu yüzden hemen her konuda yıldızların etkisine inanırlardı. Bir yıldızın kayması veya düşmesi, o beldede bir büyüğün ölmesine yahut bir büyüğün doğmasına veyahut da büyük bir felâketin geleceğine işaret sayılırdı.[41] Hatta bu düşünce tarzı, onların darb-ı meselleri arasına dahi girmişti. Mesela şöyle derler: Ülkeler yıldızı akşam doğarsa çoban örtü ister. Yani hava soğuk olur.[42]
Ortak koşmak hangi türden ve hangi nesnelerle olursa olsun mutlak olarak yasaklanmıştır.[43] Şirkin temelinde: Heva ve hevesine, nefsinin tutkularına kul olan insanların Tevhid inancına baş kaldırışı yatmaktadır. Bütün müşrikler, arzularının, heva ve heveslerinin peşinde zulüm, taşkınlık ve fesad içindedirler. [44] Güneşin de ayın da yıldızın da Allah'ın yarattıkları olduğu bir çok ayette ifade edilmiştir.[45] Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle der: "Ben, insanlar (Allah'tan başka ilah yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Her kim (Allah'tan başka ilah yoktur) derse, îslâm hakkı müstesna, benden malını canını korumuştur. Hesabı da Allah'a aittir. "[46] Bu hadiste de görüldüğü gibi temel ilke, Tevhid inancıdır, şirk reddolunmuştur. [47]
İslâmın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibadet ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı. Eğer onlara ibadet eder, hürmette kusur etmezlerse onların, Allah katında kendilerine şefaat edeceklerim düşünüyorlardı. "Câhiliye Araplanna göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde, yahut Çin'in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya layık, fakat gözle görülmez bir varlık idi. Fakat tabiat üstü varlıklar hiyarar-şisinde, meleğin yeri belirlenmişti. O da: "Bazen melek, Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da araa idi. Çok kere de kendisi tapınma objesi olarak kabul edilirdi". [48]
Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller yapmışlardı.[49] Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki birer sembolleriydiler. "Biz onların suretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Allah'ın katında bize şefaatçi olurlar" diyorlardı.[50] Halbuki bu düşüncelerinde dalelet içindeydiler. Kur'an-ı Kerim'de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir: "Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin diye emretmez.[51]
Câhiliye Arapları, Cinleri de ulûhiyet derecesine çıkarıyorlar, onları ilah ediniyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onların Cinler hakkındaki inançlarını şöyle dile getirir: "Allah ile Cinler arasında soy bağı icad ettiler." [52]"Cinleri Allah'a ortak koştular, bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Haşa O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir."[53]
Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar vermeye kadir oldukları, hastalıklarının çoğunun onlardan geldiği, tedavilerinin de ancak Cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da Câhiliye halkı arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman, evvela cinler için kurban keserdi. Bunu aldığı evde mutlu olmak, sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı. [54]Cinlere tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.
Şeytana tapma, onu Allah'a ortak koşma konusundaki inançları da, Cinler hakkındaki inançlarından farksızdı. Şeytanlarda cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri şeylerin içinde ikamet ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı gaybi bilgileri onlara haber verirler, bir takım gizli konularda kendilerine yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibadet edilmeye saygı duyulmaya layık varlıklar olarak görünüyorlardı.[55]
Melek- Cin- Şeytan ve rûhânî varlıkları Tanrılaştırma inana, aslında içinde bulundukları ortamın, kendileri üzerinde meydana getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif dîninin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bıraktıkları kültürel mirasın izlerim, başka başka varlıklar üzerinde görme ve böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Pek tabiidir ki, bu tür inançlar, beraberinde kehânet ve arâfet gibi düşüncelerin doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler, yegane sığınak kabul edilmiştir.[56]
Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur'an ve Sünnet tarafından reddedilmiş inançlardır. Şirk koşma en büyük günah sayılmıştır.[57]
Bir kısım Araplar da, kendilerinden çok uzaklarda kabul ettikleri Allah'tan, ilâhî bir gücün yer yüzünde bulunan taş, kaya, ateş, ağaç, tepe gibi bir takım tabiat varlıklarına indiğine, onların içinde oturduğuna, onlara kudsiyet verdiğine, dolayısıyla onlara kutsal tanımak ve tazimde bulunmak suretiyle, uzaklarda kabul ettikleri Allah'a ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Bu varlıklar, tabiatta bulunan taş-ağaç cinsinden varlıklar olabileceği gibi, bazen de Kabe taşları, Harem bölgesi taşları gibi, eskiden beri kutsal bildikleri yerlere ait şeylerde olabiliyordu. Ayrıca kendilerinin hayal edip şekil verdikleri cisimler de bunlar arasında idi. bunlardan en çok bilinenler arasında, şunları sayabiliriz: "Uzza", Mekke şehri yakınlarında bulunan ve üç ağaçtan ibaret olan ve kendisinde ilâhî bir gücün olduğuna inanılan bir tağut (kapıcısı ve bakıcısı olan tapınak) idi. Mekke'nin koruyucu ilahesi olarak biliniyordu.[58] "Lat", dört köşe bir kaya şeklindeydi.[59] Yörede bulunan "Es'af, Naile, Hübel ve Vedd" putları birer insan şeklinde idi.[60] Bunların dışında başka şekillerde olanlarda vardı. Kur'an-ı Kerim'de bunlar, yapılış özellikleri itibariyle, değişik isimlerde anılmışlardır: "Evsân",[61] "Esnam"[62], "Temâsir[63], "Nusb"[64] gibi. Bu ifadelerin her biri, Câhiliye Araplarmca edinilen putların şekillerini ve özelliklerini anlatmaktadır. Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıkları, Güneş, Ay ve Yıldızlar gibi gök cisimlerini, Allah'a ortak koşmayı reddeden Kur'an ve Sünnet çeşitli şekillerde ortaya çıkan tabiat varlıklarını put edinmeyi de yasaklamıştır. Hz. peygamber Mekke'nin fethini müteakip putların, tağutların (puthane-tapmak) yıkılması için seriyyeler (küçük birlikler) göndermiş, onları yoketmiştir. Mesela, Halid bin Velid, Uzza'yı; Said bin Ubeyd el-Eşheli, Menafi; Amr bin el-As da Suva'yı yıkmaya gönderilmişti.[65]
Kur'an ayetlerini incelediğimiz zaman, Câhiliye Arapları arasında bir de Allah ve ahiret gününü tamamen inkar eden, her şeyin, şu görünen âlemden ibaret olduğuna inanan, inkarcıların bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, onların şu sözünü nakleder: "Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdadir, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi dehr'den başkası helak etmez." [66]
Akısı (Ö.1924) "Buluğul-Erab fi Marifeti Ahvali'1-Arab" isimli eserinde bunlara "Dehriyyûn" der ve inanç özelliklerini şöyle açıklar:
"Onlar, mahlukatm yaratıcısını inkar eden kimselerdir. Âlem, ezelîdir, ebedîdir, değişmez, izmihlale uğramaz..."[67] Allah'ı inkar ederek:"Tabiat yaratıcı, dehr Öldürücüdür", derler [68]Bunlarının inançlarının en bariz vasfı, zamanın başlangıcının olmadığı (ezeli olduğu) düşüncesidir. Ehemmiyetle üzerinde durdukları bu nokta, diğer bütün inançlarının temelini teşkil eder.[69]
Bazı müfessirler, bunların, "Tenasüh" akidesine inanan kimseler olduklarını ileri sürerek, her 30.000 yılda her şeyin tekrar aslına dönerek devam ettiğine inandıklarını belirtirler.[70]
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Hicaz bölgesi sakinleri, Allah'a iman konusunda, sapıklığa düşmüşlerdi. Mesela, Yahudiler, Tevhid akidesinin aslını muhafaza etseler de, "Teşbih" inancı bunlara hakim olmuş, Allah'ın sıfatlan konusunda, müteşâbih nassları ve tenzih inancının arasım uzlaştıramamışlardır. Bundan Ötürü Yahudiler, Allah'ı "yorulan ve yaptıklarına pişman olan" bir insan gibi tasarlamışlardır.[71] Hıristiyanlar ise, putperest inançları diriltmişler, Hz. îsa (a.s)'ı Rab ve ilah ilan etmişlerdir. Hıristiyanlık, teslisi temel inançlardan kabul etmesi sonucu, tamamen şirke dalmıştır. Hicaz halkı arasında, Ehl-i Ki-tab'ın dışında Hanif lerde Allah inancı, îslâmdaki Allah inancı ile paralellik göstermekteydi. Müşrik Araplarda ise, belli belirsiz bir Allah fikri vardı, ancak, bir taraftan Allah inananı kabul ederlerken diğer taraftan O'na bir çok ortaklar koşmak suretiyle, Allah'ın yüceliğine gölge düşürüyorlar ve Tevhidi zedeliyorlardı. Ortak koştukları putlar vasıtasıyla, güya uzakta olduğuna inandıkları Allah'a yaklaşmak istiyorlardı.[72]
Bu konuya daha önce temas etmiştik. Ancak orada Câhiliye Araplarının melek- cin, Şeytan ve ruhani varlıkları Allah'a napıl ortak koştuklarını ele almıştık. Burada ise, mutlak olarak Melck-Cin ve Şeytan hakkında sahip oldukları inançları tesbit etmeye çalışacağız.
islâm'dan önce câhiliye Arapları arasında, Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıkların mevcudiyeti biliniyor ve onlar hakkında belli bir takım inançlar besleniyordu.[73] Bu inançlarında, Tanrı inancında olduğu gibi, Islâmî inançlarla paralellik gösteren yanlarının olması yanısıra uygun olmayan yönleri de vardı. Mesela, günahları ve sevapları yazan "Kirâmen Kâtibin"[74] melekleri hakkındaki inançları, islâm'ın bu konudaki inanç esasına uygundu. Câhiliye şairlerinden el-Aşa'mn bir şiirinde bunu çok net olarak göstermekteyiz:
"Senin nimetini inkar ettiğimi sanma, şahidim üzre ey Allah'ın şahidi, şahid ol." Yani dilim üzre ey Allah'ın meleği, dediklerime şahid ol, demektir.[75]
Varaka bin Nevfel'in, Hz. Peygambere gelen Cebrail (a.s)ı Nâmûsu Ekber" diye tanıması[76] Câhiliye insanının melekler hakkında islâm'ın anladığı mânâda olmasa da bir melek inancına sahip olduklarını göstermektedir. Bölgede melekler hakkındaki umûmî kanaat, onların "Allah'ın kızları" olduğu şeklindedir.[77] Onlara göre melekler, Allah katında, kendilerine şefaat edecek şanslı varlıklardır. Bir kısım halk bu konuda da ileri giderek, meleklere ulûhiyet isnad etmişler, onlar adına yeryüzünde timsaller ve heykeller yaparak tapmaya başlamışlardır.[78] Bunlar, özellikle Kinâne, Huzaa ve Cüheyna kabilelerine mensup kimselerdir. Bu konuda Kuran bize, şu bilgileri verir:
"Rabbiniz oğulları size has kıldı da kendisi meleklerden kızlar edindi öyle mi? Siz gerçekten çok ağır bir söz söylemektesiniz. (Isra,40) "Böyle iken, Rahman çocuk edindi dediler. O bundan münezzehtir. Hayır, onların, Allah'ın kızları dedikleri melekler, ikrama mazhar kullarıdır." (Enbiya, 26, Zuhruf,16-17)
"Onlar Allah'a bırakıpda- dişilere taparlar. Böyle yapmakla Allah'ı bırakıp sadece kenâînde hiç bir hayır bulunmayan Şeytan'a tapmış olurlar." (Nisajll7)
Müşrikler, Allah'ın âlemin asıllarının her birini bir meleğe havale ettiğine, âlemin kısımlarından her birinin özüyle semavî bir ruha havale edildiğine inanıyorlardı. Onlara göre, her hadiseyi düzenleyen bir melek vardı. îşte bu inançlarından dolayı melekleri temsil eden putlar edindiler. [79]
Evvela Kur'an-ı Kerim'in, yukarıda belirttiğimiz şekliyle melekler hakkında sahip olunan inancı reddetmiş olduğunu belirtmeliyiz.[80] Gerek Kur'an'da gerekse hadislerde melekler, Allah'ın kızları olması inancının, Allah'ın analık babalık gibi beşerî sıfatlardan uzak ve münezzeh olduğunu belirterek reddetmekte, O'na kul olan varhklar olarak anlatılmakta[81] ve öyle inanılması gerektiği emredilmektedir.[82]
Câhiliye Araplarınm Cinler hakkındaki inançları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançların zıddı idi. "Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını (Cinler ve Şeytanlar) temsil ediyorlardı. Hz.Peygamber'in bi'seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı müşahhas ilahlar arasına girmekte idi."[83] Mekke Arapları, Cinler ile Allah arasında neseb ka-rabati bulunduğunu söylüyorlar[84] ve onları Allah'ın şerikleri mertebesine çıkarıyorlardı.[85] Cinlere adaklar adayıp kurbanlar kesiyorlar[86] ve onlardan yardım talep ediyorlardı.[87]
Câhiliye Araplarınm bu konudaki inançları incelendiği zaman, onların cinleri, muhtelif suretlere girilebilen varlıklar olarak telakki ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, "Gûl", onlar için bir çeşit cindir. "Suûlat", cindir. Bazı yılanlar (Engerek yılanı) ve ev yılanları, cindir. Siyah köpek, Şeytandır (cin nevinden). Hırçın deve (hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak olarak zararı dokunan, korkunç yaratıklardır. "Esas itibariyle Tanrılar dost, cinler düşmandırlar." [88]Bu sebepten, kötülüklerin, hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve kâhinlerin de bilgi kaynağıdır."[89] Bir kimsenin şair olabilmesi için görünmiyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi de kendi şahsi görüşü ile değil, cin denilen - onlara göre üstün varlıkla derûni münasebetler kurmak suretiyle elde edilir."[90]
Cinler ve Şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye Arapları, bunları hep aynı cinsten sayıyorlardı. Iblis-Şeytan ve Cin kavramları, onların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve endişe, onları, bu tür varlıkların zararından korumak için çeşitli sebeplere başvurmaya, sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların tasvirlerini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve kurbanlar kesmeler sayılabilir.88 Câhiliye Arapları-nın, Cinler-Şeytanlar hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır. Şeytan çarpmak, cin çıkarmak gibi deyimler buna işaret etmektedir. Cini erin-Şeytanların vereceği zarardan korunmak için başvurdukları sebeplerden onların tasvirlerini-timsallerini yapmak ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu hariç, büyü yapmak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onlara göre- başvurmak hemen hemen aynıdır. [91]
Kur'an ve Sünnette, Cin ve Şeytandan bahsedilmektedir. Kur'an'da Cin kavramı, başlı başına bir sureye isim olarak verilmiş ve orada Cinler konu edilmiş olduğu gibi, ayrıca değişik yerlerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur'an'da [92]yerde geçmektedir.[93] Hz.Peygamber'in hadislerinde ise, her iki kelime olarak çok yerde konu edilmiştir.[94] Yani Kuran ve Sünnet Cin ve Şeytanın varlığını kabul etmektedir. Hatta onların yaratılış özelliklerinden bahseder: Bu Kur'an'da şöyle geçer: " Cinleri dumansız ateşten yarattık"[95] Falıruddin Râzi, "Mükellef varlıklar dört gruptur: Melekler, insanlar, Cinler ve Şeytanlar" şeklinde açıklamada bulunduktan sonra, başka bir rivayeti de naklederek: "Cinlerin iyi ve kötü olanları vardır. Şeytanlar, Cinlerin kötü olanlarına verilen isimdir" der.[96] Kuran ve hadislerde, Şeytan, kötülük timsali olarak ele alınır.[97] Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanlarından, Kur'an dinleyenlerinden söz edilmektedir.[98] Fakat bununla birlikte, Cinlerin, Câhiliye Araplannm korku ve dehşet saçan varlıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım hadislerde çok açık olarak görülmektedir. Yani Sünnet, Cinlerin korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmektedir. Bir iki Örnek görelim:
Hz.Peygamoer buyurmuştur:
"Gece karanlık olduğu zaman, yahut akşama girdiğiniz vakit-çocuklarmızı ( dışarı çıkmaktan) menediniz. Çünkü Şeytanlar, o sırada dağılırlar. Geceden bir saat geçince (dışardaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyunuz. Allah'ın ismini anarak -Blsmllla-Hlrrahmanlrrahlm- diyerek kapıları kapatınız. Çünkü, Şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah'ın ismini anarak -Bîsmillahirrahmanîrrahîm- diyerek kapılarınızın ağızlarını bağlayınız. Bismillah diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak suretiyle de olsa kapılarınızın ağızlarım örtünüz. Kandillerinizi söndürünüz."[99]
Hz.Peygamber1 e Taun hakkında sorulmuş, o da "O, cinlerden olan düşmanlarınızın bir dürtmesidir."[100] buyurmuştur.
Kur'an ve Sünnet'e göre Cinler de mükellef varlıklardandır. Bu husus Kur'an'da "Ben insanları ve Cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım"[101] ayetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir ayet şöyledir:" -Ey Muhammed, Kur'an'ı dinleyecek Cinlerden, bir takımı sana yöneltmiştik. Onlar, Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: "Susun!" dediler. Kur'an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletine döndüler."[102]
Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur'an ve Sünnet, Cin ve -Şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle insanlara korku ve dehşet saçan varlıklar değil, bizzat Allah'ın yaratmış olduğu ama insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.
Cinlerle îblis arasındaki ilişki konusunda ihtilaf vardır. Ibni Abbas, îbn Mesud, îbn Müseyyeb, Katade, tbn Cerir gibi sahabi ve tabiilere göre, Cinler meleklerin bir çeşididir, iblis de bunlardan gelmiştir. Bu görüşe göre Cinler, meleklerden bir zümredir. Said bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis'in meleklerden olmadığını, Hz. Adem nasıl insanların aslı ise, tblisin de, Cinlerin aslı olduğunu ileri sürmektedirler. Birinci görüş ise, daha sahih kabul edilmektedir.[103] Cinlerin yırtıcı hayvanların yaratıcısının îblis olduğu inancı, müşrikler arasında yaygın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç mecusi görüşüne yakındı.[104]
Görüldüğü gibi Cin ve Şeytan hakkındaki gerek Kur'an ve gerekse Hadisler, Câhiliye Araplarımn inançlarının yanlış olduğunu beyan ederek, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş, onların bu konudaki inançlarım ıslah ederek kabul etmiştir.
islâm'da Cin ve Şeytan'ın zarar verebileceği kabul edilmiştir. Ancak bunların zararlarından korunmak için, Kâhin, Büyücü, Kam ve Sair kimselere, yahut onların yaptıkları tılsımlara güvenme reddedilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur'an'da[105] gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde sığınma (:îstiaze) örnekleri verilmiş, [106]o şekilde yapılarak Allah'a sığınılması istenmiştir.[107]
Ahiret inancı, Câhiliye Arapları arasında, Tanrı inananda olduğu gibi farklı şekillerde görünüyordu. Bir kısmı -ki Hanifler olarak bilinen kimselerdir- Ahiret konusunda Islâmî înanç istikametinde bir inanca sahip iken, bir kısmı inkar ediyor,[108] diğer bir kısmı da bu inançlarına Müşrik âdetlerini karıştırıyorlardı.
Haniflerin benimsediği Ahiret inancı konusunda, islâm Öncesi Arap şiirinde Züheyr bin Ebi Sulma'nın Muallakasmdaki şu beyitler, bize , Ahiret inancının Câhiliye arapları arasında var olduğunu göstermektedir:
"içinizdeki olanı, Allah'tan gizlemeye çalışmayın. Ne kadar gizlense, onu Allah bilir. (Yaptığınız şeyin cezası) ertelenir bir kitaba konulur, ya hesap gününe saklanır veya (hesabı) çabuk görülür, hemen intikam alınır."[109]
"Kur'an'da Allah ve insan" ismiyle dilimize çevirilen eserinde Japon bilim adamı Izutsu, T. Semantik olarak yaptığı bu çalışmasında, Züheyr'in beyitleri hakkında şu değerlendirmeyi yapar: "Züheyr'in bu şiirde hitap ettiği kabileler, Hıristiyan ve yahudi dînî fikirlerim bilen, bir halkın arasında yaşıyorlardı. Batıda ve Kuzeyde, Yesrib, Hayber ve Teyma vardı ki, bunlar Yahudi merkezleri idi. Kuzeyde, hemen tamamen Hıristiyan olan Kelb kabilesi, Hıristiyanlığın sürekli yayıldığı Tayy kabilesi vardı. Böyle bir kültürel ortamda, bazı incil fikirlerinin Züheyr'in şiirlerinde yer almasını tabii karşılamak lazımdır." [110]Izutsu'nun bu kanaatini kabule engel bir takım sebepler var. Çünkü burada IZUTSU'nun, Yahudi merkezleri olarak gösterdiği yerlerin birkaçı müstesna, çoğunluk yerli halktı, yani Araptı.[111] Bunların da, geçmişten getirdikleri bir kültürel mirası vardı. Bunu hiç bir zaman gözardı edemeyiz. Her ne kadar toplumlarda etkileşim kaçınılmaz ise de, Allah ve Ahiret fikirinin ilâhî dinlerin ortak bir vasfi olduğu da hakikattir. Durum böyle olunca, bölgede Hz. ibrahim ve Hz. ismail peygamberlerin risâlet görevinde bulundukları bilinince, Züheyrın şiirlerinde yer alan Ahiret, öldükten sonra dirilme ve hesap verme düşüncelerini, "Ehli Kitab'm etkisinde kalarak böyle söylemiştir" demek yerine, Hz. ibrahim Peygamberin getirdiği Hanifliğe bağlamak, daha isabetli olacaktır. Çünkü bölgede azınlık durumunda olan kimselerden, Mekke aristokratlarının ne derece etkilendiği tartışma götürür bir husustur. Kaldı ki Ahiret inananın özellikle işlendiği Mekkî surelerin hiç birisinde, Yahudilere ait bir kitabın bulunmayışı, o sırada Mekke'de Yahudilerin olmadığına işaret etmektedir.[112] Kendileri bulunmayan, bulunsa da varlıkları bir mânâ ifade etmiyen toplulukların, dînî düşüncelerinin etkisinin olacağı ne derecededir, tartışma götürür bir konudur. Asabiyet duygusunun son derece yüksek olduğu Câhiliye Araplarmda, Hz. ibrahim'e kadar uzanan soy kütüğünün varlığı, onları geleneklerine ve inançlarına daha bağlı insanlar haline getirmiştir. Hatta Züheyr'uen çok önceleri yaşamış Arap uluları, kendilerinden bahsederken, böyle kutlu bir soydan gelmiş olmakla övünürler. Kabile düzenlerini, bu soyun getirdiği geleneksel düşüncelere bağlı olarak korumaya çalışmışlardır.[113] Öyleyse, Züheyr'in şiirindeki Ahiret düşüncesi, kaynağını tarihi geçmişinden, kültürel mirasından, sahip olduğu Hz. İbrahim dînînin esaslarından almaktadır, demek daha uygun olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ilâhî vasıflı dinlerin ortak özelliklerinden biri olarak görünen Ahiret inancı, Hıristiyan ve Yahudi dinlerinde de vardır, etkileşimde olabilir, bu normaldir. Ancak Islama ait her şeyin, her iyi ve doğrunun altında, Ehli Kitabın imzasını görmeye çalışmak ise insafsızlık olur.
Kur'an'da ölünün tekrar dirileceği fikri, genellikle "Bas" ve "Neşr" kelimeleriyle ifade edilir.[114] Aynı mânânın Câhiliye Arapları tarafından da bilindiğini, Semantik olarak kelimelerin muhafaza ettiği mânânın değişmediğini görüyoruz. Bu da Ahiret fikri ve Ahirete ait kavramların Câhiliye Arapları tarafından yakınen bilindiğini ispat etmektedir. Onların dilinden nakledilen şu Kur'an ayeti de, bu düşüncemizi teyid etmektedir: "Doğrusu inkarcılar, ölüm bir defadır, tekrar dirilmeyeceğiz..." derler.[115] "Ba's" ve "Neşrin" inkar etmeleri bile,[116] bu iki kelimeyi, ölünün tekrar dirileceği ve hesap vereceği mânâsında anladıklarını, ta baştanberi de bu fikri bildiklerini gösterir, başka türlü izah edilmez.[117]
islâm öncesi şiir üzerinde otorite olan el-Asmai (ö.212/814) nin sık sık şöyle dediği nakledilir: "Antere (Ö.614 m.)'nin başlıca konusu, harb, Ömer bin Râbia'nın gençlik ve Ümeyye bin Ebi's-Sait'in ise, Ahiretti."[118]
Câhiliye Araplarmın bütün ilişkilerinde şiirlerine, konuşmalarına konu olan Ahiret düşüncesi, Hanifler arasında Islâmî anlayış ikametinde; Müşrikler ve inkarcılar arasında her şeyi reddeden inkarcı bir düşünce biçiminde görülmektedir. Fakat bütün bu reddedilişlerine rağmen, inkarlarından emin olamama biçiminde bir hissiyat içinde olmaları bize, inkarlarının geleneksel dînî kültürlerinin temelini teşkil eden Haniflikten sapmadan kaynaklanmış olabileceğini hatırlatmaktadır. Araplar arasında yaygın olan "Beliyye" inancı da, ahiret inancını gölgeleyen batıl bir inançtır. Şöyle ki: Bir insan ölünce mezarının başına üzeri örtülü dişi bir deve- nadiren erkek deve- getirilir. Başı geriye doğru bükülerek sıkıca bağlanır, boynuna bir gerdanlık asılır, kaçmasını engellemek için ayakları kesilir, aç ve susuz olarak ölüme terke-dilir. Hayvan ölünce de mezarın yanıbaşma açılan bir çukura gömülür, bazan da yakılır veya derisi yüzülerek içine ot doldurulurdu. Yalmz sayıları çok az olan bazı Araplar toplumdaki mevcut ve makbul inanışın aksine, ölen şahsın kıyamet gününde bu deveye binerek mahşer yerine gideceğine, böyle bir bineğe sahip olmayan aşağı tabakaya mensup insanların ise yaya kalacağına inanırlardı.[119] Uveymir bin Nehbânî'nin şu beyiti bize Beliyye vaziyetini anlatır:
"Ey oğulcuğum, baban için beliyyeyi unutma. O mahşer gününde baban için bir binektir."[120]
Ahiret inancı içinde "Ba's ve Neşr"den başka, Cennet, Cehennem gibi diğer kavramların da izlerini Câhiliye hitabe ve şiirlerinde görmekteyiz.[121]
Kuran ve Sünnet, Câhiliye Araplannın müphem olarak sahip oldukları Ahiret inana üzerinde özellikle durmuş, onu daha doğru biçimiyle yeniden ortaya kovmuştur, iman esaslarından biri sayılmıştır. Özellikle Kur'an sürelerinin yarıdan fazlasını teşkil eden Mekkî surelerde Ahiret Âlemi, Cennet, Cehennem, Neşr ve Hesap, Mîzan gibi konular ele alınmış, geniş tavsirler yapılmış, Ahirete iman etmenin önemi anlatılmıştır.[122]
Hz. Peygamberin hadislerinde de Ahiret kavramı, belki de detay denilebilecek tarzda anlatılmıştır. Ahirette insanların durumu, hesaba çekilmeleri, mükafat ve ceza şeklinde karşılık görecekleri, adaletin tecelli edeceği şeklinde bilgiler verilmiştir. Cennetlikler ve cehennemlikler hakkında ayrıntılara girilmiş konu geniş biçimde ele alınmıştır.[123]
Ahiret inancı, İslâm'ın genel karekteri içinde tam bir fikr zemin üzerine oturtulmuş, bu konuda şüpheye imkan bırakmayacak izahlar getirilmiştir. Allah ve Ahiret inancı fikrinin kalplerde yerleşmesini sağlamak, islâm insanı için birinci hedefti. Çünkü Ahiret âlemi bir hesap verme ve karşılık görme yeri idi. Bu inanç, daha disiplinli, ne yaptığım bilir bir hayatı, beraberinde getiriyordu. Hz. Peygamber'in peygamberliğinin Mekke dönemi olarak bildiğimiz 13 yılı, islâm insamnı yetiştirmek istikametinde geçmişti. İlâhî tebliğ bunu gerektiriyordu. Muamelât ve ahkâm ile ilgili hükümler, bu temel üzerinde bina edilecekti. Ahiret inancı, İslâm'ın temel esaslarından biri olmakla birlikte, bir anlamda islâm'ın dinamizmi ve ruhu idi. Yapılan hiç bir harekette başıboşluğun olmadığı, mutlaka hesabın verileceği âlem olması açısından önemliydi. "Dünya, Ahiretin tarlasıdır" [124]şeklinde ifade edilen hadisin anlattığı gerçekler bunlardır. Yine Hz. Peygamberin hadislerinde ahiret inancı anlatılırken, dünya hayatı ile dengeli bir hayatın sağlanmasına da özen gösterilmiş ve tavsiye edilmiştir.[125]
Kısaca ifade etmek istersek, ahiret inana, Kur'an ve Sünnet tarafından yeniden yorumlanmış, iman esaslarından biri sayılmış,[126] bu konudaki batıl inançlar, yanlış adetler reddedilmiştir. inanç, gerçek fikri zemini üzerine oturtulmuştur. [127]
Câhiliye Araplarmdan büyük çoğunluğu öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmıyorlardı. Bunun aklen mümkün olmayacağını söylüyorlardı, insan ölür, sonra çürür ve toprak olur diyorlardı. Öldükten sonra tekrar dirilme ise, tamamen hayalî ve uydurma bir şeydir diyerek, her şeyin dünyadan ibaret olduğunu iddia eden bir inanca sahiptiler. Bir şair şöyle der:
"Hayat, sonra ölüm, sonra yeniden dirilmek. Ey Ümmü Amr, bu bir,hurafedir."[128]
Bedir savaşında öldürülen müşrikler bir kuyuya atılmışlardı: Onlarla ilgili bir mersiyede şöyle demişlerdi:
"Ebû Kebşe (Hz. Muhammed), tekrar dirileceğimizi mi vade-diyor? (O zaman) Baykuş ve gece kuşunun (Şada) hayatı nasıl olacak? (Yani insan, baykuş ve gece kuşu olduktan sonra tekrar nasıl insan olacak?) Ölümü benden uzaklaştırmaktan aciz mi kalıyor ki, kemiklerim çürüyünce beni tekrar diriltiyor."[129] Böyle söylemekle şair Öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkar ediyor.
Peygamberimizin süt babası Haris bin Abdiluzza Mekke'ye gelince Kureyş müşrikleri ona şöyle demişlerdi:
"Duydun mu ey Haris, senin şu oğlun ne diyor? Haris, ne diyor diye sorunca şöyle dediler: Öldükten sonra Allah'ın tekrar dirilteceğini, Allah'ın iki yurdu olduğunu, kendine âsî gelenleri Allah'ın azap edeceğini, itaat edenleri Allah'ın orada ikram edeceğini[130] söylüyor, işimizi dağıttı, camaatimizi parçaladı,"[131] şeklinde bu konudaki tepkilerini dile getiriyorlardı.
Abdullah bin Ubey, elinde bir kemik parçasıyla Rasûlullah'a gelerek şöyle söyledi: Ya Muhammed, bu çürümüş kemiği Allah nasıl diriltecek? Rasûlullah (s.a) şöyle cevap verdi: "Allah bu kemiği diriltecek ve seni diriltip Cehenneme sokacak."[132] İşte bir türlü inanmak istemeyişin mücadelesine çarpıcı örnek. [133]
Kuran ve sünnette âhiret âlemi anlatılırken, âhiret âleminin safhalarından biri olarak öldükten sonra dirilme inana hakkında uzun uzun durulmuş, câhiliye Araplarınm sahip oldukları inkara tutumları giderilmiştir. Hatta konu Kur'ân'dabir sûreye isim olmuştur.[134] islâm'ın temel esaslarından biri olarak sayılmıştır.[135]
"Arabistan gecelerinin ekseriyetle sıcak, berrak ve bulutsuz atmosferi, Bedeviler gibi sıradan Arapların ve bilhassa çölde göçebe hayatı süren kabile insanlarının, eğlence ve vakit geçirmekten çok amelî ihtiyaçlar ve bundan çıkarılacak faydalı sonuçlar bakımından bir astronomi amatörü olması gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bedevi kendisini ve bineği olan devesini gündüzün kavurucu sıcağından koruyup kurtarmak üzere geceleri seyahat eder."[136] "Bu seyahatlerinde yol ve yön bulmada ay ve yıldızlardan son derece faydalanan câhiliye Arapları, Astronomik bilgiler açısından zamanına göre üstün derecede idiler. Bu bilgiler sadece yön tayini ile ilgili değil, bunun dışında iklimle ilgili bir takım mânâlar çıkarmaya varıncaya kadar çok değişik alanlarda olmak üzere bir ilm-i nücûm (yıldızlar âlemi ile ilgilenen bilim) diyebileceğimiz seviyeye yakındı. Şüphesiz Araplar bu bilgileri Keldânîler'den ve Babilliler'den almış olmalılar. Esasen eski medeniyetlerin mümessilleri bu bilgiyi Keldaniler'den öğrenmişlerdi."[137]
Tarihi kaynaklar bize, Câhiliye Araplarınm gök cisimleriyle o kadar çok hemhal olduklarını, hayatlarının bir çok sahasında gök cisimleriyle ilgili olduklarından bahsederler.[138]
Gök cisimleri hakkındaki inançlarına gelince, yer yüzüne ait bir takım tabiat hâdiselerinin, özel bazı yıldızlar tarafından meydana geldiğine inanıyorlardı. Yağmurun yağması[139], felâketlerin meydana gelmesi ki aynı inanç ülkemizde de görülmektedir. Kuyruklu yıldızın görülmesinin felaket getireceğine inanılması gibi, havaların sıcak veya soğuk geçeceği hakkındaki bazı tahminler gibi[140] Güneş, ay ve yıldızları kutsal bilen ve onlara perestiş edenler de vardı. Tanrı çok uzaklarda olduğu için onlara perestiş ederek yaklaşabileceklerim düşünenler vardı. Cinler, Şeytanlar ve ruhanî varlıkların yıldızlarda oturduklarına inanılıyordu. Güneşin doğuşuna, aya veya yıldızlara yemin ediliyordu.[141] Adaklar yapılıp, kurbanlar sunuluyordu. Hâdiselerin meydana gelmesinde, uğurlu ve uğursuz oluşunda yıldızlar etkiliydi.
Câhiliye Araplarınm yeminlerinde gök cisimlerini kullandıklarını görüyoruz. Bu yeminlerden bazıları:
"Hayır, göğe, suya, yıldızlara, doğan ve satan yıldızlara yüzmekte olan yıldızlara yemin olsun."[142]
"Güneşin doğuşunun güçlendirdiği, gecelerin uzunluğunun süresini uzattığı bir yeminle andolsun."[143] Burada Kur'an'ın da aynı geleneği takip ederek Câhiliye insanının dikkatlerini çektiğini hatırlıyoruz. [144]
Kur'an ve Sünnet, gök cisimlerinden bahsetmiştir, ancak, Câhiliye Araplannın onlar hakmda sahip oldukları inançları tamamen reddetmiştir. Ne güneş, ne ay ve ne de yıldızlar ilah değildir. Bir şeyi yaratmaya kadir değillerdir. Onlar da birer yaratıktır. Yağmuru da yağdıran, bolluğu da indiren, Allah'tır.[145] Bu gerçek Necm suresinde daha açık olarak şöyle anlatılmıştır:
"Doğrusu atıldığında meniden erkek ve dişiyi, iki çift yaratan O'dur.
Doğrusu, ölümden sonra tekrar dirilten de O'dur.
Doğrusu, zengin eden de varlıklı kılan da O'dur.
Doğrusu, (tapageldiğiniz) Şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur."[146]
Böylece Kur'anın ilan ettiği Tevhid akidesi burada da tekrar ifade edilmiştir. Kur'an'da Güneş'in, Ay'ın ve Yıldızın isimlerinin bizzat kullanıldığı müstakil surelerin varlığı,[147] bu gök cisimlerinin yaratılışındaki esrarengiz keyfiyete dikkat çekmek, o kadar bağlanıp taabbüd edilen ayın, nasıl ikiye ayrıldığını (veya ayrılacağına) işaret etmek ve hepsinin de Allah'ın kudreti ve yaratma-sıyla, kendilerine çizilen yolda verilen görevi ifâ etmekle mükellef olduklarım hatırlatmak [148]mânâsında olup, bunlara kudsiyet verilmeyeceği anlatılmıştır. Hz. Peygamberin hadisleri de bu istikamettedir. Yıldızlardan ve onların burçlarından faydalanmak suretiyle geleceğe ait bir takım tahminde bulunan Arrâf ve Kâhinler için Peygamberimiz : "Kâhine ve Arrâf a giden ve onu tasdik eden kimse Muhammed'e indirileni inkar etmiştir"[149] buyurarak, hem Kâhin ve Arrâf ı hem de onların meşgul olduğu alanın Tevhid düşüncesiyle zıd düştüğünü açıklamışlardır. [150]
"Dehr" kelimesi, aslolarak âlemin yaratılışından yokoluşuna kadar geçireceği z&mânâ isim olmuştur.[151] Ezherî (Ö.370/980) ye göre, Araplar katında, uzun zamânâ "Dehr" denildiğinden, dünyanın Ömrüne de, aynı isim verilmiştir. Bazı kimseler de, belalar ve musibetleri "Dehr'"e isnad ederek, "Dehr"den şikayet ve nefret etmişlerdir.[152] Bu izaha göre "Dehr", büyük bir güç olarak bilinmektedir.
Câhiliye Araplarına göre, insan, varlığını Allah'ın yaratmasına borçludur. însan yaratılınca, yaradamyla bütün bağlarını keser. Yeryüzüne geldiği andan itibaren, varlığım, hayatını, çok daha kuvvetli bir başka gücün eline koyar. Onun yönetimine girer. Bu diktatör gücün yönetimi de insanın ölümüne kadar sürer. Ölüm de hayatı boyunca zulmü altında inlediği bu gücün son dar-besidir. Bu gücün adı "Dehr" dir. [153]Hayatın akışı "Dehr"'m kontrolünde kabul edilmiştir. Bu düşünce Kur'an-ı Kerim'de inkarcı Arapların ağzından şöyle anlatılır: "....Biz yaşarız, ölürüz. Bizi Dehr'den başkası helak etmiyor."[154]
Câhiliye Araplannın hayat görüşü, merkezinde "Dehr" adı ile bilinen karanlık ve esrarengiz bir düşünce taşır. Tabiat yaratıcı, Dehr öldücüdür."Kozmolojik alanda, rızık, ecel, saadet ve şekavet gibi insan hayatını ilgilendiren bir çok yönün "Dehr" veya "Eyyam" diye adlandırılan kaçınılmaz bir kuvvet tarafından, daha başlangıçta tayin edildiği düşüncesi bu hayat görüşünün en belirgin vasfıydı. "Dehr", ibadet edilecek bir ilah değil, dikkate alınması gereken kozmolojik bir kuvvet idi".[155] Watt, bu ifadeleriyle "Dehr" i kozmolojik bir kuvvet olarak tarif etmektedir. Gerçekten "Dehr" kozmolojik bir kuvvet midir yoksa, Câhiliye Araplannın muhayyilesinde ürettikleri bir Tanrı mıdır? Kur'an'm yaklaşımı bize "Dehr'i, Tanrı olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.[156] islâm öncesi Arap şiiri insan hayatının "Dehr" ile kontrolü veya tayin ve tesbiti ile ilgili atıflarla doludur. Bir kimsenin başına gelen hep, "Dehr" tarafından ortaya konur. Onun başarısı, daha ziyade bahtsızlığı "Dehr"'den gelir. "Dehr", hedefim hiç şaşırma-yan oklar atar.[157] Arap atasözleri arasında, "Dehr'den daha şiddetli" cümlesi meşhurdur.[158]
Türkçemizdeki "Felek" kavramının çağrıştırdığı mânâ da "Dehr'"in manâsıyla ortaktır. Ancak "Felek" inancı, yaratıcı mânâsında olmayıp, genelde kötülüklerin kendisine nisbet edildiği bir kavram olarak görülmektedir. [159]
Kur'an-ı Kerim'de sadece iki yerde geçen "Dehr" kelimesi,[160] "zaman" veya "çok uzun zaman" mânâsına kullanılmıştır. Hz. Peygamber'in hadislerinde de aynı mânâda kullanıldığı gibi,[161] "Allah" mânâsında da kullanılmıştır.[162] Kuran ayetleri ve hadisi şerifler ışığında konu incelendiği zaman, insanın rızkının, ecelinin, saadet ve şekâvetinin önceden tayin ve tesbit edilmiş olduğu fikrinin, îslâmi anlayışta "kader" kavramıyla izah edildiği görülür. Bu anlayış içinde, birbirine yakın mânâda iki müteradif kelime olarak ifade edebileceğimiz "Dehr(ve Kader" kelimelerini, bütün bunların ifade ettiği mânâdaki, herşeyi yaratan Allah olarak da anlayabiliriz. Zaten bahsimizle ilgili bir kısım hadisler de, bu mânâyı ifade etmişlerdir. Hz. Peygamber: "Vay şu dehr'in mahrumiyet ve hüsranına!" diye sebbetmeyiniz, çünkü dehr, Allah'tır" buyurmuştur. Başka bir hadiste: Rasûlüllah (s.a) şöyle buyurdu: Allah şöyle buyurdu: "Adem oğulları, Dehr'e hareket ederler; oysa Ben, dehr'im; gece ve gündüz benim elimdedir."[163] Bu bir hadis-i kudsî ve buna rağmen mevsukiyeti şüpheli ise de, bunun, adı birden fazla isnad zincirinde görülen ez-Zühri'nin (125/742) zamanında yaygın olduğu görünmektedir. Sonraki alimler, Allah'ın Dehr'le bu tarzda aynîleştirilmesinden dolayı şaşırmışlar ve bundan kaçınmak için muhtelif yolları denemişlerdir. Bu yollardan birifarkh bir okuyuşla ve okuyuş şekline "Ben Ebediyim" mânâlarını vermekti. (Goldhizer Zâhiriten, [164]vd. nakli s. 11), İbn Kuteybe şu örneği ele almayı tercih etti: "Zeyd Feth'dir" cümlesi, Zeyd kölesi Feth'e, o işi yapmasını emrettiği için, kati'den dolayı sorumludur anlamına gelmektedir; bu şekilde Dehr, her zaman olduğu gibi Allah'ın bir vasıtası olmaktadır.[165]
Bu hadislerde açıklandığı gibi, Hz. Peygamber, Câhiliye Araplarının sahip oldukları "Dehr" inancını, onların anladığı manâsıyla reddetmiş, ve "Sakın sizden biriniz, dehr'e sövmesin, Allah dehr'dir." buyurmuştur. Bunun mânâsı şöyledir: Kainatta cereyan eden hadiseleri, dehr'in işi sanıp da dehr'e sövmeyiniz, bütün olayların yaratıcısı Allah'tır. Binaenaleyh, ölüm gibi hoşa gitmiyen şeylerden dolayı, onun halikını dehr sanıp da ona sövdüğünüzde, o sövmeniz, hoşlanmadığınız şeyleri yaratan Allah'a gider demektir.[166]
Bu konuda Kuran ve Sünnetin getirdiği esas, yukarıda da görüldüğü gibi, islâm kadar kavramını, nihâî kontrolün gayr-i şahsi ve duygusuz "Dehr'"e değil, bağışlayıcı olan Allah'a dayandığı şekliyle değiştirilmiştir.[167]
"Gayb" kelimesi, gözden kaybolan şeye denildiği gibi, duyularla idrak edilmeyen, insan bilgisi dışında kalan şeye denir.[168] Gayb iki türlüdür: Biri, Peygamberler tarafından insanlara bildirilen âlem, diğeri, yalnız Allah'a malum olan âlemdir ki, Kur'an'da zikredildiği üzere [169]bu gayb âleminin anahtarları (yani bilgileri) O'nun nezdindedir.[170]
Fıtrî olarak her insan, bilinmeyeni Öğrenme ve araştırma duygusuna sahiptir. Bu sebebten Câhiliye Arapları da gayb âlemi hakkında bilgi sahibi olabilmek için, kendilerinin Cinlerle ve Şeytanlara münasebet halinde olduklarına inandıkları bilgilere sadakatle bağlanıp saygı duyuyorlardı. Bu olağanüstü güce sahip bilge kişiler: "Kahinler ve Arrâflar" idi.[171] Kâhinler daha çok geçmişe ait bilgileri haber verme konusunda mütehassıs iken, Arrâflar, geleceğe ait ahvalden haber verme konusunda otorite idiler.[172] Onların zihinlerinde cinlerin, dahî ve seçkin kimselerle ilişki kurduğu imajı, eskiden beri hakimdi.[173] Bu imajı onlarda, gayba ait bilgilerin de belli kimseler tarafından bilinebileceği düşüncesini doğurmuştu. Bunun için de Kâhinler ve Arrâflara koşuyorlar, problemlerini çözüyorlardı.
Gayba ait bilgileri elde etmek konusunda Kâhin ve Arrâflardan başka, kendileri de ferdî olarak değişik metodlar uygulayarak gayb hakkında bilgi ediniyorlardı. Mesela kuş uçurmak suretiyle, onların uçuş istikametlerinden bilgiler çıkarıyorlardı. Kendisinden haber alınamayan kimsenin ölü mü, diri mi olduğu hakkında bilgi almak için şöyle yaparlardı: Derin ve karanlık bir kuyunun başına varırlar orda: Yâ fülan, diye üç defa seslenirlerdi. Hiç ses duymazlarsa aradıkları kişinin ölmüş olacağına, herhangi bir ses duyarlarsa aradıkları kişinin hayatta olduğuna hükmederlerdi. Bir Arap şairi böyle bir tatbikatı şöyle anlatır:
"Ebu'l-Miğvar'ı (bir) çukurda çağırdım, fakat çağırdığım sesim bana geri dönmedi. Ebu'l-Miğvar'ı kabirde zannediyordum. Rüzgarlar onun üstündeki toprakları da düzlemiştir (yani yeri de kaybolmuştur)."[174]
Kur an ve hadisler, gayba ait tüm bilgilerin Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka hiç kimsenin bilemiyeceğini haber vermektedirler. Bu konudaki ayetlerden bazılap. şöyledir:
"Gayb'ın anahtarı (bilgileri) O'nun katındadır, onları ancak Allah bilir."[175]
"Ben göklerde ve yerde görünmiyeni (gaybı) biliyorum."[176]
"Ey Muhammed, onlara de ki; Gaybı bilmek Allah'a mahsustur."[177]
"Her şeyi O yaratmıştır. Her şeyi O bilir. "[178]
Hz. Aişe (r.a), Ibn Cerir et-Taberî'nin (Ö.310 h. ) rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka her kimin gaybı bileceğini söyliyen kimse, yalan söylemiş. Allah Teala kendisi: "Göklerde ve yerde olanların hiç biri gaybı bilemez, yalnız Allah bilir." buyuruyor."[179]
Hz. Peygamber de gaybı Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceğini pek çok hadislerinde haber vermiş,[180] kendilerinin ancak Allah'ın bildirmesiyle bilebileceğini ifade etmiş, uygulamalarında bizzat göstermiştir. Gerek devlet idaresiyle ilgili uygulamalarında gerekse şahsi uygulamalarında istişarede bulunması, bize bunu açıkça göstermektedir. Uhud savaşı, Hendek savaşı Öncesi istişareleri, hurmaların aşılanması hakkındaki görüşlerinin, şahsi düşünceleri olduğunu beyan etmeleri, ifk hadisesinde sahabenin ileri gelenleriyle istişarede bulunması gibi bir çok Örnekler, gayb hakkındaki bilgileri Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceğini gösteren delillerdir. [181]
Câhiliye Arapları arasında, Mekke ve Kabe'nin saygın bir yeri vardı. Rivayete göre: Hz. Adem, yeryüzüne indirilince, Mekke'ye geldi, (yalnızlıktan dolayı) Korkmaya başladı. Allah cc. onu korumak için, melekler gönderdi. Melekler her taraftan, Harem taşlarının bulunduğu yerlerde durdular. Böylece Adem (a.s) ile meleklerin durdukları yerlerin arası "Harem" oldu,[182] denilerek, Mekke'nin kudsiyetinin tarihi derinliği anlatılmıştır. Ancak şu var ki, Mekke'nin tarihi geçmişi hakkında bilgiler, Amelikalılar, Ad ve Semud kavminin kalıntıları olan Cürhümlülerden itibaren bilinmektedir. Cürhümlülere, Hz. ismail'in evlatları Ismâilîler halef olmuşlar, sonra onlara, Ezd'ler veya Huzaalılar, onlara Mu-dar kabilesinin bir kolu olan Kinâneliler, daha sonra da onlara Kureyşliler halef olmuşlardır.
Şüphesiz Mekke şehrinin kudsiyeti, içinde bulunan kutsal Mâbed Kabe'nin bulunmasından ileri gelmektedir. Kâbe-i muaz-zamanm, Hz. İbrahim peygamber tarafından bina edildiği ise, Kuran1 da anlatılmıştır. [183]Ancak bu binanın, var olan temelleri üzerine yükseltmek şeklinde mi, yoksa ilk defa Hz. İbrahim tarafından mı yapıldığı ihtilaflıdır. [184]Tarihçilerin pek çoğu bu mabedin Hz. ibrahim'den önce mevcut olduğu kanaatindedirler. Çünkü ayet, temellerin, yıkılmış vaziyette olan binanın var olduğunu göstermek hususunda sarih ifadeler kullanmıştır, Bu da bize, Mekke'nin ve Kabe'nin kutsallığının, Hz. İbrahim ile değil, daha önceden de var olduğunu göstermektedir. Nitekim, Hz. Peygamberin "Allah Mekke'yi, yerleri ve gökleri yarattığı gün, Harem: (Saygı değer) kılmıştır"[185] hadisi; Yine Hz. ibrahim Peygamberin : "Ya Rab, soyumun bir kısmını, ekin bitmeyen bir vadiye, mukaddes evinin yanına yerleştirdim."[186] şeklindeki duası, Mekke'nin daha Önceden de kutsal olduğunu gösteren diğer delillerdir. Bununla beraber Hz. ibrahim'in de, bu vadinin emin bir belde olması için dua ettiğini, bize Kur'an-ı Kerim haber vermektedir.[187]
Emin belde olarak daima kudsiyetyai koruyan Mekke, bilinen tarihi itibariyle, daima saygıyla anılmış, ihtiram ifade eden isimlerle yâdedilmiştir. Bu isimlerden bazıları çöyledir: "Kariye-i Kadime, Beledü'1-Emin, Berre, Bekke, Mekke ve Nessâse."[188]
VI.Asırda islâm'ın ortaya çıktığı dönemde de, Mekke şehrinin bu kudsiyeti Câhiliye Arapları tarafından yakînen bilinmekteydi. Gerek Câhiliye şiirinde ve gerekse devrin ileri gelenleri tarafından îrad edilen hitabelerde Mekke ve Kabe'nin kudsiyetini anlatan ifadelere çokça rastlanmaktadır.
Fil vakası sırasında, Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalibin Kabe kapısının iki yan dilmesine tutunarak şöyle münacatta bulunduğu rivayet edilir.[189]
"Allahım, o kişi (Kabe'ye) gidilmesini engelliyor.
Sen de onun, senin yurduna (Mekke'ye) girmesine engel ol.
Onlar, haçlarıyla ve hileleriyle düşmanlık ederek galip gelmesinler.
Yarın Mukaddes beldeyi çiğneyecekler, uygun gördüğün emri ver artık.
Huzalılarla Kureyşlilier arasında çıkan bir anlaşmazlık dolayısıyla, Haşim bin Abdilmenaf a başvurulmuş, o da onlara: İbrahim âli ve ahfadı, Harem sakinleri ve Mekke erbabı olmaktan övgüyle bahsetmiş, onları anlayışlı olmaya çağırmıştı.[190]
Mekke'nin ve Kabe'nin kudsiyeti, sadece yöre halkı arasında yaygın olmayıp, bölgeyi taşmış, uzak beldelere ulaşmıştı. Ebre-he'nin Yemen'den yola çıkarak Mekke'ye gelip Kabe'nin kudsiyetini yokedip, bu kudsiyeti San'a şehrinde yaptırdığı görkemli sarayına çekmek istemesi, bunun en çarpıcı örneğidir.[191] Ayrıca Hz. ibrahim Peygamber'in getirdiği dinden (Haniflik) kalma bir ibadet şekli olan Hac menakisinin, Mekke ve çevresinde ifâ edilmesi, Hac görevini yapmak için çevreden gelen binlerce hacının Mekke'ye akın etmesi, bundan başka Kabe'nin bir takım sosyal faaliyetlerin icra edildiği yer olması ve hâlâ geçerliliğini koruyor bulunması, Câhiliye Arapları nezdinde Kabe'nin kudsiyetini hiç bir zaman eksiltmemiştir. Kabe çevresinde yapılan uygulamalar arasında, Hatim'de yemin ve ahidlerin yapıldığını, burada yapılan yeminlerin, verilen sözlerin çok daha kuvvetli olacağı inancının halkta hakim olduğunu, Kabe önünde kölelerin âzad edilip, evlat edinildiğini, hele en önemlisi seyahatten dönen herkesin mutlaka Kabe'yi tavaf etmeden evine gitmemesi gerektiği inancını sayabiliriz.[192]
Mekke ve Kabe'nin kudsiyeti, az sayıda da olsa Hicaz bölgesinde yaşayan Ehli Kitap mensuplarınca da biliniyordu. Buna dair bir misali, Ibn îshak (Ö.151/768) şöyle anlatır:
Yemen krallarından Tübba Es'ad Ebu Kerib bin Zeyd bin Amr, Mekke havalisine yaptığı bir seyahat sırasında, kendisine Kabe'nin içinde altın, gümüş ve kıymetli bir hazinenin bulunduğu, korktuklarından dolayı da kimsenin buna el sürmediği, onun bunları elde edebileceği anlatılmış, o da buna teşebbns etmişti. Ne var ki Tübba, bu teşebbüsünde başarılı olamamış, elleri ayakları kurumuş (tutmaz olmuş) tu. Bu musibetten kurtuluş çaresi aradığı sırada, kendisine, bundan kurtuluşun ancak Kabe'ye saygı duyması ve onu giydirmesi ile mümkün olacağı fikri de, Suhayt ve Münebbih isimli[193] iki Yahudi bilgin tarafından telkin edilmişti. O da bunu yaparak, içinde bulunduğu dertten kurtulmuştur.[194]
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Mekke şehrinin kudsiyeti, Kabe'nin orada bulunmasından kaynaklanıyordu. Mekke ile Kabe adeta bütünleşmişti. Ayrıca Hz. ibrahim dininin merkezi olma hususiyeti, bu kudsiyeti artırmıştı. Bu sebebten Mekke ve Kabe kutsallığı, tarih boyunca artarak devam etmiştir. Hz. Peygamber, otuzbeş yaşlarında iken Kureyşlilerin, Kabe'yi tamir ettikleri sırada Hacerü'l-Esved'i yerine koymak için gösterdikleri fazilet yarışı,[195] bu kudsiyetin yükseldiği dereceyi göstermeye kâfidir. Bu konuda Muhammed Hamidullah şu tesbitte bulunur:
"Hicretten üç yıl evvel, Hz. Peygamber Mina'ya gidiyor ve orada onbeş kadar kabileye hitap ediyordu. Bu kabilelerden her birine ayrı ayrı hitap etmiş ve onlara: "Beni memleketinize götürün, beni dinleyin. Zira beni dinleyenler, yakın bir zamanda Bizans'ın ve İran'ın hakimi olacaklardır." diyordu. Ibn Hişam (ö. 218/833) bu kabilelerin isimlerini zikretmektedir. Ben bu kabileleri, harita üzerinde yerleştirip nereden geldiklerim tesbite çalıştım ve gördüm ki, Arabistan'ın kuzeyinden, güneyinden, doğusundan, batısından kısaca her taraftan Mekke'ye hac yapmak için kabileler gelmişlerdi. Bu da gösteriyor ki, Kabe, sadece Mekkelilerin dînî merkezi değil, aynı zamanda Mekke dışındaki bütün Arapların da dînî merkezi durumundaydı. Denilebilir ki Islâmiyetten evvel dahi Mekke, o zaman ki bütün Arapların dînî federasyonunun merkezi idi.[196]
Mekke ve Kabe'nin kudsiyetini Kur'an-ı Kerim tasdik eder. Kur an'da "şehirlerin anası" ifadesiyle anlatılmış[197], ilk mabedin de burada yapıldığı özellikle belirtilmiştir.[198]
Hz. Peygamber de, bir çok hadislerinde Mekke ve Kabe'nin kudsiyetini açıklayıp, hürmetini (saygınlığım) bildirmiştir.[199] Bu hadisler incelendiği zaman, Câhiliye Araplarmın bu konudaki inançlarının batıl düşüncelerden ve tahrifattan arındırılmış şekliyle hemen hemen tamamen aynen korunduğunu görüyoruz. Bir hadislerinde Hz. Peygamber Mekke fethinde şöyle buyurmuştur:
"Hiç şüphe yok ki Allah gökleri ve yeri yarattığı zaman bu şehri haram (saygın) kılmıştır. Artık bu belde Allah Teala'nm haram kılması sebebiyle kıyamet gününe kadar muhteremdir. Şu muhakkak ki, benden önce burada savaşmak hiç kimseye helal olmamıştır. Bana da sadece bir gündüzün bir saatinde helal olmuştur. O, kıyamet gününe kadar, Allah'ın haram kılmasıyla haramdır. Onun dikeni koparılmaz, avı ürkütülmez.."[200]
İslâm'dan önce Arap kabileleri arasında, kıtalin, vuruşmanın, muharebenin haram kılındığı Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarına "Eşhuru'l-hurum": Haram aylar, denir. Savaşların sürekli olarak devam ettiği, saldırganlıkların yürürlükte olduğu, insanların kendi keyfî istekleri, kinleri ve asabiyetleri peşinde süründükleri bir ortama, haram ayların gelişiyle her şey, onlara duyulan saygı ve hürmet sayesinde güllük gülistanlık oluyordu. Tüm insanlar, kapsamlı bir barış ortamına giriyordu.[201]
Bu dört haram ay, Hz. ibrahim ve Hz. ismail peygamberler zamanından beri, Onların şeriatlerinin bir hükmü olarak biliniyordu. [202]Hz. Peygamber'in risâletine kadar da bu hürmetini korudu. Ancak, bu haram ayların yerlerinde bir takım değiştirmeler, Nesi' uygulamasında bulunmuşlardı. [203]
Haram aylardan gerek Kur'an-ı Kerim'de gerekse Hadislerde bahsedilmektedir. Câhiliyede hajrim olan haram aylarla ilgili inancı Kur'an ve Sünnet aynen kabul etmiştir. Ancak bu ayların hürmetini korumakla birlikte geliş sırası hakkında değişikliğe giden Câhiliye Araplarmm Nesi' uygulaması, Kur'an'da yerilmiş,[204] Hz.Peygamber de meşhur Veda hutbelerinde:
"Bir yıl (ay ölçüsüyle) oniki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Üçü arka arkaya olup Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. (Dördüncüsü) Mudar'm ayı olup Recep'tir. O, Cumada'1-ahir ile Şa'ban arasındadır..."[205] buyurarak, Nesi' uygulamasıyla yerleri değiştirilen haram ayların gerçek durumu hakkında bilgiler vermiş, bu konudaki yanlışlık düzeltilmiş, inanç ıslah edilmiştir. [206]
Câhiliye Arapları tarafından kutsal kabul edilen ve ona karşı derin bir saygı duyulan şeylerden biri de "Hacerul-Esved" dir. Hatta sadece saygı duyulmakla kalmamış bazı Araplar tarafından put edinilip tapılmıştır da.[207] Bu kudsiyetin şüphesiz tarihi geçmişi olmalıdır. O da Hz. İbrahim'in getirmiş olduğu dinin esaslarından (yani hac menâkisi ile ilgili) biri olması dolayısıyladır. Ne var ki, Hz. ibrahim dîninden uzaklaşmaları sonucu inanç dünyalarında ifrat ve tefrit diyebileceğimiz bir takım sivri uçlar meydana gelmiş; bir taraftan itikadlarmda belli şekilde sapmalar görülürken bir taraftan da bazı değerlere karşı aşırı bağlılık ve saygı duymaya başlamışlar ve hatta onlara aşın kudsiyet ve değer izafe etmeleri sonucu, bu kudsiyet uluhiyet derecesine ulaşmıştır. Kabe'ye karşı aşırı bağlılık, Kabe taşlarına karşı aşırı saygıyı uyandırmış, her gidilen yere Kabe taşlarından götürülerek konak yerlerinde karşısında durulup saygı göstermeye, perestiş etmeye başlanılmıştır.[208] Hac ibadetinin başlangıç noktasını belirleyici bir taş olarak Hz. İbrahim peygamber tarafından konulan Hace-rü'1-Esved [209] taşı da, tarih içerisinde zaten var olan kudsiyeti daha da artırılarak ifrat noktaya ulaşmış, Câhiliye Araplarmm bazıları tarafından put kabul edilmiştir.
Hacerü'l-Esved'in hac ibadetinde tavafın başlangıç noktasını gösteren işaret taşı olmasından öte kudseyitinin çok eski devirlere dayandığım bizlere M. Hamidullah'm naklettiği şu hadise açıkça göstermektedir:
"(İsmail'in oğlu) Nabit'den sonra başkanlık mevkiine (muhtemelen Nabit'in torunlarından) Mudad'ubn Arar geldi. Nakledildiğine göre Mudad'ubn Arar zamanında Mekke'de ikamet edenlerle Huzaa'hlar arasında bir harp ceryan etmişti. Bu Huzaa'lılar başka bir yere yerleşmek üzere Yemen'den geliyorlardı. Bunlar önce kısa bir müddet için kendi keşif birlikleri uygun bir yerleşme mahalli buluncaya kadar Mekke'de kalma müsaadesi istedileı Curhumlular'ın bu-talebi reddetmesi üzerine ihtilafı halleden kılıç oldu. İsmail (a.s)'m soyundan gelen aileler ihtilafta bîtarjf kaldılar. Bunun bir neticesi olarak da bu savaşta muzaffer çıkan Huzaa'lılar bu ülkede onların kalmakta devam etmelerine müsade ettiler. îbn Hişam kitabında bu münasebetle açıklamaktadır ki, Mudad dahi bu ihtilafta şahsen bitaraf kalmıştı. Buna rağmen onun mağlup Curhumlularla olan akrabalığı, Huzaa'lıları, onun Mekke'de kalma talebini reddetmeğe sevketmiştir. Mudad'm oğlu Haris, Kabe'nin mukaddes taşı olan Hacerü'l-Esved'i hareketinden evvel Mekke'de bir yere saklamaya muvaffak olmuş ve bütün kabile efradıyla birlikte Mekke'yi terketmiştir. Haris'in mukaddes taşı sakladığını gören Huzaa'lı bir kadın bunu yerinden çıkarmış ve bu da Huzaa kabilesine, buradaki İsmail soyunun tasvip ve muvafakati ile mabedin başkanlığı unvanını kazandırmıştır."[210]
Yine burada, Hz. Peygamber'in nübüvvetinden önce, yapılan Kabe tamiratı sırasında Hacerü'l-Esved'in yerine konması konusunda, kabileler arasında çıkan ihtilan ve bunun Hz. Peygamber tarafından nasıl giderildiğim hatırlayabiliriz.[211] Bütün bunlar bize Hacerül-Esved'in câhiliye Arapları arasında nasıl bir yere sahip olduğunu göstermektedir. [212]
Konuya Hz. Peygamberin bu konudaki hadislerini dikkate alarak baktığımızda, pek çok hadiste Hacerül-Esved'in kudsiye-tinden bahsedildiği görülmektedir. Bu konudaki rivayetler grup-lanırsa:
1. Haceru 1-Esved'in cennet taşı olduğunu ve Hz. Adem ile birlikte indiğini anlatan hadisler.[213]
2. Allah'ın eli olduğunu, onu öpenin Allah ile ahdettiğini anlatan hadisler.[214]
3. Haceru 1-Esved'in kıyamet gününde iki gözü, bir dili olarak geleceğini ve kendisini hakkıyla istilam edenlere şahitlik edeceğini anlatan hadisler. [215]
4. İlk zamanlar beyaz ve parlak olduğu, daha sonraları müşriklerin necis elleriyle kirlenip karardığını anlatan hadisler.[216]
5. Cenab-ı Hakk'ın "Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış, ve onları kendilerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"demişti. Evet buna şahidiz dediler..." [217]ayetiyle belirttiği o zaman iki gözü, bir dili vardı. Allah Teala ona: Ağzını aç, buyurdu. Ona o sayfayı yutturdu. Hacerul-Esved taşını bu yere yerleştirdikten sonra ona "Kıyamete kadar sana gelenlere şahidlik edeceksin" buyurdu, şeklindeki Allah ile kullar arasında yapılan ahidnâmeyi içinde saklayan taş olduğunu anlatan hadisler.[218]
Bu konudaki rivayetler, şüphesiz ciddi bir tenkidi gerektirir. Hatta bu tenkid sadece sened tenkidi değil, metin üzerinde de yapılmalıdır. "Hacerü'l-Esved'in Cennet taşlarından olduğu"nu, nakleden ve Hz. Aişe (r.a)'den merfuan gelen hadisin pek çok "şahidi"[219]'nin bulunduğunu, Aclûnî kaydetmektedir.[220] îbn Ku-teybe," Cennette taş var mıdır?" şeklinde sorulabilecek bir soruya : "Onlar cennette taşın bulunuşunun nesini yadırgıyorlar? Halbuki Cennette Yakut vardır, [221]taştır. Zümrüd vardır, o da taştır. Altın ve gümüşde[222] taştandır." diyerek [223]Kuran ayetleriyle ispata çalışmakta ve bu hadisin hakikatini müdafaa etmektedir.
"Haceru 1-Esved"in Allah'ın eli olduğunu" nakleden hadisler ise, teşbih ifade eden hadislerdir. İnsanlar hacc esnasında, Hace-rü'1-Esved'i "istilam ederken" sana inanarak ve ahdini yerine getirerek..11 derler ki, bunun mânâsı: "Sana verdiğimiz ahdi yerine getirdik, şüphesiz Rabbimiz Sen'sîn" demektir.[224] Yoksa, onunla mücerred el anlaşılmamalıdır. Konuyla ilgili diğer hadislerden "Hacerul-Esved'ın ağzı olduğu, Cenab-ı Hakk'ın Ademoğullarımn zürriyetinden aldığı ahidnâmeyi ihtiva eden kağıdı yuttuğu, Kıyamete kadar ona gelenlere şahidlik yapacağı..şeklindeki hadisin mecazi anlatımından öte mevzu olabileceği kanaatindeyiz.
Hacerul-Esved'in kudsiyeti, îslâm öncesi devre ait bir gelenek ve inanç olduğu gibi, İslâmiyet geldikten sonra da aynen muhafaza edilmiştir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hacerü'l-Esved'in kudsiyetini öneren kaynak olarak bilinen HanifÜk ile, bu kudsiyeti aynen kabul eden İslâmiyet, temelde birdir. Evvela bunu tesbit etmeliyiz. Haccm menâkisinden olan, tavafın başlangıç yerini gösteren işaret olması meselesi ise, İslâm'dan önce de var idi ve bir gelenek olarak devam etmekteydi. Hz. Peygamber bunu aynen ibka etti. [225]"Bu, burada şunun içindir, bu da bunun içindir.." şeklindeki rivayetlere takılmamak, bunların bir takım temsilî anlatımlar olduğunu düşünmek, hatta yukarıda kısmen temas ettiğimiz gibi, câhiliye döneminin abartılı anlatımları olabileceğini de gözden ırak tutmadan, yapılan tatbikatın özünü kavramak daha isabetli olacaktır. Şöyle ki:
Ebu Said el-Hudri anlatır: Mekke'ye gitmek üzere Ömer bin Hattab ile birlikte yola çıktık. Tavafa başladığımız zaman, Hz. Ömer Hacerü11-Esved'in önünde durarak: "Allah'a yemin ederim ki, senin, ne faydası ne de zararı olamayan bir taş olduğunu biliyorum. Eğer Rasûlullah (s.a) seni Öpmeseydi ben de seni öpmezdim." dedi ve tavafa geçti.[226]
Hz. Ömer'in Haceru 1-Esved'e karşı söylediği bu sözle, ne kas-dettiğini tayin için, hadis sarihleri bir takım mütealalarda bulunmuşlardır. Bu değerlendirmeler arasında Taberî (ö. 310/922)'nin yaptığı yorum şöyledir:
r"Arap yarımadası halkı öteden beri putperest olup, bunların müslümanhğı, câhiliye ve putperestlik devrine pek yakın bulunduğundan, çok uzak görüşlü olan Hz. Ömer, Haceru 1-Esved'i selamlamasını, cahil bir sınıf halkın, eski Arapların putlara hürmet ve ibadeti kabilinden gerekli gördükleri saygı zannetmelerinden endişe etmişti. Ve bu sözle, Haceru 1-Esved'i selamlamadan gaye, bu taş parçasına taabbüd değil, bilakis doğrudan ve özellikle Allah Teala'ya tazim, Peygamber'in (s.a) tebliği karşısında kayıtsız şartsız teslimiyetten ibaret" olduğunu anlatmak istemişlerdir.[227]
Bu konuda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Câhiliye Arapla-rımn sahip olduğu inançlardan biri olarak görünen Haceru 1-Esved'in kudsiyeti, Hz. Peygamber'in sünnetiyle de aynen muhafaza edilmiştir. Ancak bu, bir Câhiliye geleneği olarak değil, Hacc ibadetinin ifası sırasında yapılması gereken bir erkan olarak ibka edilmiştir. Hz. Peygamber bizzat onu istilam etmişlerdi, öyle yapılmasını tavsiye etmişlerdir. Bu istilanı, Câhiliye Araplarmda olduğu gibi bir pereştiş değil, Hacca'm rükünlerinden olan tavafa başlamanın bir ifadesidir. [228]
Câhiliye Araplannın Ölümden sonraki hayat (Ahiret) hakkında farklı inançlara sahip olduklarını görmüştük. Bunlardan bir kısmı tamamen inkarcı iken, bir kısmı Muvahhid (Tek Tanrıya inanan) kimselerdi. Bir kısmı da putperest düşüncenin ürünü olarak karmaşık bir inanca sahipti. Ahiret ve ölüm ötesi hayatı inkarcılar tamamen reddiyorlardı. Ölüp çürüdükten sonra insan tekrar dirilmez diyorlardı.[229] Muvahhidler, islâm'da olduğu şekliyle inanıyorlardı. Putperest düşünce sahipleri ise, diğer konularda olduğu gibi burada da ne yaptıklarını bilmez bir takım hurafelerin ve kendi uydurdukları şeylerin peşinde idiler. Bunların mutlaka yapılması gerektiğine inanıyorlardı, bunun için vasiyette bulunuyorlar, aile fertlerini bu konuda uy arıyorlardı. Bir kaç örnek görelim:
l. Niyâhe: Câhiliye inançlarından birisi de bir kimsenin onun arkasından ağlamak, yas tutmaktır.[230] Kaynaklarda îslâmdan önce Arapların aile efradına: "Ben öldükten sonra arkamdan ağlayın, matem tutun" diye vasiyet ettiklerini görüyoruz. Câhiliye devrinin meşhur şairlerinden Muallaka sahibi Tarfe bin el-Abd el-Bekri (Ö.560) Öldükten sonra kendisine matem tutulmasını şu beyitlerle vasiyet etmiştir:
"Ben öldüğüm zaman bana layık biçimde ağla. Benim için yakalarını yırt ey Ümmü Ma'bed'in kızı".[231]
Hz. Peygamber'in dedesi Abdulmuttalip de vefat edeceği zaman, altı kızını yanma toplayıp: "Benim için ağlayın, ölmeden ağıt olarak söyleyeceğiniz şeyleri duymak istiyorum.." demiştir, bunun üzerine Abdulmuttalib'in kızları ağlıyarak babalarına mersiye söylemişlerdir.[232]
Niyâhe'den maksad, ölen kimsenin yokluğunun acısını hissetmek ve içinde duymak demektir. Bu, ya bizzat Ölen kimsenin yakınları tarafından ölünün meziyetlerini sayarak ağlayıp saç baş yolmak şeklinde olurdu veya işi meslek edinmiş kimseler tara-findan icra edilirdi. Ayrıca ölen kimsenin soyu ve şerefi ile toplum içindeki itibarı, ağlamanın dozajına tesir ederdi. Hatta ölen yahut öldürülen kimse ile öldüren kimse arasında neseb ve toplumdaki itibarı açısından mukayese yapılır, eğer ölenin yahut öldürenin itibarı yüksekse onun için daha fazla ağlamrdı.[233]
Asmaî'nin beyanına göre bir kimse Öldüğü zaman, yakınlarından biri bir ata binerek insanlar arasında dolaşır ve'Talan ölmüştür onu ilan ediyorum" diyerek başa gelen bu musibete karşı insanları uyanık olmaya davet eder, ölü sahibini de böylece taziye ederdi.[234]
Rasûlullah (s.a) pek çok hadisinde ölünün arkasından bağırıp çağırarak saçı başı yolarak ağlamayı yasaklamış ve en ağır dille yermiştir:
Ümmü Atiyye'den nakledilmiştir: "Rasûlullah (s.a) bizden, ölünün arkasından bağırıp çağırarak ağlamamak üzere biat aldı."[235]
"Ölünün arkasından bağırıp çağırarak ağlamakla ölüye azap edilir.[236]
Allah ölünün arkasından bağırıp çağırarak ağlayana da onları dinleyene de lanet etmiştir."[237]
"Ölünün arkasından bağırıp çağırarak ağlamak Câhiliye adetlerindendir. Ağlayan kimse eğer bundan tevbe etmeden ölürse, Allah onun için katrandan bir elbise ve cehennem ateşinin alevinden bir zırh giydirir."[238]
Görüldüğü gibi, Niyâhe, Hz. Peygamberin sünnetiyle ortadan kaldırılmıştır. Konuyla ilgili hadisleri değerlendiren islâm bilginleri Niyâhe'nin haramlığı konusunda icma etmişlerdir.[239]
2. Kurban: Câhiliye Arapları, kabrin başında koyun veya keçi keserlerdi.[240] Ölen kimse şerefli ve soylu bir kimse ise kabrinir. başında deve keserler ve "Biz onun dünyada yaptıklarına karşılık. kendisini mükafatlandırıyoruz. Hayatında kendisi, deve keseı misafirlerine yedirirdi, biz de senin kabrinin başında deve kesiyoruz. Varsın bunu kurtlar, kuşlar yesin. Hayatında yedirdiği gibi Ölümünde de yedirmiş olsun" derlerdi. Ba's'e inananlar, ölenin sağlığında bindiği hayvan kesilirse, o kimse kıyamette binekli olarak haşrolur. Aksi takdirde yaya kalacağına inanırlardı.[241] islâm bu uygulamayı kaldırmıştır.[242]
3. Beliyye: Bu adet şöyledir: Ölünün kendi devesi, kabrinin başına bağlanır ve deve ölünceye kadar, aç susuz bırakılır, öldükten sonra orada yakılır, bazen de derisi yüzülür içine ot doldurulur. Böyle yapmakla kıyamet günü, ölünün binitli olarak haşrolu-nacağma inanılırdı.[243] Bazen de devenin semeri ortasından deli-nir ve devenin boynuna geçirilirdi. Kılâde (gerdanlık) şeklinde asılan bu semer deve ölünceye kadar boynunda kalırdı.[244] Ebu Zeyd bir şiirindeki teşbihinde bazılarını Beliyye'ye benzeterek şöyle der:[245]
"Eriyip (toprağa) düşen yanaklar, zehirlerin oymasından değildir; tıpkı, başları, ortayı delik hamutlar içinde olan beliyyeler gibi..."
islâm, Beliyye uygulamasını reddetmiştir.[246]
Ba's'e inanmıyanlar, Beliyye edinmezlerdi. Beliyye edinenler ise, sadece Beliyye'ye inanmakla kalmazlar, onu bizzat vasiyet ederlerdi. Uveymir en-Nehbani şöyle der:
"Ey oğulcuğum, (benim için) Beliyye'yi unutma. Çünkü Beliyye babanın tekrar dirildiği günde bir binittir." [247]
Milâdî VII. Asrın başlarında Hicaz bölgesinde özellikle Mekke çevresinde. Ticarî hayatın vermiş olduğu hareketliliğe rağmen yöreye has bazı halk inançları canlılığım korumaktaydı. Bölge halkı bu inançlarla öyle içice idi ki, bunlar, toplum hayatını düzenleyen sosyal kurallar haline gelmişti.
Hayatın bütün safhalarında şu ya da bu şekilde bir halk inancına rastJamak mümkündür. Ancak bunları tek tek tesbit etmek oldukça güçtür, Biz bunları, ayrıntılara girerek tesbit vetmek yerine, o devrin sosyal hayatında yer etmiş bazı anahtar terim niteliğindeki inançları tesbit edip hadislerle olan münasebetini araştıracağız. Burada Hicaz bölgesindeki îslâm öncesi halk inançları içinde tesbit edebildiklerimizden bazılarını görelim. [248]
Terim olarak "Teşeüm", "şu'm" kökünden türemiş bir kelime olup, uğursuz sayma, uğursuzluğa nisbet etme, kötüye yorma anlamına gelmektedir. Bir insanı uğursuzluğa uğratmaya "şe'm, bunu yapan kimseyede "'Meş um" denir.[249]
Islâmın ortaya çıktığı dönemde Hicaz bölgesinde, Araplar arasında uğursuz sayına inancının etkin bir yeri vardı. Bu inanan Konusu ise çok çeşitliydi. Hemen her konuda buna dair izler görmek mümkündür.[250] Uğursuz kabul edilen herhangi bir inanç öge-ii, bölge halkı tarafından kötü ve çirkin kabul ediliyor, Ondan ızak durulmaya çalışılıyordu. Bunun örneklerine gerek Câhiliye Edebiyatında, gerekse ilgası, ibkası, yahut ıslahı açısından Hz. Peygamberin hadislerinde sıkça rastlanmaktadır.
Uğursuzluk inancına konu olan bazı inanç öğelerine ve hicaz bölgesi halkının bu konudaki inançlarına dair bazı Örnekler verelim. [251]
Baykuş, özellikle geceleri avlanan yırtıcı bir kuştur. Ağaç kovukları, harabeler, kuleler, terkedilmiş kuş yuvaları gibi yerlerde yaşar. Antartika hariç, dünyanın her tarafında bulunur.
Câhiliye Arapları, bu kuşta uğursuzluk görüyorlardı. Onların, bu kuş hakkındaki inançları şöyleydi: Katili bulunmayıp, kısas olunmayan bir maktulün ruhu, baykuş suretine girerek geceleri gelir. "Beni sulayımz, beni sulayınız!....." diye ötermiş. Katili bulunup, kısas olunca uçar gidermiş. [252]Bir Arap şairi bunu şöyle anlatır: "Ey Amr, eğer benim kötülüğümü ve zayıflığımı (tenkid etmeyi) bırakmassan sana öyle bir vururum ki, baykuş sonunda beni sulayın! diye ötmeye başlar. (Yani öldürürüm). [253]
Baykuş ötmesinin uğursuzluk getireceği inancı, Hz. Peygam-ber'in hadislerinde: "(Eşyada) uğursuzluk yoktur....." [254]ifadeleriyle reddedilmiş, islâm'da yeri olmayan batıl inançlardan sayılmıştır. Çünkü, Kur1 an ve sünnet, hâdiselerin meydana gelmesinde hakiki failin Allah olduğu belirterek [255]daima Tevhid'i savunmuştur. Uğurluluk veya Uğursuzluk düşünceleri, beşeri değerlendirmeler olup, hadiselerin meydana gelmesinin varlıklarının yaratılış özelliklerine veya belli davranış şekillerine bağlanmış Tevhid düşüncesine zıddır.
Baykuşun, aslında katili bulunmayan ve böylece kısas olunmayan bir maktulün ruhunun tecessüm etmiş şekli olarak kabul edilmesi, umûmî manası itibariyle "ruhun bir vücuttan diğerine intikali" demek olan "Tenasüh" inancı ile yakından ilgili olabilir. Menşe' olarak Hintlilere izafe edilen Tenasüh inancını, batılı araştırmacılardan Anz ve Dussaud, Nusayrilerdeki Tenasüh inancının yedi kademesini dikkate alarak, onun menşeinin Bâbil muhiti olduğunu belirtirler.[256] Câhiliye Araplarmın "Atamız ibrahim Peygamber!..." şeklinde devamlı hatırladıkları Hz. ibrahim (a.s)'ın, Bâbil çevresinde yaşadığı ve Bâbil krallarından Nemrud tarafından ateşe atılmak istenmesi [257]hâdiseleri de gözö-nünde alınacak olursa, Tenasüh inancının Hicaz'a da Babil yolu ile geçmiş olabileceği, bu inancın Câhiliye Arablarımn sahip olduğu "Asabiyet" düşüncesiyle de birleşince, hoşa gitmeyen sesiyle baykuşun, kan davalarını körükleyen bir uğursuzluk timsali haline geldiği düşünülebilir. [258]
Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inandıkları, değişik suret ve renkli şekillerde görünerek onlan yoldan saptırıp helak ettiklerini kabul ettikleri, Cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayali varlıklara "Gûl" denir.[259] Bunların dişilerine ise, "Suulat" adı verilir.[260] Ibn Sikkit (Ö.244/848) "insanı helak eden her şey Gûl'dür." der.[261]
Bunların bir yolcuya görülmesi, uğursuzluk kabul edilirdi.Bu yüzden Câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından, bu tür yerlerden geçerken "Bu vadinin sahibine sığmıyorum" diyerek, bir nevi onlardan, zarar vermemeleri için izin isterlerdi.[262] Eğer yolda bir Gûl'a rastlanacak olsa, ne yapılacağı konusundaki inançları ise şöyleydi: "Gûl'a rastlanınca onu bir darbede öldürmek gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tekrar canlanır."
Bir Arap şairi bunu şöyle dile getirir:
"Gûl, bana dedi ki: îkinci defa vur. Ben de ona, yavaş ol, yerinde bekle hele. Zira ben (kılıcımı) kalbe yerleştirirdim."[263]
Bir başka şair el-Behrânî, rastladığı bir Gûl ile mücadelesini şöyle anlatır:
"Ayın son günlerinde, gece zifiri karanlıkta Gûl'e bir darbe in-dirdim, sanki toz duman oluverdi."
îkinci defa darbemi indirmiştim ki, (sanki bir) kuvvet onun ehlini koruyordu da (canlanıverdi). Keşke o sağ elim kurusaydı da (o ikinci darbeye indirmeseydim).[264]
Câhiliye Araplanmn Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenler, onlardan çoluk çocuk sahibi olanların varlığına dahi inanırlardı. Mesala, Amr bin Yerbu' bunlardandı.[265]
Amr bin Yerbu' hakkında şöyle bir rivayet vardır:"Amr bin Yerbu' Gûl ile evlendi. Ondan çocukları oldu. Onun yanında uzun zaman kaldı. Gûl memleketi tarafından şimşek çaktığı zaman, Amr'a şöyle derdi: "Onu bana gösterme (onu benden gizle). Eğer onu bana gösterirsen, çocuklarını bırakır , memleketime -kavmimin bulunduğu yere- doğru uçarım." Bundan böyle ne zaman şimşek çaksa Amr, ridasıyla onun gözünü örter ve ona şimşeğin çakmasını göstermezdi. Derler ki bir defasında Amr bin Yerbu' gaflet etti. Gece şimşek çakmasına rağmen Gülün yüzünü ridasıyla örtmedi o da uçup gitti. Uçarken şöyle diyordu:
"Amr çocuklarım sıkı tut. Ben çakan şimşeğin yeryüzüne kaçan kıvılcımıyım..."[266]
Gûl ile evlenme yani Cinierle evlenme inancı ülkemizde de yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı ispat etmek çok güçtür. Cinlerle evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da buna dahildir.) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler, sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin ruhi bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.
Türkçemizdi Gûl'e, "Gûlyabani" denildiği gibi, cadı, hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsinden korkunç yaratıklar kabul edilir.[267] Câhiliye Araplanmn sahip oldukları Gûl inancımn varlığı, Gûlyabani şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden geçerken, Câhiliye Arapların yapkılarma benzer şekilde "Tu destur!..." denilerek geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına inanılır.[268]
Câhiliye Arapları arasında yaygın olan "Gûl" inancının Hz. Peygamberin hadislerinde hem müsbet hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım hadislerde zahiren "Gûl"ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği ifade edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye çalışalım.
Ebû Eyyüb el-Ensari'den yapılan rivayette "Gûl" ile yapılan bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensari'nin içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. "Gûl" gelir ondan alırdı. Bundan Hz. peygambere yakındı. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Git, onu gördüğün zaman, Bismillah, Peygamber'e icabet et! de." Sonra Ebû Eyyüb, "Gûl'u yakaladı. Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı. Müteakiben Hz. Peygambere geldi, Rasûlullah ona: "Esirini ne yaptın" diye sordu. Ebû Eyyüb, "bir daha dönmiyeceğine yemin etti" dedi. Rasûlullah o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye de alışıktır." buyurdu. Ebû Eyyüb, "Gûl"ü bir kere daha yakaladı, o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onun serbest bıraktı. Sonra Rasûlullah'a geldiği vakit; "Esirini ne yaptı" diye sordu. Ebû Eyyüb, "bir daha dönmeyeceğine yemin etti. (bıraktım)" dedi. Daha sonra "Gûl'u üçüncü kez yakalayınca, ona "seni Rasulullah'a götürmeden bırakmıyacağım." dedi. Bunun üzerine "Gûl" mukabelede bulundu. "Ben sana bir şey söyleyeceğim... Ayetel kürsi. Evinde bunu oku. Ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz." Ebû Eyyüb, Hz. Peygambere geldi. Rasûlullah ona: "Esirini ne yaptın?" diye sordu. Ebû Eyyüb, "Gûl"ün dediklerim anlattı.
Rasûlullah: "Doğru söyledi fakat kendisi yalancıdır" buyurdu.[269] Tirmizi'nin (279/892) "Bu hadis hasen-gariptir" diyerek naklettiği bu hadise benzer, çok sayıda hadis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel, Ubey bin Ka'b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit'in de bu konuda benzer rivayetleri vardır.[270] Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği zaman farklı ifadelere rastlanmaktadır. Şöyle ki:
Bu rivayetlerden Ebû Eyyüb el-Ensari ile Ebû Useyd'in rivayetlerine de geceleri hurma çalan varlık için "Gûl" tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bunun için "şeytan" kelimesini kullanmış, Ubey bin Ka'b ise, yeni buluğa ermiş delikanlı biri olduğunu anlatarak ona "Sen Cin misin, insan mısın?" diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında, elinin köpek ayağına benzediğim, üzerindeki tüylerinin de köpek tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre'nin rivayetinde ise : "Birisi geldi", şeklinde meçhul bir şahıstan bahsedilmektedir.[271] Hadislerde anlatılan ortak konu ise, Biriktirilmiş zekat hurmalarının çalınması, çalanın yakalanarak Rasûlullah'a götürülmek istenmesi sırasında onun, Ayetel-Kürsinin faziletini haber vermesidir.
Tirmizi'nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensari'nin rivayeti hakkında "Bu hadis Hasen-Garibtir" denilmiştir.[272] "Garip hadislerin ise, metin yönünden tek kalmış, yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu biliyoruz."[273] "Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebebten Tabiiler, Et-bau't-Tabiin ve daha sonraki nesillerin hadiscileri, Garib Hadis-ler'e pek rağbet etmemişlerdir.[274]
Buhari'nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin Muallak olduğu[275] hatta Ibn Arabiye göre Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.[276] Gerek Muallak ve gerekse Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır.[277]
Hadisin rivayet farkından doğan değişik ifadeler, ravilerin hurmaları çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı aktardıklarım anlıyoruz. Çünkü hurmaları çalan kimine göre, "Gûl" dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri köpek ayağına benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir şahıstır. Bu farklı ifadeler, her ravinin ya kendi hatırladığı veya kafasında Öyle şekillendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret etmektedir.
Mezkur hadislerin gerek ifade ettiği manadaki garûbet gerekse sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhari'nin naklettiği Ebu Hüreyre rivayetinde hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin tesbit etmiş olmaları [278]bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak ele almamızı gerektirmektedir.Yine Hz. Peygamber'in"Hastah-ğın bizatihi sirayeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen bir şey de yoktur"[279] Hadisi de, kanaatimizi te'yid etmektedir. Sünnet, Gûl inancını reddetmiştir."
"Güller sizi aldattığı zaman heman ezan okuyunuz."[280] hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak için ezan okuyarak Allah'ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü duygulardan uzaklasınız manasmdadır. Yoksa Güllerin varlığını kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere bir davet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk arasında Albastı veya Alkarası olarak bilinen ve çok kere de ezan okumakla kendisinden kurtulunduğuna inanılan bir inancı da hatırlatmaktadır.[281]
Bu üç unsurun uğursuz olduğunu veya uğursuzluk kaynağı olduğu hakkında Câhiliye Arapları arasında mevcut bir inancın varlığına net olarak rastlamış değiliz. Ancak bazı karineler ve işaretler, bize bunun vaı*olabileceği ihtimalini gostemektedir. Bununla birlikte ciddi bir araştırmanın gerektiğini de ifade etmek istiyoruz. Biz burada daha çok hadislere konu oluşu itibariyle yaklaşmak istiyoruz. Hadislerde geçtiği şekliyle Hicaz bölgesinde bu üç konuda uğursuzluk inancının varolduğunu ve mahiyetinin nasıl olduğunu görmekteyiz. [282]
Kütüb-i Sitte dahil diğer muteber hadis kitaplarında da gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber'in Kadın, Ev ve Atın uğursuz oluşu hakkında lehte ve aleyhte pek çok hadisi vardır. Bütün bü hadisler derlenip beraberce müteala edildiği zaman, mevcut hadislerin genel olarak uçana grupta toplandığını görüyoruz:
1. Uğursuzluğun Kadında, Evde ve Atta olduğunu anlatan hadisler.[283]
2. Câhiliye Araplarının, Kadında, Evde ve Atta uğursuzluk olduğuna inandıklarını hikaye edennakleden hadisler[284]
3. Uğursuzluk diye bir şeyin olmadığım anlatarak bunu reddeden hadisler.[285]
Câhiliye döneminde halkın, pek çok şeyler hakkında uğursuz olduğu inancına sahip olduklarını daha önce görmüştük. Ancak, kadmla-Evle ve Atla teşe'üm ettiklerini (Uğursuzluk kabul ettiklerini) anlatan hadislerin manasına işaret ederek Ibn Hacer el-Askalani (Ö.852/1448) şöyle der: "Kadının uğursuzluğu, çocuk doğurmaması, evin uğursuzluğu, kötü komşularının bulunuşu, atın uğursuzluğu ise, üzerine bindirmemesi ve huysuz oluşudur." Böylece adeta Câhiliye halkının bu üç konudaki menfi düşüncelerinin illetini belirtmektedir.[286] Hz. Peygamberin "Uğursuzluğun, Kadında, Evde ve Atta olduğunu"[287] anlatan sözleri, bu üç konuda uğursuzluğun varolduğunu kabul etmek değil, sadece câhiliye halkının o dönemde böyle bir inanca sahip olduklarını nakletmekten ibarettir. Nitekim, Hz. Aişe'nin naklettiği şu olay bunu açıkça ortaya koymaktadır:
Beni Amir'den iki kişi, Hz. Aişe'nin huzuruna gelerek: Ey Aişe, Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber'in: Uğursuzluk, şu üç şeyde: Kadında, Evde ve Attadır "dediğini haber veriyor, ne dersiniz? diye sormuşlardı. Bunun duyunca, Hz. Aişe son derecede kızarak: Katiyyen Resulullah böyle bir şey söylememiştir. O, yalnızca Câhiliye halkının, kadın, ev ve atta uğursuzluk gördüklerini ve öyle inandıklarını bildirmiştir." demiştir.[288] Bu sözleriyle Hz. Aişe, Rasûlullah'm, Câhiliye halkının böyle bir inanca sahip olduklarını hikaye ettiğini ifade etmişlerdir. Ebu Davud et-Tayâlisi (ö.203/818)'nin Müsned'inde, Muhammed bin Raşid'in Mek-hul'den yaptığı şu rivayet ise, konuyu daha değişik zemine çekmektedir.
"Hz. Aişe'ye, Ebû Hureyre, "Rasûlullah'm Uğursuzluğuk, üç şeydedir: Kadında, Evde ve Attadır" buyurduğunu haber veriyor, ne dersiniz diye sormuştu. O, şöyle cevap verdi: "Ebû Hüreyre Rasûlullah'ın huzuruna girdiğinde Rasûlullah: Allah Yahudileri kahretsin. Onlar: Uğursuzluk ÜÇ şeydedir: Kadında, Evde ve Attadır" diyorlardı, diye (Yahudilerin inananı) anlatıyordu. Ebû Hüreyre hadisinde baş tarafım ezberleyememiş"[289]
Görülüyor ki Hz. Aişe'nin bu rivayetinde "kadında, evde ve atta uğursuzluk olduğu" inancının Yahudilere ait bir inanç olduğunu, Hz. Peygamberin ise, bunu sadece hikaye ettiği anlaşılmaktadır. Burada karşımıza çıkan problem şudur: Hz. Peygamber'in hikaye tarikiyle naklettiği bu inancın Yahudilere ait bir inanç olduğunu hatırlatarak, insanların bu tür inançlara sahip olmamaları için onları ikaz mı etmiştir, yoksa başka bir gayeye mi matuftur? Bu konuda tam olarak açık bir şey bilmiyoruz. Çünkü ilgili hadislerin vürûd sebebini tam olarak tesbit etmiş değiliz.
Yine îbn Hacer, kil tarikiyle {zayıf bir rivayetle) yaptığı nakilde" Kadında, Evde ve Atta uğursuzluğun olduğunu" Hz. Peygamberin önceleri kabul ettiğini, sonra nazil olan bir ayette bu konudaki hükmün neshedildiğini anlatarak şöyle der: Bu şekilde teşe'üm (uğursuzluk inancı) ilk zamanlardı, sonra şu ayetle nesho-lundu: Ne yerde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiç bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapda yazılmış olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır." [290]Bu nakil ise bize böyle bir inancın, daha önceleri Hz. peygamber tarafından açıklandığını, ancak gelen ayetle nesholunduğunu anlatarak, önceki rivayetlerde geçen bu inancın, Yahudilere has bir inanç olduğu düşüncesini zayıflatıyor ise de, yapılan naklin, kîl tarikıyla olması, meçhûliyet üzerine bir nakil olduğunu göstermesi bakımından, bu nesh olayına itibar edemiyoruz. Bu konuda anlaşılması gereken husus, hiç bir tevcih ve yoruma gitmeden Ahmed bin Hanbel (Ö.241/855)in Müsned'ine aldığı şu hadiste açıklanan huştur: "Üç şey ademoğlunun saadetindendir. Üç şey de ademoğlunun şeka-vetindendir.
Ademoğluna saadet getiren üç şey: Saliha kadın, rahat ev ve iyi binit. Ademoğluna şekavet getiren üç şey de: Kötü kadın, kötü ev ve kötü binittir."[291]
Konu ile ilgili hadisler arasında geçen bir hadis şöyledir: "Bir adam Rasûlullah'a gelerek: Biz bir eve taşındık. Orada mallarımız ve çocuklarımız arttı. Sonra da başka bir eve taşındık orada ise hem sayımız azaldı hem de mallarımız telef oldu. "diye akibe-tin ne olacağı konusunda sorması üzerine, Hz. Peygamber: "Orayı terkedin, bırakın orası kötü bir evdir." buyurmuştur.[292] Ibn Kutey-be (ö.276/888) bu hadis hakkında değerlerdirmede bulunurken: "Rasulullah (s.a) onlara, sadece evlerinden ayrılmalarını emretti. Çünkü onlar o evin havasını ağır buluyorlar ve kendilerine isabet eden musibetlere rağmen sıkıntılı olarak orada oturuyorlardı. Rasulullah (s.a) onlara, o evi terketmelerini emretmişti."[293] şeklinde, onların içinde bulundukları psikolojik durumu dikkate alarak böyle bir emir verdiğine işaret etmektedir. Ibn Hacer (Ö.852/İ448) ise, konuya "Fiillerin isnadının ancak Allah'a yapılması gerektiği "düşencesinden hareketle, bu inancın (yani bir şeyi yaratanın Allah olduğu inananın) kalplere yer etmesi için böyle bir emir verdiğine işaret olduğunu, anlatır ve şöyle der: "Peygamberimizin bu emri, Câhiliye halkının tanıdığı uğursuzluk düşüncesine inanmış olmasından dolayı değil, onların bu şekildeki içinde bulundukları evdeki sıkıntıları, Alllah'm onlar hakkındaki takdirine uygundur. Yani onlar orada bu sıkıntıyı zaten çekeceklerdi, Hz. peygam-ber'in onlara evi terketmelerini emretmesi, o evi terkedince dahi, ilâhî hükmün tecelli ettiğini görürlerse sahip oldukları câhiliye inananda ısrar etmemeleri içindir."[294] Böylece onlar anlayacaklardır ki, başımıza ve mallarımıza gelen bu felaket, o evde oturduğumuzdan değil, Allah'ın bizim hakkımızdaki ilâhî hükmün tecellisinden dolayıdır.
Bütün bu tevcih ve açıklamalar, temel prensip olarak "Uğursuzluk" düşüncesinin reddedildiğine işaret etmektedir.
At hakkındaki uğursuzluk inancına gelince, onun bizatihi uğursuz oluşundan dolayı değil, huysuz olmasının, sahibini taşımamasının ve kendisiyle cihada çıkılmamasmm hadislerde mecazî olarak anlatılması halidir.[295] Hz. Peygamberin atın lehinde pek çok hadisleri vardır.[296]
Câhiliye Araplannın bu konudaki inançlarının ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak, bir kısım hadislerden ve bazı Arap atasözlerinden delâleten bazı bilgiler Öğreniyoruz. Konuyla ilgili hadisler, bölgede çok sayıda köpeğin bulunmasına, en zararlı olanların ise, simsiyah renkli ve alacasız olanları olduğuna, Köpek ulumasının çirkinliğine işaret etmektedir. Arap atasözleri ve darb-ı meseller arasında da köpeğin menfî yönlerini ele alan cümlelere rastlıyoruz. Mesela:
Sefih olan bir kimsenin konuşması, uluyan bir köpeğe benzetilerek şöyle denmiştir:"Sen uluyan bir köpeksin."[297] îyilik ettiği kimselerin kötülük yapması durumunda böyHeri içinde şöyle söylennıiştir."Besle köpeği yesin seni"[298]
Merkebin de Câhiliye Araplarımn hayal dünyasında menfî yönleriyle yeraldığım görmekteyiz. Buna, Kur'an-ı Kerim'de Lokman suresinde, Hz.Lokman'm oğluna yaptığı nasihati sırasında, sesini yükseltmemesini isterken en kötü ses olarak merkep sesini göstermiş olmasını [299]örnek olarak veı-ebiliriz.
Bir başka uygulama şekli vardı ki, bu da merkep sesinin çirkinliğinin, Câhiliye Arapları tarafından bilindiğine çok açık bir şekilde işaret etmektedir. Bu uygulama şu idi.
Hayber bölgesi, rutubetli ve sulak olduğundan, burada sıtcs hastalığı çok görülüyordu. Eskiden insanlar bu'bulaşıcı hastalıktan nasıl korunacaklarını bilemediklerinden, yabancılar bu bölgede seyahat etmekten çok korkarlardı. Burada oturan Yahudilere, kötü iklime rağmen onların sıhhatli ve sağlam kalışlarının sırrını sorduklarında onlar, alaylı bir biçimde "şehre girmeden evvel durup on kere merkep anırışı gibi anırmak gerektiği" şeklinde cevap verirlerdi. Saf yürekli bedeviler, onların bu sözlerine inanırlar, Hayberlüeri büyük bir zevke garkeden bu sihirli sesleri çıkarırlardı. Buna, Ta'şir (Merkebin bir solukta on kere vas ve terdid ile anırması) deniliyordu.[300] Hayberli Yahudileri güldüren ve onların alaylı bakışlarına neden olan, bu davranış şeklini, gururura düşkün Câhiliye inşam acaba niçin adet haline getirmişti? Burada, "Kötüyü kötü şey defeder" düşüncesinin hakim olmasından dolayı, böyle bir harekete devam edip durmuşlardır, şeklindeki bir yorum, daha mâkul görünmektedir. Ancak bu geleneğe baş kaldıran ve onun manasızlığım savunan kimseler de yok değildi. Bir Arap şairi bunu şöyle dile getirir:
"Eğer bir yerde humma varsa, ona ne tavşan ayağı, ne kurumuş ot ne de ta'şir fayda vermez."[301]
Ülkemizde de, köpek uluması pek hayra yorumlanma:. Özellikle ezan okunurken, ezan sesini duyunca ulamaya başlayan köpek makbul sayılmaz. Köpek uluması, felaket haberi olarak ka bul edilir. Merkep anırması da pek hoş karşılanmaz. Mesela: Gece
köpek acı acı ulursa, yakında bir ölü veya ölen kimse olduğuna inanılır.[302]
Buhâri'nin rivayetinde, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:"Merkep anırmasını işittiğiniz zaman, şeytanın şerrinden Allaha sığınınız. Çünkü merkep şeytanı görmüştür de öyle anırmıştır."[303] Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: Merkep şeytan görmedikçe anırmaz. Merkep anırmca siz Allah Teala'yı zikredin, bana da salavat getirin."[304] Ebû Davud'un naklettiği bir hadiste ise, merkebin, şeytan görmekden değil de, belki de daha bizim bilmediğimiz şeyleri görmesi dolayısıyla anırdığı anlatılmaktadır: "Siz geceleyin köpek uluması ve merkep anırması işittiğiniz zaman, Allah'a sığınınız. Zira onlar, sizin görmediklerinizi görürler."[305] Suyûtî'nin (0.911/1505) rivayetinde şu ilave vardır:".. Bir yerde durduğunuz (evlerinize yerleştiğiniz ) zaman (geceleyin) sokağa çıkmayı azaltınız. Çünkü Allah Teala, geceleyin yaratıklarından dilediklerini (insan ve cinlerden) yeryüzüne yayar. O zaman "Bismillah" diyerek kapıları kapatınız. Zira bu şeytan, kapalı kapıları açamaz. Yine "Bismillah" diyerek testilerin, kırbaların ve ağzı açık kapların üstünü örtünüz.[306]
Hadisleri dikkatle incelediğimiz zaman, bu konuda şunu ifade etmemiz gerekmektedir: Gerek köpek, gerekse merkep, Câhiliye Araplarımn kendilerinden hoşlanmadıkları hayvanlardandır. Bunların bazılarının sesleri, bazılarının da bizzat kendileri onları rahatsız etmektedir. Hz. Peygamber, Câhiliye insanının zihnini işgal eden bu tür varlıkları çeşitli vesilelerle hadislerinde kullanmıştır. İşte köpek ve merkep de bunlardandır. Gerek Ebû Davud'un gerekse Suyûtî'nin rivayetlerinde hadisin" Geceleyin köpek uluduğu zaman, merkep anırdığı zaman.." şeklindeki ifadesi, korkunun, dehşetinin egemen olduğu bir ortamda, köpeğin uluması ve merkebin anırmasının, bu korkuyu daha da arttıracağı manasını ifade etmektedir ki, böyle bir durumda o tür vesveselerden kurtulmanın yolu, Allah'a istiâze ve iltica olduğunu anlatmaktadır. Bu da gösteriyor ki bu hayvanların sesleri geceleyin duyulduğu zama, Allah'a sığınılmasının istenmesi, onların kötü ve uğursuz yaratıklar oluşundan değil, kötü ve çirkin düşünceleri çağrıştırdığı içindir. Bu hayvanların, şeytam gördüklerinden dolayı ulumaları konusu ise, daha çok mecazîdir. Çünkü hadislerin rivayet farklanndaki incelik, bunu göstermektedir. Buharı nin rivayetinde" Çünkü o şeytam görmüştür..." denilirken, Ebû Davud'un rivayetinde ise, "O sizin görmediklerinizi görür...' denilmektedir. Tîbî (ö.743/1341) bu görünmeyen şeylerin zara: veren her türlü varlık olduğunu açıklar.[307]
Yaratılış itibariyle gerek ses ve koku almada gerekse diğer özellikleriyle köpekler farklı özelliklere sahiptirler, insan için aşılamayan ses duvarı, köpekler için hiç sorun değildir. Görme konusu da böyle. Buna benzer pek çok Özellik sayılabilir. Bu sebepten ne görürlerse görsünler, köpeğin uluması ve merkebin anırması, karanlıkta korku uyandırmakta ve kötü düşünceleri çağrıştırmaktadır. Hadisler, böyle durumlarda Allah'a sığınmayı tavsiye ederek, hem bu tür kötü düşüncelerden uzaklaşmayı, nem de "hayrı da şerri de yaratanın Allah olduğunu" ifade ederek fiillerin, mahlukata veya onların çirkin seslerine izafe ederek zarar geleceği düşüncesine kapıimmamasım anlatmıştır.[308]
inancın menşei hakkında kesin bir şey söylememiz mümkün değildir. Ancak şurası bir gerçektir ki, ıssız çöllerde tabiatın dehşet verici halinin, Câhiliye insanının şuur altında izahı mümkün olmayan düşünceler uyardığı muhakkaktır. Tiksinti verici sesiyle merkebin anırışı, saldırgan haliyle özellikle siyah köpeğin uluması, bu düşünceleri tahrik etmektedir, işte böyle bir ruh haletinden kurtulmanın yolu ise, Allah'a istiaze etmek ve ilticada bulunmaktır. [309]
Yine Hz. Peygamber'in hadislerinden delaleten öğrendiğimiz Câhiliye inançlarından biri de hadislerde "Fasık hayvanlar" diye geçen, bazı hayvanlar hakkındaki inançlarıdır. Bu hayvanlar, hangi hayvanlardır? Bu konuda hadislerde farklı ifadeler bulunmaktadır. Bu hayvanlar, Buhâri'de: "karga, çaylak, akreb, fare ve kelb-i akur";[310] Müslim'de; Karga, çaylak, fare ve kelb-i akur"[311] Ebu Avene nin (ö.316/9ı8) Müstahrec'inde "karga, çaylak, akreb, kelb-i akur ve yilan" olarak zikredilmektedir, ibn Münzir (Ö.319/931) ve ibn Huzeyme (ö.311/923)ise, Buhârî'nin saydığı hayvanlara" Kurt ve Aslan'ı da ilave etmektedir.[312] Ayrıca kerken-kele de Öldürülmesi istenen hayvanlar arasında zikredilmiştir:[313] Biz bu başlık altında "Fasık hayvanlar" olarak bilinen bu hayvanlardan bazıları hakkında tesbit edebildiğimiz Câhiliye inançlarım incelemeye çalışacağız. [314]
Câhiliye Arapları karga ile teşe'üm ediyordu. (Onu uğursuz sayıyorlardı).[315] Karga kurnazlık timsali olarak kabul edilmiştir. Nitekim Câhiliye Arapları, akıllı adam için şu darbımeseli söylerler: "Kargadan daha açıkgöz"[316] Yine Araplar uğursuz saydıkları bir kimse için: "Kargadan daha uğursuz" derler.[317]
Aynı zamanda karga, gurbet habercisi olarak bilinir. Karga ötünce, bunun ayrılık ve gurbete işaret olduğuna inanarak onu kovmuşlardır. "Gurbet" kelimesini de karganın isminden çıkarmışlardır.[318]
Karganın gurubet habercisi olduğu inancı, ülkemizde de yaygındır. Karganın ötüşü, "bir misafirin yahut da gurbette bulunan birinden bir haber geleceğine işarettir." şeklinde yorumlanır. Ayrıca karganın zarar verme özelliği de dikkate alınarak bazı ata-sözlerinde de karga, motif olarak kullanılmıştır. Mesala iyi arkadaş seçimi için şöyle söylenir: "besle kargayı oysun gözünü"; "Dostun kim Karga. Öyleyse burnun.....kurtulmaz." (yani başından bela eksik olmaz). [319]
Karganın uğursuz kabul edilişi konusunda, Şârih Kastallâni (Ö.923/1517) şöyle der: Karga ile çaylak, zayıf buldukları sığırın ve sair hayvanların, arkasının etini, gagasıyla yer, gözünü çıkarır. Şaşkın bir insanın elinden ekmeğini kapar. Bunlar kuşların en âdisidir..."[320] Tabiki bu ifadeler, Sarihin kişisel görüşleridir. Ancak kargayı konu alan hadislere gelince:
Hz. Aişe Hz. Peygamberin şu hadisim nakletmiştir: "Beş şey vardır kT, fasıktırlar, Harem bölgesinde de öldürebilirler. Bunlar: Akrep, fare, çaylak, karga ve kelb-i akur (saldırgan köpek)"[321] Hz. Aişe'den gelen başka bir bir rivayette ise: "Şu dört hayvanın hepsi fâsıktır. Harem bölgesinde ve haricinde her yerde öldürülür..."[322] Bu hadiste fâsık hayvanların sayısı dörde inerken, Hz. Hafsa'nın[323] ve Ebu Hüreyre'nin[324] rivayetlerinde, fasık kelimesi hiç geçmemekte"dir. Ebu Said ei-Hudri'nin rivayeti ise, "Ihramlı, kargayı taşlar ve onu öldürmez"[325] ifadesiyle daha farklı bir görüş ortaya koymaktadır.
Bütün bu farklı rivayetlere rağmen, karganın uğursuz olup olmadığı hakkında tbn Esir (Ö.630/1236) bunların fâsık oluşu "pis olmaları cihetiyle bir benzetmedir" şeklinde açıklarken[326] Nevevi (ö.676/1277): "Eziyet verip ifsad etmeleri sebebiyle denmiştir" der.[327] Hadislerin temel espirisi, karganın zarar veren bir yaratık olduğu istikametindedir. Yoksa prensip olarak "uğursuzluk" düşüncesi temelde reddedilmiştir.
Karganın uğursuz kabul edilişinin, tamamen Ehl-i Kitap kaynaklı olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Tevratta buna dair atıflar bulunmaktadır.[328] îbn Kuteybe (Ö.276/889) şöyle der: "Tevrat'ta şunları okudum: Nuh (a.s) tufandan kırk gün sonra yapmış olduğu geminin penceresini açmış, sonra kargayı salmış. Karga gitmiş ve sular yeryüzünden çekilinceye kadar gelmemiş... Düşünürler, Nuh (a.s)'dan ayrılıp gittiği için karagaya, ayrılık kargası demişler ve uğursuz saymışlar" der.[329] Bu bilgiler de bize, bu inanan Ehl-i Kitap kaynaklı oluşuna işaret etmektedir. [330]
Câhiliyede Araplar arasında farenin uğursuzluğu ile ilgili herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Ancak fâsık oluşu ile ilgili bilgileri, hadislerden Öğrenmekteyiz, Burada şunu belirtelim: "Fasıklık" ancak insanlara mahsus bir sıfattır, burada bazı hayvanlar hakkında kullanılışı ise, yukarıda da kısaca ifade ettiğimiz gibi, zararlı manasında mecaz olarak kullanılmış olmasındandır. [331]
Farenin, hadislerde uğursuz oluşu değil, fâsık oluşundan bahsedilmektedir. Ebu Said el-Hudri'den gelen rivayete göre: "Rasûlullah, uykudan uyanınca, bir farenin kandilin yanmakta olan fitilini yakalayarak çektiğini ve evi ateşe vermek üzere olduğunu görmüş, ve onu hemen öldürtmüştür."[332] Bu ve benzeri hadislerin beyamna göre, farenin zarar vermesi veya zarara sebebiyet vermesinden dolayı ona fasık denilmiştir.
Fareden bahseden hadisler arasında dikkat çeken bir başka hadis, Ebu Hüreyre'nin naklettiği şu hadiste geçen "Mesh" (:suret değiştirme) ile ilgili olaydır. Hadis şöyledir: "Beni israil'den bir kavim mesholunup (:suret değiştirip) insanlık tarihinden silindi. Bilinmez ki, o kavim ne fenalık işlemiştir. Ben zannetmem ki, o ümmet, fareden başka bir şeye mesholunmuş olsun. Çünkü fare, (içsin diye kendisine) deve sütü konulsa, onu içmez de koyun sütü konulsa onu içer." Ebu Hüreyre der ki: Ben bunu Ka'bu'l-Ahbar'a anlattım. O da bana: Ey Ebu Hüreyre, sen bunu Nebi (s.a)'den işittin mi? diye sordu. Ben de, "evet işittim" dedim. Sonra Ka'b tekrar bana (Rasûlullah'ın böyle söylediğini işittin mi?) diye sordu. Ben de "evet işittim" dedim. Sonra Ka'b bana aynı soruyu tekrar sordu. Ben nihayet ona, "Ben Tevrat okumuyorum, ben ancak Resûlul-lah'tan duyduğumu sana naklettim." diye cevap verdim.[333]
Nevevî (Ö.676/1277) bu hadis, davarların etleri ve sütleri değil de develerin etleri ve sütlerinin Benî israil'e haram kılındığını fa-deeder. Hz. Peygamber, farenin davar sütünü değil de deve sütünden çekindiğine bakarak, farelerin Benîîsrâü'den meshedildiğine delil getirmiştir,[334] der. Ancak Tevrat'da deve sütünün Benîlsrâü'e haram olduğu, kaydedilmemekte ise de bunun bizzat Allah tarafından mı haram kılındığı yoksa Yahudilerin ondan hoşlanmadıkları için Tevrata haram diye sonradan yazmış olabilirler mi? Bu konu şüphelidir. Çünkü Kur'an'da Yahudilere haram kılınan şeyler zikredilirken deveden söz edilmemektedir.[335] A.Davudoğlu, Müslim şerhinde bu konuda şu açıklamayı yapar: "Bu hadisi şerifte, tebdil edilen insanların nesli olmadığı açıklanmıştır."[336] Fakat zahire bakılırsa, buradaki Ebu Hüreyre rivayetleri, o hadisten önce vârid olmuştur. Demek oluyor ki Rasûlullah, evvela farenin, Benî israil'den mesholunmuş hayvan olduğunu zannetmiş, sonra kendisine işin gerçeği bildirilmiş, farenin mesholunmadığını ifade etmiştir.[337] Yani bu durumda, hadisler arasında ya nasihlik-mensuhluk sözkonusudur veya Hz. Peygamberin önceki sözleri Beni israil'den bir topluluğun suret değiştirip fare olduğu ile ilgili sözleri, beşer olarak kendi içtihadı iken, daha sonra bu içtihadı vahy yoluyla düzeltmiş olabilir.[338]
Sunacağımız bu örnekler, halk arasında uygulanmakta olan, adetlerdir, inançla doğrudan ilgisi yok gibi görülüyor ise de, bizi ilgilendiren kısım, bu adetin yöre halkının zihinlerinde bıraktığı iz ve bu yüzden ona sıla sıkıya bağlandıkları bir inanç haline gelmesi sebebiyledir. Konuya bu açıdan yaklaşarak görülen adetleri, halk inançları kavramı içinde incelemek istiyoruz. [339]
Câhiliyede bir kimsenin gözü seğirince (yani gözün alt veya üst kapağının gayri ihtiyari hareket etmesi, (titremesi) üzerine ondan bir anlam çıkarmaya çalışırlardı. Şöyle ki:
Mutlak olarak göz seğirmesi, o kişi için: "Sevdiği kimseyi görecek" şeklinde yorumlanır. Eğer görecek olduğu kimse gaib ise, o zaman bu göz seğirmesi: "Onun geleceğine işarettir"; çok uzaklarda ise: "pek yakında gelmesi beklenir". Bir Arap şairi gözü seğirince ondan şöyle mana çıkarır:
"Gözüm seğirdiği zaman şöyle derim: (umulur ki) O kimse, Beni Amr'ın genç kızıdır. Göz (üm) onunla parlamaktadır."
Bir başka şair şöyle der:
Gözüm seğirdiği zaman
uzaklarda olsa da seni göreceğime inanırım.
Gözüm seğirdiği zaman şöyle derim: (sevdiği kadın) görecek olmalı, gözüm yerinden çıkacak. "[340]
Zî Ruayü kavminden bir cariye;
Kulaklarındaki küpeleriyle çalımlı çalımlı yürüyor
Ey kavmim, kaş ve göz oynadı
Benimle o kadın arasındaki yolları boşaltın
iki şey arasındaki süslenen zinet daha güzel
(yani iki kulak arasında yüzün güzelliği daha hoş).[341]
Göz seğirmesi inancı ülkemizde de mesela Kütahya ve çevresinde aynen yaşamaktadır. Halk, göz seğirmekle, kendisine bir haberin geleceğine, sağ göz seğirince "hayırlı haber" olacağına; sol göz seğirirse "şerli haber" olacağına inanmaktadır. Bunun için de genellikle sol göz seğirince "hayırlıdır inşallah!.." derler.[342] Bazı yörelerde kol ve bacak seğirmesi de aynı şekilde hayra veya şerre yorumlanmaktadır.[343]
Hz. Peygamber'in hadislerinde bu konuda açık bir bilgiye rastlayamadık. Ancak böyle bir inanan sünnet karşısındaki durumuna gelince şunu söyleyebiliriz: Göz, kaş seğirmesinden çıkarılan mana ve yorumlar Tevhid inancına ters düşmedikçe beis yoktur. Kuran ve Sünnet'in genel esprisi de budur. Bu tür inançlar belki folklorik bir motiften ibarettir. [344]
Câhiliye Arapları arasında, diş değiştiren çocukların, çıkan dişlerinin yerine gelecek dişlerin daha sağlam ve sıhhatli olması, Ömür boyu diş ağnsı çekmemesi için uğur saydıkları bir adet vardı: Diş değiştiren çocuklar, çıkan dişlerini baş parmaklarıyla şehadet parmakları arasına alıp güneşe doğru atarak: "Bunu al daha güzeliyle değiştir" derlerdi.[345]
Hadislerde bu konu ile ilgili doğrudan temas eden bir rivayete rastlamadık. Ancak temel düşünce olarak her şeyde olduğu gibi dua ve ilticada da bilhassa "Tevhid"'in korunmasına özen gösterildiğini emreden bir çok Kur1 an ayeti ve hadisle mevcuttur. işte bu emir ve tavsiyelerden bazıları:
"Allah'ı bırakıp da sana ne fayda ne de zarar vermiyecek olan nesnelere tapma."[346]
"Kullarım sana benden sorar(lar)sa söyle: Ben (onlara) yakınım. Bana dua edince duasına karşılık veririm."[347]
"işte Rabbiniz Allah'tır. Mülk, O'nundur. O'ndan başka çağırdıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değildir."[348]
"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise, işte zengin ve hamde layık olan O'dur."[349]
"Çünkü Allah, Haktır. O'ndan başka yalvardıkları ise, bâtıldır."[350]
Hz. Peygamber, Abdullah îbn Abbas'a nasihatmda şöyle der: "Evlat, sana bir kaç söz belleteceğim: Allah'ın hakkını (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki, O'nu karşında bulasın. Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste. Yardım dilediğin vakit, Allah'tan dile. Şunu bil ki: Bütün mahlukat elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler, Allah'ın senin hakkında takdir ettiğinden fazla bir şey veremezler. Keza bütün mahlukat elbirliği ile sana zarar vermek isteseler, Allah'ın senin hakkında takdir ettiğinden fazlasını veremezler."[351]
Görüldüğü gibi, zikredilen ayetlerde ve hadisi şerifte, kendisine sığınılacak ve kendisinden yardım istenilecek yegane varlığın ancak Allah olduğu, özellikle vurgulanmıştır. Câhiliyedeki bir kadının, çocuğunun yaşaması için, ölmüş bir kimsenin üzerinden atlayarak veya etrafından dolaşarak ondan bir yardım beklemesi, mezkur ayetler ve hadisler zaviyesinden baktığımız zaman red-Dolunmuş bir davranış şekli olduğunu görmekteyiz. Oysa bunun Tefe'ül olarak değerlendirilmesi ise, uzak ihtimaldir. Zira şirke düşme riski büyüktür. îşte bunun içindir ki, Kur'an ve Sünnet, şirki çağrıştıracak durumların bulunması sebebiyle, bu tür davranışları, Tevhid anlayışını zedeleyen davranışlar olarak kabul etmiştir, onlar Tefe'nl düşüncesiyle işlense bile. Tefe'ül'ün, nasıl ve ne şekilde olduğu takdirde Sünnet tararından uygun görüleceği ile ilgili bilgileri yukarıda vermiştik. Konunun hassasiyeti, şirke düşme ihtimalidir.
Bu inancın da menşeini, kesin olarak tesbit etme imkanından mahrumuz. Toplumlarda görülen bu tür inançları, sadece îslâmdan Önce Araplarda veya şu kavimde görmek ve kaynak olarak tek bir toplumdan çıkmış kabul etmek, doğru bir yaklaşım olmaz. Prof. Westermarck: bu gibi inançların insanlar arası, psikolojik yönüne değiniyor. Uğur sayma uğursuzluk sayma fal, büyü, şifa vb. bir sürü itikadlarm psikolojik bir dayanağı olduğunu ileri sürüyor, "aksine .bir delil çıkmadıkça yalnız bir milletten çıkmış saymak mümkün değildir." diyor.[352]
Ancak, bazı karinelerden hareketle, Cahiliyede çocuğu yaşamayan veya çocuğu olmayan bir kadının, o çevrede "ulu kişi" olarak bilinen birinin, Ölüsünün üstüne basıp geçmesi, veya üzerinden atlaması yahut da etrafında dolaşması gerektiği şeklindeki inançtan yola çıkarsak, akla şu soru gelmektedir: Bu "ulu kişiler" kimlerdir? Câhiliye döneminde "ulu kişi" olarak bilinen kimselerin Kahinler ve Arraflar olduğu bilinmektedir. Kavmin ileri gelen kimselerinin de bu tür üstün niteliklere sahip olduklarını biliyoruz. Bu ulu kişiler, Câhiliye Arapları arasında Kahinler ve Arraflar olarak görünürken, eski Türklerde Kamlar ve Şamanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İnancın menşeini net olarak ortaya koymaktan ziyade, psikolojik etkenlerin zorlanması sonucu, her zaman yardım etmesi için kendilerine koştukları, ulu kişi olarak bilinen kemselerin, ölülerinden de bu tür davranışlarla yardım beklendiği de bilinmektedir. Gerek icra ettikleri fonksiyonlar olarak, gerekse toplumdaki saygınlık olarak işgal ettikleri yer aynıdır. Önceleri normal bir hareketmiş gibi görünen bu tür davranışlar, zaman içinde inanca dönüşmüş olabilir. [353]
Mutlak manası itibariyle, Uğur sayma düşüncesine konu olan her şeyin, "Tefe'ül" kavramı içinde düşünülmesi mümkün görülmektedir.[354] Meseleye bu açıdan baktığımız zaman, pek çok şeyin yanında taşların da bu amaçla kullanıldığım görmekteyiz. Hemen her millette, taşlardan uğur bekleme veya onları uğura vesile kılma geleneğine rastlanılmaktadır. Bu gelenek aslında o konudaki inanan sosyal hayata yansımasından başka bir şey değildir. Taşların böyle bir inanca konu olması, belli nitelikteki taşlara has olmayıp, her toplumun kendi değer yargıları içinde taşlara karşı takındıkları tavır ve onlar hakkında peşinen kabul ettikleri inançla doğrudan ilgilidir.
Kimi halklar, kendilerinden uğur bekledikleri taşları yanlarında maskot olarak taşırken, kimileri de bir çeşit şifa kaynağı kabul ederek, boyunlarına asarlar.[355] Bir kısmı da daha değişik inançlarda ama mutlaka uğura vesile olacağım düşünerek çeşitli şekillerde kullanılmaktadırlar.[356] Bir çok bilim adamı tarafından -Taş Kültü üzerine yapılan çalışmalarda bu konuya da yer verilmiş, ilginç tesbitler yapılmıştır. [357]
"Nazar", Arapça'da bakış demektir. Türkçe'de de aynı manada kullanılır. Bu umumi manasının dışında, yaygın bir inanışı dile getiren terim olarak "Nazar değmesi", az çok herkeste bulunan, belli özellikteki kimselerde daha fazla bulunduğuna inanılan ve böyle kimselerin bakışlarından fırlayan zarar verici, çarpıcı ve öldürücü güç anlamındadır.[358]
Câhiliye Arapları arasında "Nazar Değmesi" son derece yaygın bir inanıştı. Nazarının değmesi konusunda bazı kimseler çok mahir idiler. Bilhassa Benî Esed içinde bu özellikteki insanlar çoktu. Hatta onlardan biri, semiz bir deve veya yağlı bir sığır gördüğü zaman, cariyesine: "Ey cariye, evden ölçeği ve paralan al, şu hayvanın etinden bize et getir"der. (o sırada) Hayvana nazar değer. Cariye, efendisinin dediklerini evden alıp ayrılmadan hayvan, yere düşer, boğazlanır. Cariye de onun etinden satın alır, getirirdi.[359] Câhiliye Arapları, bir kimse hasedlikle ve düşmanlıkla birine bakınca, o, bu bakış sebebiyle hasta olurdu. Onlar bunun için: "Falana nazar değdi" derlerdi.[360]
Rivayete göre Araplardan bir kimse, iki veya üç gün yemek yemez, aç kalır. Sonra çadırının perdesini kaldırır, beklerdi. Oradan bir deve veya bir koyun geçerken görürse: "Bu gün bu deveden daha güzel bir deve görmedim" derdi. Böyle dediği hayvan, bir kaç adım atar ve hemen düşer ölürdü.[361] Bir Arap şairi şöyle der:[362]
"Bir (toplantı) mahal(linde) karşılayınca karşılıklı nazar ederek bakışınca, basılan yer ayaklarının altında'n kayıverir."
Ibn Abbas, bir topluluğa uğrayınca bakışlarıyla kendisini tehdid edenler için şu şiiri söylemiştir:[363]
"(Onlar) bana kızarmış gözlerle, keçinin kasabın (elindeki) bıçağına baktığı gibi bana keçi bakışıyla baktılar (yani korkak ve ürkek şekilde..)"
Bunlardan açıkça anlıyoruz ki, "Nazar Değmesi", Câhiliye Araplarımn çok yakından ilgilendikleri ve tesirinden korktukları, öldürücü ve çarpıcı bir güçtür. Odlar bunu sadece bilmekle kalmıyorlar, onun etkisinden korunmak için de bir takım tedbirlere başvuruyorlardı. Bunların başında "Temâim" adı verilen[364] nazarlıklar geliyordu.[365] Ayrıca nazarı dokunan kimseye bir kap içinde ellerini, ayaklarım ve izannın altını yıkamasını söylerler, o da yıkar, bu yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin üzerine dökerek, böylece nazardan kurtulunulacağma inanıyorlardı.[366]
Nazar değmesi inancı hemen bütün ülkelerde, kendine has özellikler içinde görülmektedir. Dün olduğu gibi, bu gün hala Avrupa'da özellikle İtalya'da, Balkanlar'da ve Rusya'da rastlanmaktadır.[367] Hatta Schyvab'larda (Güney Almanya) çocukların alınlarına, nazar değmesin diye insan pisliği sürüldüğü kaydedilmektedir.[368]
Ülkemizde de, her bölgede nazar inana yaygındır. Gök mavisi rengindeki gözün bakışının değmesi ihtimalinin daha büyük olduğunu inanırlır. Bunun içinde gök mavisi şeylerle nazar değmesinden korunulacağı düşünüldüğünden, mavi boncuğa Önem verilir. Mavi boncuk, nazarlık olarak kullanılır. Bundan başka ülkemizde nazar değmesinden korunmak için, yeşil kahve tanesi, eski para, kurşun, çitlenbik kabuğu ve at nalı gibi şeyler de nazarlık olarak kullanılır. Bu nazarlıklar, kullanıldıkları yere göre değişik şekillerde asılır ve dikilir. Mesela, çocukların omuzlarına dikilir, hayvanların alınlarına yahut boyunlarına asılır, evlerin veya binaların giriş kapılarına konur. Yine ülkemizde nazardan korunma adetleri arasında sıkça görüleni, nazar uğrayana kurşun dökülmesi, başının üstünden dua ile çevrilmiş tuzun ateşe atılarak patlatılması, üzerlik otunun yakılarak dumanıyla tütsülenmesi gelir. Bunlar yapılırken, kendilerine has özel tekerlemeleri de unutulmaz. Şöyle ki: Tuz patlatılırken: "Nazara bozarar Nazar edenin iki gözü bozara" denir. Üzerlik otu tütsülenirken de: "Elemtere fiş/ Kem gözlere Şiş, Üzerlik otu çatlasın? Nazar eden patlasın"[369]
Bazı yörelerde nazar değmesinden korumak için, nazarından korkulan kişi, çocuğu gördükten sonra, hemen çocuğun yüzü yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Hatta dışarı giderken çocuğa siyah lekeler sürülür.[370]
Nazar değmesi olayına Rur'an-ı Kerim işaret etmektedir: "O inkar edenler, zikri (Kur anı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi....."[371] Ayetten de anlaşılacağı gibi, müşrikler, Hz. Peygambere nazar etme yoluyla zarar vermek istemişlerdi. Fakat Cenab-ı Hak Nebisini korumuştu.
Hadislerde ise, Nazar değmesi bir vakıa olarak anlatılmış ve onun, Hak (gerçek) olduğu belirtilmiştir.[372] Konuyla ilgili hadislerden bazı örnekler görelim:
"Nazar değmesi Haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsaydı, onun önüne Nazar değmesi geçerdi."[373]
"Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar."[374]
"Nazar değmesi Haktır. Eğer onun önüne geçen bir şey olsa idi, Nazar değmesi geçerdi. Sizden yıkanmanız istendiğinde yıkanınız."112
Son hadiste geçen "Yıkanmanız istendiğinde yıkanınız" sözünden maksad, yukarıda zikrettiğimiz, Câhiliye Arapları arasında uygulanan ve kendisine "Nazar abdesti" de denilen bir çeşit, Nazardan korunma âdetidir. Sünnetin de" kabul ettiği anlaşılan bu adetin, nasıl yapıldığı hakkında değişik rivayetler vardır.Bu rivayetlerden biri şöyledir: "Bir kap içinde su doldurulur. Kap yere konmaz, ondan nazarı değen kimse bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alır, sağ elini; sağ eliyle su alarak, sol elini yıkar. Dirsekleriyle topuklarım yıkamaz, sonra bu şekilde sağ ayağım sol ayağım yıkar. Sonra gömleğinin iç tarafını (altını) yıkar. Böylece yıkama işini bitirir. Yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin arkasından döker.[375]
Bununla beraber, nazarı değen kimsenin bu şekilde abdest almaya mecbur edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazıları: Bir kimsenin nazarı değdiği anlaşılırsa, ondan korunmak icap eder. O yerin halkı, onun nazarından korunmalıdır.[376] şeklinde görüş ileri sürmüşlerdir. Hatta "Onun evine kapanmasını temin etmeli, fakirse yetecek rızık vermeli" tarzında yorumlar yapılmıştır. Fakat, nazardan korunmanın en mâkul ve uygun olanı, bu konudaki me'sûr duaları okumaktır.[377] Bu duaların okunması, Hz. Peygamber tarafından bizzat istenmiş,[378] ve öğretilmiştir.[379]
Öğretilen ve okunması tavsiye edeline bu dualar, Allah'ın varlığını, birliğini yani Tevhidi içeren ve ancak O'na sığınmayı anlatan metinlerdir. Yoksa Câhiliye Araplarmm yaptığı gibi, bir takım "temâim ve nazarlıklarla, Kâhinlerin, Arrafların, Afsuncuların, Sihirle uğraşanların, Cinlerle irtibat halinde olduklarını iddia edenlerin okudukları tekerlemeler değildir. Çünkü sünnetin koyduğu her şey, Tevhid'i korumaya daima özen göstermiştir.
Nazar değmesi inancı, hemen her millette görüldüğünden, kendine has karakter ve yorumlarıyla, yeni şekillere bürünmüş olarak ortaya çıktığından, menşeinin hangi toplum olduğunu tes-bit etmek oldukça zordur. Ancak psikolojik temelleri olduğu muhakkaktır. Hatta şöyle de denilebilir: Belli bazı renklere karşı hassas olan kimselerin, o renge sahip gözleri olan kimselerin bakışlarının etkisinde kalabileceklerini düşünerek tedirgin olmaları halidir. Olay, şuur altındaki hissiyatın açığa çıkması olarak da anlaşılabilir. Hadiste geçen "Nazar Haktır" ifadesi de, bize böyle bir etki altında kalmanın mümkün olduğunu anlatmak için söylenmiş olabilir.
Maddesi ne olarsu olsun, öldürücü kudret nazara karşı, bir ara madde kullanılmaktadır. Bu madde "Mavi boncuk", "iğde dalı" vs. olabilmektedir. Bu maddenin görevi, nazarın kaynağı olan insandaki öldürücü veya hasta edici gücü, üzerine çekerek, onu taşıyan insanı veya hayvanı onlardan karumaktır. Yine nazara karşı kullanılan malzemelerde Tematik unsurların da olması mümkündür.[380]
Sihir, yapılış şekli ve meydana getirdiği etki açısından, uzmanlık gerektiren bir sanattır, inanç değil de sanat olan bu olayı, Halk inançları içinde görmek her ne kadar, ilk anda yadırganacak bir husus ise de, meydana getirdiği etkinin şiddetinden dolayı, halkta uyandırdığı tepki, ona adetâ inanç hüviyyeti kazandırmıştır. Biz meseleye bu yönü itibariyle yaklaşarak sihiri, Halk inançları arasında incelemeyi uygun bulduk.
Sihir, lügatte, "ne olursa olsun sebebi gizli olan şey" demektir. Seri örfle ise, "sebebi gizli olmakla, hakikatin hilafına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, hud'akarlık yolunda ceryan eden herhangi bir şey demektir. "Esrarengiz gizli sebeple incelik, zahiri cazibe, hud'a kötü maksad sihirin mahiyetini teşkil eder. insafsızlık ve ahlaksızlık sihirin köküdür.[381] Ebu'1-Beka (ö. 918/1512) Külliyatında Şöyle der: "Nüfusu habisenin bir takım ef al ve ahval ile uğraşmasıdır ki, o fiillere , bazı harikulade işler terettüp eder."[382] Türkçemizde sihir: "büyü, cadılık, gözbağcılık olarak bilinir."[383] Bu işin bir çeşit illizyon (:illustion) olayı olduğu da düşünülebilir.[384]
Sihir, Câhiliye Araplarımn inanç dünyasında, etkin bir yere sahiptir. Onlar, görmedikleri bir şeyden ya da alışmadıkları duymadıkları şeylerden sözeden, konuştuğu konularda bir takım gizli kapaklı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde onu, büyünün (sihirin) etkisine girmiş kabul ediyor, onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı. Duydukları bu yeni şeyler onlar için, sanki sihirden başka bir şey değildi.[385] Onlarda, şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-öğretmen ilişkisine benzer bir ilişkinin olduğuna dair anlayış vardı. Büyücünün, kişi ile hanımı arasını ayıralbilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı.[386] Cinlerin, dahi kimselerle ilişki kurdukları şeklindeki Câhiliye inancı, sihirbazların da tıpkı kâhinler gibi, Cinlerle ilişki kurduklarını, onları kendi işlerinde kullandıklarını ifade ederek insanlar üzerinde etkili olmaya çalışmaları, Câhiliye Araplarım Cinlerin, sihirbazlara yardımcı olduklarını zannetmeye sevketmiştir.[387]
Bir takım rivayetlerden öğrendiğimiz gibi, Sihir denilince ilk akla gelen, Beni Züreykli bir Yahudi olan Lebid bin Asamın Hz. Peygamber'e sihir yaptığıdır.[388] Bu olayın varlığı tartışmalı olmakla birlikte, anlaşılan şudur ki, sihir olayı Câhiliye Arapları arasında yaygındı. Bu işi bilen, sanat edinmiş kişiler, o devirde çok sayıda bulunuyordu. Kur'an'da: "Büyü, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler" kavramlarının, defalarca tekrar edilmiş olması, kafirlerin, Hz. Peygamberi büyücülükle itham eden sözlerinin hikaye edilişi, Arapların islâm'dan önce , sihir ve sihirbazları bildiklerine ve onlarla sıkı münasebet halinde olduklarına güçlü bir delildir.[389]
Büyü, afsun, nirenk ve füsun gibi tabirlerle de ele alınan sihir,[390] değişik münasebetlerle Kur'an'da iştikakıyla birlikte 80'den fazla yerde geçmektedir.[391] Hz. Peygamberdin hadislerinde zikri geçen sihir, hüküm itibariyle, reddedilmiş, bu, "sihir yapmak Şirktir[392] "Sihire inanan cennete giremez" [393] şeklindeki hadislerle ifade edilmiştir.
Ebu Hüreyre'nin rivayetinde, Hz, Peygamberin kaçınılmasını istediği yedi şeyden biri de büyüdür. (Sihirdir).[394] Başka bir hadiste ise: "Kim düğüm bağlar, sonra da ona üflerse sihir (büyü) yapmış olur. (Sihir (büyü) yapan da Şirke girmiş olur."[395]
Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı gibi, sihir yapmanın, bununla meşgul olmanın haram olduğu, günah-ı kebâirden sayıldığı görülmektedir. Bununla beraber konuya daha geniş açıdan bakarak bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlar genel hatlarıyla şöyle hülasa edilebilir:
Farklı görüşler ileri sürenlerden biri Nevevî (Ö. 676/1277)'dir. Şöyle der: "Sihir yapmak haramdır. Kebâir'den olduğu hususunda icma vardır. Rasûluliah (s.a), sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bazı sihir vardır ki, onu yapmak küfürdür, bazısını yapmak ise günahtır. Söz gelimi, içinde küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan sihir, küfürdür, bu şekilde olmayanlar için küfür hükmü verilmez. Ancak sihirin öğrenilmesi de Öğretilmesi de haramdır. Şayet, mahiyetinde küfürü gerektiren bir şey varsa, bunu öğrenip öğretene tevbe teklif edilir, tevbe etmezse Öldürülür. Küfrü gerektiren şey olmadığı kadirde, azarlanır (ta'zir edilir)"[396] îbn Hacer der ki: Bazı alimler iki sebebe binaen sihir öğrenmeye cevaz vermişlerdir:
1. İçerisinde küfür olanla küfür olmayan sihiri tefrik etmek için.
2. Kendisine sihir yapılmış olan bir kimseden sihiri kaldırmak için.
Birincisi; sadece itikad açısından mahzurludur. Itikad edilmeyince bir şey hakkında mücerred bilgi edinme yasaklanamaz. Tıpkı, putperestlerin putlarına nasıl ibadet ettiklerini öğrenmek gibi. Zira sihirbazın yaptığı şeyin keyfiyetini bilmek, bir fiilin veya bir kavlin hikaye edilip anlatılmasından ibarettir, ikincisi ise; büyülenen kimsedeki büyüyü çözmek, onu sihirden kurtarmak için yapılan mukabil ameliyedir ki, buna "Nüşre" denir. Buna da caiz değil diyen olmuş ise de, Cumhur caiz görmüştür. Said bin Müsey-yeb'in: "Allah zarar veren sihiri yasakladı, fayda vereni yasaklamadı" dediği rivayet edilir.[397]
Sihir konu edilince, hemen akla gelen, Hz. Peygambere Lebid bin A'sam ve kızlarının sihir yaptıkları akla gelmektedir. Bu meselenin aslı nedir? Konu ile ilgili rivayetlerin durumu nasıldır? Bu konuda kısaca durmak yerinde olacaktır. [398]
Buhari ve Müslim'in Hz. Aişe'den yaptıkları bir rivayette şöyle denilmektedir: "Hz. Peygamber'e (Yahudiler tarafından) sihir yapıldı. Öyle ki Rasûluliah (s.a), yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken, Allah'a dua etti. Sonra tekrar dua etti ve dedi ki:
-Ey Aişe, hissettin mi? Sorduğum hususta Allah bana bilgi verdi.?
-Hangi hususta Ey Allah'ın Rasulü? dedim.
-iki kişi bana gelip biri baş tarafıma diğeri ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine:
-Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi.
-Büyüdür, dedi. Önceki tekrar sordu:
-Lebin bin A'sam adındaki Beni Züreykli bir Yahudi, diye cevap verdi. Öbürü:
-Büyüyü ne yaptı? dedi. Arkadaşı:
-Bir tarakla saç döküntüsüne, bir erkek hurma tomurcuğunun içine (koyarak sihir yaptı) dedi. Diğeri:
-Pekala şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı;
- Zervan kuyusunda cevabım verdi.
Bunun üzerine Rasûluliah (s.a), ashaptan bir grupla birlikte kuyuya gitti. Ona baktı. Kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp:
-Ey Aişe, Allah'a yemin olsun ki, kuyunun suyu sanki, kına ile ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyunun suyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da, sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben:
—Ey Allah'ın Rasulü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum,
—Hayır, dedi ve ilave etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lütfetti ve şifâ ilave verdi. Ben ondan halka bir şey gelmesine sebep olmaktan korktum. Kuyunun kapatılmasını emrettim de kuyu kapatıldı.[399]
Bu konuda başka bir rivayet Şöyledir: Zeyd bin Erkam naklediyor: Rasulüllah (s.a)'e sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonra Cebrail (a.s) gelerek:
"-Seni Yanudilerden bir adam zahirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı." dedi. Rasûlullah (s.a), Hz. Ali'yi gönderdi. O, düğümü oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce) Rasûlullah (s.a) bağdan kurtulmuş gibi kendine geldi. Rasûlullah (s.a) bunu Yahudiye söylemedi ve onun yüzünü hiç görmedi.[400]
Bazı rivayetlerde, vak'a daha teferruatlı anlatılmaktadır. Bunlardan birinde gelen ziyade, burada kayda değer." hurma tomurcuğunun içerisinde mumdan bir timsal vardı. Bu Rasûlullah'm timsali idi. Timsale batırılmış iğneler vardı. Ayrıca üzerinde onbir adet düğüm vurulmuş bir de kiriş vardı. Bunun üzerine Cebrail (a.s) Muavvizeteyn surelerini indirdi. Bunlardan bir ayet okundukça, bir düğüm çözüldü. Bir iğne çıkarıldıkça onun elemini hissetti. Bunlar tamamlanınca rahatladı."[401]
Bu olay, hicretin yedinci senesinde Medine'de cereyan etmişti. Bu konudaki rivayetler, Buhari ve Müslim'in dışındaki başka kaynaklarda da yer almaktadır. Tartışmaya konu olan taran ise: Hz. Peygamber'e gerçekten sihir yapılmış mıdır? Yapılmışsa, bunun peygamberlik müessesesiyle bağdaşıp bağdaşmıyacağı hususudur.
Mâzirî (ö. 536/1142), Hz. Peygamber'e sihir yapılıp yapılmadığı konusunda şu görüşleri savunur: "Rasûlullah'm Cenab-ı Hak'tan naklettiği meselelerdeki sıdkı (doğruluğu) hususunda ve tebligatında îsmet'e (ilahi korunmaya) -mazhar olduğu hususunda delil ikame edilmiştir. Pek çok mucize, O'nun tasdik edildiğine kesin deillerdir. Aksine delil tecviz etmek batıldır. Ancak asıl gönderiliş gayesinin dışında kalan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen bir kısım dünyevî işlere, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi maruzdur, hastalıklar gibi. Öyleyse herhangi dünyevi bir meselede, hakikat olmayan bir zanna düşürülmesi akıldan uzak değildir." Mâzirî ilaveten der ki: "Esasen Rasûlullah'm zanna düşürülmesi hususu, bazı rivayetlere göre, zevceleriyle beraber olmadığı halde beraber oldu zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara, rüyada insanlar sıkça düşer. Uyanık halde iken düşmesi de imkandan uzak değildir.[402]
Muhammed Ebu Şehbe bu konuda, "Difaun ani's-Sünne"[403] isimli eserinde Ibn Kayyım'm (Ö.751/1350) şu sözlerini kaydeder: "Buhari ve Müslim (sihirle ilgili) hadisin sahih olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca hadisçilerden hiç bir kimse, bu hadis hakkında ileri geri laf etmemiştir. Hadis , tefsir, tarih ve nkıh ehli tarafından bilinen meşhur bir hadistir. Bu kimseler, böyle konuları Kelamcılardan daha iyi bilirler. Sonra Rasûluîlah'm başına gelen sihir, gelip geçici, Allah'ın kendisine şifâ verdiği bir hastalıktı. Bunda ise ne bir ayıp vardır ne de bir kusur. Çünkü, peygamberler de pekala hastalanabilirler, hatta bayılabilirler de..."[404]
Kadi Iyaz konuya daha değişik açıdan bakarak, "Sihir Hz. peygamberin sadece vücudu ve azaları üzerinde tesirini gösterdi, onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında) göstermedi" der.[405]
Görüldüğü gibi görüşlerini sunduğumuz İslâm bilginleri, Hz. peygamber'e sinirin yapıldığını, fakat onun peygamberlik görevini etkilemediğini, sadece bir çeşit hastalık niteliğinde olduğunu belirtmektedirler. Ibn Kuteybe de aynı kanaattedir.[406]
Hz. Peygamber'e sihir yapılmıştır ve O'da sinirin etkisinde kalmıştır şeklindeki bir inanç, etkilenme ister sadece bedeni yönden olsun, isterse akli yönden olsun peygamberlik müessesesi ile bağdaşmaz diyen İslâm bilginlerinin başında Nazzam (ö. 221/835) gelmektir. Mutezile, Hz. Peygamber'e sihir yapıldı demenin, Kur'an ayetlerine aykırı olacağını savunarak "bu fikirde ısrar etmiş, sihirden teessürün (etkilenmenin) mansıb-ı nübüvvete yakışmayacağını" söylemişlerdir[407] "Imam-ı Maturidi'den (Ö.331/914) nakledildiğire göre Ebu Bekir Esam burada mervî olan (rivayet edilen) sihir hadisi metruktür.[408] Çünkü bundan, kafirlerin Hz. Peygamber'e meşhur (sinirlenmiş) demelerinin sıdkı (tasdik edilmesi) lazım gelecektir. Bu ise Kur'an-ı Azimüş-Şanın nassına muhaliftir"[409] der.
Ancak şundan gaflet edilmemek lazım gelir ki, bu rivayetlerin (sihir yapıldı ve Hz. Peygamber ondan etkilendi şeklinde nakledilen) hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile, Rasûlullah'a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücubunu ifade edecek kuvveti haiz değildirler. Zira esas itibariyle haber-i ahad[410] hududunu geçmiş değildirler. Haber-i ahad'ın sıhhati ise, itikadın cevazını ifade etse bile, vücubunu ifade eylemez. Halbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur'an'm nassına muhalif olduğu ileri sürülmüştür.[411] Muhammed Abduh da konuya benzer ifadelerle temas ederek şu açıklamayı yapar: "Nübüvvetin ne olduğunu ve onun gereklerini idrak edemiyen mukallidlerin büyük bir bölümü şöyle derler: "Rasûlullah'm büyülendiğine dair bize ulaşan rivayetler sahihtir...Kuşkusuz bu haberde geçen sihir, Kur'an'da varlığına işaret edilen sihir türlerinden biridir." Bakınız sahih din ve açık bir gerçek, mukallidlerin nazarında nasıl bid'ate dönüşüveriyor. Bundan Allah'a sığınırız. Sihirin sübutu hususunda Kur anla ihticac edip, Rasûlullah'm sihirden berî olduğunu ifade eden mutlak ayetlerden[412] nasıl yüz çevirebiliyorlar. Bu ayetleri tevil edipte, sihirin varlığını ispat ettiği söylenen ayetleri neden te'vil etmezler? Kaldı ki müşriklerin maksatları ortadadır. Onlar, Rasûlullah'ın şeytanla ilişkide olduğunu söylüyorlardı. Bu ise oların nazarında sihir türlerinden biriydi. Rasûlullah'ı büyülediği söylenen Lebid bir el-A'sam'm büyüsü de bu büyünün aynıydı "ve müşriklerin iddialarına göre Rasûlullah, bu büyünün tesiriyle aklını ve idrak gücünü karıştırmıştı.
itikad edilmesi gereken husus Kur'an-ı Kerim'in kati olduğu ve Allah Rasulünden tevatüren bize kadar geldiğidir. Gerçekten itikada layık olan onun ispat ettiği; itikad edilmemesi gereken de onun nefyettiğidir. Rasûlullah'm sihirden ve büyülenmekten emin olduğunu Kur'an ifade etmekte olup, onun büyülendiğine dair iddiaları da, düşmanları olan müşriklere isnad etmekte ve onları bu iddilarından dolayı kınamaktadır. Öyleyse, o kati surette büyülenmemiştir. Sahih olduğunu varsaysak dahi, bu Ahad bir hadistir. Akideye taalluk eden meselelerde ise Ahad haberle amel edilmez.[413]
Bununla beraber bu meseleyi Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid'at ve îti-zal meselesi gibi tasvir etmek de, Sihiri haddinden fazla büyütmek gibi bir ifrattan hâli olmaz.[414] bahsimize konu olması hasebiyle, Hz. Peygamber'e sihir yapılmış mıdır sualine cevap olarak sunduğumuz bu açıklamalarda varılan sonuç, Muhammed Abduh'un da gayet açık olarak ifade ettiği gibi Rasûlullah'a büyü yapılmamış olduğu kanaatinin daha makul olacağı yönündedir. Bu konudaki hadisler te'vile muhtaçtır.
Sihirin menşei konusunda ilk bilgileri Kur'an-ı Kerim1 den öğrenmekteyiz. Kur'an'm verdiği bilgi, Hz. Süleyman (a.s)'ın peygamberliği zamanında sihrin çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafindan insanlara öğretildiği şeklindedir.[415]
Sihirin kaynağı, şeytanlardır: islâm Ansiklopedisinde, "Sihir" maddesini yazan, D.B.Macdonald, aynı şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek sihirin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler'de (Eski Yunan), Ba-bil'de, Mısır'da, iran'da, Keldaniler'de, Hintliler'de ve Ibn Ishak'a dayandırarak eski Türklerde (Mesela, orduları yenmek, düşmanları öldürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna işaret eder.[416]
islâm Öncesi Arabistan'da sihir, Arapların kendileriyle yakın ilişki içinde bulundukları Yahudiler, iranlılar ve Yunanlılar gibi halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar, tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabiki sünnette meşru kılman okuma şekli rukye, bunun dışındadır), yıldızlara bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve dikey olarak toplandığı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli değerlerinden yararlanarak geleceği okumak demek olan Cifİr, bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.[417]
Câhiliye döneminde Araplar arasında, tartışılmaz bir yeri ve uygulaması olan inançlardan biri de "Ezlâm" denilen fal oklarıyla işlerin hayır-şer, iyi-kötü olduğunu tesbit etmek için şans çekme inancı idi. Bir yolculuğa çıkmak, bir ticaret yapmak, bir kadını nikahlamak gibi, önemli işleri yapmak istediklerinde sonucun hayırlı olup olmadığını anlamak, ya da neseb ihtilafında kan davalarında, akîle'nin tesbiti ve benzeri diğer önemli işlerde, şans okları çekerlerdi. Bu oklar, Kureyş'in en büyük putu olan "Hübel'in bekçisinin elindeki torbada bulunurdu. Şans oku çektirmek isteyen, Hübel putunun önüne gelir, bekçiye yüz dirhem verir, bekçi de torbadan onun için ok çekerdi. Torbanın içinde yedi ok bulunurdu.
Bu okların üzerinde ise şu satırlar yazılı idi:
"Rabbimbana emretti", "Beni menetti", "Sizdendir", "Sizden değildir11, "Size bitişiktir", "Akl" ve "Gufî".[418] Bu okların her biri için yapılacak işlem Şöyleydi:
"Rabbim bana emretti" yazılı ise, o iş yapılır.
"Beni menetti" yasılı ise, bir yıl ertelenir.
"Sizdendir" yazılı ise, çocuğun nebsebi belli olmuş.
"Sizden değildir" yazılı ise, çocuğun nesebi ona ait değildir.
"Size bitişiktir'cyazılı ise, çocuğun nesebi meçhul.
"Akl" yazılı-ise, akile belirlenmiştir.
"Gufl" yazılı ise, bu ok boştur. Diyet ödeceyecek akîlenin belirlenmesi için, "Akl" yazılı ok çıkıncaya kadar ok çekme işi tekrarlanır. Bu okların çekilmesiyle ortaya çıkan sonuç, bağlayıcıdır.[419] Burada Ezlâm ile zikredilmesi gereken, bir başka husus, Câhiliye Araplarınca bir meziyet olarak kabul edilen[420] ve "Meysir" adı verilen, fakirlere ikram etmek için onayladıklarım iddia ettikleri bir çeşit oyunda, Ezlâmm kullanılması hususudur. Kur'an1 da buna işaret edilmiştir.[421]
"Meysir" kelimesi, kumar manasınadır. Bu oyunda kullanılan "Ezlamu aklam" denilen on okları vardı. Bunların isimleri Şöyleydi: Fezz, Rakib, Tev'em, Hıls, Nâfıs, Müsbil, Mualla, Me-nih, Sefih, Vağd.
Bu on oktan yedisine pay verilmişti. Kalan üçü boştu. Yedi okun payları da rakamları oranındaydı.
Bir deve kesilir, 28 parçaya ayrılır, Fezz, 1, Tev'em, 2, Rakib, 3, Hils, 4, Nâfis, 5, Müsbil, 6, Mualla, 7, hisse alır. Bu on okun hepsi "Rebabe" denilen bir torbaya atılır. "Yâsir" demlen güvenilir bir kişinin önüne konulur. O da torbayı çalkalayıp elini sokar, oyuna katılan herkes adına bir ok çeker. Nasipli ok çıkanlar, muayyen hisselerim alırlar, boş ok çıkanlar da mahrum kalırlar ve devenin bedelini öderler. Hisse alanlar ise, hisseleri fukaraya verirlerdi. Ondan hiç yemezlerdi. Bu yaptıkları ile övünürler, piyangoya katılmayan kimseleri ayıplarlardı.[422]
Câhiliye devrinin bu Ezlâm ve Meysir uygulamaları Kuran ayetleriyle yasaklanmış ve haram kılınmıştır.[423] Bir hadiste, Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman, orada yaşayan halkın içki içip meysir denilen kumardan kazandıkları eti yedikleri kaydedilmektedir.[424] Gerek Ezlam gerekse Meysir haram kılınıp reddedilmiştir. [425]
Bu başlık altında câhiliye Arapları arasında geçerli olan evlilik muamelelerinden bahsedeceğiz. Ancak konumuz itibariyle biz daha çok evlilik muamelelerinin üzerine bina edildiği temel inanç ve düşünceleri tesbite çalışacağız. Yoksa doğrudan câhiliye dönemi evlilik muamelelini nekletmek bizim konumuzun dışındadır. Bunu burada evvela belirtmek istiyorum.
Câhiliye Arapları arasında "Pederşâhîlik'e dayanan bir evlenme usulü vardı. Bu usul, erkeğe büyük serbestlik veriyor, faka: bununla beraber eski "Maderşahî" nizamın izlerini de taşıyordu. Evlilik akdi, evlenmek isteyen kimse ile kızın velileri arasında yapılırdı. Kızın rızasına gerek duyulmazdı. Evlilikte kadın, kocasının mutlak hakimiyeti altında idi.[426] Evlenmeye karar vermek için, Hübel putunun yanında yalvarılır ve kura çekilirdi. Dul bir kadın da evlenmeye tekrar karar vermeden önce, dulluğunun, temiz olmayan vasıflarını yüklendiğim sanarak kuş uçurur,[427] kuşlar, sağa doğru uçarsa hayra yorumlayıp işe devam ederdi. Sola doğru uçarlarsa, bundan vazgeçerdi.[428] Kur'an, gerek Hübel putu karşısında herhangi bir işi için kura çekmeyi, gerekse kuş uçurmak suretiyle geleceğin tesbitini yasaklamıştır. [429]
Câhiliyede evlilikle ilgili inançlarıdan biri de şu idi: Bir adam bir kadına ilgi duyunca, onun başörtüsünü yırtardı. Kadın da adamın ridâsım yırtarda. Böylece sevgilerinin devam edeceğine inanırlardı. Bunu yapmazlarsa sevgilerinin bozulacağım zannedilirdi. Şair Süheym Abdi beni Hashas şöyle der:[430]
"Biz ipekli ridalardan ve genç kızların başörtülerinden kaç defa yırttık."
Bu tür Câhiliye hurafeleri, islâm'ın getirmiş olduğu kadın hakları, evlilik ve onun devamı ile ilgili kurallarla reddedilmiştir. Evlilik konusunda bir başka Câhiliye inancı ise: Şevval ayında evlenmenin uğursuzluk getireceği düşüncesi idi. Bu da Hz. Pey-gamber'in sünnetiyle reddedilmiştir. Hz. Aişe (r.a), bu kanaati taşımakta olan huzurundaki cemaate karşı: "Rasûlullah benimle Şevval ayında evlendi. Zifafımız da şevval ayında vaki oldu. Acaba Rasûlullah'm yanıda benden daha sevimli kim vardı ki?" diye onları bu konuda irşad etmiştir.[431]
Yiyecek ve içecekler ile ilgili bazı câhiliye inançlarını tesbit ederken şunu belirtmeliyiz: inanç kelimesiyle anladığımız sadece hurafe nitelikli kanaat ve kabuller değil, mutlak manada o konudaki kanaat ve kabulleri anlıyoruz. Bu kanaat ve kabullerin dışında hareket, toplum tarafından yadırganıyor. Bir anlamda genel kabulü kasdediyoruz.
Yine Câhiliye Arapları, yırtıcı hayvan eti yiyenlerin şecaatli ve kuvvetli olacağına inanıyorlardı. Hatta bazıları: "Aslan eti yemek, insanı şecaatli kılar" derlerdi.[432] Bir şiirde bu şöyle dile getirilir:
"Ey savaş meydanlarının eri, seni düşmana saldırtacağını zannettiğin şeyi yemekle yorulma. Şayet sen yeryüzünde vahşî hayvanların hepsini yesen de korkak ve cesaretsiz oldukça yine vaziyetin değişmez."
Şarap (:Hamr) içme düşkünlükleri, murdar hayvan eti yemeleri, akmış kan içmeleri, domuz eti yemeleri ve benzeri adet ve alışkanlıkları konusundaki helaldir, mubahtır şeklindeki sınırsız yaşama inançlarına, gerek Kur1 an ayetleriyle gerekse Hadislerle bir takım sınırlamalar ve düzenlemeler getirilmiş, onların inanç dünyalarmdaki yanlışlıkları düzeltilmiştir. ,
Yiyecek ve içecekler ile İlgili Bazı Cahiliye İnançları Hakkında Hz. Peygamberin Hadisleri:
Hz. Peygamber'in hadislerinde Cahiliye Araplarma ait bazı güzel hasletler aynen kabul edilmiştir. Mesela "Cömertlik" israf olmadığı sürece övülmüş,[433] misafire ikram edilmesi istenmiştir.[434] Bunun yanında bazı davranış biçimleri de verilmiştir. Mesela, tıka basa yemek yemek gibi[435] Ayrıca yemek adabı ve bazı helaller ve haramlarla ilgili bir çok yeni hükümler de, gerek Kuran ayetleri ve gerekse Sünnet tarafından va'z edilmiştir.[436] Yine Hurafe niteliğindeki Cahiliye inançları da reddedilmiştir. Yırtıcı hayvan etinin yenmesinin kişiyi şecaatli kılması ve benzeri düşünceleri kökünden kaldıran "yırtıcı hayvan eti yenmiyeceği" hükmü gibi.[437]
Konu ile ilgili hadislerden bir kaç Örnek:
"Üç huy kimde bulunursa, o kimse nefsini cimrilik hastalığından korumuş olur: Zekatı vermek, misafiri ağırlamak, din kardeşinin başına bir felaket geldiği zaman yardımına koşmak"[438]
"Allah'ın sana nimetleriyle ihsan ettiği gibi, sen de o nimeti layık olduğu yere harcamak suretiyle, kendi nefsine iyilik et."[439]
"Sizden biriniz bir şey yediği zaman, sağ eliyle yesin. Bir şey içtiği zaman sağ eliyle içsin. Zira şeytan sol eli ite yer ve sol eli ile içer."[440]
Cahiliye Arapları, özellikle Mekkeliler, uzun seyahatlere çıkarlardı. Çünkü geçim kaynakları, tamamen ticarete dayanıyordu. Bunun için de kış-yaz devamlı bu meşguliyetin içindeydiler. Yazın Suriye'ye, Kaşın Yemene her yıl ticari kervanlar düzenlerlerdi. Nitekim Kur'an-ı Kerim bu hususa temas ederek Şöyle der: "Hiç değilse Kureyş, emniyet ve selamete, kış yaz kendilerini sey-rü seferde esenliğe ve güvenceye kavuşturduğundan dolayı şu Kabe'nin Rabbine ibadet etsinler. O Rab ki, onları açlıktan kurtarıp doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir. "[441] Uzun ve korkulu yolculukların emniyet içinde geçmesi için, kendilerine göre bir takım inançlara sahiptirler ki, eğer yolculuk öncesi veya yolculuk sırasında bunlar yerine getirilirse, seyahatlerinin güven içinde geçeceğine inanıyorlardı. Bunlardan bazıları Şöyledir:
1. Yolculuğun haklarında hayırlı olup olmayacağını tesbit etmek için Kabe yakınında bulunan Hübel putunun yanında fal okları çekerler, buna göre ya sefere çıkarlar veya vazgeçerlerdi.[442] İslâmiyet bu inancı yasaklamıştır.[443]
2. Yolculuklan sırasında karanlık çöküp yolu kaybettiklerinde, nereye ineceklerini bilemedikleri zaman, yakın çevrede bir yerleşim yerinin olup olmadığını tesbit edip oraya sığınmak için, yahut böyle tehlikelerden korunmak veya yollarını düzeltmek için şöyle yaparlardı: Yüzünü yere koyar, kulağını dayar ve köpek gibi havlamaya başlar. O sırada onun bu sesine cevap veren bir köpek sesi işitilirse, etrafta bir yerin olduğuna inanırlardı. Faraz-dak bir sürende bunu şöyle dile getirir.[444]
"Dâî (çağına) bulutlu, karanlık gecede onun arkasından köpek sesiyle (havlayarak) çağırıyor."
3. Yolculuk esnasında ıssız bir vadiye ulaşınca, orada bulunabileceğine inandıkları, Cin, şeytan ve ruhani varlıkların zarar vermelerinden korunmak için "Bu vadinin rabbine sığınıyorum" derlerdi.[445] Ülkemizde de benzeri görülmektedir. Bu gibi yerlerden geçirilirken cin çarpmasından korunmak amacıyla "Tu destur!...." denilir.[446] İslâmiyet bunlara bâtıl ve boş inanç der. Çünkü her şeyin Rabbi Allah'tır. Hayır da, şer de O'ndan gelir.
4. Yolculuk dönüşlerinde Kabe'yi tavaf ederler, putlarına tapı-nırlardı.[447] Bu geleneğin bir başka veçhesi daha var o da: Puta tapmayan ve Hanifler olarak bilinen Mekkeliler de yolculuk dönüşlerinde belki de şükür manasına, veya îslâm geldikten sonra Mekke'ye dışarıdan gelen herkesin evvela Kabe'yi tavaf etmesi gerektiği (Hareme hürmeten) gibi bir, Hz. İbrahim dini geleneği olarak Kabe'yi tavaf ederlerdi. Ortak nokta Kabe'nin tavaf edilmesiydi. Birileri normal tavaf yapıyor, başka birileri de putlarına tapıyorlardı. Biz, bu adetin bir Hanif dini geleneği olduğu kanaatindeyiz. Ancak zamanla tahrif olmuş, bir kısım müşrikler tarafından putperestlik inançlarıyla karıştırılmıştır. Fakat îslâm bunu ıslah ederek doğrusunu öğretmiştir.[448]
5. Yolculuk dönüşünde ziyafetler verilirdi. Bu, yolculuğun güvenli bir şekilde sona ermesine şükür olarak yapıhrdı.lslâm bu geleneği kabul etmekle birlikte onun Şirk kirlerinden temizlenmiş şekilde olmasını emretmiştir.[449]
6. Dışarıdan gelen yolculara yol göstermek amacıyla evlerinde köpekler edinirler, zaman zaman yolcuların görebilecekleri yerlere ateşler yakarak onlara yardımcı olduklarını söylerlerdi.[450] İslâmiyet, yardımlaşmadan her zaman bahsetmiş, hatta onu emretmiş,[451] ancak özellikle sağlık ve tıb yönü de dikkate alınarak köpek edinmeyi belli şartlara bağlamıştır. Ev bekleme, sürü bekleme vb. gibi.
7. Yolculuğa çıkan birinin bir ağaca ip bağlayıp, o yolculukta iken bu ip çözülürse, hanımının kendisine ihanet ettiği inancı da Cahiliye Araplanmn yaygın inançları arasındaydı. îbn Arabi, şöyle der: Bir adam yolculuğa çıkmak istediği zaman, hanımına şöyle tavsiyelerde bulunur: "Sakın ha şöyle şöyle yapma. Zira ben senin için şu ağaca ip bağladım. Eğer yanlış bir iş yaparsan o ip, kendiliğinden çözülür.."[452] Bir Arap şairi bu konuda şöyle der:[453]
"Kadın kötü düşünürse, sen ne kadar çok vasiyet etsen de ağaca düğüm bağlasan da, o günde fayda verir mi?"[454]
İslâm'ın ortaya çıktığı dönemde Hicaz Bölgesinde yaygın olan Halk inançlarını, muhtelif açılardan ele aldık. Bunları, Sosyal Hayatla ilgili, Dini Hayatla ilgili halk inançları olarak sınıflandırıp ana hatlarıyla inceledik. Burada hemen şunu belirtmeliyiz ki o da: O döneme ait inançları ayrıntılı bir şekilde tesbit etmemiz imkansızdır. Bu münasebetle biz, "anahtar terim" özellliğindeki en meşhur halk inançlarını inceleyebildik. Değerlendirmemiz de bu çerçevede olacaktır.
Bir inanç öğesinin doğmasında ve varlığım devam ettirmesinde birkaç unsurun beraberce mütaala edilmesi gerekmektedir. Bu unsurlar: inancın psikolojik temeleri, toplumun kültürel mirası, Coğrafi ve Fizikî çevre ile toplumlar arası etkileşim. Bu dört unsuru, toplumların sosyal hayatıyla ilgili inançlarda hemen tamamen görmek mümkündür. Ancak dîni hayatıyla ilgili inançlarla tıp ve sağlıkla ilgili inançlarda, kültürel miras, etkileşim ve sahip olunan dinin tebliğ edilmiş inanç esasları daha fazla etkilidir. Değerlendirmemize konu olan inançları bu perspektif içinde ele almak istiyoruz. Bölgedeki hakim halk inançları ve bölgenin inanç yapısını ana hatlarıyla tekrar ortaya koyarak işleyelim. [455]
Hicaz bölgesinde sosyal hayatla ilgili halk inançlarında herhangi bir inanç öğesinin doğmasında fizikî çevrenin önemli bir biçimde etkisi olduğu görülmektedir. Bunu kültürel miras ve toplumlar arası etkileşim takip eder.
Câhiliye Araplarmın inanç dünyalarının merkezinde yer alan esas düşünce, "ben duygusu ve dünyevi bağlılıktır." Oluşan değer yargılan, bu iki Özelliğin hayata şu veya bu şekilde yansımasından ibarettir. Benlik duygusu, beraberinde, şecaat ve kahramanlık gibi güzel hasletlerin yanına, asabiyet duygusunun kuvvetlenmesine, buna paralel olarak bitmek bümiyen, kan davalarının devam etmesine sebebiyet vermiştir. Allah inancına Şirk karıştıran ve onu farklı şekillerde yorumlayan Câhiliye insanı, fiillerin isnadını Allah'tan başka varlıklarda aramış, bunun sonucu olarak, olayların meydana gelmesini, yıldızlara, aya, gök cisimlerinin hareketlerine, kuşların uçuş istikametlerine, fal oklarına, gözün seğirmesine, uğur taşlarına bağlamıştır, insanın iradesi, çalışması, tercihleri, birtakım sebeplere yapışması gözardı edilmiş, hepsinden Öte asıl fail-i hakiki unutulmuştur. Benlik duygusu, hırs ve kin duygularım kamçılamış, bu da, sosyal hayatta belli kişi ve gurupların diğer insanlar üzerinde tahakküm ve zulüm etmesine varacak kadar haşin sonuçlar doğurmuştur. Toplum bünyesinde sınıf ayrımı doğmuş, halk; hürler, esirler (köleler) ve mevâli gibi. gruplara ayrılmıştır. Bu sosyal bir bölünme olarak kalmamış, dini hayata da yansımış, bazı ibadetlerin uygulamasında halk Ahmesîler ve Hül'ler diye ayrılmışlardır.
Toplumu artık tarihin derinliklerinden getirdikleri inançlar yönetmeye, sosyal normlar halinde hayata yön vermeye başlamıştır. Geçmişin yanlış kanaatleri, çabuk kabul görmüş, Babilde yaygın olan büyü ve sihir, Hicaz'a taşınmış, Putperest düşünce Amr bin Luhay'in eliyle bölgeye girmiş, her egemen güç, toplumun bütünlüğünü ayakta tutan bir değeri söküp atmış, yerine, benlik, menfaat duygularının hakim olduğu yeni düşünceleri topluma empoze ederek, bir değerler kargaşası meydana gelmiştir. Kalem-mes, takvim devrimi diyebileceğimiz Nesi' uygulamasını, haram ayların yerlerinin değiştirilmesini bu türden kabul edebiliriz. Halk, ümmidir. Bilip öğrendikleri geleneklerinden ibarettir. Halk, kültürel yapı olarak olsun, dinî ve tıbbî alanlarda olsun, kendisini tamamen, bölgede şöhret yapmış Kâhinlerin, Arrâflamı ve Kaiflerin eline teslim etmiş, kendilerinin görünmez varlıklarla irtibat halinde olduklarını iddia eden bu kimselere sonsuz hürmet ve saygı duyar hale gelmişlerdir.
Bölgede silah tüccarlığıyla nn yapan Safvan bin Ümeyye. cariye ve esir tüccarlığıyla holdingleşmiş Teym kabilesinden Abdullah bin Cüdan, Suriye'de ticarethaneleri ve ticarî eşya anbar-ları olan zeytinyağı tüccarı Ebû Süfyan, deri ve deri mamülleriyle koku ve ıtriyat tüccarı Amr bin As, Faizle para dağıtan Abbas bin Abdümuttalip, o dönemde servetleri hızla büyüyen toplumda ekonomik güçleri sebebiyle halkı maddi manevi baskı altında tutan belli kişiler olarak görülüyorlardı. Halkın büyük bir kısmı açlık ve sefalet içindeydi. Bölgenin, Hindistan, îran ve Bizans gibi önemli ticaret yollan üzerinde bulunması, bu iktisadî çalkantının düzelmesine yetmiyordu. Çünkü insan faktörü Önemliydi. O da yukarıda açıkladığımız gibi bütün değer yargılarıyla birlikte aşındırılmış ve tahrip edilmişti. îşte bu tahribat, sosyal hayatla ilgili halk inançlarında çok net olarak görünmektedir. [456]
Hicaz bölgesinde dinî hayatla ilgili halk inançları da sosyal hayatta olduğu gibi, tam bir karışıklık içindeydi. Tek Tanrıcı din anlayışının yanında çok Tanrılı din anlayışı, tek Tanrılı din anlayışını gölgede bırakmıştı. "Atamız ibrahim Peygamber!.." dedikleri halde O'nun getirmiş olduğu Hanif dininin prensiplerini ter-ketmişler veya onlara kendilerince yeni yorumlar getirerek Hak yoldan uzaklaşmışlardı. Neydi bu yeni yorumlar? "Biz Allah'a inanırız ama, putlarımızı da O'na aracı kılarız." "Melekler, Allah katında Özel yeri olan ve bize şefaat edecek olan kutlu yaratıklardır bu sebepten biz onlara tapınırız, onlar adına yeryüzünde timsaller yaparız." "Melekler, Allah'ın kızlarıdır."diyorlar, Cinlere ve şeytanlara zarar vermelerinden korktukları için tapmıyorlar, onlar adına kurbanlar kesiyorlar, adaklar ediyorlar ve yeminler edip andlar içiyorlardı. İbadet hayatları hurafelerle doluydu. Hac ibadetini tahrif etmişler, her kabile kendi anlayışı istikametinde hac eda ediyordu. Her taraf putlarla dolmuştu. Her ailenin birden fazla putu vardı. Mekke ve Kabe'ye karşı beslenen aşırı hürmet, o dereceye ulaşmıştı ki gittikleri yerlere Kabe taşlarından bir parçayı mutlaka yanlarında götürüyorlardı. Kendilerine uğur getireceğine inandıkları put ve putcuklar, hayatlarının ayrılmaz bir parçası gibi kabul ediliyordu. Tevhid inancı tahrif edilmiş, İbrahim dini unutulmuştu. Kutlu mâbed Kabe, put düşüncesi ile kirlenmişti.
Hicaz bölgesinde milâdî VI. asırdaki halk inançları genel hatlarıyla böyle idi. Görüldüğü gibi, bölge halkı, düzenli bir idarî yapısı bulunmayan, sosyal hayatında, dinî hayatında ve diğer konularda nizâmîlik olmayan, tamamen gelenekleriyle ve inançlarıyla yaşayan bir toplumdu. Hz. Peygamberin risâlet göreviyle memur edilmesinden sonra, 23 yıllık kısa risâlet döneminde bu toplum, inançlarıyla, değer yargılarıyla, sosyal bnnyesiyle adeta yeniden doğmuştu. Hz. Peygamberin tebliğ ettiği Kuran ve yaşadığı sünnet ile toplumda ne yapılmıştı da büyük değişim meydana gelmişti? Yüzyıllar,boyu devam eden gelenekte ve inançtaki yeni anlayış ne idi? Bunların neler olduğu hakkındaki bilgileri, halk inançlarını incelerken temas ederek ortaya koymaya çalıştık. Gördük ki, Hz.Peygamber, bir kısım halk inançlarını ilga etmişti, (ortadan tamamen kaldırılmıştı), bir kısım halk inançlarını ıslah etmişti (onların doğru şekillerini göstererek yanlışlar düzeltilmişti), bir kısım halk inançlarım ise ibkâ etmişti (yani aynen bırakmıştı). Burada bunları tekrar özetlemeyi uygun görüyoruz. [457]
1. Uğursuz Sayma inancı (:Teşe'üm):Bu inanca konu olan, Baykuş Ötmesinin uğursuzluğu, Gûl inancı, kadın-ev ve atın uğursuzluğu, fasık hayvanlar, karga, yılan, fare, akrep gibi hayvanların uğursuzluğu gibi inançlar tamamen reddedilmiştir. Çünkü Tevhid anlayışına zıddır. Her şeyin yaratanı Allah'tır. Hayır şer, iyi kötü ancak Allah'ın takdiriyle olur. Bu sebepten Hz. Peygamber (s.a): "Eşyada uğursuzluk yoktur..11 buyurarak bu gerçeği anlatmıştır. Hangi konuda olursa olsun muÜak olarak "Uğursuzluk sayma" inancı tamamen kaldırılmıştır.
2. Kâhin ve Arrâflara başvurarak gayb hakkında bilgi edinmek: Bu da reddedilmiştir. Kâhin ve Arrâf ı tasdik eden kimseler küfürle nitelenmiş, "Gaybm anahtarının ancak ve sadece Allah'ın elinde olduğu" bildirilmiştir. Allah'tan başka hiç kimse gayba dair bilgi veremez. Peygamberler dahi ancak kendisine bildirileni söylemişler, o konuda bilgi vermişlerdir.
3. Tevhid düşüncesini zedeleyen veya ihlal eden her türlü düşünce ve inanç, reddedilmiştir. Tevhid anlayışı hayatın her safhasına yerleştirilmiştir. O da, Allah'ın mutlak güç ve kudret sahibi olduğu, mutlak hakimiyetin O'nun elinde olduğu bir ve tek yüce varlığın Allah olduğu ve O'nun iradesinin geçerli olduğu düşüncesine sahip olmak demektir.
4. Fal okları (:Ezlam) çekerek gelecek veya gayb hakkında bilgi edinmek ve işlerini ona göre düzenlemek.
5. Nesi' uygulaması adı altında ayların yerlerini değiştirmek.
6. Büyü, sihir gibi insanları gerek manen gerekse biyolojik olarak etkileyen ve zarar veren bu işle meşgul olmak da reddedilmiştir.
7. Her türlü Şirk düşüncesi reddedilmiştir. îster gök cisimlerinden olsun, ister, tabiat varlıklarından olsun, isterse melek-cin ve rûhânî varlıklardan olsun hiç birinin Allah'a ortak koşulması reddedilmiştir.
8. Melekler, Cin ve Şeytan hakkındaki yanlış inançlar reddedilmiştir. Meleklerin Allah'ın kızları olduğu şeklindeki inanç ilga edilmiş, onların da Allah'ın yaratıkları olduğu anlatılmıştır.
9. Dehr inancı kaldırılmıştır. Dehr'in, Câhiliyenin sahip olduğu kuru Arap kaderciliği ve nihâî kontrolün elinde olduğu bir gayri şahsi varlık olarak anlaşılması ve Öyle inanılması reddedilmiş, her şeyin Allah'a dayandığı şekliyle değiştirilmiştir.
10. Allah'm yer yüzündeki bazı varlıklara inerek onları kutsa-dığı düşüncesiyle Allah'a inanmakla birlikte aracı putlar edinme inancı reddedilmiştir.
11. Gök cisimlerinin güneş, ay, yıldız gibi, yeryüzündeki hadiselerin meydana gelmesinde etkili olduğu inanç reddedilmiştir.
12. Cinlerin, şeytanların ve kötü ruhların hastalık nedeni olabileceği inancı reddedilmiştir. Onların hastalık nedenleri arasında gösterilmesi mecazî mânâda kullanılmıştır.
13. Hastalıklara yakalanmamak veya yakalanılmış bir hastalıktan kurtulmak için temâim adı altında bilinen ve çeşitli yerlere asılan muskalar reddedilmiştir. Temâimler, muska şeklinde olabileceği gibi, boncuk, iğde dalı, tavşan ayağı, at nalı vs şekillerde de olabilmektedir.
14. Putlarm, ara Tanrı ve Tanrıça olarak kabul edilen şeylerin, kendilerine gerekli saygı duyulmadığı, kurbanlar kesilmediği takdirde hastalıklara neden olacağı şeklindeki inanç reddedilmiştir.
15. Ta'şir uygulaması kaldırılmıştır.
16. Sosyal hayatta halkın köleler, hürler ve mevali şeklindeki sınıflara ayrılmalarını kaldırıcı düzenleme ve uygulamalar yapılmıştır. Hac ibadetiyle ilgili sınıf ayrımı olan Ahmesîlik ve Hılllilik kaldırılmıştır. [458]
1. Tanrı inancındaki yanlış anlayışlar giderilip, Tevhid anlayışı ikame edilmiştir. Her türlü ara Tanrı ve Tanrıçalar düşüncesi reddedilmiştir. Tanrı anlayışı Allah inancı kavramıyla gerçek yerine oturtulmuştur.
2. Ahiret, ba's ve neşr inançları doğru şekliyle tekrar ortaya konmuş, bu konudaki beliyye inancı gibi batıl inançlar reddedilmiştir.
3. Melek inancı, doğru şekliyle yemden anlatılmış, ehli kitabın yanlışları ortaya konmuştur.
4. Mekke ve Kabe kutsallığı konusundaki aşırılık giderilmiş, uygun şekli anlatılarak inanç ıslah edilmiştir.
5. Fal, fal bakmak olarak anlaşılan Tefe ul'ün, hakiki mânâsı dikkate alınarak olaylara müsbet bakma, iyimser olma mânâsında uygulamalar yapılmış, yanlış anlamalar giderilmiştir.
6. Asabiyet düşüncesindeki aşırılık yumşatılmış, başkalarına karşı zulüm ve tahakküm etme aracı olmaktan kurtarılmış, kişinin kendi soyunu ve yakınlarım sevmesi mânâsında, insanların yaratılıştan getirdiği tabii halet korunmuştur.
7. Rukye (dualar okuyarak tedavi etme ), Allah'a Şirk koşmayı ihsas eden ifadeler olmamak, rukyeye Şirk unsuru karıştırılmamak şartıyla kabul edilmiş, gelenek olarak devam eden rukye inancı ıslah edilmiştir.
8. Yapılınca hastaların şifa bulacaklarına inandıkları Hacamat uygulamasının vücudun belli yerlerinden ve her ayın belli gönlerinde yapılması şeklinde ıslah edilmiş olduğunu görüyoruz.
9. Câhiliye Araplarınm şifa umuduyla yapageldikleri Dağlama uygulamasının (ki bu gün elektro-şok tedavisi diyebileceğimiz bir uygulamadır), en son çare olarak başvurulması gerektiği şekliyle ıslah edildiği.
Hz. Peygamber'in îbkâ Ettiği (aynen bıraktığı) İnançlar: Bu konuda tek tek saymanın yerine genel ifadeler kullanılmak daha yerinde olacaktır. Çünkü Hz. Peygamberin tebligatın-
da aslında ana kaideler ve genel kurallar vaz1 edilmiş tir. Ayrıntıya sadece yeri geldiği zaman vela sorulan bir soruya cevap sadedinde girilmiştir. Bu her konuda böyledir. Yukarıda örneklerini sunduğumuz konular da bu şekildeki açıklamalardan ibarettir. Yoksa maddeler halinde bir bildiri okur gibi sıralanmış değildir. Ortaya konan ana kaideler ise, Tevhid düşüncesini ilan eden, onu zedeleyerek Şirk unsuruna yer vermiyen, batıl ve boş inanç şeklinde olmayan, insanın maslahatım gaye edinen, onun saadete ermesini temin etmeyi amaçlayan kaidelerdir. Bu genel çerçeve içinde her türlü gelenek, Hz. peygamber tarafından ibka edilmiştir. Yanlışlıklar varsa ıslah edilmiş, Tevhid inancı ile ters düşüyor ve Şirk unsurunu içinde bulunduruyorsa reddedilmiştir. Ölçü, Tevhide zarar vermeme ve Şirki ihsas ettirmemedir. Yolculukla ilgili, tıp ve sağlıkla ilgili, kutsal bilinen bazı hususlarla ilgili ve daha hayatın diğer yönleriyle ilgili alanlarında hep aynı ölçüyü görmek mümkündür. Hatta , bir kısmı hakkında bir şey söylenmen: Jşse, daha sonra, islâm bilginleri bu ölçüyü esas alarak ilga ve ıslahı konusunda söz söylemişler yahut "beis yoktur", "zararı yoktur", belki folklorik bir tatbikattır, "mahzurlu değildir" diyerek görüşlerini beyan etmişlerdir. Mesela, ateşli bir hastalığa tutulan kimsenin ateşini düşürmek, hastalığını hafifletmek için su ile serinletmek gerektiği inancını, Hz. Peygamber (s.a) aynen ibkâ etmiştir. Çörek otu ile tedavi şeklini kabul etmiştir. Daha Önce uygulandığını zannettiğimiz, telbine, tiryak, bal şerbeti kullanınca hastaların rahatlayacağı inananı aynen ibka etmiş, uygulanmasını tavsiye dahi yapmıştır. Zemzem hakkındaki, Hacerü'l-esved hakkındaki (aşın abartıları ıslah ederek) inançlar da ibka edilen inançlar arasındadır.
Tesbit edebildiğimiz halk inançlarını menşei ve kaynak açısından değerlendirirsek bu konuda pek fazla bir şey söyliyecek durumda olmadığımız ifade etmeliyiz. Zira bir inanç öğesi, bir dinin inanç sisteminden değilse, yahut felsefî bir ekolün ilkelerinden değilse yani az-çok kaynağı bilinen bir unsur değilse, onun, detay bir çalışma sonucu yeterli malzeme bulunabildiği takdirde, o inanç öğesinin, görülmeye başladığı tarihler ve toplumlar yaklaşık olarak ifade edebilir ama, kesin olarak "şurada şöyledir" demek mümkün değildir. Üstelik Hicaz bölgesi ile ilgili, böygeyi tanıtacak ciddi çalışmalar daha yenidir. Bu konuda M. Hamidul-lah şu tesbitte bulunur: "..Mekke'de ve Medine'de, muhtemeldir ki Taif, Hayber ve diğer yerlerde o devirle igili yüzlerce hatta binlerce kitabe vardır ki, bunların bir araya getirilmesi ve tahkik edilip araştırılması henüz yeni başlamış bulunmaktadır."[459] Şurası muhakkak ki, milâdî VI. asır itibariyle Hicaz bölgesi, üzerinde eski milletlerin kültür ve medeniyet kalıntılarını taşımaktaydı. Bu farklı kültürlerin unsurları, zamanla bölgenin de kendine has Özelliklerini katarak kültürel miras halinde islâm'ın ortaya çıktığı zamânâ intikal etmiştir. Ayrıca komşu ülkelerle Hicaz bölgesi arasındaki etkileşimin, bölgede yaygın olan Halk inançları üzerinde tesiri olduğu sanılmaktkadır. Bu sebebten Eski Mısırın,[460] Güneyde, Kathanilerin, Himyerilerin, Kuzeyde Mezopotamya havalisinde kurulmuş olan Sümerler, Asurlular, Babilliler gibi devletlerin [461]Hicaz bölgesi kültüründe izlerine rastlanılmaktadır. Bu kültür izlerini, gerek Câhiliye şiirlerinde [462]Eyyam.u'1-Arab'ı konu alan eserlerde[463] Câhiliye dönemini konu alan ilk devir tarih kitaplarında [464]gerekse Kur'an-ı Kerim ve Hadisi şeriflerde bir münasebetle konu edildiğini görmek mümkündür. Ancak bugün Hicaz bölgesine ait kültür hakkında, bize genel hatları itibariyle de olsa bilgi veren tek yazılı kaynak Kur'an-ı Kerim ve Hz. Pey-gamber'in hadisleridir. Tarih olarak Hz. Peygamber dönemini nakleden ilk eser, Ibn îshak'm (ö.H.151) Sire'sidir ki, o da Hz. Peygamber'den tambirbuçuk asır sonra kaleme alınmıştır. O dönem, daha çok şifahi bilgileri ihtiva eden şiir, kıssa ve emsal (atasözü) türü edebiyatla, nesilden nesile intikal eden bir kültür mirasını muhafaza etmektedir. Biz de bunlardan zamanımıza intikal eden eserlerden ulaşabildiklerimiz çerçevesinde konuyu işlemeye çalıştık. [465]
Kültür kavramı, belli bazı yönlerine ağırlık verilerek çeşitli şekillerde tarif edilmiştir.[466] Biz bu tarifler arasında konumuz itibariyle yakından ilgili olan "Sosyal miras ve gelenekler birliği" olarak yapılan tarifi vermek istiyoruz:
"Kültür, varlığımızın yapısını belirleyen, sosyal bir süreçle Öğrendiğimiz uygulama ve inançların, maddî ve manevî öğelerin birliğidir. " [467]Bu tarife adapte ederek îslâm Kültürü kavramını Şöyle tarif edebiliriz:
"Müslüman toplumların müştereken, varlığını belirleyen, geçen zaman içinde Öğrenip uyguladıkları, inanıp benimsedikleri maddî ve mânevi öğeler billiğidir."
îslâm kültürü, tarihin derinliklerinde kalmış, bitmiş bir kültür ve medeniyet değildir. Yer yüzünde Müslümanlar bulunduğu sürece islâm Kültürü de iç yapısında genişleyerek varlığını devam ettirecektir. Yani yaşayan bir kültürdür. Bu sebepten Kavram olarak islâm Kültüründen bahsederken, aslında geçmişten günümüze oluşan, islâm Kültürü olgusunun temel çizgilerinden bahsetmek mümkündür. Yoksa bütün yönleriyle ele almak, Özellikle yaşayan bir kültür oluşumu için imkansızdır. Her geçen gün yeni kültür öğelerinin kazanılması sözkonusudur. Onun içindir ki, islâm Kültürünü tanımada ancak, islâm dünyasının belli coğrafî kesimlerini» belli zaman dilimleri arasında ele alarak değerlendirmelerde bulunmak, daha isabetli bir bakış açısı olacağı kanaatindeyiz. Bu düşünceler içinde biz, islâm Kültürünün oluşmasında Hicaz Bölgesi Halk inançlarının yerini araştırırken konuyu sınırlayarak: islâm'ın ortaya çıktığı dönemdeki Halk İnançlarının, daha sonraki dönemlerdeki durumunu ele almak istiyoruz. [468]
Hz. Peygamberin peygamberlik görevi Hicaz bölgesinde özellikle Mekke ve Medine'de geçti. 23 yıllık bu görevin 13 yılı Mekke'de 10 yılı ise Medine'de geçmişti. İslâm Tarihinde "Asr-ı Saadet"[469] tabiriyle ifade edilen ve özellikle Hz. Peygamber'in peygamberlik görevim ifa ettiği dönem de, kendi arasında taşıdığı nitelikler açısından Mekke Dönemi ve Medine Dönemi diye ayrılması, islâm Kültürü açısından ayrı bir öneme haizdir. Genel hatları itibariyle, Mekke dönemi, inancıyla, ahlakıyla, sosyal ve kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların insanı olan Câhiliye Araplarım, inanç ve değerler yönünden yeniden ele almakla geçmiştir. Bu dönemde inen sure ve ayetler, daha sonraki dönemlerde Mekkî sureler, Mekkî ayetler diye isimlendirilmiştir.[470] Bu sure ve ayetlerin verdiği ana mesaj, inanç konusundaki yeni yapılanmadır. Yani putperest düşünceler, politeist Tanrı inançları, bir takım batıl ve boş inançlar iptal edilmiş, Tevhid inancı ve onun unsurları anlatılmıştır. Mekke döneminde devamlı işlenen konular, Allah ve Ahiret inancı üzerinde yoğunlaşmıştır. Yeni dinin yeni insanı, inanç dünyasıyla, değerler sistemiyle bu dönemde yetişmiştir. Devam eden hayat, Tevhid düşüncesi etrafında yeniden oluşmaya başlamıştır. Medine dönemi ise, Mekke döneminde yetişen yeni insan tipinin inanç ve düşünce sistemini pratik hayata geçirdiği dönemdir. Bu dönemde inen surelere Medenî sureler yahut Medeni ayetler deniyordu. Bunların muhtevası ise, daha çok muamelât olarak bilinen, hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz, oruç, zekat gibi ibadetle ilgili konulara taalluk ediyordu. Hz. Peygamber'in bu 23 yıllık peygamberlik döneminde, Hz. Adem (a.s) ile başlayan ve zaman zaman fetret dönemleri geçiren Tevhid inancı, en son ve kamil şekliyle yeniden doğmuştu. Halkın üzerinde bulunduğu, sosyal ve kültürel miras üzerinde düzenlemeler yapmış, Tevhid inancıyla ters düşen bütün gelenek ve inançları reddetmistir. Bazı müelliflerin Kuran doktirini dedikleri[471] islâm, dinî, içtimaî ve ahlâkî bir reform yapmıştır. Hz. Peygamberin tebligatı ve tatbikatıyla islâm dini, kendi müesseselerini kurmuş, Medine'de küçük bir Site-Islâm Devleti kurulmuştu. Bu yeni devlet, geçmişe ait her türlü yanlış ve batıl düşünceleri geride bırakarak kendi kültürünü de beraberinde getirmişti. Bu kültürün odak noktasını Tevhid (:Allah'ın birliği ve mutlak hakimiyeti) düşüncesi teşkil ediyordu, işte, çok kısa dönemde bu kültürel değişiklik gerçekleşmişti. Sosyolojik kaidelerin bile geçersiz kaldığı çok kısa bir zaman süreci içerisinde bu yeni yapılanma meydana gelmişti. Olay, beşeri düşünce ve yorumlamaların üstünde gerçekleşen bir durumdu. Fakat ilâhî bir metod uygulanmıştı. Bu matodun espiri-si, fıtratı daima gözönünde bulundurmak idi.
Yani, batıl bir inanç ilga edilirken, eğer o inanç fıtrî olarak ortaya çıkmış bir takım ihtiyaçlara cevap verir özellikte ise, bunun doğru olanı, altarnatif olarak sunulmuştur. Yok sadece Şirk düşüncesini yerleştiren bir inanç öğesi olarak çıkmışsa, o, tamamen reddedilmiştir. Bunu basit bir şekilde misallendirirken, mesela: Her insanın bir kutsala inanmak ihtiyacı vardır. Ve bu fıtrîdir. Yani insan yaratılışında beraberinde getirmiştir.[472] Bu inancı Câhiliye dönemi insanı, bir takım gök cisimlerine, tabiat varlıklarına kudsiyet izafe ederek veya melek-cin-şeytan ve rûhânî varlıklar gibi gözle görünmiyen yaratıklara üstünlük ve yücelik isnad ederek onları Tanrı görmüşler, çok basit ve hatta gülünç davranışlar içine girmişlerdi. Tabiki bu yanlıştı, Tevhid düşüncesiyle ters düşüyordu. Bu inancın ıslahı gerekiyordu. Aslında bu davranışlar, tabii bir ihtiyacın karşılanması olarak görünüyordu ama, yanlıştı. Fakat bu yanlışlık kaldırılırken yerine bir alternatif konması gerekiyordu. Yani doğru olanı ortaya konmalıydı, işte Hz. Peygamber'in tebligatı Tevhid inancıyla bunu yapmıştı. Şirk düşüncesinden, put inancından, çok Tanrı edinme duygusundan uzak, mutlak hakim ve yüce kudret olarak Allah inancını getirmişti. Bir de Kâhin ve Arrâflara başvurarak gayb hakkında bilgiler edinmek geleneği vardı ki, Kâhin ve Arrâflann gaibten haber verebilecek güçte ve üstünlükte olduğu inancından kaynaklanıyordu. Bu inanç, Tevhid inancına zıddı. Çünkü gaybı Allah'tan başkası bilemezdi. Onun için Kehanet ve Arafet inancı, Kur'an ve Sünnet tarafından reddediliştir.
Yukarıda açıklamalarımızdan da görüldüğü gibi Hicaz bölgesindeki Halk inançları, Tevhid inancı ekseni etrafında yeniden düzenlenmişti. Ancak şunu itiraf etmeliyiz ki, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, geçmişte sahip olunan ve Tevhid inancına ters düştüğü için ilga edilmiş olan bir takım halk inançlarının tekrar ihya edilmiş olduğunu görüyoruz. Bunların bir kısmı aynen eski inançların ihyası şeklinde tezahür ederken, bir kısmı da Islâmi bir görüntü verilerek tekrar yaşatılmaya çalışılmıştır.
"Kızıldenizin doğu kıyısında mîlâdî VII. asır başında doğan islâm, doğar doğmaz muzafferane hareketlerle kuzeye, güneye, doğuya ve batıya çok kısa bir zamanda yayılmış, o zaman bilinen dünyamn hemen yarısına hakim olmuştur." [473] Bu Islâmi fetih, "nüfuz ettiği gönülleri devamlı etkilemekle kalmamış, aynı zamanda ilk safiyet ve sadeliği içinde, tezahürüne imkan verdiği her yerde yayılmaya yönelmiştir."[474] Fakat buna imkan vermiyen durumlar da olmuştu, islâm'ın yayılış hızına, O'nun bulunduğu Tevhid inancının yöre halkı tarafından tam özümlenmesinin yetişemediği zamanlar olmuştur. Yani, islâm'ın yayılışı ile, islâm kültürünün yayılışı atbaşı yürümemiştir.[475] Zaten yürümesi de imkansızdır. Çünkü, Kültür bir özümleme ve benimseme işi olduğu için zamânâ muhtaçtır. Kültürlerin birbirinden etkilenmeleri de normaldir. Ancak bu, islâm'ın genel espirisi ile ters düşmediği, Tevhid inancı ile çelişmediği sürece folklorik türden birer kültür unsuru olarak kabul edilir, islâm Medeniyetinde, inanç esasları dışında maddî medeniyet ve kültür unsurlarının eski medeniyet-lerdeki izlerine rastlamak mümkündür. Kendi içinde kapalı bir medeniyet doğup geliştiği görülmemiştir. Bu eski kültür ve medeniyetlerden ekilenmek bir kusur değildir.
İslâm kültürü, doğuşundan itibaren peygamberimizin vefatını müteakip birinci asırda, kendi müesseselerini oluşturmaya başlamış, hicri III. asırda İslâm Kültürünün temelini teşkil eden Islâmi ilimler, birer disiplin haline gelmiş, yeni kavramlar ve islâm kültürünü şekillendiren yeni disiplinler ortaya çıkmıştır.
"Ehl-i Sünnet" kavramı bunlardan biridir.[476]
işte islâm kültürü müesseselerinin oluşmaya başladığı hicri birinci asrı tahlil ettiğimiz zaman, Hicaz bölgesinde mevcut bazı halk inançlarının iptal edilmiş olmalarına rağmen, yer yer tekrar ihya edildiğim, hatta bu durumun daha sonraki dönemlerde telif edilen eserlere dahi yansıdığı görülmektedir. Buna dair bazı çarpıcı örnekler görebiliriz:
l. Asabiyet düşüncesi; Câhiliye Araplarmm son derece önem verdikleri bilinen bir gerçektir. Bir taraftan gurur-kibir ve üstünlük duygusunun ağır basması, diğer taraftan asabiyet düşüncesi, sosyal hayatı şekillendiren bir düstur haline gelmişti. Onların bu konudaki aşırı bağlılıklarının mezar taşlarına kadar vardığını bizlere Kur'an-ı Kerim haber vermektedir.[477] Kur'an ve Sünnet bu konuda yeni düzenlemeler getirmiş, bu inancın insanın tabii bir hali olduğunu kabul etmiş ama itidalin korunması gerektiğim ifade etmiştir. Irk ve soy üstünlüğü iddiasında bulunma reddedilmiş, ama kişinin kendi ırkım ve soyunu sevmesi de kabul edilmiş, hatta "Sıla-i rahim" 'de bulunma teşvik edilmiştir. Yani konu ıslah edilmiş, doğru olanı ortaya konulmuştur. Ne var ki bu ana prensipten sapma daha Peygamberimizin vefatım müteakip, hilafet seçimi sırasında başlamıştır. Halifenin kimden olacağı ve kimin hangi kabilenin üstünlüğü konusu tartışılmıştır. Bu konudaki ehliyet ve liyakat anlaşıyına karşı soy üstünlüğü gündeme getirilmiştir.[478]
Daha sonra hilafetin Emevi soyuna geçmesiyle (m.661), asabiyet düşüncesi belirgin bir hale gelmiş, hatta devlet politikası olmuştur. Hz. Peygamber'in (s.a) Medine'de kurduğu devlet, artık isim değiştirmiş, islâm devleti olmaktan ziyade Emevî Devleti (m.661/ 750), Abbasi Devleti (m.751/1258) şekline gelmiştir.[479]
Buna paralel olarak konu diğer alanlara da yayılmıştır. Gerek siyasette gerek fikıhta kendini açık olarak göstermektedir.[480]
2. Uğursuz sayma ve Uğurlu kabul etme olarak bilinen Teşe'üm ve Tefe'ül inancı; Sünnet tararından nasıl olması gerektiği anlatılmıştır. Hayır ve şerrin yaratıcısının Allah olduğu inancım zedelemesi, içinde Şii'k unsurunu bulundurma riskinin yüksek olmasından dolayı uğursuz sayma (Teşe um) reddedilmiştir. Ancak özellikle islâm Kültürü açısından eğitimsiz kalmış müslümanla-rın, bazı varlık ve eşyalar hakmda, hatta tutum ve davranışlar hakkında bile, uğursuz sayma inancına malzeme o kadar çoktur ki, kuşların uçuşu, baykuşun, karganın ötüşü, köpeğin uluması, merkebin anırması, yolda önünden yılan, kara kedi, domuz gibi hayvanların geçmesi, yeni alman bir şeyin veya eve getirilen gelinin, geldiği sırada evde gerekli tedbirleri almadan kaynaklanan, ama o geline veya satın alman şeye mâledilen bir çok örnek sayabiliriz. Ve bütün meydana gelen olumsuzlukların adı kolayca konuverilmiştir. O da: "Uğursuz!" Yani, Câhiliye inancı, bu haliyle dinî eğitimden yoksun müslümanlarda yeniden ihya olmuştur.
Uğursuz sayma (Tefe'ül) inancı ise, olaylara müsbet ve iyimser bakma şeklinde anlaşılması şartıyla, Sünnet tarafından İslah edilerek kabul edilmiş olmasına rağmen, Tefe'ül inancı da, anlam değiştirmiş, "FAL BAKMAK" mânâsında anlaşılmıştır. Geleceğe ait bir takım bilgiler edinmek için, sun'i vasıtalara başvurmak mânâsında yorumlanarak, inanılmaya başlanmıştır, halbuki, "gayb'a ait her türlü bilginin Allah'a ait" olduğu belirtilerek, bir takım vasıtalara başvurarak gayb hakkında bilgi edinmek yasaklanmıştır. Ne var ki, ulu ağaçlara ip bağlamaktan, yatır ziyareti yapmaya, yamnda uğur getireceğine inandığı bir maskot taşımaya kadar varmıştır.
3. Sihir ve onunla ilgili uygulamalar; bu gün hâlâ müslüman halk arasında görülmektedir. Bununla ilgili tılsımlara, muskalara, temâim adı verilen bela ve musibet defedici boncuk ve benzeri şeylere inanılmaktadır. Kur'an ve Sünnetin kaldırmış olduğu bu inanç, tarihin derinliklerinde kalmış olmasına rağmen, cehaletin getirdiği psikolojik bir ihtiyaç haline gelmiş, uygulama alanı bulmuştur. Câhiliye adeti tekrar ihya olmuştur.
4. Nazar değmesi ve onun doğuracağı zararı Sünnet kabul etmiş, bundan komnmak için, onunla ilgili duaların okunmasını ve bu konuda Allah'a sığınılmasını istemiştir. Ancak ne var ki, nazar konusunda da Câhiliye düşüncesi galebe çalmış, dinî bilgisi zayıf olan müslüman topluluklar arasında nazara karşı korunmak için nazarlık unsuru geliştirilmiş, mavi boncuğa, at nalına, tavşan ayağına ve daha başka şeylere önem verilerek, eski batıl inançlar tekrar ihya edilmiştir.
5. Yine Câhiliye inançları arasında görülen Cin-Şeytan ve ruhanî varlıklar hakkındaki inanç, Kur'an ve Sünnet'in ortaya koyduğu özelliğim kaybetmiştir. Eski şekliyle tekrar ihya edilmiş değildir belki ama, bunların, insanlara zararı dokunan, çeşitli kılıklara ve suretlere girebilme gücünde olan yaratıklar olduğu bilinmektedir. Kendilerinde belli bir gücün olduğu kabul edilir. Bunun için büyücüler, onlarla işbirliği yaparlar...vs. şeklinde, biraz Kur'an ve Sünnet'in ortaya koyduğu Cin-şeytan ve ruhanî vaıiık-lar hakkıdaki bilgilerden, biraz Câhiliye düşüncesinden, biraz da mensup olunan milletin tarihi geçmişinden geçmiştir ki, Kur'an ve Sünnet'in tarif ettiği vasıflar bunda çok az bulunmaktadır.
6. Aynı şekilde Dehr hakkında, gaybtan bilgi edinme hakkında, tıp ve sağlıkla ilgili olarak bazı hastalıkların kaynağının cinler olduğu konusunda Câhiliye kültürü ile ilgili inançların tekrar canlandırıldığı görülmektedir.
Örneklerini sunduğumuz bu Câhiliye inançlarının, tarih içinde yeniden canlandırılmasında bir takım sebepler ve özellikler mevcuttur. Evvela eski inanç, şuur altına yerleştiği için uyandırıl-ması daha kolaydır. Bunun uyandırılmasındaki unsur, halkın o konudaki cehaleti, Kur'an ve Sünnet'in sunduğu bilgilerin bilin-memesidir. Hepsinden Öte bu inanç öğelerinin psikolojik temellerinin olmasıdır. Yeni dinin (islâmiyet) getirmiş olduğu düşünce ve inanç sisteminin özünde yatan doğru bilgi, sağlam irâde ve sâlih âmel esaslarmdaki zayıflık veya eksiklik, eski inançların tekrar uyunmasına zemin hazırlamaktadır, islâm Tarihinde de bu olmuştur. Belki kültür tarihi açısından zenginlikler doğmuş, eski kültür unsuru, yeni kültür unsuru ve hatta ikisinin karışımı yeni yorumlar şeklinde ama, bu çeşitlilik mensup olunan dinin temel prensipleriyle çelişince o zaman ideal ve gerçekçi islâm anlayışından uzaklaşmalar meydana gelmiştir. Ortaya yepyeni, Hz. Pey-gamber'in tebliğ etmediği ama insanların islâmiyet adına yapa-geldikleri değişik bir din anlayışı çıkmıştır. "Yunan felsefesi islâm kültürüne girmiş, Hellenistik ilim, islâm dünyası üzerinde kendini göstermeye başlamış, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki temaslar, münakaşalı delillere yol açmıştır. Bu dalgalanma ilmî disiplinlilerin mesela kelam ilminin doğmasında muharrik bir güç olmuştur."[481] Toplumda gelişen yeni durumları islâm'ın temel espirisi tevhid inancı anlayışı ile yorumlama, hatta tavır koyma, müdafaa etme yahut karşı çıkma şeklinde ilmî ve fikrî gruplanmalar meydana gelmiştir. İslâm Kültüründe Ehl-i Sünnet düşüncesinin yanında Mu'tezili, Cebrî düşünceler, Kaderiyye, Mürcie gibi fikir akımları doğmaya başlamıştı. Bütün hepsi de islâm'ı onun kutsal kitabı Kur'an'ı, Hz. Peygamberin o, konudaki yorumlarını doğru anlama kaygısından hareket ediyorlardı. Fetihlerin Arabistan sınırlarını aşması sonucu bir taraftan yabancı kültürlerle meydana gelen temaslarla, farklı düşünce ve inançların îsîâm kültürünü etkilemek istemesi, diğer taraftan Arapların eski Câhiîiye inançlarını tekrar ihya etme çabalan sürerken, bunlara karşı İslâm'ın safiyetini savunma gayretleri adeta doruk noktaya ulaşıyordu. "Özellikle Hicri ilk üç asır bu mücadelerin örnekleriyle doludur, işte "Bid'at" kavramimn ortaya çıkışı da bu döneme rastlar. Hicrî birinci asır buna psikolojik zemin hazırlamış, ikinci asır ise, Bid'atların doktorin halinde ortaya çıktığı zaman olmuştur."[482]
"Aslında tehdid edilen düzen, Sünnet düzeni idi. Eski Araplar atalarının geleneklerine, diğer bazı kavimlerin inançlarında kalan ve o çağın ulûhiyetine gösterdikleri aynı gayret ile bağlı idiler. Atalarının yolu-geleneği, onlar için mukaddes olup, onun adı altında doğuş halindeki İslâm'a rekabet ediyorlardı." [483]Eski inançların ihyasının temelindeki duygu bu rekabet duygusu olabilirdi. Bir de buna islâm'ı tam olarak özümieyemeden doğan, cahilane yapılan yanlış uygulamalar eklenebilir. Çünkü müslümanım diyen bir kimsenin, bir takım yanlışlar üzerinde diretmesi ve onları ihya gayreti içine girmesi ancak bu konudaki bilgi yetersizliğinden kaynaklanabilir. Bu düşünceler sebebiyledir ki islâm kültür tarihi boyunca Bid'at'a şiddetle karşı çıkanlar her zaman bulunduğu gibi, [484]Bid'at'm doğurduğu zararların kabul edilmesine rağmen, bid'at diye bilinen ama öyle olmayan, aslında islâm'ın lehinde bir davranış olarak görülen bazı tutum ve tarzları, Bid'at sınırı dışında tutma gayretleri gösteren kimseler de bulunmuştur. Bu bakış açısı, Bid'at'ları, "Bid'at-ı hasene" ve" Bid'at-ı seyyie" şeklinde iki ayrı kategoride yorumlamayı beraberinde getirmiştir.[485]
Bu konuda sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Câhiîiye Arap-lannın islâm'ın ortaya çıktığı dönemde sahip oldukları halk inançları, Hz. Peygamberin vefatım takiben zaman içinde tekrar kendini gösterme eğilimine girmiş bunun için müsait zemin de bulunmuştur. Bunlarla ciddî mücadeleler yapılmış olmasına rağmen, islâm Kültürü içinde yerini almıştır. [486]
Milâdî VI. asırda islâm'ın ortaya çıktığı dönemde Hicaz bölgesinde yaygın olan Halk inançları, bölge insanının hayatına damgasını vurmuştu. Halkı, toplumsal kabullenme diyebileceğimiz inançları ve gelenekleri idare etmekleydi. Bölgedeki oligarşik idare de bu çerçeve içinde fonksiyonunu icra ediyordu.
Hz.Peygamberin tebliğ ettiği Kur'ân esasları ve onların yardımı demek olan sünneti, Hicaz bölgesi halkının inanç dünyasını değiştirmiş, hurafelerden arındırmış, o istikamette yeni hükümler getirmişti. Daha doğrusu, Hz.ibrahim (a.s)'m getirdiği Hanif-likten sapmalar sonucu ortaya çıkan inançlar tekrar aslına döndürülmüş, Kur'ân ve Sünnet'in ana espirisi olan Tevhid inancı ikame edilmişti. Ne yazık ki, Hz.Peygamber'in vefatından çok kısa bir müddet sonra gerek Hicaz bölgesinde gerekse Fetihle genişleyen islâm dünyasında eski inançlar, yahut bölgede kültürel miras olarak devam eden düşünceler, îsiâm kisvesine bürünerek tekrar devam ettirilmeye başlanmış, Kur'ân'm "Câhiliye hamiyeti" diye tavsif ettiği inanç ve düşünceler hatırlatılma gayretine girilmiştir. Bu acı gerçek, islâm bilginlerinin üstün gayretlerine rağmen devam etti. Bu gün islâm dünyasının çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan ihya hareketleri hep, islâm'ın gerçek hüviyetiyle bidat ve hurafelerden arınmış şekliyle yemden sunma gayretinden kaynaklanmaktadır.
Bu çalışmamız bize, halk inançlarının nasıl Islâmi kisveye bürünerek tekrar ortaya çıktığını göstermesi açısından, kanunun önemini bir kez daha hatırlatmaktadır. Ancak burada şunu da belirtmek zorundayız.
Eğer halkın sahip olduğu inançları, tevhidi zedelemiyorsa, Kur'ân ve Sünnet espirisine zıd düşmüyorsa, içinde Şirk unsuru
bulundurmuyorsa, onların o bölge insanına ait folklorik bir özelliği olarak kabul edildiğini, dini açıdan bunlara "beis yoktur" hükmünün verildiğini bilmeliyiz. Bir şeyi toptan kullanma veya toptan reddetme yerine, her bir inanç öğesini tek tek ele alarak değerlendirmenin daha uygun olacağı kanaatindeyiz. Bu bağlamc; ilmî bir tarif ve açıklamadan ziyade kişisel yorumlarla halkım: arasında olumsuzluklara sebebiyet veren "Bid'at" kavramının yeniden ele alınması gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Konuyu kaynaklar açısından değerlendirince» ilk devir kaynak eserlerde dahi Kur'ân ve Sünnetin getirmiş olduğu değerle: gölgede bırakılmış, câhiliye gelenekleri ve inançları ciddi sekile; kitaplarda yer almış, bir takım te'vil ve yorumlarla Kur'ân ve Sür-net ruhu ile uzlaştmlmaya çalışılmış olduğunu görüyoruz. B: sebepten kaynaklarımızın daha dikkatli bir tenkid süzgecinde: geçirilmesi gerekmektedir. Bir kısım eserlerin tahkikli neşirler, yapılmış olmakla birlikte bu tür çalışmaların daha da yaygınla-ması temennimizdir. Câhiliye değer yargılarıyla Kur'ân ve Sünnetin koyduğu esasların birbirinden ayrılması gerekmektedir Bunlar da ancak, Kur'ân'ın nazil olduğu bölge olan Hicaz bölge üzerinde gerek arkolojik, gerekse bölge insanı arasına girerek tezat sosyolojik çalışmalar yapmak suretiyle bölgeyi çok iyi tan-makla mümkün olacaktır. Bizim yaptığımız çalışma ise, mevc: imkanlar çerçevesinde yapılmış tamamen bir tesbit çalışmasıcb Ancak bu konuda yapılacak çalışmalarda saha çalışmasına gerekli olduğuna inanmaktayız. [487]
ACLUNÎ, ismail b.Muhammed {ö.1162/1148)Keşfü'l-Hafâ ve Müzîlü'l-îlbâs Amma îştehara Mine'l-Ehâdisi Alâ Elsineti'n-Nas, (I-II), Beyrut-Lübnan
AHMED, Zeki Şevket, Cemheretü'l-ArabXI-U), Mısır 1962. AHMED ŞEMSEDDÎN, et-Tedâvi Bi'l-Habbeti's-Sevdâ, Beyrut 1990.
AHMET EMİN, (ö.l954)Fecrü7-/sZdm,Kâhire 1965. AHMET TÂHÂ, et-Tıbbu'l-îslâmi, Daru'l-îtisam, Kahire. AKHÎSARÎ, Ahmed er-Rûmi el-Akhisârî (Saruhânî) (0.1041/ 1631), Bid'ıyye, (Yazma-Ta'lik. Kitap Saçay- Manisa, nr. 2937/7).
ALÛSÎ, Mahmud Şükrü (Ö.1924), Bulûğu'l-Erab fi Ma'rifeti Ahvâli'l-Arab, (I-III) III.Baskı,Beyrut.trs.
ALÛSÎ, Mehmet Şükrü el-Bağdadi (ö.l270/1854) Jiuhu'l-Meani fi Tefsiri'l-Kur'ani'I-Azim ve's'Seb'i'l-MesanifBeyrvLt trs.
ANA BRITANNÎCA Genel Kültür Ansiklopedisi, I-XXII, istanbul 1992.
ASIM EFENDl,üTdm«s Tercemesi (I-IV) istanbul 1305.
ATEŞ, Ali Osman, Sünnetin Kabul veya Reddettiği Câhiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri (Doktora tezi,1989, basılmamış).
ATEŞ, Süleyman,Gerçe/e Din Bu, (I-II) istanbul 1992,
Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri (I-X) istanbul 1991.
İslâm'a itirazlar ve Kur'ân-ı Kerim'den Cevaplar, Kevser Yayınları, Ankara 1972.
AYNÎ, Ebû Muhammed Mahmud bin Ahmed (ö.855/145l),Umde-tü'l-Kârî Şerhu Sahihi'l-Buhârî (I-XXX), îhyâ t-Türâsi'l-Arabi, Beyrut, trs.
BİLGE, Necip, Hukukun Başlangıcı, Ankara 1975.
BÎLGlSEVEN, Âmiran Kurtkan,GerceZ Sosyoloji, istanbul 1982. BOLAY, Süleyman Hayri, Felsefi Doktirinler Sözlüğü, Ankara
1987 BUHARÎ, Ebû Abdillah Muhammed b.Ismail (Ö.256/869). el-
Câmiu's-Sahih (I-VIII) Çağrı Yay., Istanbull982.
BURSEVÎ, ismail Hakkı, (Ö.1127/1724) Rûhu'l-Beyân fl-Tefsiri'l-Kur'ân, (I-X), Ofset baskı istanbul
CAHIZ, Ebû Osman Amr bin Bahr el-Cahız (Ö.255/868) Kitabu'l-
Hayauan, (I-VIII), Mısır CANAN, ibrahim, Kütüb-i Süte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi (I-
XIII)Ankara,1988.
CESSAS, Ebu Bekr Ahmed er-Razi (ö.37 0/980)Ahkamu'l-Kur'ân (I-III), Dârul-Fikir.
CEVATÂLl, el-Mufassal, Târihu'l-Arab Kable'l-îslâm, I-IX, Bey-rut,l 968-1972
CORCI ZEYDAN,/sZdm Medeniyeti Tarihi, Trc.M.Z.Megamiz, (I-V), İstanbul 1974.
ÇAĞATAY, Neşet/sZdm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ankara 1982.
DÂRlMÎ, Ebu Muhammed Abdullah bin Abdirrahman (ö. 255/868) Sünen (I-II),(MI) Çağrı Yay. istanbul 1982.
DAVUDOĞLU, Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,{l-XH),
Sönmez Neşr.Istanbul 1977 DAVUDOĞLU, Ahmed, Selamet Yolları, (Buluğu'l-Meram Ter-
cemesi), (I-IV), Sönmez Neşr. istanbul 1975 DEMÎRÎ, Hayatü'l-Hayavani'l-Kübrâ, (I-II), Mısır 1389/1969 DOĞUŞTAN GÜNÜMÜZE BÜYÜK İSLÂM TARlHl (Komisyon)
I-XV, Çağ Yay. istanbul 1992.
DRAZ, Abdullah, Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru,Trc. Salih Akdemir, Ankara 1983 EBU DAVUD, Süleyman b. Eş'as es-Sicistânî (Ö.276/888) Sünen,
Ü-V) Çağrı yay.Istanbul 1982. EBU UBEYDE, Muammer bin Ebi'l-Müsennâ et-Teymî (ö. 209)
Kitabu Eyyâmi'l-Arab, (I-II), Beyrut. EBU ZEHRA, Muhammed/sZâm Hukuku Metodolojisi, Tere. Ab-
dülkadir Şener, Ankara 1979. EMlROĞLU, Tahsin, Esbâb-ı Nüzul, (I-X),Konya 1965.
EYÜBOĞLU, ismet Zeki, Anadolu İnançları, Geçit Kitabevi, istanbul 1987.
EYÜP SABRI PAŞA, Mir'at-ı Haremeyn, Sadeleştiren, (Dr.Cihan Okuyucu. Mekke Medine Rehberi), Islâmi Araştırmalar Vakfı, istanbul 1986.
EZHERÎ,Ebu Mansur Muhammed îbn Ahmed,(ö.370/980),:Te/m-bul-Luğa, Kahire 1384/1969.
EZRAKÎ, Ebul-Velid Muhammed (Ö.244/858), Ahbaru Mekke illi). Dâru'l-Endülüs. Beyrut. Tahkik: Salih Melhas, 1385 h. (Trc. Yunus Vehbi Yavuz, Kabe ve Mekke Tarihi, Çağrı Yay. istanbul 1980.
FÂSÎ,Takryyud'din Muhammed b. Ahmed el-Hüseyni (0.832/ 1429) el-Ikdüs'Senim ft Tarihi Beledi'l-Emin, Beyrut 1986.
FAYDA, Mustafa, İslâm'ın Güney Arabistan'a Yayılışı, Ankara Üniversitesi ilahiyat Fak. Yay., 1982.
FAYDA, Mustafa, Halid b.Velid, Çağ Yay. istanbul 1990.
GÜMÜŞHANEVÎ, Ahmed Ziyâuddin, (Ö.1311/1893) Râmuzu'l-Ehâdis (I-II) istanbul 1982.
GÜVENÇ, Bozkurt,/7iscm ve Kültür, istanbul 1979.
GÜZEL, Abdurrahman, Milli Kültür-Milli Birlik, Ankara 1991.
HAFIZ MÜNZlRl, Ebû Muhammed Abdülazim bin Abdülkavî, (ö.656/1258), Muhtasar Sünen-i Ebî Dâvud (Hattabî'nin Meâlimü's-Sünen'i ve Ibn Kayyım el-Cev-ziyye'nin Tehzib'i ile birlikte), (I-VIII). Kahire.
HAKÎM, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Nisâbûrî (Ö.405/1014), el-Müstedrek Ala's-Sahîhayh, (I-IV), Beyrut.
HALICI, Feyzi, Türk Halk Edebiyatında Yeni Görüşler (I-II), Ankara 1985.
HAMlDULLAH, Muhammed, İslâm Peygamberi (I-II), Trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980.
HAMlDULLAH, Muhammed, İslama Giriş, I.Î.F.S.O. Yay. Türkçe Tercemesi yayın No: 9 Salmiyah- Kuwayt.
HAMlDULLAH, Muhammed, Mecmuatü'l-Vesâiki's-Siyasiyye Li'l-Ehadisi'n-Nebeviyy Ve'l-Hilâfeti'r-Râşideti, Kahire 1956.
HAMİDULLAH, Muhammed, İslâm Müesseselerine Giriş, Düşünce Yayınlan, İstanbul 1981
HANÇERLÎOĞLU, Orhanjnanç Sözlüğü, İstanbul 1975.
HANÇERLİOĞLU, Orhan Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1977.
HANS, Frayer, Din Sosyolojisi, Trc. Turgut Kalpsüz, Ankara , 1969.
HÎTTİ, P.K, Siyasal ve Kültürel îslâm Tarihi, (I-IV),Istanbul 1982.
İBN ARABÎ, Ebû Bekr Muhammed bin Abdillah (Ö.643/1148) Ahkâmu'l-Kur'ân, (I-IV), Beyrut 1979.
İBN ESÎR, İzzuddin Ebu'l-Hasen Ali bin Muhammed. (Ö.630A232)el-Kamil fi't-Tarih, I-XIII, Beyrut 1979.
İBN ESÎR, Mecdü'ddin Ebu's-Saadet el-Mübârek bin Muhammed el-Cezeri (Ö.606/1210), en-Nihâye fi Garibi'l-Hadis, Daru'l-lhyâil-Kütübi'l-Arabi, Kahire
İBN HABÎB, Muhammed (Ö.245/859), Kitabu'l-Muhabber, Beyrut Tarihsiz. ÎBN HABÎB, Muhammed, Kitabu'l-Münemmak, Beyrut 1405/
1985. İBN HACER, el-Askalânî, Şihabuddin Ahmed bin Ali.
(Ö.852/1448) Fethu'l-Bârî bi-Şerhi Sahihi'l-Buhari, (I- XIII), Beyrut.
ÎBN HADÎD, Şerhu Nehcü'l-Belâğa, ÎBN HALDUN, (Ö.803/1406), Mukaddime, I-III, Trc. Z.KUgan,
M.E.G.S.B.Yay. İstanbul 1988. İBN HANBEL, Ebû Abdillah Ahmed bin Muhammed. (Ö.241/855)
el-Müsned (I-VI), Çağrı Yay. İstanbul 1982. İBN HİŞAM, Ebû Muhammed Abdülmalik. (Ö.218/833) es-Sire-
tun-Nebeviyye,(l-TV)} Tahkik: Mustafe es-Sakat,
İbrahim el-Ebyar, Abdülhânz Çelebi, Mısır 1955 İBN İSHAK, Ebû Abdillah Muhammed bin İshak (ö. 151/768),
Siretü'bnü îshak,Tahkik: Muhammed Hamidullah,
Konya 1981 ÎBN KAYYIM, Muhammed bin Ebî Bekr el-Cevziyye. (Ö.751/1350)
Zâdu'l-Meâd ft Hedyi Hayri'l-lbâd, Tere. Muzaffer Can, (I-VI), İstanbul 1991.
ÎBN KELBÎ, Ebu'l-Mûnzir Hişam bin Muhammed es-Saib el-Kelbî (ö.204/819)Kitabu'l-Esnâm, Tere. Beyza Düşün-gen, Putlar Kitabı, Ankara 1969
ÎBN KESÎR, Ebul-Fidâ Ismâü (Ö.774/1372) Tefsirul-Kur'âni'l-Azim (I-IV), Dârul-Mârife, Beyrut 1388/1969
ÎBN KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdillah bin Müslim.
Cö.276/889), Te'vilü'l-Muhtelifi'l-Hadis, Mısır 1326. ÎBN KUTEYBE, Uyûnu'l-Ahbar, (I-IV), Mısır 1963. ÎBN MACE, Ebû Abdillah Muhammed bin Yezid el-Kazvînî
(Ö.276/888), Sünen, Tahkik: M.Fuad Abdülbaki, (I-II),
İhyau't-Türasi'l-Arabî, 1395/1975.
ÎBN MANZUR, Ebu 1-Fadl, Cemâlüddin Muhammed bin Mükerrem (Ö.711/1311), Lisânu'l-Arab, (I-XV), Beyrut. ÎBN SA'D, Ebû Abdillah Muhammed (230/884), et-Tabakatü'l- Kübrâ, (I-DC), Beyrut 1963. İBRAHİM, Mustafa, Ahmed Hasan ez-Ziyad, Hamid Abdülkadir, Muhammed Ali Neccar, Mucemü'l-Vasit, (I-II), Çağrı
Yay. istanbul 1984.
İNAN, Abdülkadir, Hurafeler ve Menşeleri, Diy. İşi. Yay. Ankara 1962.
İNAN, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti.
İZUTSU, Tosohiko, Kur'ân'da Allah ve însan, Trc. Süleyman Ateş, Kevser yay. Ank.
İZUTSU, Tosohiko, Kur'ân'da Dinî ve Ahlâkî Kav ramlar,İstanbul.
İZZET, Derveze, Asru'n-Nebi, Dâru'l-Yakaza, Dımeşk, 1365/ 1946.
KÎTAB-I MUKADDES, Eski ve YeniAhid, İstanbul 1976. KAFESOĞLU, İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1980.
KAHRAMAN, Ahmet, Dinler Tarihi, İstanbul 1972. KALAFAT, Yaşar, Doğu Anadoluda Eski Türk İnançlarının
İzleri, T.Tarih Kurumu Yayınları Ankara. KÂSÂNÎ, Ebû Bekr bin Mesud bin Ahmed Alaaddin (ö. 687/1191),
Bedâiu's-SanaV ft-Tertîbi'ş-ŞerâV (I-VII), Dâru Kütübil-Arabî, Beyrut (Ö.1402/1928).
KURTÛBÎ, Ebû Abdillah Muhammed bin Ahmed el-Ensâri (Ö.671/1272), el-Câmî li-Ahkâmı l-Kur'ân (I-XX), Kahire 1967.
MALÎK, bin Enes. (ö.l79/796),el-Muvatta. I-II Tahkik: M. Fuat Abdülbâki, Îhyâu't-Türâsil-Arabî, Beyrut 1406/1985.
MANAS DESTANI, Trc. Abdülkadir înan. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları 611, Ankara 1985.
MERÂGÎ, Ahmed Must&fa,Tefsîru'l-Merâgî, Tere. A. Fikr Yavuz, Abdullah Aydın, A. Vehbi Yavuz, I-II Istanbui 1990.
MESÛDÎ, Ebu'l-Hasen Ali bin Huseyn. (Ö.346/957), Mürûcuz-ze-heb ve Medâinu'l-Cevherfi't-Tarih.
MEVSILÎ, Abdullah bin Mahmud (Ö.638A284), el-îhtiyar li Ta'li-li'l-Muhtar, (I-V), Tahkik: Mahmud Ebû Dakika, Beyrut 1395/1975.
MEYDÂNI, Ebu'1-Fadl Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin ibrahim (Ö.518/1353), Mecmau'l-Emsâl (I-II), Ofset basım.
MEYDAN LAROTJSSE, (I-XII), istanbul 1969-1973 MUBÂREKFÛRÎ, Ebu'1-Ali Muhammed bin Abdirrahman bin
Abdirrahim (0.1353/ ), Tuhfetü'l-Ahzevl bi Şerh:
Câmii't-Tirmizi (I-XII), Dâru'l-Fikir.
MUALLAKAT-I SEB A, Trc. Şerafettin Yaltkaya, Yedi Askı. MUHAMMED Fuad Abdulbakî, Miftahu Künuzi's-Sünne, Lahor.
1391/1971. MUHAMMED Ebu Şehbe, Difâu's-Sünne, Trc. Mehmet Görmez.
M. Emin Özafşar, Sünnet Müdafası (I-II), Ankara
1990. MUHAMMED, Numan el-Cârim, Edyânu'l-Arab fi'l-Câhiliye.
Mısır 1341/1923.
MUHAMMED Abdülaziz Ahmed, Mecdî Seyyid İbrahim, Mu'cı-zetü'ş-Şifa bi Mâi Zemzem, Mektebetul-Kur'ân,Kahire
MUNAVÎ, Muhammed Med'uvv bi Abdirrauf. (Ö.1031/1622), Fey-zu'l-Kadir Şer hu Camii's-Sağir, (I-VI), Beyrut
MÜSLİM, Ebu'l-Huseyn Müslim bin Haccac el-Kuşeyr: (Ö.261/874), el-Camiu's-Sahih, Tahk: M.F.Abdülbâkî, (I-V), Mısır 1955
NEClRÂMÎ, Ebû Ishak İbrahim bin Abdillah, Eymânu'l-Arab fi'l-Câhiliyye, Mısır 1382. NEDVI, Seyyid Süleyman, Asr-ı Saadet, (Tebligat ve Talimat) (I-V), Trc. Ali Genceli. Neşr. Eşref Edib, istanbul 1967. NESAÎ, Ebû Abdirrahman Ahmed bin Şuayb. (ö. 303/916), Süner
(Suyûti'nin Şerhi ve Sindî'nin Haşiyesi ile) (I-VIII),
Çağrı Yay., istanbul 1981. NESEFÎ, Ebu'l-Berekât Abdullah bin Ahmed bin Mahmud (ö. 701/1301), Medâriku't-Te'vil ve Hakâiku't-Te'vil, (I-III), Beyrut,trz. NEVEVÎ, Ebû Zekeriyya Yahya bin Şerafûddin (ö. 676/1277), el-
Minhac fi Şerhi Müslim bin Haccac, (I-XVIII), Beyrut,trz. ÖGEL, B&ha.eddin,îslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi,
T.Tarih Kurumu Yay. Ankara 1984. ÖMERÎ, Ekrem Ziya, el-Müctema el-Medine fi-Ahdi'n-Nübüvve,
Trc. Nureddin Yıldız/'Medine Toplumu" istanbul 1988. ÖRNEK, Veyis, Sivas ve Çevrelerinde Hayatın Çeşitli Saflıalarıyla ilgili Batıl İnançların Etnolojik Tetkiki,
A.Ü.D.T.C.F. yay. Ankara 1966. ÖZBAYDAR, Sabri, Psikoloji, îstanbullO73
OZON, Mustafa NihaUOsmanlıca-Türkçe Sözlük,İstanbul 1975. PAKALIN, M.Z.,Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü
(I-III), MEB., istanbul 1983. RAĞIB, el-îsfehani (ö. 502/1108), el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'ân istanbul 1979. RAZI, Muhammed bin Ömer Fahruddin (Ö.606/1210), Mefatihul-Gayb (Tefsiru Kebir) I-XXXII, Dâru Kütübi'l-îlmiyye, Tahran.
REDHOUSE, Turkish-English Dictionary, İstanbul 1975. REHBER Ansiklopedisi,I-XVIII, İstanbul. SAYILI, Aydm,Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matamatik Astronomi Tıb, T.Tarih Kurumu, Ankara 1982. SEHAVÎ, Ebu'1-Hayr Muhammed bin Abdirrahman. (ö. 902/1496)
el-Mekasıdu'l-Hasene fi Bey ani Kesirin Mine'l-Ehadisi'l-Müştehirati ale'l-Elsine, Mısır 1375/1956.
SERAHSÎ, Ebu Bekir Muhammed bin Ebî Sehl Ahmed (ö. 483/1090)Kitabu'l-Mebsut, I-XXX Beyrut. SEZEN, Yümni, Sosyoloji Açısından Din, SUYUTÎ, Celalüddin Abdirrahman bin Ebi Bekr (Ö.911/1606), el-Camiu's-Sağir fi Ehâdisi'l-Beşiri ve'n-Nezair, (Fey-zu'1-Kadir içinde)
SÜHEYL, Ebu'l-Kasım Abdurrahman bin Abdü's-Süheyli el-Endelusi (Ö.581/1186), Ravdu'l-Unuf fi Şerhi Sireti'n-Nebeviyyeti lı îbn Hişam I-VII, Kahire 1967
ŞEHRÎSTANÎ, Ebu'1-Feth Muhammed bin Abdilkerim bin Ebi Bekr bin Ahmed (ö. 548/1153), el-Milel ve'n-Nihal, I-II. Mısır. 1961
ŞEVKÎ, Dayf, Tarihu'l-Edebi'l-Arabi, Asru'l-Câhili
TABERÎ, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir (ö. 310/922) Tarihu'l-Ümem ve'l-Müluk, I-XI Beyrut 1967.
TABERÎ, Câmiu'l'Beyân an Te'vili A'yi'l-Kur'an, Mısır 1373/ 1954. TAFTAZANÎ, Sadüddin bin Mesud bin Ömer (ö. 795/190), Şerhu'l-Akaid, Trc. ve Şerh: Süleyman Uludağ, "islâm "Akaidi",Istanbull982. TAYALISÎ, Ebu Davud Süleyman bin Davud (ö. 204/819), Müsned, Haydarabad, 1321
TANYU, Hikmet, Türklerde Taşla İlgili inançlar, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1987. TANYOL, Cahit, "-Din ve Adetler." Türk Folklor Araştırmaları, VI. cilt, s.l27 Şubat 1960. TEHANEVÎ, Muhammed Ali bin Ali (ö. 1158/17 45) JCitabu Keşşafi Istılahati'l'Fünun, I-II, İstanbul 1984. TIRMIZÎ, Ebu Isa Muhammed bin Isa. (ö. 279/892), Sünen, I-V, istanbul 1982. TÜMER,Günay-Abdurrahman KÜÇÜK, Dinler Tarihi, Ankara
1988.
UĞUR, Mücteba,JÖ"tm Birinci Asırda İslâm Toplumu, 1980. ÜÇOK, Bahriye/s/dm Tarihi-Emeviler Abbasiler, MEB., 1983. ÜLKEN, Hilmi Ziya, Sosyoloji Sözlüğü. VATANDAŞ, Celaleddin.Vahyden Kültüre, istanbul 1991.
WATT, Montgomery, İslâm Düşüncelerinin Teşekkül Devri, Trc.
E. Ruhi Fığlâh, Ankara 1981. WATT, Montgomery, Modern Dünyada İslâm Vahy, Trc. Mehmet
Aydın, Ankara 1982.
WATT, Montgomery, Muhammed Mekke'de, Trc. Rami Ayaş. Azmi Yüksel, A.Ü.I.F.Yay., Ankara 1986. WENSINCK, A J.Concordance, (I-VIII), istanbul
YAKUBÎ, Ahmed bin Ebi Yakub bin Cafer (ö. 284/897), Tarihu'l-Yakubi (I-II), Necef 1358
YAVUZ, Lütfullah, Hz. Peygamber'in Mucizelerine Konu Oldukları Nakledilen Bazı Hayvanlar, (Yüks. Lis. Tezi)
YAZIR, M.H.Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, (I-IX),Istanbul 1971.
YENt TÜRK ANSİKLOPEDİSİ, (I-XII), Ankara 1970.
YILDIRIM, Suat, Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanhk, Diy.yay .Ankara 1988.
YUSUF HAS HACIB, Kutadgu Bilig, Trc. R. Rahmeti Arat, T. Tarih Kur. Yay. Ankara 1985.
ZEBlDl, Zeynüddin Ahmed bin Ahmed bin Abdillatif (Ö.893A488) Sahihi Buharı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Trc. Ahmed Naim, Kamil Miras (I-XII), Diyanet işleri Başkanlı-ğı,Ankara 1976 Kılavuz hazırlayanlar: M. Cemal Sofu-oğlu-Mücteba Uğur.
ZEHEBl,Tıbbu'n-Nebevi (Teshilul-Menafî kenarında) istanbul 1976.
ZERKEŞI, Bedrüddin. (ö. 794/1391 tf'lamu's-Sâcid ve Ahkamu'l-Mesacid,(I-IV), Riyad 1968
ZEYLAI, Cemâlüddin Ebû Muhammed Abdullah bin Yusuf (ö.762/1360)Nasbu'r-Râye li-Ehadisi'1-Hidâye (I-IV), Kahire 1357 h. [488]
ABDÜLKADÎROĞLU, Abdülkerim, Kastamonu'da Dinî Folklor veya Dinî Manevi Halk İnançları, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1987.
ACIPAYAMLI, Orhan, Anadoluda Nazarla İlgili Bazı Adet ve İnanmalar, A.Ü.D.T.C.F. Dergisi, Cilt.XX, Ocak-Haziran 1962.
AKPINAR, Turgut, Din Sosyolojisi Açısından Halk İnanç ve Tarikatları ve Tarikatların Doğuşu Hakkında Düşünceler, Türk Folkloru, sayı.87,1986.
ATASEVEN, Asaf, Tıbb-ı Nebevi, Diyanet Dergisi Peygamberimiz Özel sayısı, cilt.XXV, Sayı.4.
AYDIN, Mehmed, "Konya Ermenek Bölgesinde Yaşayan Halk İnançları" II. Milletler Arası Türk Folklor Kongresi Bildirgeleri, Ankara 1983.
B.CARRE De Vaux, îslâm Ansiklopedisi ."Tenasüh" mad.,XII/I-158-159"
BUHL,FR.Îslâm Ansiklopedisi, "Hanif mad. V, 215 islâm Ansiklopedisi "Medine" mad.VII, 459
CERRAHOĞLU, îsmail/'Kur'ân-ı Kerim ve Hamiler" AÜÎFD. XI, 81.
ÇAĞIRICI Mustafa,T.D.V. îslâm Ansiklopedisi. "Asabiyet" mad, III, 453.
FÎSCHERT, F.îslâm Ansikpoledisi, "Kehanet" mad.VI, 71 GOLDZÎHER.Îslâm Ansiklopedisi^e/ın^e" mad., III, 512. GÜNALTAY, M.S.956"Kablel İslâm Araplarda İçtimai Aile" Dar. Fn. îl. Fak. Mec. I-IV.
HATÎPOĞLU, M.Said.'Hilafetin Kureyşliligi" AÜÎFD. XXIII, 121-213.
KAYAOĞLU, îsmet,"/sZâm Kültürünün Doğuşu" AÜÎFD. XVII, 205.
KÖPRÜLÜZADE, M.Fuad.îslâm Ansiklopedisi/Tip" mad. XII/I, 230.
KÜÇÜK, ABDURRAHMAN, "Erzincan Yöresi Halk İnançlarına Toplu Bakış" III. Milletler Arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1987. s.245
LAMMENS,H.,îslâm Ansiklopedisi. "Mekke" mad.VII, 630 îslâm Ansiklopedisi. "Taif mad.XI 672.
MACDONALD,B.D.,islâm Ansiklopedisi. "Cin" mad, III, 19ı. îslâm Ansiklopedisi. "Fal" mad.IV, 449 îslâm Ansiklopedisi. "Sihir" mad. X, 599
MUHAMMED TALBÎ, "Bidatlar", Trc. Mehmet Şimşek,AÜÎFD. XIII, 448-449
ÖZAYDIN, Abdüîkerim. Diyanet îslâm Ansiklopedisi, III, 50 "Asr-ı Saadet" mad.
SARGON, E.T.D.V. îslâm Ansiklopedisi, "Yemen" mad.IV, 392-395.
SCHACT,îslâm Ansiklopedisi, "Nikah" mad. IX, 258
SIRMA, îhsan Süreyya,îslâm Ansiklopedisi, "Yemen" mad. XIII, 371.
SPÎES, îslâm Ansiklopedisi/'Mehir" mad. VII, 495-496
TANYU, Hikmet, "Dini Folklor veya Manevi Halk İnançları" AÜÎFD. XXIII, 13-124.
TURAN, Osman.Türkler ve îslâmiyet" AÜDTCFD. IV, 457-485
YILDIZ, Hakkı, "-İslâmiyet ve Türkler". Diy. Dergisi Hicret Özel sayısı. Ankara 1981.
YURDAYUN, Hüseyin, "Türk İslâm Kültürüne Giriş" Diy. Dergisi. Hicret Özel Sayısı. Ankara 1981. [489]
[1] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/325-326.
[2] Mesûdî, Mürcucü'z-Zeheb, 11/126-127.
[3] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/327.
[4] Yakubi, Tarih, I, 254-25; Alusi, Bulugu'l-Erab, II, 194-196.
[5] Cerrahoğlu, î. "Kur'an-ı Kerim ve Hanifler". AÜDİFD. XI. s.81 vd
[6] Uğur, M., Hicri Birinci Asırda îslârnToplumu, s.13; îbn Habib, Milnam-mak, s.152 vd. (Hicaz bölgesinde yaşayan Haniflerin durumunu anlatması bakımından şu olay ilginçtir: Ebu Zer, Mekke'de putperestliğe karşı duran yeni dinin keyfiyeti hakkında bilgi edinmek amacıyla kardeşini Mekke'ye göndermiş, o da dönüşünde şunları anlatmıştı: "O Hz. Muhammed, senin gibi tek Allah'a ibadet ediyor. İyilikle muamele etmeyi emrediyor, kendisinin Allah'ın Rasulü olduğunu söylüyor..." Müslim, Fedailil's-Sahabe, 132; 11/1919,1920. Yine Mekke'deki Haniflerden Zeyd bin Amr, Kabe önüne gidip secde ediyor ve Allah'a şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, ben sana nasıl ibadet edileceğini bilmiyorum, senin hoşuna ne şekildeki bir ibadetin gideceğini bilsem öyle ibadet edirim, fakat bunu bilmediğim için, başımı önüme koyup secde ediyorum. (M. Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s.39).
[7] Muallakat-ı Seb'e s.24. beyit, 27-28 (Yedi Askı. Trc. Ş. Yaltkaya)
[8] İbn İshak, Sîre s.95
[9] îbn İshak, Sîre, s. 95
[10] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/327-329.
[11] Ömeri, E.Z., Medine Toplumu, s.47-48 (Trc. NureddinYıldız).
[12] Hamidulîah, M., İslâm Peygamberi, 1/594 (Trc. S. Tuğ).
[13] Hamidulîah, M., a.g.e., I, 594.
[14] Bakara, 2/116, Tevbe, 9/30-31.
[15] Ali İmran, 3/181; Maide, 5/64.
[16] Tevbe 9/31; Taberî, Tefsir, 1/341.
[17] Ali îmran, 3/21; Haşiyetü Şeyhzade ala Tefsiri Kazi Beydavı, II, 15.
[18] Fatiha,21/7.
[19] Bakara, 2/97-98.
[20] Bakara, 2/80-82.
[21] îbn Hişam, Sire, I, 32, vd.
[22] Taberi, Tarih, 11/103; Cevad Ali, el-Mufassal, III, 174.
[23] Fatiha, 1/7.
[24] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/329-331.
[25] Tirmizi, Da'vat, 70/V, 519-520.
[26] A. Dıraz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 77-78. (Trc. S. Akdemir)
[27] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/331-332.
[28] İbn Kuteybe, Tevilü Muhtelifı'l-Hadis, s. 154.
[29] Alusi, Bulugu'l-Erab, II. 215-216; M.N. el-Carim, Edyanu'l-Arab, s. 187.
[30] Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, 11/258; Alusi a.g.e., 11/216.
[31] Doğuştan Günümüze Büyük îslâm Tarihi, 1,175.
[32] Şehristani, a.g.e., 11/258-259, Alusi, a.g.e., II, 216.
[33] Kalafat, Y., Doğu Anadoluda Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 31.
[34] M.N. el-Carim, Edyanu'l-Arab, s. 189.
[35] Nemi, 27/22-24.
[36] Buharî, Menakibu'l-Ensâr, 27, IV, 328; Müslim, Cenâiz, 29,11/644; Müs-ned, 11/455; Ayni, a.g.e., VII, 60.
[37] îbn Kesir, Tefsir, IV, 246; Nesefı, Medarik, III, 432.
[38] Îbn Serin, a.g.e., IV, 259; Alusi, Buluğui, Erab, II, 216,2217.
[39] Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, II, 57.
[40] Şems, 91/1; Necm, 53/1, 49.
[41] Yazır, M.H., Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4569.
[42] Yazır, M. H. a.g.e, VII/4569.
[43] Bakara. 2/22; Yunus, 10/34-35; Rum, 30/40; Sebe\ 34/22.
[44] A'raf, 7/80-81, 85-86; Ankebut, 29/29; Şuara, 26/146.
[45] Necm, 53/49.
[46] Müslim, İman, 32-33,1/51-52.
[47] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/332-335.
[48] Al-i İmran, 3/80; îbn Kesir, Tefsir, IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VII, 5381; îzutsi, T., Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 19 (Trc. S. Ateş)
[49] Alusi, Buluğul-Erab, II, 197.
[50] Yazır., M.H., Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4594; Zümer, 39/3.
[51] Al-i îmran, 3/80.
[52] SafFat, 27/158.
[53] En'am, 6/100.
[54] M.N.el-Carım, Edyanu'l-Arab, s. 125-126.
[55] Alusî, a.g.e., II, 197.
[56] îbn îshak, Sire, s. 13; Mesudî, Murucu'z-Zeheb,II, 173.
[57] Nisa, 6/48.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/335-336.
[58] Îbn Kelbi, K. Esnam, s. 16; Ezraki, Ahbaru Mekke, I, 125,128.
[59] îbn Kelbi, a.g.e., s. 11.
[60] Îbn Kelbi, a.g.e., s. 11, 36; Ezraki, a.g.e., 1,119-124.
[61] Ankebut, 29/17.
[62] A'raf, 7/128; En'am, 6/74; Enbiya, 21/57; Şuara, 26/71.
[63] Enbiya, 21/52.
[64] Maide, 3/90.
[65] îbn Kelbi, K. el-Esnam, s. 16; Eîîr?kit Ahbaru Mekke, I,131.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/337.
[66] Casiye, 45/24.
[67] Alusî, Buluğu'l, Ereb, II, 220.
[68] Şehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, II, 235.
[69] Goldziher, I., "Dehriyye" Maddesi, I.A., III-512.
[70] İbn Kesir, Tefsir, IV, 150; Nesefı, Medarik, III, 343; Cevat Ali, el-Mufas-sal, VI, 142.
[71] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 6/6, "Ve rab yeryüzünde insanı yarattığına pişman oldu. Ve yüreğinde acı duydu"
[72] Zümer, 39/3.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/338-339.
[73] M. Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s.63 (Trc. M. Aydın)
[74] înfitar, 82/11-12.
[75] îbn Kuteybe, Te'vilü Muhtelifi'l-Hadis, s. 134.
[76] Ibn îshak, Sire, s. 102.
[77] Zümer, 39/3; Necm, 53/27; Nahi, 16/57-58.
[78] Alusi, Buluğu'l-Erab, II, 197; İbn Esir, el-Kamil, I, 67-68.
[79] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/339-340.
[80] Al-iİmran, 3/80.
[81] Mürselat, 77/1-5; Enbiya, 21/19, 87; Müslim, Cennet, 29; JV/2184; Müsned, I, 414; III, 359; Taftazani, Şerhu'l-Akaid (Kelam îlmi ve îslâm Akaidi, Tere. Süleyman Uludağ, s. 304-305).
[82] Bakara, 2/285; Buhari, İman, 37,1/18; Müslim, îman, 1, 5,1/36, 39.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/340.
[83] Macdonald B. D., "Cin" maddesi, Î.A., III, 192.
[84] Saffat, 37/158.
[85] En'âm, 6/100.
[86] En'âm, 6/128.
[87] Cin, 72/6.
[88] Hitti, P., Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, 1147-148.
[89] Alusi, BuLuğu'l-Erab,l\X, 269; Ateş, S. Yüce Kuranın Çagdaş Tefsiri,X, 98.
[90] Izutsu, T., Kur'an'da Allah ve İnsan, 159.
[91] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/341-342.
[92] En'âm, 6/100; Alusî, a.g.e., III, 197.
[93] Abdülbaki, M.F., Miicemü'l-Milfehres li el-Fazı'l-Kur'an
[94] Bkz. Wensmck, Concordance.
[95] Hıcr, 15/27.
[96] Razi, Mefatihu'l-Gayb, I, 82.
[97] Nisa, 4/120; îsra, 17/64; Muhammed, 47/25; Nisa, 4/60; Nemi, 27/24; Anke-but, 29/38; Mücadele, 58/19.
[98] Cin, 72/1-2.
[99] Müslim, Eşribe, 97/11,1595.
[100] Müsned, III, 301, 306, 319, 386, IV, 395.
[101] Zariyat, 51/56.
[102] Ahkaf, 41/29.
[103] Ateş, Süleyman, İslâm'a îtirazler Kur'ân-ı Kerimden Cevaplar, s. 47.
[104] Kurtubi, el-Câmi li-Ahkamil-Kur'ân, IV, 2488.
[105] Cin, 72/6, 22; Nas, 114/6.
[106] Buhari, Davat, 54/VII, 163; Tirmizi, Davat, 14/V, 467; 21/V, 473.
[107] Tirmizi, Davat, 34/V, 490; 57/V, 508.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/342-344.
[108] En'âm, 6/29 Nahl, 23 (II) Hud, 7; Cevat Ali, el-Mufassal, VI, 123-125.
[109] Muallakat-ı Seb'a, s. 24 beyit. 27-28.
[110] Izutsu. T., Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 84.
[111]Mekke'de Hıristiyanlar pek nadir bulunuyorlardı. Genellikle hepis de köle idi. (îbn Hişam, Sire, s. 1,143; Süheyli Ravdu'1-Umıf, I, 223; Hamidul-lah, M., İslâm Peygamberi, I, 666)
- Yahudiler ise Mekke'de hemen hiç yoktu. Onları sadece bölgenin yıllık panayırlarında görmek mümkündü. (Hamidullah, M., a.g.e., I, 594).
[112] T.H., "Yahudiler" mad., Î.A., XIII, 430.
[113] İbn Ebi Hadid, Şerhu Nehci'lh-Belaga, III, 458; A., Zeki Safvet, Cemhe-retü'l-Huttabi'l-Arab, I, 74
[114] Duhan, 44/35; Teğabun, 64/7; Hac, 22/5; îzutsu, T,, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 85.
[115] Duhan; 44/35-36.
[116] Teğabun, 64/7; Hacc, 22/5.
[117] Izutsu, T., Kur'ân 'da Allah ve İnsan, s.85.
[118] Îzutsu, T., a.g.e., s. 79.
[119] M. N., el-Carım, Edyanu'l-Arab, 106; C. Hell., "Beliye" Mad, Î.A., II, 491; Alusi, Bulugu'l-Erab, II, 309; Özaydm, Abdülkerim, "Beliyye" maddesi, l.A.,V,419.
[120] Alusi, a.g.e., II, 309; Cevat Ali, el-Mufassal, VI, 134.
[121] A. Zeki Safvet, Cemhere,l, 73.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/344-347.
[122] Kur'an'da seksenden fazla sure Mekki'dir.
[123] Müslim, Cennet, 3, 9,10, 21, 29, 80, III, 2174-2206; Kvfoari,Rikak, 28-29, VII, 186; Rikak, 45, 50, 51, 52; VII, 194-205
[124] Aclûrî,Keşfü'l-Hafa, I, 412.
[125] Sehavi, Makasıdu'l-Hasene, s. 497
[126] Buhari, îman, 3761,18; Müslim, îman, 5,7/1, 39-40.
[127] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/347-348.
[128] Alûsî, Buluğu'l-Erab, II, 198.
[129] Cevat Ali, el-Mufassal, VI, 126.
[130] Hud, 11/7; Mü'minun, 40/82; Sebe', 34/3; Casiye, 45/24.
[131] Süheyli, Ravdu'l-Unuf, 1,107.
[132] Taberi, Camiu'l-Beyan an-Te'vili'l-Kur'an, XXIII, 21; MusitRuhu'l-Ma-ani, XXIII, 50; Cevat AH, el-Mufasml, VI, 126.
[133] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/349-350.
[134] Kur'ân-ı Kerim'de 59. sûre.
[135] Buharî, îman, 34, 37; I, 18; Müslim, îman, 5,7,8; I, 39-40; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizî, îman, 4; Nesâi, îman, (5-6)
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/350.
[136] Hamidullah, M., İslâm Peygamberi, II, 847.
[137] Çağatay, N., İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye, s. 142.
[138] Alusî, Buluğu'l-Erab, III, 228-245.
[139] Yazır, M.H., Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4569.
[140] Yazır, M.H., a.g.e., Vlly, 4569.
[141] Necirami, Eyyanü'l-Arab fi'l-Cahiliyye, s. 27-35.
[142] Necirami, a.g.e., s. 27.
[143] Necirami, a.g.e., s. 35.
[144] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/350-351.
[145] Buharî, Menakıbu'l-Ensar, 27-/IV, 238; Müslim, Cenaiz, 29/11, 644.
[146] Necm,53 /45-50.
[147] Kur'ân'da, Necm, (53); Kamer (54) ve şems sûreleri.
[148] Yasin, 36/38-40.
[149] Ebu Davud, Tıb, 21, IV, 225- 226; îbn Mace, Taharet, 122; I, 209; Müsned, II, 408.
[150] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/351-352.
[151] Küllivat-ı Ebi'l-Beka, s. 328-329.
[152] Kamus, I, 862.
[153] İzutsn, T., Kur'ân'da Allah ve însan, s. 118.
[154] Casiye, 45/24.
[155] W. M. Watt, Modern Dünyada Vahy, s. 61 (Trc. M. Aydın).
[156] Casiye, 45/24.
[157] Watt, W.M., islâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 108.
[158] Meydanı, Mecmau'l-Emsal, I, 248.
[159] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/352-353.
[160] Casiye, 45/24; însan, 76/1.
[161] Ebu Davud, Mehdi, I/IV, 473, 474; Buharı, îman, 21/1,13; Müsned, VI, 157.
[162] Buharı, Edeb, 101/VII, 115; Müslim, Elfaz, 4/11,1763; Muvatta, Kelam, 3/II, 948; Müsned, II, 259; 273, 275.
[163] Buhari, Tevhid, 35/VII, 196-197; Müslim, Elfaz, 1-2, 5-6/II, 1762
[164] Buhari,Edep, 101/VII, 115; Hakim,Müstedrek, 11,453.
[165] Watt, W. M., îslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Tere. E. Ruhi Fığlali, s. 111.
[166] Miras, K: Tecr-i Sarih Tercemesi XII, 153; îbn Kuteybe, Tevilü Muhteli-fiVHadis, 296.
[167] Watt, W. M., İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 113.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/354-355.
[168] Ragıb, Müfredat, s. 552.
[169] En'âm, 6/59.
[170] Macdonald, B. D., "Gayb" maddesi, LA., IV, 726.
[171] Ragıb. a.g.e., s. 496-497; A. Fischer, "kahin" mad. î. A., VI, 71
[172] Alusi, Buluğu'l-Erab, III, 269 vd.
[173] İzzet Derveze, Asru'n-Nebi, s.294.
[174] Alusî, Buluğu'l-Erab, III, 3.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/355-356.
[175] En'âm, 6/59.
[176] Bakara, 2/33.
[177] Yunus, 10/20.
[178] En'âm, 6/101.
[179] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, Tere. III, 308.
[180] Müsned, V, 266; I, 319; IV, 129, 164; Buhari, Tevhid, 4/VIII, 164-166; Müsnlim, İman, l/l, 40.
[181] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/356-357.
[182] Fasi, Ikdü's-Senim fi, Tarihi Beledi'l-Emin, I, 37.
[183] Bakara, 2/127.
[184] Miras, K, Tecridi Sarih Tercemesi, VI, 3.
[185] Nesai, Menasik, 110; V, 203; Taberi, Tefsir, I, 543.
[186] İbrahim, 14/37.
[187] Bakara, 2/125-126; Fasi, a.g.e., I, 35-36.
[188] Fasi, Ikdü's-Senim, I, 35-36.
[189] îbn İshak, Sire, s. 39 Taberi'nin rivayetinde Abdulmuttalib bu münacatı Hira dağında yapmıştır. (Taberî, Tarih, II, 138-139).
[190] Safvet. A.Z., Cemhere, I, 75.
[191] Ibn İshak, Sire, s. 38; Taberi, Tarih, 1,105-109.
[192] Hamidullah, M., İslâm Müesseselerine Giriş, s. 39-41.
[193] Süheylî, Ravdu'l-Unuf, I, 63.
[194] îbn îshak, Sire, s. 30.
[195] îbn îshak, ay .yer.
[196] Hamidullah, M., İslâm Müesseseleine Giriş, s. 38.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/357-360.
[197] En'âm, 6/92.
[198] Al-ilmran, 3/96.
[199] Müslim, Hac, 445-448/1, 986-98y
[200] Müslim, Hac, 445/1, 986.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/360-361.
[201] İzzet Devreze, Asru'n-nebi, s. 181-182.
[202] Razi, Mefatihu't-Gavb. XVI, 56-57
[203] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/361.
[204] Tevbe, 9/37.
[205] Buharı, Megazî, 77/V, 126.
[206] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/362.
[207] Çağına, M.D., "Arap" mad. DlA, III, 320.
[208] İbn Kelbi, K. el-Esnam, s. 5; Ezraki, Ahbaru Mekke, 1,116.
[209] Hacerü'l-Esved'in Cennetten gelmiş bir taş olduğu hakkında birçok rivayet vardır. Gerçekten öyle midir bu konudaki rivayetlerin gerek metin açısından gerekse senet açısından ciddi bir tahlile tabi tutulması gerekmektedir.
[210] Hamidullah, M.Jslâm Peygamberi, II, 883.
[211] îbn îshak, Sire, 87-88; Eyüp Sabri Paşa, Mir'at-ı Haremeyn, Mekke Medine Rehberi, s. 45.
[212] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/362-364.
[213] Müsned, I, 307, 329, 373; Nesai, Menasik, 145/V, 226; Tirmizi, Hac, 49: III, 226.
[214] Suyutî, Camiussagir, I,151; Acluni, Keşfü'l-Hafa, I, 348-349.
[215] Müsned, I, 866; ibn Mace, Menasik, 17; Aclunî, Keşfu'l-Hafa, I, 348; Tırmizi, Hacc, 113/111,294.
[216] Tirmizi, Hacc, 49/111, 226; Nesai, Menasik, 143/V, 373; Müsned, I 373.
[217] A'raf, 7/172.
[218] Ezraki, Ahbaru Mekke, I, 323-324; Nesai, Hacc, 148/V, 227 Hadisin şerhinde Suyuti'nin açıklaması (V, 228).
[219] Şahid, Hadsin ravisine, bir başka ravinin aynı hadisi diğer ibr sahabiden lafzan ve manen benzeyen veya sadece mana itibariyle benzeyen bir metinle rivayet ederek muvafakat ettiği hadistir. (Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Istılahları, s. 204. Trc. M. Yaşar Kandemir).
[220] Aclunî, Keşfu'l-Hafa, I, 348,1, 348.
[221] Rahman, 55/58.
[222] Hacc, 22/23; İnsan, 76/15.
[223] îbn Kuteybe, Te'vilü'l-Muhtelifi'l-Hadis, s. 380.
[224] İbn Kuteybe, a.g.e., s. 284-285; Aclûnî, a.g.e., I, 349.
[225] Müslim, Hacc, 244-246/11, 924.
[226] Ezraki, Ahbaru Mekke, I, 323-324; Miras, K., Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 107. (Hadis: 791).
[227] Ayni, Umdetü'l-Kari, VII, 83; Miras, K a.g.e., VI, 108.
[228] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/364-366.
[229] Yasin, 36/78.
[230] Kamus, I, 530.
[231] Yaltkaya, Ş., Yedi Askı, s. 48 beyit 97 (Mualakat-ı Seb'a tere. s. Ayni, Um-detü'l-Kari, VI, 79; Alusi, Bulugu'l-Erab, III, 11
[232] İbn îshak, Sire, 45-46; îbn Hişam, Sire, 1,178-179.
[233] Kamus, Gös.Yer. Alusi, a.g.e., III, 11-15.
[234] M.N., el-Carim, Edyanu'l-Arab, s. 85-86; İbn Esir, Nihaye, V, 86.
[235] Nesai, Beat, 18.
[236] Buharı, Cenaiz, 33/34/11, 81-82; Müslim, Cenaiz, 27-28; II, 643-644.
[237] Ayni, Umdetü'l-Kari, VI, 453.
[238] îbn Mace, Cenaiz, 52/1, 504.
[239] Ayni, a.g.e., VI, 452-453.
[240] Ebu Davud, Cenaiz, 75/11, 550-551; M.N. Carim, Edyamu'l-Arab, s. 105.
[241] Davudoğlu, A., Selamet Yolları, II 327; Ateş, A.O., Sünnetin Kabul veya Reddettiği Câhiliye ve Ehli kitap Örf Âdetleri, s. 178; Hattabi, Meali-mu's-Sünen ve Tehzibü îbn Kayyım, IV, 339.
[242] Müsned, III, 197.
[243] Carim, M.N., Edyanu'l-Arab, s. 106.
[244] Carim, M.N., a.g.e., s. 106-107.
[245] Carîm, M.N., a.g.e., s. 107.
[246] Ebu Davud, Cenaiz, 75/111, 550-551.
[247] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/367-369.
[248] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/371.
[249] Ibn Manzur, Lisanu'l-Amb, XII, 314 vd.; Kamus, III, 488-489.
[250] Müslim, Salat, 93-94/11, 313; Buharı, Megazi, 83/IV, 140; Müsned, VI, 229.
[251] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/371-372.
[252] Ibn Manzur, Lisan, XII, 624-625; Nevevi,Min/ıac (Şerhu Müslim), XIV, 225.
[253] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/372.
[254] Müslim, Selam, 102-103/11,1743.
[255] Müslim, Selam, 101/11,1742-1743.
[256] B. Garra De Vaux, "Babil" maddesi, Î.A., XII/1,158-159.
[257] Sargon E., "Babil" maddesi, D.I.A., IV, 392-395.
[258] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/372-373.
[259] Kamus, II, 307; Alûsî, Bulugu'l-Erab, II, 340; Nevevî, Minhac (Şerhu Müslim), XIV, 216-217.
[260] Nedvi, İslâm Tarihi, I, 304 (Hazırlayan: E. Edib)
[261] îbn Manzur, Lisan, XI, 507.
[262] Ibn îshak, Sire, s. 92; Ibn Hişam, Sire, I, 201; îbn Manzur,a.g.e., XI, 508.
[263] Alusî, Buluğu'1-Erab, II, 343.
[264] Alusî, a.g.e., II, 344.
[265] Alusî, a.g.e., II, 340.
[266] Alusî, a.g.e., II, 340, 341.
[267] Özon,M.N., Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237.
[268] Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabaniler hakkında Hz.Rah-mi Gürpınar'ın "Gûlyabani" isimli eserini de hatırlıyoruz.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/373-375.
[269] Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an, 3/V, 158; Miibarekfuri, Tuhfetü'l-Ahvezi, VIII, 183-184.
[270] Aynî, UmdeM'l-Kari, XII, 144-148.
[271] Aynî, a.g.e., XII, 144,148.
[272] Tirmizî, Sevabu'l-Kur'ân, 3/V, 158.
[273] Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102.
[274] Uğur, M., a.g.e, s. 139.
[275] Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ismi söylenmeden, söylenmiyen sonuncu kişinin üst tarafındaki kişiden rivayet edilen hadistir.
[276] Aynî, a.g.e, XII, 144-148.
[277] Uğur, M., a.g.e s. 139.
[278] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, IV, 185.
[279] Müslim, Selam, 107-108AI, 1744-1745.
[280] Müsned, II, 305-382.
[281] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/375-377.
[282] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/377-378.
[283] Buharî, Cihad, 47/111, 217; Nikah, 7/III, 124; Tıb, 43, 54(VII, 26, 31; Ebu Davud, Tıb, 24/ÎV, 19, Tirmizi, Edeb, 58/IV, 126; Müslim, Selam 115-120; Nesai, Hayl, 5/V, 27.
[284] İbn Mace, Nikah, 55, V, 220.
[285] Buharî, Tıb, 44/111, 27.
[286] İbn Hacer, Fethü'l-Bari, VI, 47.
[287] 31 no'lu dipnotta gösterilen yerler.
[288] Aynî, Umdetü'l-Karî, XI, 396; îbn Kuteybe, Uyunu't-Ahbar, 1147.
[289] Tayalisi, Müsned, 215 nr. 1537; İbn Hacer, Fethü'l-Bari, VI, 47.
[290] Hadid, 57/22.
[291] Müsned)VII,168.
[292] Ebu Davud, Tıb, 20/TV, 19; Muvatta, İstizan, 8/II, 972; Ibn Hacer, Fethu'l Bari, IV, 47; Ibn Kuteybe, Uyunu'l-Ahbar, 1,150.
[293] Ibn Kuteybe, Te'vilü'l-muhtelifi'l-Hadis, s. 144.
[294] Ibn Hacer, a.g.e., VI, 47.
[295] îbn Hacer, Fethu'l-Bari, Vly, 46-47.
[296] Buharî, Cihad, 43-44/111, 215; Müslim, İmaret, 96-100/111, 1492-1494; Tirmizî, Cihad, 10A73, 203; îbn Kuteybe, Uyumu'l-Ahbar, 1,153-154.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/378-381.
[297] Cahız, Hayavan, I, 290.
[298] Cahız, a.g.e., I, 290; Meydani, Mecmau'l-Emsal, I, 195.
[299] Lokman, 31/19.
[300] Alusi, Bulugu'l-Erab, II, 315; Hamidullah, M., İslâm Peygamberi, 1,638.
[301] Alusi, a.g.e., göst. yer.
[302] Özcan, Sabri, Gümüşhane Kültür Araştırmaları ve Yöre Ağızlan s. 405.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/381-383.
[303] Buharı, Bed'ül-Halk, 15, IV, 98.
[304] İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VI, 271; Miras, K, Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 67-68.
[305] Ebu Davud, Edeb, 155/V; 332.
[306] Münavi, Feyzu'l-Kadir, I, 381.
[307] Münavi, a.g.e., I, 282.
[308] Köpekle ilgili geniş bilgi için bkz: Cahız, Hayavan, I, 227 vd.
[309] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/383-384.
[310] Aynî, Umdetü'l-Kari, VIII, 362.
[311] Ayni, a.g.e., VIII, 362.
[312] Aynî, a.g.e., VIII, 362.
[313] Buharî, Enbiya, 8/IV, 112.
[314] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/385.
[315] Alusî, Bulugu'l-Erab, II, 360.
[316] meydanı, Mecmau'l-Emsal, 1,160.
[317] İbn Manzur, Lisan, I, 644.
[318] İbn Kuteybe, Te'vilü Muhtelif i'l-Hadis, s. 189-190.
[319] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/385-386.
[320] Miras, K, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 210.
[321] Müslim, Hac, 68/1, 857.
[322] Müslim, Hac, 66/1, 856.
[323] Buharı, Hac, Cezaü's-Sayd 7/II, 212.
[324] Ebu Davud, Menasik, 4Ö/II, 424.
[325] Ebu Davud, Menasik, 40/11, 424.
[326] îbn Esir, Nihaye, II, 446.
[327] Nevevi, Minhaç, VIII, 14.
[328] Kitau-ı Mukaddes, Tekvin, Bab. 8.
[329] İbn Kuteybe, Tevilü Muhtelifı'l-Hadis, s. 174.
[330] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/386-387.
[331] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/387.
[332] Miras, K. Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 70.
[333] Müslim, Zühd, 61/111, 2294; Buharı, Bed'ül-Halk, 15/IV, 98.
[334] Nevevi, Minhaç, XVIII, 24.
[335] Kitab-ı Mukaddes, Leviller, 14; Tesniye, 7,14.
[336] En'âm, 6/146.
[337] Müslim, Kader, 32/111, 2049-2050.
[338] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/387-388.
[339] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/389.
[340] Alûsî, Bulugu'l-Ereb, II, 321.
[341] îbn Manzur, Lisan, II, 259.
[342] Kütahya ve Çevresinde yaygındır.
[343] Aydın, Mehmet, "Konya Ermenek Bölgesinde Yaşayan Halk İnançları" II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV, 1,9.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/389-390.
[344] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/390.
[345] Numan el-Carim, Edyan'l-Arab, s. 189; Çağatay, N., İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, s. 139.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/390.
[346] Yunus, 10/105.
[347] Bakara, 2/186.
[348] Fatır, 35/13.
[349] Fatır, 35/14.
[350] Hacc, 22/62
[351] Tirmizi, Kıyame, 59/IV, 667; Müsned, I, 293, 303, 307.
[352] Tanyu, H., Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 210 (Westtermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devri Kalıntılarından Nazar Değmesi İnancı Trc. Şahap Nazmi Coşkuner, s. 48'den naklen).
[353] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/390-392.
[354] Tanyu, H., Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 80 (ayrıca Şaban Şifai'nin (ö. 1116 h 1705 m) "Risale-i Şifaiyye fi beyanı Envai Ahcar" isimli eserinden konu detaylı olarak .anlatılmaktadır. Eser, Nuruosmaniye Kitaplığı 3344'de)
[355] Taynı, H., a.g.e., s. 8-9.
[356] Tanyu, H., a.g.e., s. 1-30.
[357] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/393.
[358] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII, 2607; Meydan Larousse, IX, 257.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/393.
[359] Bursevi, Ruhu'l-Beyan, X, 127; Emiroğlu, T.,Esbab-ı Nüzul, 38-39.
[360] İbn Manzur, Lisan, XIII, 301.
[361] Bursevi, a.g.e., göst. yer; Emiroğlu, T., a.g.e., göst. yer.
[362] Razi, Mefatihu'l-Gayb, XXX, 1000.
[363] Razi, a.g.e., göst. yer.
[364] Alusi, Buluğu'l-Erab, II, 7-9.
[365] Sofuoğlu, M., Sahihi Müslim, Tere, VIII, 37 (Dipnotta).
[366] Müslim, Selam, 56/11,1725.
[367] Tanyu, H., Türklerde Taşla İlgili inançlar, s. 213.
[368] Tanyu, H., a.g.e., s. 213, (Eduarda Seliğman Der Bose Blyİck Und Ver-mandes; s. 219'dan naklen)
[369] Yeni Türk Ansiklopedisi, Nazar mad.; Halıcı, Feyzi, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler, (248-52) Mehmet Aydın'ın, "Konya daki Manevi, Halk İnançlarının Dinler Tarihi açısından Tehlili" isimli makaleden alınmıştır.
[370] Kütahya ve çevresinde görülmektedir.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/394-395.
[371] Kalem, 68/51.
[372] Müslim, Selam, 41/11,1719
[373] Müslim, Selam, 42/11,1719.
[374] Müslim, Selam, 42/11,1719.
[375] Davudoğlu, A., Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 606-607.
[376] Davudoğlu, A., Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, XI, 607.
[377] Müslim, Selam, 67/11,1728; Buhari, Tıb, 38/VI, 24.
[378] Müslim, Selam, 56/11,1725.
[379] Müslim, Selam, 46-47/11,1723.
[380] Acipayamlı, Orhan, Anadoluda Nazarla ilgili Bazı Âdet ve inanmalar, Ü.D.T,C. Fak. Cilt, XX, Ocak.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/396-397.
[381] Ragıb, Müfredat, s. 331; Yazır, M.H., Hak Dini Kur'ân Dili, I, 441-443; Macdonald, D. B., "Sihir" maddesi, Î.A., X, 600; Kamus, I, 88.
[382] İbn Manzur, Lisan, V, 348; Külliyat-ı Ebi'l-Belka, s. 208.
[383] Kamus, I, 887-888
[384] Redhause, English-Türkish Dictionary s. 483.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/398.
[385] A'raf, 7/132; Maide, 5/110; Yunus, 10/76; Hud, 11/7; Nemil, 7/13; Şuara, 26/34; Sa'd, 38/4; Zariyat, 51/52.
[386] Bakara, 2/102.
[387] Taberi, Tarih, I, 445; îzzet Derveze, Asrun-Nebi, s. 294-298.
[388] Buhari, Tıb, 47,49, 50, VI, 28-30; Cizye, 14, IV 68; Edeb, 56, VII, 88; Müslim, Selam, 43, II, 719.
[389] İzzet Derveze, a.g.e., s.271.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/398-399.
[390] Pakalın, M.Z.r Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 211-217.
[391] A'raf, 7/115-116,132; Taha, 20/55-56, 71; Maide, 5/110; En'am, 6/7; Yunus, 10/76-77, 81; hud, 11/7; Enbiya, 21/3; Şuara, 26/40.
[392] Nesai, Tahrim, 19/VII, 112.
[393] Müsned, IV, 339; III, 33.
[394] Buhari, Vesaya, 23/111,195, Hudud, 44/VIII, 33; Tıb, 48/VTI, 29; Müslim, îman, 145/1, 92, Hadiste geçen diğer altı şey ise: "Allah'a şirk koşmak, zina yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına iftira atmak."
[395] Nesai, Tahrim, 19/VII, 112.
[396] Nevevi, Minhaç, XIV, 176.
[397] İbn Hacer, Fethü'l-Ban, X, 183,191.
[398] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/399-401.
[399] Buhari, Tıb, 47,49, 50/VII, 28-30; Cizye 14/VI, 68;Edeb, 56/VII, 88; Müslim, Selam, 43/11,1719.
[400] Nesai, Tahrim, 20/VII, 112
[401] İbn Hacer, Fethü'UBari, X, 188.
[402] İbn Hacer, Fethü'l-Bari, X, 185.
[403] Türkçeye Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafından "Sünnet Müdafaası" adıyla 2 cilt halinde tercüme edilmiştir.
[404] M. Ebu Şehbe, Sünnet Müdafaası, II, 157-158; İbn Kayyım, et-Tefsir, 564-572'den naklen.
[405] İbn Hacer, a.g.e., X, 185.
[406] İbn Kuteybe, Te'vilü Muhtelifi'l-Hadis, s. 177.
[407] Yazır, M. R.,Hak Dini Kur'an Dili, XI, 6356.
[408] Metruk Hadis: Hadiste yalan söylemek ithamına maruz kalan yahut söz veya fiilinde fışkı açığa çıkan, yahut da çok yanılma ya da gafleti fazla olan zayıf bir ravinin tek başına rivayet ettiği hadise denir. Kemalüddin et-Tai, Risaletün fi Ulumi'l-Hadis ve Usulihi, s. 91; Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s.
[409] Yazır, M. H., a.g.e., IX, 356.
[410] Haber-i Ahad; Bir nesilde bir tek ravi tarafından rivayet edilen habere, haber-i vahid; bir kaç nesilde birer ravi tarafından rivayet edilen haber-i ahad denir. (Kemalüddin et-Tai, a.g.e., s. 67; Uğur, M., a.g.e, s. 7; Koçku-zu A. O., Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidlerin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s. 78-80).
[411] Yazır, M.H., a.g.e., IX, 6356.
[412]İsra, 17/25; Furkan, 8 (Ayetlerin manası: "Biz onların seni dinlerken, nes sebeple dinlediklerini, kendi gizli konuşurken de zalimlerin "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini gayet iyi biliyoruz., İsra, 17/47.
"... Ve zalimler "Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uymuyorsunuz" dediler" (Furkan, 25/8).
[413] Mahmud Ebu Reyye, Adva Ala's-Sünneti'l-Muharnmediye, Tere. Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması s. 3790-380, Muharrem Tan.
[414] Yazır, M. H., Hak Dini Kur'an Dili, IX, 6357.
[415] Bakara, 2/101.
[416] D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A.,X, 599-611.
[417] Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II, 685.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/401-406.
[418] îbn îshak, Sire, s. 10; Taberi, Tarih, II, 240-241; Alusî, Buluğu'l-Ereb, III, 66-67.
[419] Alusî, a.g.e, III, 66-67; M. Numan el-Carim, Edyan, s. 168.
[420] Alusî, a.g.e.III, 54.
[421] Maide, 5/90.
[422] îbn Habib, Muhabber, s. 333-335; Alusî, Bulugu'l-Erab, III, 53-65; ita Dini Kur'an Dili, II, 764-765; H. Lammens, "Meysir" maddesi, Î.A., VHL 192.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/406-408.
[423] Bakara, 2/219; Maide, 5/90-91; Müsned, II, 351; Ibn Arabi, Ahkamul-Kur'an, 1,150.
[424] Müsned, II, 351.
[425] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/408.
[426] Schact, "nikah" maddesi, İ.A., IX, 258.
[427] Ateş, A.O., SünnetinKabul veya Reddettiği Câhiliye ve Ehl-i Kitap Örfü Adetleri, s. 238 (:Dermenghem, Hz. Muhammed'in Hayatı, s. 71'den nakl.
[428] Ateş, A.O., a.g.e., s. 71.
[429] Bakara, 2/219; Maide, 5/90-91; Müsned, III, 351.
[430] Alusî, Buluğu'l-Erab, II, 322.
[431] Müslim, Nikah, 73/11,1039; Nesai, Nikah, 18/VI, 70.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/408-409.
[432] Alusî, Buluğu'l-Erab, II, 323.
[433] Tirmizi, Edeb, 41/V, 111; Buhari, Bed'ül-Vahy, 5-6/1, 4-5; Müsned, I, 288, 326.
[434] Müsned, III, 425; Buhari, Bed'ül-Vahy, 3/1, 3; Müslim,îman, 252/1,139-142.
[435] Râmuzu'l-Ehadis, 1,177.
[436] Ramuzu'l-Ekadis, I, 35, 249; II, 455.
[437] Buhari, Tıb, 57/VII, 33; Müslim, Sayd, 12-17/11, 1533-35; Ebu Davud, Sünnet, 6/V, 10-11.
[438] Münavi, Feyzu'l-Kadir, III, 288.
[439] Münavi, a.g.e., III, 60.
[440] Ramuzu'l'Ehadis, I, 35.
Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/409-411.
[441] Kureyş, 106/1-4.
[442] Alusî, Bulugu'l-Erab, III, 66; M. Numan el-Carim, Edyanu'l-Arab, s. 168; îbn Habib, Muhabber, s. 332.
[443] Bakara, 2/219; Maide, 5/90-91; îbn Arabi, Ahkamu'l-Kur'an, I 150; II, 655; Cesas, Ahkamu'l-Kur'an, 1,129.
[444] Alusî, a.g.e., 1, 373-374.
[445] İbn İshak, Sire, s. 92; îbn Hişam, Sire, I, 201.
[446] Kalafat, Y., Doğu Anadoluda Eski Türk înançlaının İzleri, s. 20-27.b.
[447] Hamidullah, M., İslâm Müesseselerine Giriş, s. 39-41.
[448] Mavsili, el-lhtiyar, 1,141; Zeylai; Nasbu'r-Raye, III, 15,1, 386.
[449] Kişiye ta'zim için değil Allah'a şükür için.
[450] Alusî, a.g.e., I, 374-375.
[451] Maicle,5/3.
[452] Alusî, a.g.e., 11,316.
[453] Alusî, a.g.e., -II, 317.
[454] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/411-413.
[455] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/415.
[456] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/415-417.
[457] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/417-418.
[458] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/418-420.
[459] Hamidullah, M., İslâm Peygamberi, I, 9-10.
[460] İnan, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, s. 216, 217, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1978.
[461] Geniş Bilgi İçin bkz. Çağatay, N., İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, s. 2-76.
[462] Muallakat-ı Seb'a bunlardan biridir.
[463] Ebu Ubeyde, Kitabu Eyyamu'l-Arab Kable'l-lslâm; Ali Muhammed el-Becavi, Muhammed Ebu'1-Fadl İbrahim, Muhammed Ahmed Cadu'l-Mevla, Eyy'amu't-Arab fi'l-Cahiliyye.
[464] Ibn İshak, Sire, Vakidi, Megazi, Ibn Hişam, Sire, Ibn Sad, Tabakat.
[465] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/420-422.
[466] Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, s. 101.
[467] Güvenç, Bozkurt, a.g.e., s. 101.
[468] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/423-424.
[469] Özaydın, Abdülkerim, "Asr-ı Saadet" maddesi, d.İ.A., III, 50.
[470] Suyutî, C, el-îtkan fi Ulûmi'l-Kur'an, 1,11-12.
[471] Abdullah Draz, Kur'ûn'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 51 (Trc. S. Akdemir).
[472] Kahraman, A, Dinler Tarihi, s. 29-30.
[473] Abdullah Draz, a.g.e., s. 51.
[474] Abdullah Draz, a.g.e., s. 53.
[475] Kayaoğlu, îsmet, îslâm Kültürünün Doğuşu, A.Ü.Î.F.D. XVII, 205.
[476] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Watt W. M., îslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 317-338 (Tere. E.R. Fığîalı).
[477] Tekasür, 102/1-2.
[478] Hatiboğlu, M. Said, Hilafetin Kureyşliliği, AÜ.Î.F.D. XXIII, 121-213 (Konumuz ile ilgili olan kısmı, 155-162)
[479] Üçok, B., İslâm Tarihi Emeviler-Abbasüer
[480] Serahsi, Mebsut, V, 23: Kasani, Bedaiu's-Sanal, II, 310.
[481] Watt, W. M., İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 229-233.
[482] Muhammed Talbi, Tere. Mehmet Şimşek, "Bid'atlar". A.Ü.İ.F.D. XXIII, 448-449.
[483] Muhammed Talbi, a.g.e., s. 451-452.
[484] imam Birgivi (Ö. 981/1573) Tarikat-ı Muhammediye isimli eseriyle meşhurdur.
[485] Bkz. Ahmed er-Rumi, el-Akhisari Saruhani (o. 1041/1631) Müellifin "Bid'ıyye" isimli talik yazma eseri, Bid'at konusun ihtiva eder. Manisa kütüphanesi (Kitap Sarayı), 2937/7 no'da kayıtlıdır. Yine müellifin, "Mıknesetü'l-Bid'a" isimli eseri, Viyana İmparatorluk Kraliyet Kütüphanesi yazmaları arasındadır. Karışık kod. nr. 154.
[486] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/424-431.
[487] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/433-434.
[488] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/435-443.
[489] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/444-445.