|
||
iirin Burçlarında Açan Çiçek Na't | ||
Na'ta lûgatlerde; bir şeyi methederek anlatma, medih ve sena ile vasıflandırma gibi mânâlar verilmiştir. Edebiyatta ise; Peygamberimiz’i (sas) övmek gayesiyle yazılmış şiirlere denir. Peygamberimiz, yaratılmışların en seçkini ve en güzelidir. O'nu Allah (cc) diğer yaratılmışlardan ayrı tutmuştur. O, âlemlere rahmet olarak gönderilen özü sevgiyle yoğrulmuş bir nebidir. İslâm tarihi boyunca Müslümanlar, kabiliyetleri nispetinde O'nu anlatabilmek için çalışmışlar ve bunun neticesinde Peygamber sevgisini işleyen zengin bir edebiyat teşekkül etmiştir. Bu şekilde zengin bir peygamber edebiyatının oluşmasının çeşitli sebepleri sayılabilir; fakat bunlardan en önemlisinin Peygamberimiz’in bir hadisinde gizli olduğunu düşünmekteyiz. Peygamberimiz (sas): "Hiçbiriniz ben ona, babasından da, evladından da, bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kemaliyle iman etmiş olmaz." buyurmaktadır. Bu hadis, sevgi hususunda önemli bir ölçü getirmektedir. Bunun farkında olan Müslümanlar O'nu, bütün sevdiklerinden üstün tutmanın gayreti içinde olmuşlardır. Şiirlerde bundan dolayı O "En Sevgili" olarak vasıflandırılmıştır. Şüphesiz ki, Peygamberimiz (sas) için söylenmiş methiyelerin en
değerlileri Kur'an-ı Kerim'dedir. Allah (cc) Kur'an'da Peygamberimiz’e
yönelik bazı övgülerde bulunmaktadır: Peygamberimiz’i şiiriyle ilk öven kişi, İslâmiyet'ten dokuz yüzyıl önce -bazı kaynaklarda yedi asır olduğu belirtilir- yaşamış Tübba namındaki Es'ad Ebû Kerib'dir. Âlimlerden âhir zamanda bir peygamber geleceğini ve bunun Hâtemü'l Enbiya olacağını öğrenen Tübba, Efendimizi şiiriyle şöyle övmüştür: “Her şeyi yaratan Allah tarafından gönderilecek bir rasül olan Ahmed'e şahadet ederim / Ömrüm O'nun ömrüne yetişse, O'na yardımcı olurdum / Düşmanlarıyla savaşır, O'na üzüntü veren kederleri siler, ferahlaması için çalışırdım.” Ebu Kerib'in İslâmiyet gelmezden dokuz asır önce söylemiş olduğu bu sözler, onun mü'min olduğunun delili olmuş, Kâbe'nin örtüsüyle ilgili bir meselede Kerib hakkında konuşanlara Peygamberimiz: "Tübba'a kötü söz söylemeyin, çünkü o, ehl-i tevhiddir." buyurmuşlardır. Na'tın doğum yeri olan Arap edebiyatında, Peygamberimiz’i (sas) anlatan
şiirlerin çoğunluğu O'nun vefatından sonra yazılmıştır. Ancak bu şiirlere
Türk edebiyatındaki na'tın, Arap edebiyatındaki karşılığı olan resa
(mersiye-ağıt) denmemiş bunun yerine, Efendimiz'in hayatla irtibatlı
olduğu düşünüldüğünden methiye denmiştir. Peygamberimiz’i sağken öven
kişilerden biri El- Âşa'dır. Efendimiz’i bir şiirinde şöyle över: Asr-ı Saadet'te Ka'b bin Züheyr, Hassan bin Sabit, Abdullah bin Revaha
gibi sahabe şairler de, Efendimiz'i şiirleriyle övmüşler ve O'ndan iltifat
görmüşlerdir. Nitekim Ka'b bin Züheyr "Bânet Suâd" isimli şiirini
Peygamberimiz'in (sas) huzurunda okumuş, "Muhakkak ki Allah'ın elçisi,
Allah'ın nûruyla hak ve hidayete ulaşılan keskin kılıçlardan bir
kılıçtır." mısrası okununca Peygamberimiz çok hislenmiş, "bürde" olarak
isimlendirilen çizgili hırkasını Züheyr'in omuzlarına atmıştır. Bu olay
sebebiyle bu şiir "Kaside-i Bürde" olarak anılmış ve kendinden sonra
Efendimiz için yazılmış olan şiirlere tesir etmiştir. Asr-ı Saadet'te
Peygamberimiz'i (sas) metheden şiirlerin belki de en meşhuru Hicret
esnasında Medineli Müslümanların Efendimiz’i karşılarken söyledikleri
şiirdir: Asr-ı Saadet'te yazılan na'tlarda Peygamberimiz'e (sas) olan sevgi ve saygıya geniş yer verilir. O'nun vasıfları, mucizeleri anlatılır, yer yer müşrikler hicvedilir. Na't; edebiyatımıza Fars edebiyatı kanalıyla girmiştir. Edebiyatımızdaki ilk na'tlarda, Peygamberimiz’in risaleti, hicreti, dini tebliğ ederken karşılaştığı zorluklar, gördüğü zulümler, O'nun insanlık için bir rahmet olduğu, insanlığın en seçkini olduğu, zulmeti aydınlatan bir nur olduğu ortak tema olarak işlenmiştir. İlk dönem na'tlarında O'nun peygamberlerin ilki ve sonuncusu olduğu, diğer peygamberlerden üstün olduğu ve Allah'ın övdüğü kişiyi övmenin zorluğu özellikle vurgulanır. Bu na'tlar, Peygamberimiz'den (sas) şefaat umularak bitirilir. Na'tlar ilk dönemlerde kaside nazım şekliyle yazılırken, daha sonraları mesnevi tarzıyla da yazılmaya başlanmıştır. Türk edebiyatına girdikten sonra ise, gazel, rubai, müstezat ve tuyuğ nazım şekilleriyle de yazılmıştır. Bu açıdan na'tı bir nazım biçimi olarak değerlendirmek yerine, konu olarak Efendimiz'i (sas) öven bir şiir olarak almak daha doğru olacaktır. İslâmî bir kültür üzerine bina edilen Divan edebiyatında na'tın en güzel örneklerini görmekteyiz. Özellikle Fuzuli'nin Su Kasidesi bu şiirlerin en güzelleri arasındadır. Bu kasidede özellikle iki beyit diğerlerinden öne çıkmış, hem semantik hem de estetik olarak insanımız tarafından daha fazla beğenilmiştir: Dest- bûsı arzûsuyla ger ölürsem dostlar "Eğer ben sevgiliye (Peygambere) kavuşma arzusuyla ölürsem, toprağımdan testi yapıp o sevgiliye sunun." Bu beyitte Peygambere duyulan iştiyak o kadar fazladır ki, ne olursa olsun O'na kavuşma arzusu kendini hissettirmektedir. Diğer beyitte ise, Peygamberimiz’in hasretiyle dolu olan şair, kendi ruh halinin bir aksi olarak tabiattaki her şeyi, O'na doğru koşuyor görmektedir. Fuzuli, peygamber sevgisiyle dolu olan ruhu ile, Dicle ve Fırat'ın coşkun suları arasında şairane bir münasebet kurar: Ona göre sular, asırlardır O'nun ayak bastığı topraklara yüz sürebilmek için başını taştan taşa vurarak akıp gitmektedir: Hâk-i pâyine yetem der ömürlerdir muttasıl Nitekim O'nun ayak bastığı topraklara yüz sürmek için ırmaklar başlarını taşlara vura vura akıp giderken bir şair padişah da, O'nun ayak resmini başına taç yapıp yüzüne gözüne sürmenin arzusuyla yanıp kavrulmaktadır: N'ola tâcım gibi başımda götürsem daima O'nun yaşadığı mekân, ayak bastığı topraklar ve ebedî istirahatına çekildiği makam o kadar değerlidir ki, Oralar Nazar-gâh-ı İlâhîdir. Oralarda O'nun hatıraları dolaşmaktadır, bu sebeple bir an bile terk-i edeb etmemek gerekir. Bu duygularla yüklü olan Nâbi, Hac yolculuğu esnasında Medine'ye yaklaştığında dudaklarından şu mısralar dökülür: Sakın terk-i edebden, kûy-ı mahbub-ı Huda'dır bu Evet O, yaratılmışların en üstünüdür. O'nu bizzat, Kâinatın Yaratıcısı övmüştür. O Fahr-i Kainat'tır, Rasüllerin Şahı, Efendilerin Efendisi’dir. Şeyh Galib bu duyguları şöyle dile getirir: Sultan-ı Rusül, Şah-ı mümeccedsin Efendim İslâm tesirindeki Türk edebiyatında hemen hemen her şair, Peygamberimiz'i (sas) metheden şiirler yazmıştır. Tanzimat'a kadar divan sahibi şairlerin divanlarında na't vardır; lâkin bu gelenek Tanzimat'la birlikte bozulur. Türkler Müslüman olduktan sonra, hayatın her safhasında İslâmiyet'in getirdiği kaidelere uymaya çalışmışlardır. Fakat 19. yüzyılda Batı'da gelişen pozitivist ve materyalist felsefeler bizim insanımıza da tesir etmiştir. Bu durum kendini edebiyatta da gösterir. Yüzyıllardır divanlarda peygamber sevgisinin en içli nağmeleriyle dolu olan na'tlar terk edilmeye, na'tsız divanlar terkip edilmeye başlanır. Tanzimat şairlerinden Şinasi daha da ileri giderek dinî terminolojide özel mânâları olan kelimeleri M. Reşit Paşa için yazdığı bir kasidede kullanır: Sensin ol fahr-ı cihan-ı medeniyyet ki hemen Bilindiği gibi dinî literatürde "Fahr-i Kâinat" tamlamasının karşılığı Efendimiz (sas), "Asr-ı Saadet" de O'nun yaşadığı dönemdir. Yukarıdaki beyitte Şinasi, M. Reşit Paşayı medeniyet dünyasının fahrı olarak nitelerken, onun yaşadığı dönemi de vakt-i saadet olarak değerlendiriyor. Aynı şiirde geçen aşağıya aldığımız mısralar ise, Şinasi'nin ulaştığı kavram anarşisini göstermesi açısından önemlidir: Aceb midir medeniyyet rasülü dense sana Bilindiği gibi, "rasül" kendisine kitap indirilen peygamberdir. Şinasi bu mısralarda M.Reşit'i medeniyyet rasülü olarak değerlendiriyor. Yine bu dönem şairlerinden Âkif Paşa "Kaside-i Adem" şiirinde İlahi Hikmet karşısında o zamana kadar var olan tavrın tam zıddını alır, kaderi tenkit eder. Bu durum ileriki dönemlerde daha uç noktalarıyla ele alınır. Devrin ortak düşüncesi gereği maziye ve mukaddesata dair her şeye hücum edilir. Dindar insanların asırlar boyu büyük değer verdiği ve kendilerini adadıkları değerlerle dalga geçilir. Mukaddesatın karşısına yeni modeller çıkartılır. 20. yüzyılda hayatın her safhasında çağdaşlaşma adına köklü değişikliklere gidilmiş, maziye ait değerlere doğru veya yanlış olmasına bakılmaksızın reddiye çıkarılmıştır. "Çağdaş" olarak lanse edilen değerler(!) ruhun ihtiyacına cevap verememiş ve bu sahada çok ciddi bunalımlar yaşanmıştır. "Değerler Kaosu Devri" diyebileceğimiz bu dönemde dindar şairlerce Peygamberimiz'in (sas) mayasının sevgi olduğu tekrar hatırlanmış, O'nun rahmet olduğunu ifade eden şiirler yazılmıştır. Modern şiirdeki na't, bazı bakımlardan klâsik şiirdeki na'tlardan ayrılır. Günümüzde yazılan na'tlarda Peygamberimiz’in yokluğu daha derinden hissedilir. Şüphesiz ki, Klâsik şiir döneminde de Hz. Peygamber yoktu, şairler O'na duydukları hasreti dile getirmekteydi. Fakat modern çağlarda durum çok daha farklıdır. Modern şairin dramı, Hz. Peygamber’in ruhlardan da silinmesinin dramıdır. Yıkılan huzurun yeniden inşa edilmesi, adaletin, ahlâkın, sosyal düzenin istenilen tarzda yeniden kurulabilmesi, ancak gözün O'nu görmesi, hafızanın O'nu hatırlaması ve gönlün O'nu hissetmesiyle mümkündür. Sevgili olarak bütün deniz kenerlarında beklenen O olduğu gün, işler yoluna girecektir. Sezai Karakoç, "Küçük Na't" başlıklı şiirinde bu sevgiyi şöyle dile getirir: Göz Seni görmeli, ağız Seni söylemeli Evet, Efendimiz (sas) "Sevgililer Mahşeri" dir. Bütün üşüyenlerin O'nun sevgi ışığına ihtiyacı vardır. İnsanlık yeniden O'ndan istifade etmeye başladığı gün, her şey yoluna girecek ve dünya asıl eksenini bulacaktır. S. Karakoç, çağdaş şiirde peygamber sevgisini en çok işleyen şairdir. Onun birçok şiirinde bu sevgi hissedilir; fakat o, üslubu gereği bunu açık açık söylemez. Şair, bunun sebebini "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" başlıklı şiirinde açıklar mahiyettedir. Bu mısralar hem Peygamber sevgisine, hem de Allah sevgisine yorumlanabilecek niteliktedir: Bütün şiirlerde söylediğim Sensin Günümüzde yazılmış en güzel na'tlardan biri, Nurullah Genç'in "Yağmur" başlıklı şiiridir. Yağmurun rahmet oluşu ile, Peygamberimiz'in (sas) âlemlere rahmet olarak gönderilişi arasında parelellik kuran şair, Peygamberimiz'den ayrılığı, özellikle O'nun ruhlardan sürgün edilmesinin hüznünü lirik bir tarzda ifade etmiştir. Yüz yetmiş mısradan meydana gelen şiirin özellikle "düştü" redifli bölümlerinde peygamber sevgisinin ve O'nun ölçüsünü belirlediği hayat tarzının cemiyetten sürgün edilmesiyle ne gibi hercümerçliğe sebep olunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu şiirde Peygamberimiz’in sevgisi, âdeta her şeyi dengede tutan hassas bir terazi olarak düşünülmüş, O'nun kalb kefesinden düşürülmesiyle, her şeyin imamesi kopmuş bir tespih gibi nasıl dağıldığı tasvir edilmiştir. Bu şiirde, O'nun sevgisinden mahrum edilmiş bir cemiyetin ruhunun nasıl yağmalandığı, beyinlerin, adaletin, cemiyetin şehirlerin kıtaların ne gibi tahriplerle karşı karşıya kaldığı nazar-ı dikkate sunulmaktadır. "Yağmur" şiirinde Peygamberimiz’den ayrılığın hüznü vardır. Fakat bu hüzün, değil Klasik şiirdeki na'tlardaki hüzünden, Asr-ı Saadet'teki hüzünden bile farklıdır. Çağımız insanının en derin trajedisinin dile getirildiği Yağmur şiirinde, çift gurbet görülmektedir. Bunlardan birincisi, Peygamberimiz'in (sas) aramızdan maddî ayrılığıdır ki, bu yönüyle bütün klasik na'tlarla birleşir; ikincisi ise, Peygamberimiz'in ruhlarımızdan göçüdür ki, bu yönüyle yalnız çağdaş insanın gurbetini anlatır. "Düşmek" kelimesinin uzak ve yakın mânâlarından istifade edilerek rediflendirilen aşağıdaki bölümlerde şair, ruhlarımızın Peygamberimiz'den (sas) uzak düşmesiyle ne hale geldiğimizi tasvir ediyor: Yağmur, gülşenimize sensizlik, baldıran düştü İnsanlık, o Yağmur'dan uzak düştüğü dönemlerde çoraklaşmış, yaratılış gayesinden uzaklaşmış ve bir keşmekeş ortamında ne yapacağını bilemez halde savrulup durmuştur. Güzelliklerin anahtarı O'ndadır ve insanlık bütün güzellikleri O'na borçludur. Bu noktada Merhum Akif'in o güzel mısralarını hatırlamamak mümkün müdür? Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep Cumhuriyet dönemi edebiyatında, na'tın klasik tarzını devam ettirenler de vardır. Bunlardan biri rahmetli A. Ulvî Kurucu'dur. Onun "Sultanım Efendim" şiiri sevilerek okunmaktadır: Ruhum sana, varlık Sana hayrandır Efendim Peygamberimiz'in (sas) en güzel remizlerinden biri güldür. Bu motifle Peygamberimiz birçok kişi tarafından anlatılmıştır. M. Fethullah Gülen Hoca Efendi "Medine'nin Gülü" şiirinde bu motifi çok güzel kullanarak, 20. yüzyılın makine gürültüleri, petrol kokuları ve beton duvarları arasındaki insanının O'na olan özlemini ve ihtiyacını dile getirmiştir. O bütün zamanlarda çölleri cennetlere çeviren Gül'dür. Bu çağın o güzel kokulu Gül'e ne kadar da ihtiyacı vardır: Ey kupkuru çölleri Cennet'e çeviren Gül Modern edebiyattaki en güzel na’tlardan birisini, Arif Nihat Asya yazmıştır. Bu şiirde baştan sona kadar Peygamberimiz’e duyulan hasret, O’nun olmamasının kalblerde meydana getirdiği boşluk lirik bir şekilde dillendirilmiştir. Peygamberimiz’in dönemiyle, çağımızın sık sık mukayese edildiği bu uzun şiir, içten yapılmış dualar kadar samimidir. Buraya kısa bir bölümünü alıyoruz: Gel, ey Muhammed (sas) bahardır İnanan her insan, kabiliyeti ölçüsünde O'nun güzelliğini anlatabilmenin gayreti içinde olmuştur. İskender Pala'nın dediği gibi birçok şairin en güzel şiiri, Peygamberimiz’i anlattığı şiiri olduğu halde -şüphesiz O'nun ismi, şiirlere bir güzellik katmıştır- O, hiçbir zaman güzelliğine lâyık tarzda anlatılamamış, anlatılamayacaktır; çünkü O, Kâinat'ın Yaratıcısı tarafından övülmüştür. Buna rağmen gönlü O'nun sevgisiyle dolu her insan, O'nu övmenin gayreti içinde olacaktır. Şeyh Galib'in dediği gibi, Allah'a şirk koşmak en büyük günahtır; fakat Peygamberimiz’i övmede Allah'a ortak olmak isyan olmasa gerektir: Senin medhinde şirket eylesem Mevlâ'ya ma'zurum Kaynaklar |
||