trî'nin Na'tı - 1.Bölüm
Ali YILDIZ


Medeniyetimiz ve milliyetimiz, keyfiyet itibarıyla, Allah’a ve O’nun sevgili Resûlü (s.a.s)’e istinât eden zengin bir terkîbi içermektedir. Bütün kıymetler kutsî olana bağlı olarak teşekkül etmiş ve bağlı kalarak da sürekliliğini korumuştur. Bu itibarla, medeniyetimiz, şekil ve muhtevasını Kur’ân ve Sünnetin belirlediği bir hayatın dışavurumu olarak anlaşılmalıdır.

Bu hayatın içinden çıkan ve yaptıklarıyla bu hayatın daha da zenginleşmesine katkıda bulunan; ilimde, sanatta ve devlet idaresinde, askerlikte vs. temâyüz etmiş olan büyük şahsiyetlerin hemen hepsinin; asıl mahir oldukları sahanın yanı sıra pek çok şeyle iştigal ettiklerini ve bu meşguliyetlerinde acemi değil, ciddiye alınacak mertebede başarılı olduklarını görüyoruz. Sanki her biri, hem birer ulu ağaç hem de mensûbu oldukları medeniyete ait her şeyi şahıslarında taşıyan birer çekirdektir.

Bu hususiyeti, Türk musikisinin kutup noktalarından birini teşkil eden Itrî’nin şahsında da görüyoruz. Milâdi on yedinci asrın sonlarında yaşayan ve Mevlevî terbiyesiyle yetişmiş olan bu büyük bestekâr, aynı zamanda neyzen, hanende, hattat ve şairdir.1 Itrî’nin sahip olduğu bütün bu meziyetlerin dinle olan irtibatını açıklamaya lüzum görmüyoruz. Asıl üzerinde durmak istediğimiz, Itrî’ye ait bir şiirdir.

Itrî’nin binlerce bestesi gibi Divanı da kayıptır. Günümüze az sayıda beste ve şiiri intikal edebilmiştir. İşte bunlardan biri olan ve yine Itrî tarafından Ağır Dûyek usûlünde Nühüf makamında bir tevsih olarak bestelenen2 aşağıdaki gazel, Itrî’nin hem şâirlik kudretini hem de eserindeki mânâ zenginliğinin peygamber sevgisiyle nasıl iç içe olduğunu gösteren güzel bir örnek teşkil etmektedir:

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-girsin başdan ayağa nûrsun

Târik-i gülzâr-ı âlem mâlik-i mülk-i adem
Münkirîne mahz-ı mâtem mü’minîne sûrsun

Sensin ol şâh kim Süleymanlar kapında mûrdur
On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun

El benim dûmen senin ey rahmeten li’l-âlemin
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun

Padişah-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhirîn
Evvel ü âhir imâmu’l-enbiya mezkursun

Ya Resûlallah umarım diyesin rûz-ı cezâ
Gerçi cürmüm çoktur ammâ, Itrî’ya mağfûrsun!



Şiirin bütününde, tasavvufî anlayış çerçevesinde Hz. Peygamber (s.a.s)’in övgüsü yapılmaktadır. İlk beyit içerdiği mazmunlar itibarıyla son derece yoğun bir mânâ örgüsüne sahiptir. Diğer beyitlerde, bu ilk beyitte dile getirilenler geliştirilmiştir. Bu itibarla, ilk beyit üzerinde daha etraflıca durmak gerekmektedir:


Sayesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-girsin başdan ayağa nûrsun



Tûr, Hz. Musa (a.s)’ın Sina çölünde ilahî hitabı işittiği dağın adıdır. Kur’an-ı Kerîm’in elli birinci sûresi de Tûr ismini taşır ve bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de dokuz yerde daha zikredilir.3

Tasavvufta, Tûr; nefis ve tecelligâh anlamlarına gelir.4 İmam Gazâlî’ye göre, Tur-ı Sina, sînesindeki Tûr’dur. Feyz ve mârifet sularının menbaı ve fışkırdığı kaynak. Sular dağdan fışkırdığı gibi mârifet ve feyz de Tûr’dan kaynaklanır.5

Kâşâni, Tûr’u kalp ve vücud anlamlarında kullanmaktadır.6 Dikkat edildiği takdirde bütün bu anlamların birbirine aykırı olmadığı, bilakis birbirini tamamladığı görülmektedir. Çünkü, insanda tecelliğah olan kalptir, kalp tecelliye mahzar olduğu takdirde mârifetin menbaıdır; bunun için arınması gerekir, arınmamış olan kalp nefis diye isimlendirilir.

Nahl-i Tûr, "Hz. Musa (a.s)’ın Eymen vadisinde, üzerinde tecelli eden ilahi nurları görmüş olduğu mukaddes ağaç."7 olarak tanımlanmaktadır. Nahl-i Tûr’dan Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bahsedilir:

"Derken ona varınca vadinin sağ kıyısından o mübarek buk’ada (arazide) ağaçtan nida olundu. Şöyle ki: Ya Musa! Haberin olsun benim, ben Allah rabbu’l-âlemîn." (Kasas, 30)8

Müminûn sûresinin yirminci âyetinde de meâlen şöyle buyurulmaktadır:

"Ve bir ağaç ki Tûr-i Sina’dan çıkar, yağ ve yiyenlere bir katıkla biter."9

Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde; "Tûr-ı Sinâ’dan çıkan bir ağaç" tabiriyle zeytin ağacının ifade edildiğini ve zeytinin "ibtida Tûr-i Sinâ’dan intişar ettiğini ve mühim kısmının da orada yetiştiğini belirttikten sonra, "Bunda Nûr âyetine bir îma olduğu tespitinde bulunmakta ve "hedef-i beyan bu tecelliyattan feyz-i ilahîye irşaddır." demektedir.10

Böylece, şiirin ilk mısraında Hz. Peygamber (s.a.s)’in, gölgesi yere düşmeyecek derecede büyük bir ağaç, "Nahl-i Tûr" olarak nitelendirilmesinin ardından, ikinci mısrada "Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun." denilmek sûretiyle Nurla özdeşleştirilmesinin tesadüfî olmadığı anlaşılmaktadır. Bu noktada, Nûr ile Tûr arasındaki münasebetin mahiyeti üzerinde durmak gerekir:

Nur, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biridir. İmam Gazali bu ismin mânâsını şöyle açıklar:

"O öyle bir zâhirdir ki bütün zuhur onunladır. Çünkü kendi nefsinde zâhir olan, görünen ve başkasını da gösteren nesneye Nûr denir,"11

Bu izahtan da anlaşılacağı üzere Nur, Allah’ın zahir ismiyle tecelli etmesini ifade eden bir isimdir.12 Kâinatın yaratılması bu ismin tecelli ile gerçekleşmiştir. Yukarıda sözü edilen Nûr âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır:

Allah semâvâtu u arzın nûrudur. Nurunun temsili sanki bir mişkat (camekan, kandil); içinde bir misbah (lamba), misbah bir sırçada (cam içinde) sırça sanki bir kevkeb-i dûrri (bir inci yıldız) mübarek bir ağaçtan tutuşturulur; bir zeytinden ki ne şarkîdir ne garbî, yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile ziya (ışık) verir! Nûr üstüne nûr! (..)" 13

Kasani, bu ayetin tefsirinde, mişkati beden; misbahı ruh, sırçayı kalp olarak karşılar. Ağaç hakkındaki izahı şöyledir:

"Bu kalp sırçasının, kendisinden yakıldığı şecere de tezkiye olunmuş, safi olan nefs-i kudsiyedir ki, ceset arzında nâbit olup, dalları kalbin fezasından, ruh semasına kadar yükselmiş olduğu halde kuvasının teftîni (fesat ilkah etme) ve fürûunun teşaubu (şubelenmesi, ayrılıp kol kol olması) dolayısıyla ağaca teşbih edilmiştir.14

Bu izahtaki "nefs-i kudsiye" ile Hz. Peygamber arasında bir mânâ birliği vardır. Vahdet-i vucûd öğretisine göre varlık mertebelerinden ikincisi olan Vahdet mertebesinin bir adı da Hakikat-ı Muhammediye’dir.15 Çünkü bütün zuhûr aslında O’nun varlığı içindir. "Sen olmasaydın gökleri ve yeri yaratmazdım." meâlindeki kutsî hadiste bu husus aşikar olarak ifade edilmiştir. Bu itibarla Nur aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.s)’in de ismidir.16 Bütün mahlukat nurunu; nuru, her şeyden önce yaratılan Hz. Peygamber (s.a.s)’in nûrundan alır.

Fusûs şârihi Abdullah Bosnevî, bu hususta şu açıklamayı yapmaktadır:

"Şöyle malûm ola ki insan-ı kâmil ki âlemde ondan ekmel yoktur; insandan nefs-i nâtıka mertebesindedir. Ve ol bizim seyyidimiz Muhammed (s.a.s)’dir ki âlemden gayet matlûbe oldur. Ve onun mertebesinden nâzilîn olan kümmel-i insandan kuvâ-yı rûhaniye mertebesindedir. Ve onlar verese-i enbiyâ olan evliyâdır (rıdvanullahi aleyhim ecmain). Ve biz onun için deriz: Resûl aleyhisselam nefs-i nâtıkadır. Zira Resûl aleyhisselam der ki: "Ene seyyidu’n-nas". Ve âlem nûrdandır. Zirâ âlem cirmde insan-ı kabîrdir ki tesviyede mütekaddimdir. Ta kim Resûl aleyhisselâmın neşet-i sûreti onda zâhir ola.(…) Pes, bu ecilden ötürü âlemin nefs-i nâtıkası ki Resûl aleyhisselamdan ibarettir; derece-i kemâle haiz oldu. Bi-temamihâ sûret-i ilahiye onda zuhur etmekle. 17

Bütün bu tasavvufî açıklamaların Mevleviler arasında da makbul olduğu âşikardır. Mesnevî’de yukarıdaki açıklamalarla paralellik arz eden pek çok örneğe rastlamak mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s)’in Allah’ın nuruna mahzar olduğunu ifade eden aşağıdaki beyit bu bakımdan pek manidadır:

Oldu zatı mazhar-ı nûr-ı Vedud
Hilat-ı Hakk’a ne hâcet târ u pud



(Zatı Hakk’ın nuruna mazhar olmuştu. Hak kaftanının atkısına çizgisine bakmağa ne hacet).18

Hz. Peygamber (s.a.s), Allah’ın tecellisine mazhar olması itibarıyla Nahl-i Tûr’dur. Bütün kâinat O’nun nurundan ve O’nun için yaratılmıştır. O kâinatın rûhudur. Göklere uzanan ve bütün mevcûdatı kuşatan bir ağaç… Burada, mi’raç mucizesini ve sidre-i müntehayı hatırlamamak mümkün değildir. Malûm olduğu üzere Sidre’nin ötesine ermek sadece Efendimiz’e (s.a.s) nasip olmuştur.

"İlahi Nur" Sidr ağacına inmiş ve onun ötesindeki her şeyi gizlemiştir. Peygamber (s.a.s)’in "Senin yüzünün nûruna sığınıyorum sözünün karşılığıydı."19

Şairin ikinci mısrada Hz. Peygamber’i "mihr-i âlem-girsin" (âlemi tutan güneşsin) şeklinde nitelendirmesi, O’nu güneşe benzetmesi, Nahl-i Tûr ve Nûr kelimeleriyle yakından alâkalıdır. Çünkü güneş nurun zahirî âlemdeki sembolüdür. İmam Gazali, Mişkatü’l-Envar’da nur’un zahirdeki biçimine misal olmak üzere güneşten sık sık bahseder.20 Güneşin aynı zamanda ruhun sembolü olduğunu da belirtelim.

Târik-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i mülk-i adem
Munkirîne mahz-ı mâtem müminîne sûrsun



Hz. Peygamber (s.a.s), âlemin gül bahçesini terk etmiştir. O adem mülkünse mâliki olmuştur. Âlemin gül bahçesi olarak ifade edilmesi, onun Hz. Peygamber’in nurundan yaratılmış olmasıyla ilgilidir. Çünkü gül Hz. Peygamber’i (s.a.s) ve gül kokusu da Hz. Peygamber’in kokusunu temsil eder.

Efendimiz (s.a.s) dünyaya meyletmemiş, fakir bir kul olarak yaşamayı tercih etmiştir. "Bir garip yolcu" gibi yaşayan Efendimiz’i (s.a.s) anlatan eserlerde O’nun nurlu hayatının bu yönünü ortaya koyan sayısız tablo vardır. Sadece birini nakledelim:

"Hz. Aişe (r.anha) diyor ki: Ensardan bir kadın yanıma gelmişti. Resulullah (s.a.s)’in yatağının katlanmış örtüden ibaret olduğunu görünce, doğru çıkıp evine gitti ve içi yünle doldurulmuş bir yatak alıp getirdi. Resulullah (s.a.s) geldiği vakit "Bu nedir?" diye sordu. Ben de Ensardan falanca kadın yanıma gelmişti. Senin yatağını görmüştü ve bunu gönderdi." dedim. Bana "Onu geri yolla" dedi. Ben ise yollamadım. Çünkü böyle bir yatağın evimde bulunması hoşuma gidiyordu. Resulullah ısrarla bana, üç sefer onu geri vermemi söyledi ve "Ey Aişe! Allah’a yemin ederim ki şâyet istesem Allah altın ve gümüş dağlarını benimle yürütür." dedi. Bunun üzerine ben de yatağı gerisin geri yolladım."21

Hz. Peygamber, dünyaya iltifat etmediği, dünyayı terk ettiği için adem mülkünün sahibidir. Yokluk anlamındaki adem, burada maddî âlemin ötesini ifade eder ve müspet bir mânâya sahiptir.
Şair ikinci beytin ikinci mısraında, O’nun varlığının, müminler için bir sevinç kaynağı, şenlik, düğün; kafirler içinse üzüntü, matem olduğunu ifade etmektedir. Müminler O’na inandıkları, O’nun yolunu takip ettikleri için dünyada ve ahirette saadete erişirler. Kafirler ise bunu yapmadıkları için hüsrana ve azaba uğrarlar.

Sensin ol şah kim Süleymanlar kapında mûrdur
On sekiz bin âleme hükmetmeğe memursun



Şairin, Hz. Peygamber (s.a.s)’i, güneş ve adem mülkünün maliki olarak nitelendirdikten sonra, Süleymanların kapısında karınca gibi kaldığı yüce bir şah olarak göstermesi, mânânın beyitler arasında bir örgü halinde sürdüğü ortaya koymaktadır. Mülkün sahibi hükümdardır ve hükümdar da güneş gibidir. Güneş, nurun zahirî âlemdeki bir sembolü olduğu gibi, hükümdarın da sembolüdür. İmam Gazali, güneş ile hükümdar veya şah arasındaki mânâ birliğini şu suretle ifade etmektedir:

"Görmüyor musun, rüyada görülen güneşin tabiri sultandır? Zira ikisi arasında ruhanî bir anlamda ortaklık ve benzerlik vardır. Bu da her şeyin üstünde olup, hepsine tesir etmek ve nur saçmak hususudur."22