trî'nin Na'tı - 2.Bölüm
Ali YILDIZ

Hz. Peygamber (s.a.s), Nahl-i Tûr, bütün âlemi nuruyla tutan güneş, kainatın ruhu, aslı ve maksadı olduğuna göre, bütün âlemlerin, on sekiz bin âlemin hükümdarıdır.

On sekiz bin âlem tabiri tasavvufta, yaratılışın izahı dolayısıyla ortaya çıkmıştır:

Allah’ın tecellisi ile meydana gelen akl-ı küll ile nefs-i külden dokuz felek meydana gelmiştir. Bunların dönmesi dört unsuru oluşturur. Dört unsur ve dokuz göğün birleşmesinden üç varlık; cemad, nebat, hayvan vücut bulmuştur. Bunların toplamı on sekiz eder. Bu âlemlerin her biri klâsik kültürlerin en büyük sayısı olan binle çarpılınca on sekiz bin âlem tabiri ortaya çıkar.23

On sekiz sayısının Mevlevilikte ayrı bir hususiyeti vardır; Mesnevî’nin bizzat Hz. Mevlana tarafından tahrir edilmiş olan dibacesi 18 beyitten meydana gelir. Bu, durum Mevlevilikte on sekiz sayısını esas olan pek çok uygulamanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur: İdeal semazen sayısı on sekizdir. Tarikata intisap etmek isteyenler tekkede 18 gün hizmetkârlık etmek ve mutfakta 18 farklı servis türünü öğrenmek zorundadır. Derviş 1001 günlük çile tamamlandığında 18 kollu bir şamdanla yeni hücresine götürülür vb.24

Hz. Peygamber (s.a.s)’in on sekiz bin âleme hükmetmeğe memur olması; peygamberler arasında hükümdarlığı ve hükümdarlığındaki ihtişam sebebiyle ayrı bir yere sahip Hz. Süleyman (a.s)’ın dünya âleminde söz konusu olan azametinden, ihtişamından; kıyas kabul etmeyecek derecede büyük bir mevkide bulunması anlamına gelmektedir. On sekiz bin âleme nispetle dünya ne kadar küçükse, Hz. Peygamber’in (s.a.s) hükümdarlığına nispetle de Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı o kadar küçüktür. Dolayısıyla Süleymanlar Hz. Peygamber’in kapısında karınca gibi kalmaktadır. İslam’da peygamberler arasında hiçbir ayrım yapılmaması esastır. Bununla birlikte Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in şanını küçümseme söz konusu değildir. Şair sadece Hz. Peygamber’in yüceliğini şiire mahsus bir mübalâğa ile ifade etmektedir.

El benim damen senin ey rahmeten lil-âlemin
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhursun



Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği beyan edilir:

"Şüphe yok ki bunda (Kur’ân’da) âbid bir kavim için kâfi bir öğüt vardır ve seni sade (sırf) âlemîne (bütün âlemlere) rahmet olarak göndermişizdir." (Enbiya Sûresi: 106-107)25

Şair, Efendimiz (s.a.s)’in on sekiz bin âlemin hükümdarı olduğunu beyan ettikten hemen sonra O’nun bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğunu hatırlatmakta ve bir âşığın sevgilisine hitabının benzer şekilde O’na hitap etmektedir: "Ey bütün âlemler için rahmet olan! Ben isyanla şöhret buldum sen ise af ile meşhursun. Beni bağışla."

Şair, şerefli ve temiz hayatında merhametin, affın sayısız örneği bulunan, Mekke’nin fethinden sonra Ebu Süfyan başta olmak üzere birçok düşmanını, hatta çok sevdiği amcası Hz. Hamza (r.a)’ı şehid eden Vahşi’yi bile affeden Hz. Peygamber (s.a.s)’den bu sûretle şefaat talep etmektedir.

Padişâh-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhirîn
Evvel ü âhir imâmu’l-enbiya mezkûrsun



Hz. Peygamber, kendisinden önce gelenlerin padişahıdır. Bu O’nun yaratılıştaki yüceliği ve değeri ile ilgili bir husustur. Allah dinini onunla kemale erdirmiştir. Son peygamber olması, en üstün dereceye sahip olmasındandır. Kendinden öncekilerin padişahı olması da bu üstünlüğün bir sonucudur.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"(..) İbrahim Allah’ın dostudur. Musa Allah’ın kendisiyle konuştuğudur. İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur. Ademi de Allah seçmiştir. Bu da doğrudur. Ben ise Allah’ın sevgilisiyim (habibiyim). Ama bununla övünüyorum. Kıyamet gününde Hamd sancağını ben taşıyacağım, yine övünme yok. Allah katında ben, evvelkilerin ve sonrakilerin en kıymetlisiyim. Yine övünme yok. Kıyamet gününde ilk şefaat edecek olan benim. Bu yetki ilk kez bana verilecektir, ama yine övünme yok. (…)"26

Bir Mevlevi olması itibarıyla Itrî’nin ilham kaynakları arasında, önemli bir yere sahip olduğunu tahmin ettiğimiz Mesnevi’de Hz. Peygamber’in (s.a.s); padişah-ı evvelin, kıblegâh-ı âhirin, imamu’l-enbiya olması hususu geniş bir şekilde açıklanmaktadır:

"Gerçi görünüşte dal, meyvenin aslıdır ama, gerçekte dal meyve için olmuştur.
Bahçıvan meyve elde etmek ümidinde olmasaydı, ağaç ekmezdi.
Gerçi, sûrette meyve ağaçtan olmuşsa da hakikatte ağaç meyveden doğmuştur.

Bunun için Hazreti Peygamber (s.a.s), "Adem ve diğer bütün peygamberler benim sancağımın altında ve halefim olmuşlardır." buyurmuştur.

Bu cihetten "sonda gelen, fakat en önde gidenlerdeniz" sırrı âşikar oldu.
Sûretâ Adem, benim babam ama manada onun atasının atasıyım! (…)
İlk fikir, bilhassa ezelde vasfedilmiş fikir, tatbikatta en sonra oldu."27

Efendimiz (s.a.s), kendinden önce gelenlerin padişahı olduğu gibi kendinden sonra gelenlerin de kıblegâhıdır. Çünkü peygamberlik O’nunla son bulmuştur. O’nun getirdiği şeriat, kıyamete kadar geçerliliğini koruyacaktır. Dolayısıyla kurtulmak isteyen O’na yönelmek ve O’nun yolunu takip etmek mecburiyetindedir.

Bu beyitin ikinci mısraında, Efendimiz’in evvel ve âhir Levh-i Mahfuz’da "Sultanu’l-Enbiya" olarak yazıldığı ifade edilmektedir.

Ya Resûlallah umar›m diyesin rûz-ı cezâ
Gerçi cürmüm çoktur amma, Itrî’yâ mağfûrsun!..



Şair, bu son beyitte, Hz. Peygamberi (s.a.s) tavsif için kullandığı ibarelerin oluşturduğu halkayı, O’nun aslî hususiyetini ve sahip olduğu üstünlüğün kaynağını teşkil eden hüviyetini zikretmekte ve O’na Resûlullah hitabıyla yakarışta bulunmakta, daha önce ifade ettiği şefaat arzusunu burada, bu konudaki ümidiyle birleştirerek yeniden dile getirmektedir:

"Nahl-i Tûr, mihr-i âlem-gîr, malik-i mülk-i adem, on sekiz bin âleme hükmeden şah, rahmeten li’l-âlemin, önce ve sonra gelenlerin padişahı ve imâmu’l-enbiyâ olan ey Allah’ın Resûlü! Günahım çok, fakat buna rağmen ceza gününde "Ey Itrî mağfûrsun, affedildin! diyeceğini umuyorum."

Şiirin bütününde hem Hz. Peygamber’in yüceliği ve sahip olduğu hususlar derin bir anlam örgüsüyle ifade edilmekte, hem de şairin O’na olan sevgi ve hürmeti samimî bir dille ortaya konmaktadır. Itrî’nin musikîsinde de Hz. Peygamber’e duyulan sevgi ve özlemin altın nağmelerle kâinata yayılışı vardır. Kalbimizi açtığımız takdirde, bu feyizden biz de nasipdâr olabilir, biz de tutuşabiliriz.