DOÇ. DR. İSMAİL ÇETİŞLİ İLE
MÜLAKAT
-Sayın Hocam, Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla Süleyman Demirel
Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi'nin düzenlediği sempozyumda "Tanzimat Sonrası Türk
Şiirinde
Hz. Peygamber" konulu bir tebliğ sundunuz. Sizi tebrik ediyor, bu tür
faaliyetlerin üniversite camiamızda yaygınlaşmasını diliyoruz. Hz.
Peygamber'i
birkaç cümleyle özetlemenizi istersek, bir ilim adamı olarak neler
söylersiniz?
-Bu sorunuz karşısında sözlerime, Faruk Kadri Timurtaş'ın mısralarıyla
başlamak isterim. Zira, -kritik mânâsinda- O büyük insani değerlendirmeye
kalkışmam,
haddimi aşmak olur.
Ma'zur tut bu âcizi kim cür'et eyledi
Zerreyken oldu şemse sene-hân Efendimiz
Mümkün mü "Ve'd-Duhâ" var iken medhin eylemek
Çün söylemiş "Le-amrüke" Rahmân Efendimiz
Azdır ne söylesem seni meth etmek için
Yazmak gerekti defter ü dîvân Efendimiz
Hz. Peygamber, elbette ki öncelikle bir insan ve beşer olma hususunda
diğer
insanlardan farklı değil. Ancak O, bir peygamber; hem de son peygamber ve
peygamberler sultani. O, Allah'ın son ve "ekmel" dinini tebliğ etmekle
yükümlü
bir elçi; ama milyarlarca hemcinsi içinden seçilmiş bir elçi. O, bizzat
her
şeyin hâliki ve mâliki Allah tarafından Kur'an-ı Kerim'de; "Biz seni
âlemlere
ancak rahmet olarak gönderdik." veya "Sizin için Allah'ın Resulü'nde pek
güzel
bir örnek vardır." meâlinde pek çok kez övülmüştür. Kısacası O, hiçbir
beşerin
ulaşamadığı ve ulaşamayacağı bir mertebenin; Allah'a "habib"i olma
mertebesinin
insanidir. Bu sebeple O, misyonu, misyonu tebliğ tarzı, ümmeti ve
insanlığa
bakışı, onlarla olan ilişkileri, davranışları, karakteri, ahlâki, fiziği
ve
hayati itibariyle, diğer bütün insanlardan farkli ve başka bir "dürr-i
yekda"dır.
-Belirttiğiniz gibi Hz. Peygamber, şüphesiz evrensel nitelikleriyle
insanlık
tarihini ilgilendiren bir insan. Türk milleti olarak ona olan sevgimizi
nasıl
ifade etmişiz. Bu konuyu millet-sanatkâr ilişkisi noktasında açıklar
mısınız?
-Milletlerin tarihleri boyunca yaşayıp yaşatageldikleri kendilerine has
maddî
ve manevî değerlerin bütününe "kültür" diyoruz. Edebiyat da, kültürü
oluşturan
temel unsurlardan (dil, din, sanat, folklor, gelenek, görenek, dünya
görüşü vb.)
birisidir. Üstelik edebiyat, söz konusu kültür değerlerinin bütününü
bünyesinde
barındırır ve onu günümüz ve gelecek nesillere taşır. Bu açıdan
bakıldığında
dün-bugün-yarın arasındaki en sağlam ve sağlıklı kültür köprüsünün
edebiyat
olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla tarih boyunca ecdadımızın yaşadığı her
tür
olaylar, acılar, sevinçler veya onların dünya görüşleri, inançları,
zevkleri,
duyguları, hayalleri, düşünceleri edebiyatımızda ifadesini bulmuştur.
Zira
sanatkâr dediğimiz insan, mensubu olduğu milletin değerleriyle yoğrulur;
kültür
ve şahsiyetini bu atmosfer içinde şekillendirir. Sanatında da bir anlamda
milletinin gözü, kulagi, kalbi ve dili olur. Bu açıdan edebiyat, gerçekte
bir
millî biyografidir. Türk edebiyatı tarihindeki Hz. Peygamber konusu, bunun
çok
açık ispatıdır.
Hz. Peygamber'in Türk edebiyatına konu olması, İslâmiyeti kabul
edişimizden
hemen sonra, XI. yüzyıl eserleriyle başlar. Bunların başında Yusuf Has
Hâcib'in
Kutadgu Bilig'i, Edib Ahmed'in Atabetü'l-Hakâyık'ı, Ahmet Yesevî'nin
Dîvân-ı
Hikmet'i, Dânişmend Ahmet Gazi etrafinda teşekkül eden Dânişmend-nâme
gelir.
Daha sonraki yüzyıllarda giderek genişleyip derinleşen bu konu, gerek
Divan
edebiyatı, gerekse Halk edebiyatında bütün genişlik ve derinliği ile
devam
etmiştir. Öyle ki, sadece O'nu anlatma ve övmeye tahsis edilen başta na't
olmak
üzere esmâ-i nebi, gazavât-ı nebi, ahlâku'n-nebi, hicretü'n-nebi, mevlid,
mu'cizât, mi'râciye, hilye, şefaat-nâme, kırk hadis, binbir hadis, gibi
manzum-mensur pek çok tür teşekkül etmiş ve gerek bu türlerde gerekse
başka
türlerde (destan, ninni, mani, bilmece, mesnevi, hikâye) onu anlatan
yüzlerce,
binlerce eser kaleme alınmıştır. Âmil Çelebioğlu'nun belirttiği gibi,
Türk
edebiyatı, Müslüman milletlerin edebiyatları içinde bu bakımdan tahmin
edilebileceğinden daha zengindir. Üstelik Türk milleti olarak Hz
Peygamber'e
duyduğumuz derin sevgi, saygı, bağlılık ve imanın sanata olan tezahürü,
sadece
edebiyatla sınırlı değildir.
Kültürümüzde dinî, lâ-dinî, ilmî her türlü eserler "hamdele" ve "salvele"
ile
başlar. Çok büyük ölçüde bize has olan mevlit geleneğimiz vardır. Musiki,
mimarî
ve hat gibi diğer sanat dallarımızda da, yine bu sevgi ve saygının güçlü
yansımalarını örnekleyen pek çok eser mevcuttur. Unutulmamalıdır ki,
yeryüzünde
peygamberinin ismini millî bir sembol hâline getiren tek millet
Türklerdir.
- Sizin sahanız Yeni Türk Edebiyatı; yani Batılılaşma çabalarının
başladığı,
giderek hız kazanıp günümüze kadar geldiği Tanzimat sonrası edebiyatımız.
Acaba
Tanzimat öncesine göre bu dönem şiirinde Hz. Peygamber'e olan ilgi
azalmış
mıdır? Söz konusu dönem şairlerimiz, toplumumuzun Peygamber sevgisini
eserlerinde gerektiği kadar yansıtabilmişler midir?
-Bahis konusu dönem şiirine bir bütün olarak söz konusu perspektiften
baktığımızda, ilk dikkati çeken hususun; XI. yüzyilda O'na duyulan sevgi
ve
saygının apaçık bir tezahürü olarak başlayan geleneğin, çok büyük ölçüde
devam
etmekte oldugunu görürüz. Bunun en güzel örneği, günümüz şairlerinin de
na't
geleneğini devam ettirmekte oluşlarıdır. Bununla birlikte söz konusu
geleneğin,
dinamik yapının tabiî sonucu olarak birtakım değişikliklere uğradığı da
bir
gerçektir. 1860'lardan günümüze doğru gelindikçe daha çok belirginleşmeye
başlayan değişme, şiirin hem dış hem de iç yapısında kendini hissettirir.
Meselâ; Yenileşme Dönemi'nin ilk şairlerinde klâsik na't formu, gerek
isim
gerekse nazım şekli olarak varlığını sürdürürken; bir nesil sonrasının
şairlerden itibaren tür, bu niteliğini kaybetmeye başlar. Na't ismi
yerini
serbest isimlere; na't nazım şekli de serbest nazım şekillerine bırakmaya
başlar. İç yapının temel unsuru durumundaki muhtevada ise, klişeleşmiş
övgü ve
saygı ifadelerinin giderek azaldığı ve bunların yerini serbest
söyleyişlerin
aldığı müşahede edilir. Bu arada Hz. Peygamber karşısındaki ferdî tavır,
giderek
sosyalleşme eğilimine girer. Elbette ki dil, geçen zamana paralel olarak
sadeleşmiş ve tabiîleşmiştir.
Tanzimat sonrası Türk şiirinde; Ziya Paşa, Muallim Naci, Recâizâde Mahmud
Ekrem, Abdülhak Hâmid, Mahmud Celâleddin Paşa, Ismail Safa, Ali Ekrem
Bolayır,
Nigar Hanım, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Mehmet Âkif Ersoy, Necip
Fazıl
Kısakürek, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç, Erdem Bayazıt, Faruk Kadri
Timurtaş, Muhsin Ilyas Subaşı, Ahmet Efe, Sadettin Kaplan, Kemal Edip
Kürkçüoğlu, Ali Ulvi Kurucu, Nurullah Genç gibi isimler, Hz. Peygamber'e
dair
şiir veya şiirler yazmış olan şairlerimizdir. Şu an ismini unuttuğum veya
benim
bilmediğim başka şairlerimiz de olabilir.
-İsimlerini zikrettiğiniz şairler, Hz Peygamber'i daha çok hangi
yönleriyle
ele almışlar? Örneklerle açıklar mısınız?
Şairlerimiz Hz. Peygamber'e, doğum öncesi, doğumu, hicreti, çeşitli
mucizeleri,
savaşları ve vefatı çevresinde hayati, sıfatları, misyonu ve yer yer
fizikî
özellikleri itibariyle yaklaşmaya çalışırlar. Meselâ; Necip Fazıl'a göre
Hz.
Peygamber'in doğum öncesi devir; yalanların ğerçek, gerçeklerin efsane,
Mekke'nin puthâne, Allah'ı düşünenin ise sadece "üç buçuk divâne" olduğunu
bir
zamandır.
Mekke'de bir hane...
Öyle ki, zamane;
Yalanlar gerçek de.
Gerçekler efsane.
Mekke'de bir hane...
Mekke'de bir hane...
Mekke bir puthane.
Allah'ı düşünen,
Üç buçuk divane
Mekke'de bir hane...
Bununla birlikte O'nun doğumu öncesi kâinatta büyük bir bekleyiş vardır.
Putlar, güven isteyen insanlar, kuma gömülen kız çocukları, körler,
fakirler,
dullar, yetimler, çöller, stepler, vahalar; kısacası Kabe eksenindeki yer
ve gök
O'nu beklemektedir.
Mekke'nin putları putperestlerden
İllâllah demiş ki, SENİ bekler.
Kâbe ekseninde arz ve semavât,
BİR Allah demiş ki, SENİ bekler.
Çarşıda-pazarda güven isteyen,
İnşallah demiş ki SENİ bekler.
Kuma gömülen günahsız kızlar,
Eyvallah, demiş ki SENI bekler.
Köleler, fakirler, dullar, yetimler
Gör Allah demiş ki, SENI bekler. (Bahattin Karakoç)
Arif Nihat ise, henüz vuku bulmadan önce Peygamber'in doğumunu bir müjde
olarak bütün dünyaya haykırır ve bundan duyduğu sevinci vurgular.
Müjde Mûsa ile İsâ'ya -bugün
Müjde mağdûr edilen Yahya'ya,
Ki Muhammed gelecek dünyâya!
Şairlerimizi Hz. Peygamber'in hayati hususunda en çok etkileyen
olaylardan
biri vefatıdır. Arif Nihat, Hazret-i Peygamber'in Vefatı şiirinde büyük
bir
samimiyetle O'nun vefatından duyduğu üzüntüyü dile getirir. Şairin en
büyük
üzüntü O'nun ashabı olamamaktır.
Ağlıyor, ağlıyoruz ardından...
Bu sıcak yaşlara dinmek yok mu?
Varmış Ukba'da buluşmak... ammâ
Bize dünyada sevinmek yok mu?
Seni görmekte gecikmişleri de,
Gelip, eshâbın edinmek yok mu?
Hz. Peygamber'in şiirlere yansıyan fizikî nitelikleri bir hayli
sinirlidir.
Bu konuda en çok vurgulanan husus, O'nun güzelliğidir. Hz. Muhammed'in
güzelliğinin anlatımında, sık sık Hz. Yusuf gündeme getirilir ve âdeta
bir
mukayese sezilir. Ancak O, "gül-i ruhsar"ıyla bin Yusuf'u hayran bırakan
bir
"gül-i rânâ", "nâdide çiçek"tir. Hz. Ibrahim O'nu görseydi, aşk ateşiyle
bin
kere yanıp kurban olurdu. Nitekim bütün âlem ve varlıklar ona hayran;
yıldızlar,
felek, levh ü kalem onun nigâhına mest, gökyüzü, Mirac gecesinde yüzünü
seyrettim diye yerlere secdeye kapanmıştır. Zira O'ndan daha mükemmel bir
Âdemoğlu bu dünyaya ayak basmamıştır. Bundan da öte, Ulu Yezdan bile
O'nun
dîdârına âşıktır.
Hüsn-i Kur'ân'ı görür insân olur hayrân sana,
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur'ân sana. (Muallim Naci)
Çehren tulû edince Arab'dan kemâl ile
Söndü cemâl-i Yûsuf-ı Ken'ân Efendimiz. (Faruk Kadri Timurtaş)
Bir gören bir daha görsem diye, Allah Allah
Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak.
Âteş-i aşkına bin kerre yanıp Ibrahîm,
Görse eylerdi fedâ kendini kurbân olarak. (Kemal Edib Kürkçüoğlu)
Tanzimat sonrası şairlerimizin şiirlerde en geniş yeri Hz. Peygamber'in
karakter nitelikleri ve misyonunun anlatımı tutar. Hemen hemen her şair,
onun
sahip olduğu nitelikleri vurgulama gayreti içindedir. Bu noktada, O'nun
sahip
olduğu mizaç özellikleri ile misyonunun çoğu zaman iç içe bulunduğunu
belirtmemiz gerekir. Zira O, öncelikle bir misyon sahibidir ve bu misyon
için
seçilmiştir. Söz konusu misyonun ifâsı da, tabiî olarak birtakım
niteliklere
sahip olmayı gerekli kılar. Kısacası, misyon ile karakter, iç içe geçmiş
halkalardır,Hz. Muhammed'in temel ve asıl misyonu peygamberliktir. O,
Allah'ın
son ve "ekmel" dinini insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiştir. O bir
resûl;
resûllerin öncüsüdür. Bu sebeple O, her şeyden önce kâinatı aydınlatmakta
"misilsiz bir ziya", "cana can katan", bir sözüyle bin derde derman bulan
bir
tabiptir. Yegâne "râh-ı hakikat" olan şeriatiyle âlemi "rahşân" eyleyip
zulmete
son vermiş; insanlığı karanlıklardan kurtarmış; acizin elinden tutup
zalimi ve
zulmü ortadan kaldırmış; adâleti ve vefayı getirmiştir. "Rûz-ı ceza"
gününün
şefaatçisi de O'dur. Muciz bir edep ile süslenmiş ahlâkını, kemalâtının
vasıflarını dille anlatmak mümkün değildir.
Bahattin Karakoç, Sen ki... şiirinin bölümünde Hz. Muhammed'in
niteliklerini
topluca sıralayıverir:
SEN, Muînsin, SEN Emin;
SEN Sabırsın, SEN Yemin.
SEN Eşrefsin, SEN Hâdim;
SEN Yenisin, SEN Kadîm.
SEN Kânisin, SEN Kâdi;
SEN Hâşisin, SEN Hâdî.
SEN Nursun ezel-ebed;
SEN aşksin, SEN hep rahmet.
SEN mazlumlar çobanı,
SEN, gönüller Sultanı...
Şairlerin Hz. Peygamber'e hitap ederken kullandıkları isim veya sıfatlar
da
bile O'nun misyonu ve niteliklerini sezmek mümkündür. Işte bunlardan
birkaçı:
Muhammed, Mustafa, Ahmed, Mahmûd, Peygamber, Peygamber-i Ekber, Nebi,
Nebiyyallâh, Resûl, Resûlallah, Resûl-i Kibriyâ, Şâh-i Resul, Fahr-i Rüsül
Fahr-i Âlem, Fahr-i Kainat, Fahrü'r-Rüsul, Evrenin Efendisi, Efendimiz,
Sultan,
Sultanü'l-Enbiya, Habip, Habîballâh, Mahbub-i Hak, Mahub-i Hudâ, Sevgili,
Hayrü'l-Beşer, Melik, Seyyid, Seyyidü'l-Mürselîn, Ümmî, Dürr-i Yetim,
Yetim,
Öksüz, Masum, Sıddîk, Nur-i Dilâra, Âfitâb-i Kureyş.
-Şairlerin şiirlerinde Hz. Peygamber'i konu edinmelerinin sebepleri ve
O'nun
karşısındaki tavırları hakkında da bilgi verir misiniz?
-Hz. Peygamber karşısındaki şairlerin şiirlerine yansıyan en belirgin
tavırları, özellikle O'nun fizikî ve ruhî niteliklerini anlatırken sahip
oldukları tedirginlikleridir. Tedirginlik, O'nun büyüklüğü karşısındaki
acz ve
O'nu tam olarak anlatamama endişesinden doğmaktadır. Muallim Naci'nin
söyleyişi
ile O,
"Kalemle kâl ile ta'rif olunmaktan münezzeh"tir.
Söz konusu tedirginliğe rağmen, şairlerin Hz. Peygamber'i şiirlerine konu
edinmelerinin temel sebebi, çok açık biçimde ona duydukları derin sevgi,
aşk,
hayranlık ve bağlılıklarını dile getirmektir. Meselâ; Yahya Akengin,
bütün
ruhuyla bağlı olduğu Hz. Peygamber'e sığınır. Zira bu dünyada "tedirgin
ruhunu
avutan", onun Allah'a uzanan elleridir. Ahmet Efe, "eflâke" sığmayan
aşkından
doğan hasretinin senelerdir bağrında yanan bir "çerağ" olduğunu ifade
ederken;
Sezai Karakoç, Küçük Na't'ında, onu tanımanın heyecanı ve mutluluğunu
dile
getirir. Zira o "sevgililer mahşeri"dir.
Bir gönül mevsimi kapına geldim,
Sevgilim, Sultanım, Efendim benim...
Seninle üzüldüm, seninle güldüm,
Sevgilim, Sultanım, Efendim benim...
Bahaattin Karakoç ise, Ondan ümmetlik diler.
Ey çöle inen sağnak,
Mahşer günü tek sığınak!
Ey ak sevdam, ey Sevgili!
Ne ağacım var dikili,
Ne bir tarlam var ekili;
Ne mal dilerim, ne mülk dilerim
Senden ümmetlik dilerim.
...........................................
Reddetme yâ Resûlallah,
Yandım bismillah bismillah...
Şairlerin Hz. Peygamber karşısındaki tavırlarının bir başka önemli
yanını,
günahkâr olduğunu bilmenin suçluluğu içinde onun şefaatına sığınmak teşkil
eder.
Bu sebepledir ki, hemen her şair ondan şefaat ister. Söz konusu istek, hem
bu
dünya hem ahiret içindir. Ayrıca şefaat isteği, şahsî olabildiği gibi,
zaman
zaman da umumî bir niteliğe sahip olabilmektedir. Meselâ; Mehmet Âkif ve
Ziya
Gökalp'in şiilerinde Türk milleti ve Islâm ümmeti için şefaat veya yardim
istediğine şahit oluruz. Mevlid'inde Allah'a yalvararak Hz. Peygamber'in
şeriatinin kıyamete kadar bâkî olmasını isteyen Mehmet Âkif, Pek Hazin
Bir
Mevlid Gecesi'nde ise, 1914'lerde İslâm dünyasının içinde bulunduğu
perişanlığı
dile getirerek Peygamber'den yardım ister. Ziya Gökalp ise, Mevlid
Duâsı'nda
Allah'tan O'nun yüzüsuyu hürmetine Türk milletinin hür kalması ve
kurtarılmasını
hususunda yardım talep eder.
Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed,
Aylar bize hep muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi...
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
..........................................
Allah için, ey Nebiyy-i mâsum,
İslâm'ı bırakma böyle bîkes,
İslâm'ı bırakma böyle mazlûm. (Mehmet Âkif)
Bütün güzellikler bir Vücûd oldu,
Sen onun adını koydun Muhammed.
Bütün güzellikler bir kalbe doğdu,
Türk'lerin Kıble'si odur müebbed. (Ziya Gökalp)
Şefaat isteğinin en güzel ifadesi Ziya Paşa'nin Na't-ı Şerife'sinde
ifadesini
bulur. Şiirinin ilk bölümü tamamen bu konuya ayrılan şair, bölüm boyunca
tazarruda bulunur. Zira kendisi günaha müptelâ bir hasta, nefis ve hevânın
esiri, baştan ayağa isyan ve hatalar içindedir. Bunun için onun kapısına
gelmiş,
yardim ve derman istemektedir. Zira o tabiptir. İki dünya saadeti onun
ümmeti
olmakla mümkündür.
Sözlerimi Ziya Paşa'nın mısraları ile bağlamak istiyoruz.
Belâ-yı mâsivâya mübtelâyım, yâ Resûlallah,
Zebûn-ı pençe-i nefs ü hevâyım, yâ Resûlallah.
Kerem kıl ben esîm'e, el-aman ey rahmet-i âlem,
Serâpâ mahz-ı isyân ü hatâyım, yâ Resûlallah.
Sen evreng-i şefaât şâhisin, sultân-i rahmetsin,
Kapunda ben de bir kemter gedâyım, yâ Resûlallah.
Şefaât kil, meded, yohsa o rütbe çok günâhım kim,
Ne rütbe yansam ol rütbe sezâyım, yâ Resûlallah.
Tabîb-i derd-i isyâna tabîb-i mihribân Sen'sin,
Alîlim ben de muhtâc-ı devâyım, yâ Resûlallah.
...................................................................
Dü-âlemde Ziyâ-yı mücrimin ümmîdi Sen'dedir,
Şefâat yâ Resulallâh; şefâat yâ Resulallâh. |
|