Ali
YILDIZ
Hz. Peygamber (s.a.s), Nahl-i Tûr, bütün
âlemi nuruyla tutan güneş, kainatın ruhu, aslı ve maksadı
olduğuna göre, bütün âlemlerin, on sekiz bin âlemin
hükümdarıdır.
On sekiz bin âlem tabiri tasavvufta,
yaratılışın izahı dolayısıyla ortaya çıkmıştır:
Allah’ın tecellisi ile meydana gelen akl-ı küll ile
nefs-i külden dokuz felek meydana gelmiştir. Bunların dönmesi
dört unsuru oluşturur. Dört unsur ve dokuz göğün
birleşmesinden üç varlık; cemad, nebat, hayvan vücut
bulmuştur. Bunların toplamı on sekiz eder. Bu âlemlerin her
biri klâsik kültürlerin en büyük sayısı olan binle çarpılınca
on sekiz bin âlem tabiri ortaya çıkar.23
On sekiz
sayısının Mevlevilikte ayrı bir hususiyeti vardır; Mesnevî’nin
bizzat Hz. Mevlana tarafından tahrir edilmiş olan dibacesi 18
beyitten meydana gelir. Bu, durum Mevlevilikte on sekiz
sayısını esas olan pek çok uygulamanın ortaya çıkmasına sebep
olmuştur: İdeal semazen sayısı on sekizdir. Tarikata intisap
etmek isteyenler tekkede 18 gün hizmetkârlık etmek ve mutfakta
18 farklı servis türünü öğrenmek zorundadır. Derviş 1001
günlük çile tamamlandığında 18 kollu bir şamdanla yeni
hücresine götürülür vb.24
Hz. Peygamber (s.a.s)’in on
sekiz bin âleme hükmetmeğe memur olması; peygamberler arasında
hükümdarlığı ve hükümdarlığındaki ihtişam sebebiyle ayrı bir
yere sahip Hz. Süleyman (a.s)’ın dünya âleminde söz konusu
olan azametinden, ihtişamından; kıyas kabul etmeyecek derecede
büyük bir mevkide bulunması anlamına gelmektedir. On sekiz bin
âleme nispetle dünya ne kadar küçükse, Hz. Peygamber’in
(s.a.s) hükümdarlığına nispetle de Hz. Süleyman’ın
hükümdarlığı o kadar küçüktür. Dolayısıyla Süleymanlar Hz.
Peygamber’in kapısında karınca gibi kalmaktadır. İslam’da
peygamberler arasında hiçbir ayrım yapılmaması esastır.
Bununla birlikte Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in şanını
küçümseme söz konusu değildir. Şair sadece Hz. Peygamber’in
yüceliğini şiire mahsus bir mübalâğa ile ifade etmektedir.
El benim damen senin ey rahmeten
lil-âlemin Şöhretim isyan benim sen afv ile
meşhursun |
Kur’ân-ı
Kerim’de, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in âlemlere rahmet
olarak gönderildiği beyan edilir:
"Şüphe yok ki bunda
(Kur’ân’da) âbid bir kavim için kâfi bir öğüt vardır ve seni
sade (sırf) âlemîne (bütün âlemlere) rahmet olarak
göndermişizdir." (Enbiya Sûresi: 106-107)25
Şair,
Efendimiz (s.a.s)’in on sekiz bin âlemin hükümdarı olduğunu
beyan ettikten hemen sonra O’nun bütün âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş olduğunu hatırlatmakta ve bir âşığın sevgilisine
hitabının benzer şekilde O’na hitap etmektedir: "Ey bütün
âlemler için rahmet olan! Ben isyanla şöhret buldum sen ise af
ile meşhursun. Beni bağışla."
Şair, şerefli ve temiz
hayatında merhametin, affın sayısız örneği bulunan, Mekke’nin
fethinden sonra Ebu Süfyan başta olmak üzere birçok düşmanını,
hatta çok sevdiği amcası Hz. Hamza (r.a)’ı şehid eden Vahşi’yi
bile affeden Hz. Peygamber (s.a.s)’den bu sûretle şefaat talep
etmektedir.
Padişâh-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhirîn
Evvel ü âhir imâmu’l-enbiya mezkûrsun
|
Hz. Peygamber,
kendisinden önce gelenlerin padişahıdır. Bu O’nun
yaratılıştaki yüceliği ve değeri ile ilgili bir husustur.
Allah dinini onunla kemale erdirmiştir. Son peygamber olması,
en üstün dereceye sahip olmasındandır. Kendinden öncekilerin
padişahı olması da bu üstünlüğün bir sonucudur.
Bir
hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
"(..) İbrahim
Allah’ın dostudur. Musa Allah’ın kendisiyle konuştuğudur. İsa
Allah’ın kelimesi ve ruhudur. Ademi de Allah seçmiştir. Bu da
doğrudur. Ben ise Allah’ın sevgilisiyim (habibiyim). Ama
bununla övünüyorum. Kıyamet gününde Hamd sancağını ben
taşıyacağım, yine övünme yok. Allah katında ben, evvelkilerin
ve sonrakilerin en kıymetlisiyim. Yine övünme yok. Kıyamet
gününde ilk şefaat edecek olan benim. Bu yetki ilk kez bana
verilecektir, ama yine övünme yok. (…)"26
Bir Mevlevi
olması itibarıyla Itrî’nin ilham kaynakları arasında, önemli
bir yere sahip olduğunu tahmin ettiğimiz Mesnevi’de Hz.
Peygamber’in (s.a.s); padişah-ı evvelin, kıblegâh-ı âhirin,
imamu’l-enbiya olması hususu geniş bir şekilde
açıklanmaktadır:
"Gerçi görünüşte dal, meyvenin
aslıdır ama, gerçekte dal meyve için olmuştur. Bahçıvan
meyve elde etmek ümidinde olmasaydı, ağaç ekmezdi. Gerçi,
sûrette meyve ağaçtan olmuşsa da hakikatte ağaç meyveden
doğmuştur.
Bunun için Hazreti Peygamber (s.a.s), "Adem
ve diğer bütün peygamberler benim sancağımın altında ve
halefim olmuşlardır." buyurmuştur.
Bu cihetten "sonda
gelen, fakat en önde gidenlerdeniz" sırrı âşikar oldu.
Sûretâ Adem, benim babam ama manada onun atasının
atasıyım! (…) İlk fikir, bilhassa ezelde vasfedilmiş
fikir, tatbikatta en sonra oldu."27
Efendimiz (s.a.s),
kendinden önce gelenlerin padişahı olduğu gibi kendinden sonra
gelenlerin de kıblegâhıdır. Çünkü peygamberlik O’nunla son
bulmuştur. O’nun getirdiği şeriat, kıyamete kadar
geçerliliğini koruyacaktır. Dolayısıyla kurtulmak isteyen O’na
yönelmek ve O’nun yolunu takip etmek mecburiyetindedir.
Bu beyitin ikinci mısraında, Efendimiz’in evvel ve
âhir Levh-i Mahfuz’da "Sultanu’l-Enbiya" olarak yazıldığı
ifade edilmektedir.
Ya Resûlallah umar›m diyesin rûz-ı
cezâ Gerçi cürmüm çoktur amma, Itrî’yâ
mağfûrsun!.. |
Şair, bu
son beyitte, Hz. Peygamberi (s.a.s) tavsif için kullandığı
ibarelerin oluşturduğu halkayı, O’nun aslî hususiyetini ve
sahip olduğu üstünlüğün kaynağını teşkil eden hüviyetini
zikretmekte ve O’na Resûlullah hitabıyla yakarışta bulunmakta,
daha önce ifade ettiği şefaat arzusunu burada, bu konudaki
ümidiyle birleştirerek yeniden dile getirmektedir:
"Nahl-i Tûr, mihr-i âlem-gîr, malik-i mülk-i adem, on
sekiz bin âleme hükmeden şah, rahmeten li’l-âlemin, önce ve
sonra gelenlerin padişahı ve imâmu’l-enbiyâ olan ey Allah’ın
Resûlü! Günahım çok, fakat buna rağmen ceza gününde "Ey Itrî
mağfûrsun, affedildin! diyeceğini umuyorum."
Şiirin
bütününde hem Hz. Peygamber’in yüceliği ve sahip olduğu
hususlar derin bir anlam örgüsüyle ifade edilmekte, hem de
şairin O’na olan sevgi ve hürmeti samimî bir dille ortaya
konmaktadır. Itrî’nin musikîsinde de Hz. Peygamber’e duyulan
sevgi ve özlemin altın nağmelerle kâinata yayılışı vardır.
Kalbimizi açtığımız takdirde, bu feyizden biz de nasipdâr
olabilir, biz de tutuşabiliriz.
|