Emine
YENİTERZİ
Klâsik Türk edebiyatının en belirgin ve yaygın özelliği,
temelinde dinî kültüre yer vermesidir. Bu özellik kullanılan malzeme itibarıyla
bütün edebî tür ve şekillere hâkim olurken; yalnızca dinî konularda kaleme
alınmış binlerce manzume ve dinî konuların terennüm edildiği onlarca tür,
edebiyatımızda küçümsenmeyecek bir yere sahiptir. Allah’ı anlatan Esmâ-i Hüsnâ
şerh ve muammaları, tevhid, münâcât; Kur’ân-ı Kerim’le ilgili tercüme, tefsir,
kırk âyet, tecvid, esmâ-i suver, fâl-i Kur’ân gibi manzum dinî eserler yanında;
Hz. Peygamber’i konu edinen esmâ-i Nebî, sîre, mevlid, mirâc-nâme, mucizât-ı
Nebî, gazavât-ı Nebî, hilye, ahlâku’n-Nebî, hicretü’n-Nebî, vefâtü’n-Nebî,
şefâat-nâme, kırk hadis, yüz hadis, bin hadis gibi manzumeler, dinî edebiyatın
çeşitliliği ve zenginliği konusunda yeterli fikir vermektedir. Özellikle Hz.
Peygamber’in hayatının her safhasını ve O’nunla ilgili bütün hususiyetleri konu
edinen türler; Peygamber Edebiyatı diyebileceğimiz bir zenginliğe sahiptir.
Milletimizin Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi, bağlılık ve hürmet hislerinin
göstergesi olan bu türler arasında binlerce örneğiyle en çok kaleme alınmış olan
tür ise na’ttır. Arapça bir kelime olan na’t; bir kimsede bulunan özellikleri
methederek anlatmak anlamını taşır. Edebî bir terim olarak da; Hz. Muhammed
(s.a.s)’in methini konu edinen, O’nu övme amacıyla yazılan manzum ve mensur
eserlere verilen bir isim, bir türün adıdır. Bu tür ve adıyla ilgili iki husus
öncelikle dikkati çeker. Bunlardan birincisi ölen birinin ardından yazılan, onu
hayırla yad edip övgüsünü dile getiren methiyelere edebiyatımızda mersiye veya
ağıt denilirken; Hz. Peygamber için kaleme alınan övgülere na’t adının
verilmesi, O’nun daima hayatla bağlantılı, gönüllerdeki muhabbetle canlı olduğu
inancını aksettirmesidir. İkinci husus da, dünya üzerinde Hz. Peygamber dışında
hiçbir insanın övgüsüne hasredilen edebî bir türün mevcut olmaması, bu konuda
na’tların istisnaî bir durum arz etmesidir.
Kaynağı Arap edebiyatı olan ve bu edebiyatta "medhiyye" başlığı altında yer alan
na’tların asr-ı saadette yazılmaya başlandığı düşünülürse de, na’t muhtevalı ilk
şiirin Hz. Peygamber’in dünyaya gelişinden yedi asır önceye ait olması da
benzeri görülmeyen enteresan bir hadisedir. Âlimlerden semavî kitaplarda
müjdelenen son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)’in geleceğini öğrenen Es’ad Ebû
Kerîb el-Himyerî, kaleme aldığı birkaç beyitlik şiirde, beklenilen peygamberin
Allah’ın resulü olduğuna dair inancını ve O’nun zamanına yetişmesi hâlinde ona
büyük bir sadakatle bağlanacağını belirtmiş; Ebû Kerîb’in asırlar önce söylediği
bu küçük manzume muhafaza edilmiş, şair de Hz. Peygamber tarafından ehl-i tevhid
olarak nitelenme şansına sahip olmuştur.1
Arap edebiyatında asr-ı saadette A’şâ ve Ka’b bin Züheyr’in kasideleriyle ilk
örnekleri görülen na’tlar; Hassan bin Sâbit, Abdullah ibn Revâha, Ka’b bin
Mâlik, Âmir bin Sinâni’l-Ekvâ ve Enceşe gibi "Şuarâü’n-Nebî" (Peygamber
şairleri) lâkabına lâyık görülen Arap şairleri tarafından kaleme alınmış, hicrî
dördüncü asırdan itibaren bu methiyeler tam bir olgunluğa ve geleneksel tertip
ve muhtevasına ulaşmıştır. Klâsik Fars edebiyatında ise Hakîm Senâyî, Türk
asıllı şair Genceli Nizâmî, Ferîdüddin Attâr, Sa’dî-i Şîrâzî, Emir Husrev-i
Dihlevî ve Molla Câmî na’t türünün en başarılı şairleridir.
Türk edebiyatında ilk na’t, Türklerin İslamiyet’i kabulünden kısa bir süre
sonra, Yusuf Has Hâcib’in 1069’da Kaşgar’da tamamladığı İslâmî Türk edebiyatının
da ilk örneği olan Kutadgu Bilig’de görülür. Daha sonra Edîb Ahmed Yüknekî’nin
Atabetü’l-Hakâyık ve Ahmed-i Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’inde yer alan na’tlar,
takip eden asırlarda Türklerin yaşadığı bütün alanlarda bir gelenek hâlinde
devam etmiştir.2 Bu arada Çağatay edebiyatının zirveye ulaşan şairi Ali Şîr
Nevâî’nin, divan ve mesnevîlerinin tamamı yanında mensur eserlerinde de yer
verdiği birçok na’tla, na’t şairi unvanına lâyık bir şahsiyet olduğu dikkati
çeker.
Anadolu sahasında ise; Mevlânâ’nın Farsça, Yunus Emre’nin Türkçe na’tlarıyla on
üçüncü asırdan itibaren; halk edebiyatı, divan edebiyatı ve Tanzimat’tan
günümüze kadar uzanan son dönem edebiyatımızda tahmin edilebileceğinden çok daha
fazla sayıda örnekle karşılaşırız.
Halk edebiyatında na’tlar konusu ele alınınca; öncelikle milletimizin edebî
zevki, inancı ve hayata bakış tarzını çok sade bir dille aksettiren; bir kısmı
zamanla halka mal olup ilk söyleyeni unutulan anonim halk edebiyatı ürünlerinden
destan, ninni, bilmece ve dualarda Hz. Peygamber’in övgüsüne ve özelliklerine
yer verildiği görülür. Âşık edebiyatında ise; on yedinci yüzyıldan itibaren na’t
muhtevasında müstakil şiirler söylenmeye başlanmış, bu gelenek günümüze kadar
canlılığını muhafaza etmiştir. Bu arada dikkati çeken bir husus da Ermeni
âşıkların, Türk âşıklarından etkilenerek Hz. Peygamber’in methinde ve tamamen
İslâmî muhtevada na’tlar söylemeleridir.3 Çıldırlı Âşık Şenlik (1850-1913) ile
Ermeni Âşık Şenlik’in karşılaşmaları bu konuda güzel bir örnektir.4 Bu husus
günümüzde Ermenilerin ve batının, Türk-Ermeni husumeti konusunda oluşturduğu
yanlı ve sun’î gündeme rağmen; geçmişte iki farklı toplumun ortak bir kültürü,
edebî ve dinî bir zevki paylaştığına, birlikte uyum içinde yaşadığına dair
önemli bir delildir.
Tasavvufî halk edebiyatı, bir başka deyişle tekke edebiyatında on üçüncü
yüzyılda Yunus Emre ile başlayan na’t geleneği, çok zengin bir muhteva ile
günümüze kadar devam etmiş; Eşrefoğlu Rûmî, Kemâl Ümmî, Dede Ömer Rûşenî,
Şemseddin-i Sivasî, Muhyî, Azîz Mahmûd Hüdâyî, Abdülehad Nûrî, Niyâzî-i Mısrî,
Sezâyî-i Gülşenî, Bursalı İsmâîl Hakkı, Müştak Baba, Kuddûsî, Erzurumlu
Ketencizâde Mehmed Rüşdü, Ahmed Remzi Akyürek, Osman Kemâlî, Erzurumlu (Efe)
Hacı Muhammed Lutfî ve Yaman Dede (Abdülkadir Keçeoğlu)’nin oluşturduğu bu
zincirdeki şairlerin na’tları şöhret kazanan ve bir kısmı defalarca bestelenen
başarılı örnekler olmuştur.
Klâsik edebiyatımızda on dördüncü yüzyılda başlayarak, altı asır boyunca son
derece zengin ve güçlü bir şair kadrosuyla devam ettirilen na’t geleneğinin
yaygınlığına dair en belirgin delil ise; divan, mesnevî ve mensur eserlerde yer
alan binlerce na’tın mevcudiyeti yanında mürettep divanında na’tlara yer
vermeyen şairlerin üç beş isimle sınırlı oluşudur. Bütün nazım şekilleriyle,
hatta edebiyatımızda örnekleri nadiren görülen müsebba, müsemmen ve muaşşer gibi
musammatlar, ayrıca her harften kâfiyeli bendlerle oluşturulan murabba ve terkib-i
bend gibi tamamen orijinal şekillerde kaleme alınan na’tlar şairlerin na’t yazma
ve bu vadiye yenilik getirme gayretlerinin bir göstergesidir. 5
Na’tların bu derece yaygın olmasının birçok sebebi vardır. Bu konu şekil ve
tertip hususiyeti yönünden ele alınınca, bütün İslâm edebiyatlarında ortak bir
geleneğin mevcudiyetinden söz etmek mümkündür. Şöyle ki hacimli veya küçük,
tıptan tarihe, coğrafyadan astronomiye kadar dinî, ilmî ve edebî bütün eserlere
Cenâb-ı Hakk’a hamd mahiyetinde "hamdele" ve Hz. Peygamber’e salât ve selâmda
bulunmak üzere "salvele" ile başlanması İslâmî bir gelenektir. Bu meyanda mensur
eserlerin mukaddimelerinde "salvele" yanında bazen birkaç cümle veya birkaç
beyitle, bazen de müstakil bir bölüm hâlinde Hz. Peygamber’in na’tına yer
verilmiştir. Manzum eserler olan divan ve mesnevîlerde ise tevhid ve münâcâttan
sonra Hz. Peygamber methinde bir na’tın bulunması vazgeçilmez bir bölümdür.
Ancak bazı mürettep divanların mukaddime, tevhid, münâcât sırasına yer vermeden
doğrudan na’tla başladığını da görürüz. Karamanlı Nizâmî, Tâcîzâde Cafer Çelebi,
Yahyâ Bey, Nef’î, Şeyhülislâm Yahyâ, Cevrî, Fehîm-i Kadîm, Şeyh Gâlib, Esrâr
Dede, Sürûrî, Hersekli Ârif Hikmet Bey ve Zîver Paşa’nın divanları bu tertipte,
doğrudan na’tla başlayan eserlerdir. Bunun yanında şairler divanlarında
mukaddimeden başlayarak,6 hemen her bölümde ve bütün nazım şekilleriyle na’tlar
kaleme almışlar; kaside, gazel, mesnevî, kıt’a, müstezad, terci-i bend, terkib-i
bend, musammatların her çeşidi, rubaî, tuyuğ, müfred ve mısra şeklinde yazılan
na’tlar divanların her bir bölümüne serpiştirilmiştir. Bu nazım şekillerindeki
na’tların bütün örneklerini Yahyâ Nazîm (ölm. 1727)’in beş divandan oluşan
hacimli eserinde görmek mümkündür.7
Divanlarda na’tlarla ilgili dikkat çeken bir diğer husus da gazeliyyât bölümünün
tertibindedir. Bu bölümde gazeller kafiyeye göre sıralanırken, her harfte
yazılan gazeller gelişigüzel alınmaz, tevhid, münâcât, na’t veya mev’ize yollu,
ahlâkî ve tasavvufî mahiyette olanları başta yer alır. Bu sebeple birçok şair,
kâfiye harfi değiştiği zaman ilk gazelin na’t muhtevasında olmasına özen
göstermiş; Yahyâ Nazîm ve Müştak Baba (ölm. 1833)8 bu tertip hususiyetini
gazeliyyat bölümünün tamamında; Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî, Zâtî, Fuzûlî,
Rûhî-i Bağdâdî, Hayâlî, İffet-i Bursevî ve Seyyid Nigârî de bazı gazellerin
başında kısmen uygulamışlardır.
On yedinci yüzyılın sonu ile on sekizinci yüzyılın başlarında karşımıza çıkan
bir diğer özellik de, na’tlardan müteşekkil divanlardır. Yukarıda bahsi geçen
Yahyâ Nazîm’in na’tların çoğunlukta olduğu, beş mürettep divandan oluşan hacimli
eserinde bütün nazım şekillerinden toplam 297 na’tin yer aldığı görülmektedir.
Yine aynı dönemin tezkiresiyle meşhur şairi Bursalı İsmâîl Belîğ (ölm. 1729)’in
yedi na’tten müteşekkil Seb’a-i Seyyâre adlı müstakil bir eserinin varlığı
biliniyorsa da, bu eser bugün elimizde mevcut değildir.10 Mesnevî tercümesiyle
tanınan velud şair Süleyman Nahîfî (ölm. 1738-39)’nin Hilyetü’l-Envâr adlı eseri
de yalnızca na’tlara ayrılmış müstakil bir eserdir. Aynı şekilde tekke
şairlerinden Neccârzâde Rızâ (ölm. 1746)’nın beş bölümden oluşan divanının büyük
kısmını, özellikle gazel tarzında yazılmış na’tlar teşkil eder.11 On sekizinci
yüzyıl na’t şairlerinin son temsilcisi ise Salâhî-i Uşşâkî (ölm. 1782)’dir.
Salâhî’nin üç divandan müteşekkil nu’ût divanında 30 Arapça, 30 Farsça ve 141
Türkçe na’t mevcuttur.12 Aynı gelenek on dokuzuncu yüzyılda Mehmed Tevfîk ve
Mehmed Fevzî’nin eserlerinde devam ettirilmiştir.13
Şairlerimizi asırlar boyunca na’t vadisine sevk eden, binlerce na’tın kaleme
alınmasındaki tertip hususiyeti dışındaki asıl sebepler Hz. Peygamber’i övmekte
Cenab-ı Hakk’a uyma arzusu, O’na duyulan sınırsız sevgi ve O’nun şefaatine nail
olma ümididir. Bugün asıllarına ulaşamadığımız Tevrat, Zebur ve İncil’de Hz.
Peygamber’in risaletine ve özelliklerine dair bilgilerin mevcudiyeti yanında;14
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Hz. Peygamber’in ahlâkı, merhameti, her yönüyle
üstün ve örnek şahsiyeti bizzat Cenab-ı Hakk’ın kelâmıyla methedilir. "Biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107); "Sizin için Allah’ın
resulünde pek güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21); "Hiç şüphesiz büyük bir
ahlâk üzeresin sen." (Kalem, 68/4); "Andolsun size, içinizden bir peygamber
geldi ki zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür, müminlere çok
merhametlidir, çok şefkatlidir." (Tevbe, 9/129) gibi. Son asır şairlerinden
Hüseyin Şemsi Ergüneş bu hususu şairane ifadesiyle dile getirir:
Bütün medhiyeler bir katredir bahr-i kemâlinden
Yüce şânında Hak medhiye inzâl etti Kur’ânı 15 |
Bu yüzden şairler na’t yazmadaki amaçlarının Cenab-ı Hakk’a uyma arzusu olduğunu
açıkça belirtirler.
Hakka pey-revlik idüp kâ’ide-i medhünde
Eyledüm eşk-i hacâletle bu yüzden inşâd
Nâbî 16 |
Divan şiirinin son büyük üstadı Şeyh Gâlib, şairane bir zekâyla, Allah’a şirk
koşmanın en büyük günah olduğunu hatırlatırken Hz. Peygamber’i methetmekte Yüce
Yaratıcıya ortak olmanın suç veya isyan sayılmayacağını dile getirir:
Senin medhinde şirket eylesem Mevlâya ma’zûrum
Bu bâbda cürm ü isyâna bakılmaz yâ Resûlallâh17 |
Şairlerimiz Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim’i, O’nun
şanını ilân eden en güzel methiye kabul ederken; Cenab-ı Hakk’ın övdüğü o yüce
zatı methetmekteki yetersizliklerini de itiraf ederler. Bu özellik na’tları
devlet büyüklerini övgü için kaleme alınan kasidelerden ayıran bir farktır.
Kasidelerde şairler fahriyye bölümünde kendi şairlik kudretlerini överken,
na’tlarda kelamullah ile övülen bir şahsı methetmeye kimsenin gücünün
yetmeyeceği, İlâhî bir vahiy olan Kur’an-ı Kerim yanında şiirin yetersiz
kaldığı, şairlik gücünün de Yüce Peygamber’i övmede âciz olduğu açıkça
belirtilir:
Sen vahy-i âsumân ile itdiğini ayân
Ben kim olam ki şi’r ile şerh ü beyân kılam
Kemâl Paşazâde 18 |
Şairler bu konuda öyle tevazu gösterirler ki Yüce Peygamber’i methetmeyi kevser
suyu elde etmek için kuyu kazmaya benzetirler.19 Ancak şairler, her ne kadar
yetersiz olduklarını ifade etseler de Hz. Peygamber’i övmek amacıyla na’t
yazmaktan kendilerini alamamış, na’t vadisinde şiirler söylemelerine şairane
sebepler ileri sürmüşlerdir. Örneğin Nâbî;
Bende de cür’et-i medhün o memerdendür kim
Geldi nutk itdi huzûrunda nebâtât u cemâd 20 |
mısralarıyla Hz. Peygamber’in avucunda taşların tespih etmesi ve ağaçların O’na
selâm vermesi gibi mucizelerine işaretle; onun huzurunda taşların, bitkilerin
bile dile gelmesinden cesaret alarak na’t yazmaya cüret ettiğini söylerken; bir
başka na’tında farklı bir sebep göstererek; Cenab-ı Hakk’ın Habib’i olan
Peygamber’in methini şair diliyle duymak için insanlara edebî zevk ve belâgat
gibi meziyetler verdiğini belirtir. 21
Ancak şairleri na’t yazmaya teşvik eden sebeplerin en önemlisi Yüce Peygamber’in
şefaatine nail olma isteğidir. Şeref Hanım’ın;
Na’tdan gerçi ümîd-i şu’arâ İntisâb etmedir ey şâh sana
22
mısralarında gayet veciz bir dille ifade ettiği bu ümit yersiz değildir. Hz.
Muhammed (s.a.s) henüz hayatta iken "Kasîde-i Bürde" şairi Ka’b bin Züheyr (ölm.H.26/M.645
?), methiyesiyle Hz. Peygamber’in affına nail olmuş, ölümden kurtulmuştur. İslâm
âleminde büyük şöhret kazanan bu na’tın hikâyesi de ilginçtir.
Ka’b bin Züheyr, Mekke fethinde kardeşiyle birlikte şehirden kaçmış, daha sonra
kardeşi Büceyr’i genel durumu araştırması için geri göndermiştir. Büceyr, Yüce
Peygamber’in yanına gelince İslâmiyet’i kabul etmiş; bunu duyan Ka’b da
kardeşini bir şiirle hicvetmiştir. Daha sonra bu davranışının kendisini
tehlikeye atacağından endişelenerek kaçmaya başlayan Ka’b’ı hiçbir kabile kabul
etmemiş; kardeşinin gönderdiği haberle kendisini kaçışın değil, Hz. Peygamber’in
affına sığınmanın kurtaracağını anlayınca, "Bânet Su’âd..." sözleriyle başlayan
bir kaside kaleme alan ve Medine’ye giden şair methiyesini Hz. Peygamber’in
huzurunda okumuş ve affedilmiştir.
Ka’b bin Züheyr, kasidesinin; "Muhakkak ki Allah’ın elçisi, Allah’ın nuruyla hak
ve hidayete ulaşılan keskin kılıçlardan bir kılıçtır." beytini okuyunca Yüce
Peygamber fevkalâde mütehassis olmuş, "bürde" denilen çizgili Yemen hırkasını
şaire hediye etmiştir. Bu sebeple Ka’b’ın methiyesi, "Kasîde-i Bürde" adıyla
anılmaktadır. Henüz İslâmiyet’i sindirememiş bir kaçağın ölüm korkusuyla yazdığı
bu manzume gerçekte İslâmî motiflerden ziyade cahiliye unsurları taşır. Fakat Hz.
Peygamber’in huzurunda okunmuş olması ve şairinin bizzat Peygamber tarafından
mükâfatlandırılması nedeniyle İslâm edebiyatlarında son derece önemi haiz bu
methiye uzun süre her ilim meclisinin açılışında okunmuş, onsuz söze
girilmemiştir. 23
Ka’b bin Züheyr’in kasidesiyle hem kurtulması, hem de Hz. Peygamber’in affına ve
ihsanına nail olması, şairlere na’tları vasıtasıyla şefaate ulaşma ilhamı
vermiştir:
Çünki Ka’b İbni Züheyrün günehin afv itdün Müjde-i afv
ile eyle bu günehkârı da şâd 24
Şairlerimizin talibi olduğu af ve ihsan, Hz. Peygamber’in mahşerde tecelli
edecek olan şefaatidir. Şefaat ümidi bütün na’tlarda en önemli muhteva
hususiyeti olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla na’tlar yalnızca Peygamber
methini konu edinen şiirler olmak dışında; şefaat istenilen "istişfâ‘ " ve
yardım dilenilen "istimdâd" türlerinin özelliklerini de gösterirler. Bu bakımdan
na’tlar; Hz. Îsâ’nın can bağışlayıcı nefesi gibi her derde deva bilinmiş,
özellikle günahkârların yegâne dermanı olarak telâkki edilmiştir. On yedinci
yüzyıl şairi İsmetî bu yüzden hoş bir teşbihle na’tı, cehennem korkusuna karşı
Müslümanların sığınağı, âdeta ateşe karşı bir muska kabul eder:
Ser-levh-i na’t-ı cemâl-i Peygamberî Kim hırz-ı cân-ı ümmet
imiş havf-ı nârdan 25 |