HZ.
MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM
İddiayı Delillendirmek
Davacıya Aittir
Faiz
Ve Diğer Yasak
Muameleler
3-
Doğmamış Çocuğun
Öldürülmesi
5-
Haram Kişilerle Evlenmenin
Cezası Olarak Ölüm
11-
Tek Taraflı İtirafta
Cezalandırma
13-
Yaralama Ve Yara Tazminatı
HZ.
MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM
HZ.
PEYGAMBER@'İN DAVET
YOLUNDA KARŞILAŞTIĞI ENGELLER
Dâvasından Vazgeçirmek İçin
Müşriklerin Gösterdiği Çabalar
Halkın Dikkatini Başka Yönlere
Kaydırmak İçin Yapılanlar
Rasûlullah @ Konuşurken Gürültü
Çıkarmak
Hz.
Peygamber @'i Öldürme
Teşebbüsleri
Sürekli Takip Ve Bıktırma
Taktikleri
İnsanların Gözünde Küçük
Düşürme Gayretleri
HZ.
PEYGAMBERDİN
DAVET İÇİN ELÇÎ
GÖNDERMESİ
Bilenlerin
Bilmeyenlere Öğretmesi
Gönderilen Elçiler Ve
Mektuplar
HZ.
PEYGAMBER @'İN BÜYÜK
ZEKÂ VE FETÂNETİ
HZ.
MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM
Rasûlullah @'in Çok Yönlü
Islâhatları
Rüşvet Olarak Verilen
Hediyeler Konusu
Devlet
Memurlarının Sert
Davranmaları Yasaklanmıştı
Her
Durumda Adaletin Gözetilmesi
Allah'ın Son Peygamberi ve Rasulü Muhammed @ adaleti tatbik
edenlerin en mükemmelidir. O, bütün dâvalarda kasıt, inanç ve yakınlık
gözetmeksizin eşitlik ve adaletle hükmetmiş, dost ile düşmanı ayırdetmemiştir
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle beyan edilmektedir: "Ey iman edenler! Adaleti tam
yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın
ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin
veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)...." (4:135).
Her dâvaya delillerine göre bakmış ve herşe-ye rağmen adalet ve
tarafsızlık hususunda ebedî bir örnek olmuştur. Baktığı davalar, hukukî
meselelerde onun görüşünün tabiatı, niteliği ve şümulü hakkında oldukça aydınlatıcı
bilgiler verir.
Adlî tatbikatta, yardımı sanığın lehine kullanma anlayışım
tanıtma onun hâkimliğinin özel bir hususiyetidir.
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed @ Medine'de,
Müslümanların Yahudilerle veya kendi aralarında ortaya çıkan
anlaşmazlıkları karara bağlamıştır. Bu meselelerde, her dâvayı hakkettiği
şekilde hükme bağlayıp tarafsızlık ve adaletin ebedî timsalini oluşturmuştur.
Rabbi tarafından insanlar arasında
mutlak adaletle hükmetmesi için gönderilmiş ve bu sahada kendi uygulamaları ile
kanun hâkimiyetini kurmuştur. Allah O'na insanlar arasında tarafsız bir hâkim
olmasını şu ifadelerle emreder: "Şüphesiz, Allah'ım sana gösterdiği gibi
insanlar arasında hükmetmen için biz* sana Ki-tab'ı hak olarak indirdik.
(Sakın) Hainlerin savunucusu olma. Ve Allah'tan bağışlanma dile. Gerçekten
Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Kendi nefislerine ihanet edenlerden yana mücadeleye
girişme. Hiç şüphesiz Allah, ihanette ilerlemiş günahkârı sevmez."
(4:105-107).
Bu âyetler o dönemde meydana gelen bir olayla ilgili çok önemli
noktalara temas etmektedir. Ensar'dan Benî Zafer kabilesine mensup Te'ame veya
Beşir b. Ubeyrik diye bilinen bir zat vardı. Te'ame, ensardan bir başkasının
zırhını çalmış ve onu bir Yahudi-nin evinde saklamıştı. Hırsızla ilgili
soruşturma başlatıldığında zırhın sahibi meseleyi Rasûlullah @'a götürdü ve
Te'ame'den şüphelendiğini anlattı. Fakat Te'ame, akrabaları ve Benî Zafer
kabilesinden birçok kişi işbirliği yapıp suçu, suçsuz olduğunu savunan Ya-hudinin
üzerine yıktılar. Te'ame'nin taraftarları suçlamalarını sürdürerek Yahudi için
şöyle dediler: "Hakkın düşmanı olan, Allah ve Rasulü'ne inanmayan bir
Yahudinin sözüne güvenilemez. Oysa biz müslümanız ve güvenilir kişileriz, o
halde bizim sözümüze inanıl-malı." Rasûl-ü Ekrem @ tabiî olarak, doğru
gibi görünen bu iddialardan etkilendi; neredeyse Te'ame'yi beraat ettirip
Yahudi aleyhine karar verecekti ki, meseleyi açıklığa kavuşturan vahiy geldi.
Bir hâkim olarak Peygamber @, kendi önüne getirilen delillere
göre hüküm verecek olsaydı hatalı sayılmazdı. Çünkü hâkimler kendi önlerine
getirilen delillere göre hüküm vermek zorundadırlar ve bazen insanlar hâdiseyi
yanlış sunarak kendi lehlerine karar verilmesini sağlayabilirler. Fakat
meselenin başka bir cephesi daha vardır: Şayet Rasûlullah @, İslâm ile küfr
arasında kıyasıya bir çatışmanın hüküm
sürdüğü o dönemde kararını Yahudinin aleyhine verseydi, İslâm düşmanları İslâm
Davası'na karşı kuvvetli bir manevî silah ele geçirmiş olacaklardı. İslâm aleyhine
sıkı bir propagandaya girişip, "Müslümanlar arasında adaletten eser
yoktur; bu Yahudi aleyhine verilen karardan da anlaşılacağı üzere, her ne
kadar karşı gibi görünseler de onlar tarafgirli ve peşin hükümlüdürler"
diyeceklerdi. Bu sebeple Allah, meseleye doğrudan müdahale ederek müslümanlan
bu tehlikeden uzaklaştırmıştır.
Bu âyetler, bir taraftan kendi kabilelerinden suçlu olan
kişinin suçunu gizlemeye çalışan müslümanlan tarafgirlikleri (kavmiyetçilikleri)
sebebiyle sert bir şekilde azarlarken diğer taraftan da tarafgirliklerinin
adalete giden yolu tıkamasına müsaade etmemeleri gerektiğini genellikle bütün
müslümanlara öğretiyordu. Bİr ferdin, haksız bile olsa kendi halkından birisini
savunup haklı olduğu halde karşı; gruptan birini suçlaması apaçık bir
ihanettir., (The Meaning of îhe Qur'an, c. I). Müslümanlara bu aşağılık
tarafgirliği bütünüyle ter-ketmeleri ve herkesi adalet esasma göre muhakeme
etmeleri açıkça emredilir.
"Ey iman edenler! Şüphesiz Allah size emanetleri
ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt
veriyor." (4:58).
Bu âyet, müslümanlan kendilerinden önce gelenlerin düştükleri
hatalardan sakınmaları hususunda uyarır: Dejenere oluşları süresince
İsrailoğul'an yetkiyi hep beceriksiz ve ehil olmayan kişilere vermişlerdir.
Sorumluluk isteyen işleri ehliyetsiz, dar kafalı, düşük ahlâklı, şerefsiz ve
adaletsiz kişilere vermelerinin sonucu toplum yapısı bütünüyle çökmüştü.
Onlar adalet ruhunu çoktan unutmuşlar, açıkça adaletsiz, şerefsiz, zâlim
olmuşlar ve hiçbir vicdan azabı duymaksızın zulüm işleyebilecek dereceye düşmüşlerdi. Bizzat
Müslümanlar bu zulmü acı bir şekilde tatmışlardı. Yahudiler, iki tarafın yaşadığı
hayata yakinen şahit olmalarına ve hangi tarafın doğru yolda olduğunu açıkça
görmelerine rağmen, mü'minlere karşı putperest Kureyşli-ler'in yanında yer
alıyorlardı. Bir taraftan Rasûlullah @ ve ashabının saf ve temiz hayatı; diğer
taraftan kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, üvey anneleri ile evlenen ve
Kabe'yi çıplak vaziyette tavaf eden müşriklerin ahlâksız hayatlarım
görüyorlardı. Bunlara rağmen "ehli kitap" hâlâ putperestleri, iman
edenlere tercih ediyor ve utanmayıp pişkinliğe vurarak onların mü slüm ani
ardan daha doğru bir yolda olduklarını ilân ediyordu. Allah da mü'minleri bu
tür haksızlıklara karşı uyarmakta; her zarnan hakkı söylemelerini ve dost
olsun, düşman olsun; insanlar arasında adaletle hükmetmelerini onlara
emretmektedir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. II).
Müslümanlar hakkı söylemekle; akrabalar, dostlar, zenginler
ve fakirler arasında ayırım gözetmeden muhakeme etmekle emrolunurlar.
"Ey iman edenler! Adaleti tam yerine getirerek
Allah için
şahitlik edenler olun; kendinizin, ana babanızm ve yakınlarınızın aleyhinde
bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar
(adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır (onları sizden
çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şahitlik
ederken dilinizi) eğip bükerseniz, ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki
Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (4:135).
Bu âyet-i kerime büyük bir gerçeğe işaret eder; "Adalet
Allah'ın sıfatlarından biridir (el-Adi). Kendi menfaatimize ve bize yakın ve
dost olanların çıkarlarına zarar verici bile olsa adalet için kararlı kalmak
Allah'a şehadet etmektir. Şunu da ekleyebiliriz: İslâm adaleti, Roma Hukuku'nun
veya başka bir beşerî hukukun şeklî adaletinden daha yücedir. Yunan
filozoflarının nazariyelerinde rastlanan soyut
adalet telâkkisinden daha nüfuz edicidir.
îna-nan insanın her şeyi, her hareketi, her saiki bilen Allah'ın huzurundaymış
gibi davranmak zorunda olması dolayısıyla İslâm adaleti, en temel saikleri
arayıp ortaya çıkanr. Zengin ya da fakir, akraba ya da arkadaş herkesin haklarını,
ama yalnızca meşru haklannı koruyacak olan Allah'tır ve bu yüzden insanlar,
diğerleri aleyhine kendilerinin kayırılmasını umamaz-lar." (A. Yusuf Ali;
The Holy Qur'an, sh. 223).
Medine'de kendisine bir hırsızlık
davası getirildiğinde, Rasûlullah @ adaletiyle eşsiz bir örnek oluşturmuştur.
Hz. Aişe'den rivayet edilir ki; Kureyş halkı Benî Mahzum kabilesinden
hırsızlık eden bir kadın (Fâtıma binti Esved) hakkında bir hayli
kaygılanmışiardı. Kendi aralarında konuşurken, 'Rasûlullah @ ile kim
konuşabilir; O'nun sevdiği Üsame'den başka huzuruna çıkıp (kadın lehine) kim konuşabilir?
' demişler, nihayet Üsame b. Zeyd, Rasûlullah'ın
huzuruna giderek meseleyi aktarmış, Rasûlullah @ da ona, "Allah'ın hududundan
bir had hakkında şefaat mı ediyorsun?" demiş, bundan sonra ayağa kalkarak
hutbe irad etmiş ve; "Ey insanlar! Sizden önceki kavimler ancak ve ancak
aralarından şerefli biri hırsızlık ederse onu bırakmaları; zayıf biri çalarsa
ona haddi tatbik etmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Allah'a kasem ederim
ki, kızım Fâtıma da hırsızlık yapacak olsa onun da elini keserdim."
buyurmuştur. (Buharı ve Müslim).
Her kayıt ve şart altında adaletin önemini
Kur'ân-ı Kerîm şu ifadelerle belirtir: "Ey iman edenler! Allah için
adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi
adaletten saptırmasın. Âdil davranın; takvaya yakışan budur. Allah'dan korkun;
şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (5:8). "... Onların
aralarında Allah'ın in-dirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp
onların hevâ (istek ve tutkularına uyma... Allah'ın indirdiği şeylerin bir
kısmından seni şaşırtmalarından sakın!..." (5:48-49).
Anlaşmazlıklarını, karara bağlaması için Rasûlullah @'a getiren
Yahudilere atıf yapılan bu âyetlerde, Rasûl-ü Ekrem'e onların dâvalarına
aralarında ayırım gözetmeden, tarafsızlıkla bakması ve mutlak adaletle karar
vermesi emredilmektedir.
Yukarıda zikredilen âyetler müslümanlara yeryüzünde hukukun
üstünlüğünü oluşturmalarını emreder. Aralarında ayrım yapmadan insanların
meselelerini adaletle çözmeyi müs-lümanların bir görevi kılar. Rasûlullah @ tebligat
ve uygulamalarıyla davalarını karara bağlarken insanlar arasında fark gözetilmemesi
gerektiğini açıklıkla ortaya koymuştur. Herkesin aynı ana-babadan hâsıl olması
ve dolayısıyla bir diğerine üstünlük iddiasında bulunamamalan sebebiyle
anlaşmazlığa düşen tarafların renk, inanç ve kavmiyetlerini
gözönünde tutmadan her dâva
hakkaniyete uygun şekilde karara bağlanmalıdır. Rasûlullah @ her vesile ile
adaletin insanlar arasında Allah'ın rızası için uygulanması gerektiğini
belirtmiştir. Bu, yeryüzünde barış ve güvenliğin devam etmesi için de
vazgeçilmez derecede önemlidir; zira haksızlık kısa zamanda baskı ve zulme yol
açar. Kadim bütün kavimler, yönetici sınıfın yaptığı haksızlık ve adaletsizliklerin
sebep olduğu ihtilaf ve şiddetli anlaşmazlıklar yüzünden helak edilmişlerdir.
İslâm,
insanlar arasında adaleti yaygınlaştırarak yeryüzünde barış ve huzuru tesis etmek
için gönderilmiştir. Dost, akraba, düşman demeden bütün insanlar arasında
hakkaniyeti ve tarafsızlığı öğretir. Müslümanlara kendileriyle olan
ilişkilerine, onların toplumdaki statü ve mevkilerine bakmadan tam bir
tarafsızlıkla insanlar arasında hüküm vermelerini emreder. Tarafların
ilişkileri, düşmanlıktan, mevkileri bir davayı başka türlü karara bağlamak için
ne müessir olmalı, ne de zorlamalıdır. Adalet yalnızca kendi hatın için
-insanlann hak ve taleplerini korumak için- değil, aynı zamanda bizi her an
gözeten Allah'a karşı sorumluluğumuzu yerine getirmek için de gereklidir.
Allah, mü'minlere adaleti dürüst ve tarafsızca uygulamalannı, yeryüzünde diğer
insanlar için adaleti ayakta tutanlar olmalanm emretmektedir. Bu yüzden
insanlann meselelerini bütünüyle adalet ve eşitlik ile hükme bağlamak mutlaka
gereklidir.
"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya
vermeyi emreder; fahşâ(edepsizlik)dan, münker(fenâhk)-den ve bağy(azgınlık)dan
meneder..." (16: 90). Adalet iki farklı yöne sahiptir: İlki, "herkesin
sahip olduğu haklan sınırlamadan elde etmesi için gerekli düzenlemeleri
yapmaktır. Adalet, bununla birlikte, haklann eşit olarak dağıtılması anlamına
gelmez. Çünkü bu, kesinlikle gayri tabii olurdu. Gerçekte adalet, haklann
insaflı, bazı durumlarda eşit denebilecek şekilde dağıtılmasıdır. Mesela,
bütün tebâ eşit vatandaşlık hakkına sahip olmalıdır; ancak çocuklar ve ebeveyn
(ana-baba) arasında sosyal mevki ve
haklar bakımından
eşitlik olması tabii ki yanlıştır. Benzer şekilde, üst veya alt düzeyde hizmet
verenler maaş ve gelirde eşit olamazlar. Allah'ın emrettiği şey, ister ahlâkî
isterse sosyal, iktisadî, hukukî veya siyasî olsun âdil olarak ne hak
edilmişse, işte bunların eksiksiz verilmesidir." (The Mea-ning ofthe
Qur'an, c. VI).
Adalet, kendisini meydana getiren fertlerin haklarını muhafaza
ederek ve halk arasında acıya sebep olacak ve toplumu yıkıma götürecek
tecavüzlere karşı bunları himaye altına alarak toplumu korur. Adalet, toplumun
üyeleri arasındaki bağların pekiştirilmesine yardımcı olarak sağlam ve
yekvücut bir cemiyet oluşturur. İşte bu yüzden adalet İslâm'ın en Önemli
ilkelerinden biridir ve bu yüzden müs-lümanlar her kayıt ve şart altında,
insanlar arasında adaleti uygulamakla emrolunurlar.
Kadîm kavimler de adaletli davranmakla yükümlü kılınmışlarken,
çoğu, helâklarına yol açacak olan haksız yolları benimsemişlerdir. Bununla
birlikte, âdil olanlar varlıklarını sürdürmüşlerdir.
"Yarattıklarımızdan (Öyle) bir ümmet var
ki, Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Ayetlerimizi yalanlayanları,
hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağız."
(7:181-182).
Musa aleyhisselâm ve kavmine de aynı emir verilmiş,
fakat onlardan sadece bazıları bu hükme itaat edip yurtlarında adaleti ikame etmişlerdir.
"Mûsâ kavminden bir topluluk da var ki, gerçeğe götürürler ve onunla
adalet yaparlar." (7:159).
Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed @ şu ifadelerle de adaleti
uygulamakla emrolunur: "...Ve de ki: 'Ben Allah'ın indirdiği her Kitâb'a
inandım ve aranızda adalet yapmakla emrolundum..." (42:15). Bu kapsamlı
âyet şu anlamlara gelir:
a- Ben insanlar arasındaki her tür bölünmeyi reddetmek
ve tarafsız olarak adaleti ikame etmek üzere
gönderildim. İçinizden herhangi bir taraf lehine adaleti yalanlamak veya bir
tarafı kayırmak benim İçin mümkün değildir. Bütün insanlarla saf-mutlak adalet
ve eşitlik üzerine kurulu eşit ilişkim vardır. Kim haklıysa, düşmanlarımdan
biri dahi olsa onunla birlikteyim; ve kim haksızsa, en yakınım bile olsa onun
hasmıyım. .
b- Benim size getirdiğim haklar herkes içindir. Bu
yüzden yakın-yabancı, eşraftan-halk-tan, zengin-fakir, güçlü-güçsüz,
büyük-küçük demeden hepsi de benim yanımda aynı ölçüde haklarını alırlar. Her
ne günahsa, herkes için günahtır; her ne gayri meşru ise, herkes için suçtur.
Ve ben de dahil hiçbir istisnası yoktur.
c- Yeryüzünde adaleti ikame etmekle, adaletsizliği ve haksızlığı
toplumumuzdan kaldırmakla emrolundum.
d- Ben, Allah tarafından tayin edilmiş kadı ve hâkimim;
aranızda adaletle hükmetmek benim görevimdir. (Ebu'1-A'la Mevdûdî, The Meaning
ofthe Qur'an, c. IV).
Genel olarak müslümanlar da hevâ ve heveslerine
uymamak ve adaletli davranmakla emrolunurlar: "... Öyle ise adaletten
dönüp nevanıza uymayın..." (4: 135). "(Ey iman edenler!) Allah, size
emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
hükmetmenizi emreder..." (4:58).
Onlara, yakınlarını
kayırmamaları (4: 152) ve düşmanlarına haksızca davranmamaları emredilir (5:
8). Ailevî meselelerinde bile adaleti gözetmeleri, şayet adaleti yerine getirememekten
korkarlarsa, yalnızca bir hanımla evlenmeleri gerektiği hatırlatılır (4: 3).
Kısaca şartlar ve olay ne olursa olsun, insanlar arasında âdil olup şikâyete
fırsat vermemelidirler.
Yeryüzünde O'nun kelâm1 ve hükmünü adaletle ikame etmek,
Allah'ın hükmü ve kanunudur. "Allah, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiş
iken ben O'ndan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine Kitâb verdiklerimiz, O
(Kur'ân)m, gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler, onun için
hiç kuşkulananlardan olma. Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da, adalet
bakımından da tasta-mamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur.
O işitendir, bilendir." (6: 114-115).
Rasûlullah @'in ve dolayısıyla ümmetinin adaletli davranmakla
emrolunduğu, Kur'ân-ı Kerîm'in şu ifadeleriyle beyan edilir: "De ki:
'Rabbim bana adaleti emretti..." (7:29).
Adalet ve eşitliğin tesisi, gerçekte, Allah
tarafından gönderilen bütün peygamber ve elçilerin gayesidir: "Andolsun,
biz rasûl(elçi)leri-mizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitâb'ı
ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler..."
(57: 25).
Hakkı ve bâtılı, doğru ve yanlışı ayırdedebil-meleri için
rasûller 'doğru hüküm' ve 'doğru öğüt'le donatılmışlardır. Öyle ki, Allah'ın
ahkâmı altında insanların barış ve güven içerisinde yaşayabilecekleri adalet
ve eşitlik sistemi yeryüzünde ikame edilebilsin. RasûUerin aslî gayesi, insan
hayatının her alanında adaleti sağlamaktır. Bir taraftan, kişi, yaratıcısının,
kendisinin ve hayatı boyunca zaman zaman temasa geçeceği diğer insanların
haklarını tam bir sorumluluk anlayışıyla yerine getirir. Diğer taraftan da
sosyal sistem toplumda baski
ve zulümden
eser bırakmayacak prensipler üzerine kurulur. Böylece her cephesiyle kültür ve
medeniyet ifratın sakıncalarından bütünüyle korunur; toplumun her kesiminin
haklarını âdil olarak alabileceği ve mesuliyetlerini rahatça yerine
getirebileceği tarzda sosyal hayatın bölümleri arasında âdil denge (mizan)
kurulur. Diğer bir ifadeyle, rasullerin gönderiliş amaçları hem fert hem de
toplum düzeyinde adaleti gerçekleştirmektir. Zihinlerinde, karakterlerinde,
hayatlarında ve davranışlarında doğru denge (mizan) yaklaşımını yerleştirmek
ve geliştirmek için insanların ferdî hayatlarında adaleti hakim kılmak isterler,
Öyle ki diğer insanlarla olan ilişkilerinde adalet gözetilsin. Diğer bir
istekleri ise insanların sosyal hayatım adalet etrafında toplamaktır, ta ki
ruhî, ahlâkî ve maddî refahları için yardımlaşsinlar, çekişmesinler. (The
Me-aning ofthe Qur'an, c. V).
Rasûller "adalet yolu"nu gösterdiler ve insanları
gerek ferden gerekse topluca bu "adalet yolu"na uymaya çağırdılar.
Ayırım ve tarafgirlik yapmadan insanlar arasında adaletin nasıl yerine
getirileceğini de, kendi uygulamalarıyla gösterdiler.
Hz. Muhammed @ de diğer rasûller gibi, her tür
kayıt ve şart altında şahsî sevgi veya nefretlerine, ilişkilerine,
dostluklarına ve ekonomik, sosyal yahut siyasî mevkilerine bakmadan
insanların içtimaî ve iktisadî meselelerine adaletle bakmanın lüzumunu ısrarla
belirtmiştir. Adaletin uygulanmasında, havas-avam, asil-sıradan, zengin-fakir
ayırımı yapmadan bütün fertlere aynı şekilde muamele eden bir kanun
hâkimiyetinin toplum içinde kurulmasının önemini dile getirmiştir. Her fert
aynı kanunla aynı şekilde muhatap olur, imtiyaza müsaade edilmez. Rasûl-ü Ekrem
@, yeryüzünde hukukun hâkimiyetini sağlamanın her müslümamn görevi olduğu
gerçeğini sık sık dile getirmiştir. Müslümanlar, kendilerini adaletten
uzaklaştırmaya çalışan günahkârlara karşı mükellefiyetlerini yerine getirmek zorundadırlar.
(4:135).
Adaletin uygulanmasında, Rasûlullah @ hukukun
üstünlüğü prensibine büyük bir önemle riayet etmiş; dost-düşman, zengin-fakir,
müs-lim-gayri müslim arasında ayıran yapmamıştır. Hz. Muhammed @, Taif
Seferindeki yardımları dolayısıyla minnet duyduğu bir kabile şefine karşı
Muğire ve Benî Salim tarafından getirilen iki dâvaya bakmak zorunda kalmış ve
her ikisinde de onu suçlu bulup zararı tazmin etmesi gerektiğine hükmetmiştir.
(Ebu Davud ve İbni Mâce).
Abdullah b. Ömer, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Kim Allah'ın hadlerinden birine engel olmak için şefaatte
bulunursa, gerçekte o, muhakkak ki Allah'a karşı çıkmaktadır. Kim yanlışlığını
bildiği halde kasden münakaşa ederse, vazgeçene kadar Allah'ın hışmına uğrar,"
(Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud).
Abdullah b. Sehl ile yeğeni Muhayyısa b. Mes'ûd,
Hayber Yahudilerinin yetiştirdikleri mahsüllerdeki hisselerini almak üzere
Hay-ber'e gitmişler, ancak Abdullah b. Sehl pusuya düşürülüp öldürülmüş ve bir
kuyuya atılmıştı. Muhayyısa b. Mes'ûd, kardeşi Huvey-yısa ve Abdurrahman b.
Sehl Rasûl-ü Ekrem @'m huzuruna gelerek olayı aktarmak istemişler, ancak
Hatem'ün Nebi içlerinden en yaşlı olanının önce konuşmasını istemiş ve meseleyi
dinledikten sonra aralarında şu konuşmalar geçmiştir. Rasûlullah @
"Katile karşı beyyine getirebilir misiniz?" diye sordu. "Hayır,
delilimiz yoktur" cevabını alınca "O halde bu cinayetin Hayber
Yahudileri tarafından işlendiğine yemin eder misiniz?" sorusunu
yöneltti, onlar da "Yanında bulunmadığımız ve görmediğimiz bir cinayet
hakkında nasıl yemin ederiz?"diyerek imtina ettiler. Rasûlullah @
"Öyleyse, Yahudiler kasâme suretiyle size yemin etsinler" buyurdu,
davacılar ise, "Yâ Rasûlullah! Kâfirler güruhunun yeminlerine nasıl
itibar ederiz?" diyerek buna da razı olmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah @
cinayetin diyetini Beytü'l-mâl'den vererek dâvayı sona erdirdi (Buharı).
Rasûlullah @ vefatından önce, aralarında kendisinden alacaklı
olan varsa onu talep etmesini, zira kendisi sağken bunu ödeyebileceğini, yine
aralarında kendisinden zarar görmüş biri varsa onu bildirmesini, çünkü hayat^
tayken bunları tazmin edebileceğini insanlara beyan etmiş ve birkaç dirhem
alacaklı olduğunu söyleyen şahsa bunu hemen ödemiştir. Yahudiler onun adalet
anlayışından o derece etkilenmişlerdir ki, besledikleri büyük düşmanlığa
rağmen anlaşmazlıklarını karara bağlaması için ona getirirlerdi.
Şüphesiz,
Hz. Muhammed @ adaletin uygulanması hususunda bütün hâkimler için ebedî bir
örnek oluşturur. Sosyal, siyasî ve inanç farklılıklarına bakmaksızın taraflara
eşit muamele edilmesi; her iki tarafın delillerini dikkatle inceledikten
sonra kararın verilmesi; is-bat yükümlülüğünün davacıya ait olması; yalnızca getirilen delillere bakarak davanın hükme bağlanması;
Kur'ân-ı Kerim'de bildirildiği üzere suçlunun kasdı ve suçun niteliğine uygun
cezanın verilmesi ve kısaca herşeye rağmen herkese adalet ilkesi O'nun muhakeme
sistemine kazandırdıklarından birkaçıdır.
Hâkimlerin, insanların meseleleri ile meşgul olurken
ihtiyatlı ve itidalli olabilmelerini sağlamak amacıyla Rasûlullah @ hâkimler
yararına bazı genel emirler ortaya koymuştur.
1- Öfkeli iken hiç kimse iki kişi arasında hükmetmesin.
(Buharı).
2- Hâkim hüküm verirken içtihadda bulunur; isabet ederse ona iki
ecir ulaşır. Fakat içtihadda bulunarak hükmeder ve hata eylerse ona bir ecir
vardır. (Buharî ve Müslim).
3- Hâkimler üç çeşit olup ikisi cehennemde, biri cennettedir.
Hakkı bilerek onunla hükmeden cennette; hakkı bildiği hâlde onunla hükmetmeyerek
hükümde zulmeden cehennemde; hakkı bilmediği halde cehaletle hüküm veren de
cehennemdedir. (Ebu Davud ve İbni Mâce).
4- İnsanlar arasında hüküm irad eden her hâkim kıyamet gününde
boynunun ardını tutan bir melekle gelecek, sonra melek onun başını cennete
yükseltecek; ancak Allah indirmesini emrederse melek onu kırk yıl derinliğindeki
boşluğa iteleyecektir. (Ahmed, İbni Mâce ve Beyhaki).
5- Kıyamet
gününde adaletsiz hâkim çağrılarak o derece şiddetli hesaba maruz kalacak ki,
önünde iki kişi arasında bir kuru hurma hakkında bile hüküm vermemiş olmayı
dileyecektir. (Ahmed).
6- Allah, zâlim olmadığı müddetçe hâkimle
birliktedir; ancak zulme başlarsa onu terke-der. Artık şeytan da kendini ona
rapteder. (Tirmizi ve İbni Mâce).
7- Görevini adaletle tamamlayan hâkim kınanmadan, nüfuz elde
etmeden ondan yüzünü çevirsin. (Tirmizi).
8- Rasûlullah @ hüküm için rüşvet verene de alana da lanet etti.
(Ebu Davud, İbni Mâce, Ahmed ve Beyhaki).
9- Şefaat ettiği kişiden hediye kabul eden, muhakkak tefecilik
yapmıştır. (Ebu Davud).
10- Her kim hâkimliği üzerine alırsa muhakkak
bıçaksız kesilmiştir. (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve İbni Mâce).
Bu, elde etmeye çalışan kimselere verilemeyecek
derecede büyük sorumluluklar taşıyan bir makamdır. Rasûlullah @ arzu eden kimselerin
bu makama tayin edilmesini kesinlikle yasaklamıştır.
1- Kim hakimliği ister ve onu elde etmek için
aracılardan istifade ederse, hâkimlik kendisine havale edilip tek başına
bırakılır. Kim istemediği halde bu göreve getirilirse, kendisine yardım edip
doğruya yönelecek bir melek Allah tarafından gönderilir. (Tirmizi, Ebu Davud
ve İbn-i Mace).
2- Her kim müslümanlara hâkim olmayı dileyip
ona nail olur, sonra da adaleti zulmüne gâlib gelirse cennet onundur. Kimin
zulmü adline galebe çalarsa cehennem de onundur. (Ebu Davud).
Rasûlullah @ önüne getirilen delilleri esas alarak davalarını
sonuca bağlayacağı için tarafların kendisine daima doğruyu sunmaları ve
Allah'tan korkup sakınmaları gerektiğini ısrarla belirtmiştir. İslâm Hukuku'nun
hükümlerine uygun olarak iddiasını isbatlama sorumluluğunu, bu isbat için
yeterli delili göstermek zorunda olan davacıya yüklemiştir.
"... Az olsun, çok olsun, onu küresine kadar
yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha
sağlam, şüpheye düşmemeniz İçin de daha elverişlidir..." (2:282). "Ey
iman edenler! Kendiniz, ana-ba-banız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah
için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlar olun..." (4:135). Bu âyet-i
kerime, yalnızca adaleti ikame edip insanların haklarını korumaları için
değil, aynı zamanda bütün vazifelerin üzerinde bir vazife olan Allah'a karşı
mükellefiyetlerini yerine getirmeleri için şa-hidliği müslümanların temel bir
görevi yapmaktadır.
Rivayet olunur ki, Hadramut ve Kinde bölgesinde
iki kişi bir arazi üzerinde ihtilaf etmişler ve Rasul-ü Ekrem @'e gelmişlerdi.
Hadra-mut'lu şahıs "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu zât benim toprağımı
gasbetti" dedi, Kinde'li ise, "Hayır, o benim toprağımdır ve
mülkiyetim-dedir. Onun bu toprakta hiçbir hakkı yoktur" cevabını verdi.
Rasûlullah @ Hadramut'luya herhangi bir delili olup olmadığını sordu ve hayır
cevabını alınca diğerine yemin teklif etti. Hadramut'lu, "Yâ Rasûlullah!
Bu adam her şeye yemin eden ve hiçbir şeyden çekinmeyen bir günahkârdır"
şeklinde itirazda bulundu, ancak Rasûl-ü Ekrem @ bunu kabul etmedi. Kinde'li
yemin etmek için kalkıp sırtını döndüğünde Rasûlullah @, "Eğer araziyi
haksız yere almak için kasem ederse, Allah'la karşılaştığında mutlaka O'nu
kendisinden yüz çevirir bulacaktır" buyurdu. (Müslim). Ebu Davud'un
rivayetine göre, Kinde'li yemin etmek için hazırlanırken Rasûlullah @'in
"Bir kimse yemininde fâcir olduğu hâlde bir şeye yemin eder ve o yeminle
bir müslümanın malını elinden alırsa huzur-u İlâhiye Allah kendisine gazablı
olarak çıkar" buyurduğunu duymuş ve "Arazi Hadramut'lunundur" demiştir.
Rasûlullah @'in, "Beyyine (delil) gösterme davacıya, yemin
etme davalıya aittir." buyurduğu nakledilir (Tirmizî). Ümmü Seleme'nin
anlattığına göre miras hakkında ihtilafa düşen ve iddiaları için delilleri bulunmayan iki kişi
anlaşmazlıklarını Rasûlullah @'e getirmişlerdi. Rasûl-ü Ekrem, "Şayet
birinize aslında kardeşinin olan hakkı verirsem, gerçekte ona cehennemden bir
parça tahsis etmişim demektir" buyurmuş, onlar da bir ağızdan, "Ey
Allah'ın Rasûlü! Benim hakkım kardeşimin olabilir" diyerek iddialarından
vazgeçtiklerini bildirmişlerdi. Ancak Rasûlullah @ bunu kabul etmeyip,
"Hayır, gidip doğru bir şekilde o malı bölün, sonra kur'a çekin ve meşru
hakkınız ne ise ona kavuştuğunuzu kabul edin" buyurmuştur (Ebu Davud).
Câbir'den nakledildiğine göre, iki zât bir dişi deve hakkında
ihtilafa düşmüş ve her ikisi de, "Bu deve benim hayvanlarımdan birinin doğurduğudur"
diyerek delil getirmişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah @ devenin zilyede (malı
elinde bulunduran şahsa) ait olduğuna hükmetmiştir (Beyhaki).
Ebu Musa el-Eşari'nin rivayetine göre, iki kişi
Rasûlullah @'in huzurunda bir hayvan için davada bulunmuşlar ve herbiri ikişer
şahit göstermiştir.
Rasûlullah @ de deveyi aralarında ikiye taksim etmiştir (Ebu Davud). Diğer
bir rivayette, ikisi de delil getirememişler, Rasûl-ü Ekrem @ de aralarında
müsavi olarak paylaşmaları gerektiğini bildirmiştir (Neseî ve İbnİ Mâce).
Bir hayvan hakkında anlaşamayan, beyyine de
gösteremeyen bir şahsa Rasûlullah @'in, "Hoşunuza gitse de gitmese de
yemin vermek için kur'a çekersiniz" buyurduğunu Ebu Hu-reyre nakleder (Ebu
Davud ve İbni Mâce).
Esad b. Kays, mülkiyetine ortak olduğu topraktaki
hakların şeriki olan Yahudinin inkâr ettiğini, bunun üzerine ortağını yanına
alarak Rasûlullah @'in huzuruna gittiklerini, Rasul-Ü Ekrem @'in kendisinden
delili olup olmadığım sorduğunu, delilinin olmadığını beyan ettiğinde Nebi
@'in Yahudiye yemin teklif ettiğini, kendisinin buna, "Ey Allah'ın
Rasûlü! Yemin edip benim malımla gidecek" diyerek itiraz ettiğini,
ardından "Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir pahaya satanlar
var ya, işte onların âhirette bir payı yoktur..." (3:77) âyetinin nazil olduğunu
anlatır.
Her dava hâkimler tarafından delillere ve şahitlerin
beyanlarına göre karara bağlanmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm, insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda
en az iki şahidin gerekli olduğunu belirtir. "...Erkeklerinizden iki
kişiyi de şahit tutun; eğer iki erkek yoksa, razı olduğunuz şahitlerden bir
erkek iki kadın (şahitlik etsin). Ta ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri
ona hatırlatsın. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten)
kaçınmasınlar..." (2:282).
Bir davada gerçeğin ortaya çıkması büyük Ölçüde
şahitlerin güvenirliğine bağlı olduğundan, onlarda pekçok muteber vasıflar
aranmaktadır. Yalnızca, İslâm Devletİ'nin hürmet edilen ve salih vatandaşı
olarak bilinen, dürüstlüğüyle tanınan ve temiz bir ahlâkî karaktere sahip kişiler
şahitlik yapabilirler.
Kur'ân-ı Kerim, şahitlerin vasıflarım şu ifadelerle zikreder:
"...İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şâhidliği Allah için
yapın..." (65:2). Bu, insanlar arasındaki karşılıklı anlaşmazlıkların
halli için verilmiş güzel ve makul bir öğüttür. Mahkemede görüşülen her davada
hakikatin tesbiti gayesiyle iki dürüst ve âdil kimsenin çağrılması elzemdir.
Abdullah b. Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah @ davacı ve
davalının hâkimin huzurunda oturmaları (ve sonra delillerini ortaya koymaları)
gerektiğini bildirmiştir (Ahmed ve Ebu Davud).
İbni Abbas,
Rasûlullah @'ın, "İnsanlara istedikleri, mücerret dâvaları ile verilecek
olsa, bazıları diğer insanların canlarını ve mallarını talep ederlerdi; lâkin
dava edilenden yemin mutlaka alınmalıdır." buyurduğunu rivayet etmiştir
(Müslim). Nevevî, bu hadisi yorumlarken, Beyhaki'nin rivayetinde,
"Beyyine davacıya, yemin de davalıya aittir" şeklinde bir ilave
olduğunu belirtir. Yine İbni Abbas, Rasûlullah @'jn tek şahit ve yemini esas
alarak karar verdiğini nakleder (Müslim). Davacı, iddiasını destekler
mahiyette herhangi bir delil gösteremiyorsa davayı sonuca bağlamak için
davalıdan kasem etmesi istenir.
Ebû'l-Esved şöyle der: "Salgın bir hastalık patlak
verdiği ve insanların çabukça öldüğü bir dönemde Medine'ye gittim. Ömer'le otururken
bir cenaze geçti ve Ömer, 'Tasdik edildi1 dedi. Az sonra ikinci bir cenaze
geçti ve insanlar merhumu Övdüler. Ömer yine, 'Tasdik edildi' dedi. Üçüncü
cenaze geçerken insanlar vefat eden şahıs hakkında kötü şeyler söylediler. Ömer
yine, 'Tasdik edildi' dedi. Dayanamayıp sordum: 'Ey mü'minlerin emİ-ri, tasdik
edilen nedir?' Ömer cevapladı, 'Allah'ın Rasulü, iyiliğine dört kişice şehadet
edilen her insanı Allah cennetine kabul edecektir, buyurdu. Biz, 'Sadece üç
şahit varsa?' diye sorduk, 'üç bile olsa' buyurdu. Yine sorduk, 'Ya yalnızca
iki tane varsa?' 'İki bile olsa' buyurdu. Bir şahit hakkında sormaktan
korktuk.1' (Buhari). Şahitlerin iyi vasıflı olması
şartıyla, gerçeğin ortaya çıkmasında iki kişinin şehadeti yeterlidir ve bu
delil üzere hüküm verilir. Fakat bazı durumlarda, olayın niteliği dolayısıyla
bir şahit tek başına kabul edilebilir ve dava bununla sonuca bağlanabilir.
Ukbe b. Haris'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Üminü Yahya binti Ebu İhab
ile evlenmiş. Müteakiben bir kadın gelmiş ve, "Ben sîzin ikinizi de
em-zirdim" demiş, Ukbe ise "Senin beni emzirdiğini bilmiyorum, bana
da daha önce söylemedin" cevabını vermiş ve olayı araştırmak için Ebu
İhab'ın evine gitmiş, ancak ev halkı konu hakkında bir bilgilen olmadığını
bildirmiş. Bunu üzerine Ukbe, Rasûl-ü Ekrem'e giderek ne yapması gerektiğini
sormuş, Rasûlullah @ da cevaben, "Kadının söylediğini duyduktan sonra
nasıl olur da hanımını akkorsun" buyurmuştur. Ukbe, kadından ayrılmış,
kadın da başka birisi ile evlenmiştir. (Buhari).
Bu tür ilişkilerde, şahidin güvenilir olmasına temel olarak
hüküm verilir. Hz. Aişe'nin rivayetine göre, Ebu'l-Kuays'ın kardeşi Eflah, tesettür
hükmü sübut bulduktan sonra kendisinin yanma girmek için izin istemeğe gelmiş,
ancak Aişe izin vermemiş. Bunun üzerine Eflah, "Ben amcan olduğum halde
benden kaçınıp örtünüyor musun?" demiş, Aişe, "Nasıl olur?"
diye sormuş, Eflah da, "Seni kardeşimin karısı emzirdi" karşılığını
vermiş. Rasûlullah @ geldiği zaman yaptığını ona haber vermiş, O da,
"Eflah haklı, o senin amcandır" buyurmuştur (Buhari). El-Humeydî
şöyle der: "Bu hüküm, el-Fazl tarafından aksi belirtilmesine rağmen
Kabe'nin içinde Rasûlullah @'ın namaz kıldığını Bilâl'in söylemesi ve insanların
onun sözünü kabul etmeleri üzerine benimsendi. Benzer şekilde, bir şahsın bir
diğerine bin dirhem daha borçlu olduğuna iki kişi şehadet etse, başka iki
şahit de bu miktarın aslında binbeşyüz dirhem olduğunu belirtseler, hüküm
büyük miktar üzerinde olacaktır." (Buhari).
Zina ve Zina İftirasında Şahitlik: İslâm Hu~
kuku'na göre normal davalarda iki kişinin şehadeti
istenirken namuslu ve iffetli kadınlara karşı zina isnadı, rezil
dedikodu ve îmâların yapıldığı ciddî suçlamalarda, iki ferdin şahitliği yeterli
görülmemektedir. Bu davalar normalde beklenenin iki katı güçlü delillerle
desteklenmelidir. Diğer bir ifadeyle, iki yerine dört şahit gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerim bunu şu ifadelerle zikreder: "Namuslu kadınlara (zina
suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını isbat için) dört şahit getirmeyenlere
seksen değnek vurun ve onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar fâsık
kimselerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hâriç. Çünkü Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir." (24: 4-5).
Bu âyet-i kerimelerde, suçlamalarını isbatla-mak için iddia
sahiplerinden dört şahit getirmelerini istemek zina ile ilgilidir ve İslâm
Hukuku'nda dört şahit gösterme kaydı yalnızca kazf dâvalarına mahsustur. (The
Meaning ofthe Qur'an, c. V).
Ancak evli kişi, hanımını bir başka şahısla
birlikte iffetsiz davranmakla suçlar ve dört şahit getirmeye muktedir
olamıyorsa, dört kez gerçeğe yemin edip sonra da, şayet yalan söylüyorsa
Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını kabul etmelidir ki, ilk bakışta bu,
hanımının suçluluğu için delil addedilir. Bununla birlikte, zevce de dört kez
kasem eder ve beşinci yemininde laneti kendi üzerine kabullenirse hukukî açıdan temize çıkar.
Nesil emniyetini ilgilendiren bazı hususî davalarda
Rasûlullah @'in uygulamaları ile gösterildiği üzere farklı hususlar esas
alınarak karar verilir. Ebu Hureyre'den rivayet olunur ki, bedevinin biri
Rasûl-ü Ekrem @'e gelerek, "Zevcem siyah bir çocuk doğurdu" demiş;
Rasûlullah @ da, "Senin develerin var mı?" diye sormuş. Bedevinin
"Evet" cevabını vermesi üzerine, aralarında şu konuşmalar geçmiş:
Rasûlullah, "Develerin ne renk?" sorusunu yöneltmiş,
"Kızıl" cevabını almış, "Onlardan alaca renklisi var mı?"
şeklindeki sualine, "Evet" cevabını aldıktan sonra "Onların alacalığı
nereden geliyor?" diyerek bedevinin düşünmesini sağlamış, bedevi
"Zannedersem ceddinden" karşılığını verince de, "İşte böyle,
senin çocuğun de rengini büyük ihtimalle ceddinden aldı" buyurmuştur.
(Buhari).
Dâvâlının Yemini: Davacının iddiasını doğrulayacak delillere
sahip olmadığı hâllerde hüküm, davalının yemini esas alınarak verilir. Nitekim,
hâkim, davalıya yemin teklif etmeden önce davacıya delili olup olmadığını sorar.
Bu nitelikteki birkaç olay, "İddiayı delil-lendirmek davacıya aittir"
başlığa altında daha önce zikredilmişti.
Rasûlullah @, dava sahibinin iki şahit getirmesinde ısrar
etmiş, davacının delil göstermekte başarısız kaldığı durumlarda davalıların
kendi görüşünü ispatlaması için yemin etmesini istemiştir (Buhari).
Mülkiyet ve şer'î cezaları ilgilendiren hususlarda dava
sahibinin iddiasını doğrulamakta yetersiz kaldığı her vak'ada davalıdan yemin
talep edilmesi hukuken kabul gören bir usûldür.
İbni Ebî
Müleyke, İbni Abbas'tan Rasûlullah @'in davalının yeminini dikkati nazara
alarak hüküm verdiğini nakleder. Zeyd b. Sabit de, davacının beyyine
sağlayamadığı benzer bir olayda Rasûlullah @'in davalıya yemin teklif ettiğini
rivayet eder (Buhari).
Yalancı Şahitlik: Allah'ın indinde, sahte delil sunmak en büyük
günahlardan birisidir. Kur'ân-ı Kerîm maddî çıkar elde etmek gayesiyle yalancı
şahitlik yapan ve yalan yere yemin eden şahısları uyarmaktadır: "Allah'a
verdikleri sözü ve yeminlerini az (bir) pahaya satanlar var ya, işte onların
ahirette bir payı yoktur..." (3:77).
Diğer taraftan, müslümanlar güvenilir kimselerdir ve asla
yanlış delil göstermezler. Gerçekte bu, iman edenlerin ortak vasfıdır.
"Onlar ki, yalan şahitlik etmezler, boş lâf (konuşanlara)
rastladıklarında vekarla (oradan) geçip giderler." (25:72). Âyet-i
kerimede zikredilen "yalan şahitlik etmezler" ifadesi iki anlama
gelir: Birincisi, mahkeme veya benzeri yerde aslında gerçek dışı ya da en
azından şüpheli olan şeyi doğru çıkartmak için yalancı şahitlikte bulunmazlar.
İkincisi; yalan, sahtekârlık veya kötülüğe seyirci kalma niyeti taşımazlar.
Bu anlamda her günah, her ayıp, her hile ve her aldatma bir yalan ve sahtekârlıktır.
(The Meaning ofthe Qur'an, c. IV).
Rasûlullah @ yalancı şahitlik kadar şahitliği gizlemeyi de
kınayıp mahkûm etmiştir. Abdullah b. Mesud Rasûlullah @'in, "Kıyamet günü
Allah'ın azabı, bir müslümanın malına el koymak amacıyla yalan yere yemin eden
kimsenin üzerine olacaktır" buyurduğunu nakleder (Buhari).
Ebu Hureyre'nin rivayetine göre
Rasûlullah @, "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla
konuşmayacak, onları gözetmeyecek, onları paklamayacaktır: Fazla suyu bulup da
onu yolcuya vermeyen adam; bir emîre ancak dünya malı için bağlanan ve
kendisine dünyalık verirse sözünde duran, vermezse durmayan kişi; ikindiden
sonra birine mal satarken, 'billahi bu malı şu fiata satın aldım' diye yalan
yere yemin veren ve müşteriyi kandıran kimse." buyurmuştur (Buhari).
Ebu Ümamete'l-Hârisî'den rivayet olunur ki Rasûlullah @;
"Bir kişi, yemini ile başka bir müslümanın hakkını yerse, Allah o kimseye
muhakkak cehennemi vâcib,
cenneti de haram kılar" buyurmuş, ashabdan bir zâtın; "Az birşey
olsa da öyle mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" sorusunu da, "isterse erak
(deve dikeni) ağacından bir dal olsun" şeklinde cevaplamıştır (Müslim).
RasûluUah @ bir vesileyle de şöyle buyurmuştur: "Kendine
ait olmayanı talep eden bizden değildir; bırakın cehennemdeki yerini
alsın." (Müslim).
Abdullah b. Enes, RasûluUah @'ın "Allah'a
şirk koşmak, anneye babaya âsi olmak, müs-lümana iftira atmak, harpten kaçmak
ve ye-min-i gamus (kasden yalan yere yemin etmek) büyük günahların en
tehlikelileridir. Kim yemin vermeye zorlanır da sivrisineğin kanadı kadar ufak
bir yanlış katarak yemin ederse, kalbine kıyamet gününe kadar leke
yerleştirir" buyurduğunu rivayet eder (Tirmi-zi).
"Kim benim şu minberimin yanında, yeşil bir
misvak için bile olsa yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerini boylar"
ifadelerini RasûluUah @'den Câbir nakleder (Mâlik, Ebu
Davud ve İbni Mâce).
Hureym b. Fatik şöyle nakleder: RasûluUah @ sabah
namazını tamamladıktan sonra ayağa kalkmış ve üç kez, "Yalan yere
şahitlik, Allah'a şirk koşmak gibidir" buyurmuş, ardından da
"...Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçının." (22: 30) âyetini
okumuştur (Ebu Davud, İbni Mâce ve Tirmizî).
Hz. Aişe, Rasûlullah @'den, "Yalancı erkek ve kadının; veya
Allah'ın sınırlarını aştığı için kırbaçlanan kişinin; veya kardeşine karşı kin
besleyen kimsenin; yahut iddia ettiği hami ve akrabalık hakkında kuşkulanılan
şahsın; ya da bir aileye bağımlı olan ferdin şahitliği kabul olunmaz"
ifadelerini nakleder (Tirmİzi).
Rasûlullah @ başka bir hadîsinde ise şöyle buyurmuştur:
"Yalancı erkek ve kadının, ahlâksız erkek ve kadının, kardeşine garaz
besleyen erkek ve kadının şehadeti caiz değildir." (Ebu Davud).
Müslümanlar, hilekâr davranışlarla diğer insanların mallarını
almamak hususunda Allah tarafından ikaz edilirler: "Mallarınızı aranızda
haksız sebeplerle yemeyin; bile bile günah (olan) bir biçimde insanların mallarından
bir kısmını yemek için onları hâkimlerdin önün)e atmayın (hâkimlere peşkeş
çekmeyin)." (2: 188).
Bu âyet iki yönüyle ele alınır: Hiç kimse hâkimlere rüşvet
vererek başkalarının mallarını ele geçirmeye çalışmamah ve bunun için yalan
iddialarla mahkemeye başvurmamalıdır. Varolan delillere göre hâkimin haksız
kimse lehine hüküm vermesi mümkündür. Ancak bu, o malın haksız olan kimseye
artık helâl olduğu anlamına gelmez. Rasûlullah @ bu kişileri sertçe uyarmıştır.
Ümmü Sele-me'den rivayet olunmuştur ki Rasûlullah @; "Herşeyden önce ben
de bir insanım. Bana getirilen bir davada, karşısındakinden daha iyi konuşan
kişi lehine hüküm vermem mümkündür. Fakat bilin ki, ben onun lehine karar
vermiş olsam da bu yolla bir şeyler kazanan kimse, gerçekte kendisine
cehennemden bir yer edinmektedir" buyurmuştur (Buhari ve Müslim).
Müslümanlar böylece, maddî kazanç düşüncesiyle akıllarının
çelinip hâkim önünde şahitliklerini gizlemek, çarpıtmak veya yanlış şehadette
bulunmak hakkında uyarılırlar. Kur'ân-ı Kerim şu ifadelerle ihtarda bulunur:
"...Şahitliği (gördüğünüzü) gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır.
Allah yaptıklarınızı bilir." (2:283).
Ne zaman tanıklardan şahitlik yapmaları istense,
asla reddetmemelidirler. Bu, yaratıcıları olan Allah'a karşı borçlu oldukları
bir mükellefiyettir. Kur'ân-ı Kerim bunu şu ifadelerle hatırlatır:
"...Şahitler çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar..." (2:282).
Şehadetleri
hakkında herhangi bir kuşku ya da şüphe ortaya çıkarsa şahitler yemine davet
edilir: "...(Şayet) kuşkulanacak olursanız namazdan sonra onları tutar
(yemin ettirir)siniz: 'Akraba da olsa yeminimizi hiçbir paraya satmayacağız;
Allah'ın (üzerimizde bir borç olarak bulunan) şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa
biz muhakkak günahkârlardan oluruz' diye Allah'a
yemin ederler." (5:106).
"Eğer onların günah işledikleri (yalan
söyleyip hakkı gizledikleri) anlaşılırsa; (bu iki şahidin), haklarına tecavüz
etmek istediği kimselerden daha lâyık olan iki kişi, onların yerine geçer,
Allah'a (şöyle) yemin ederler: 'Mutlaka bizim şehadetimiz onların
şahitliğinden daha doğrudur. Biz (hakka) tecavüz etmedik, yoksa biz elbette
zâlimlerden oluruz' derler. Şahitliği gereği gibi yapmalarına, yahut yeminlerinden
sonra (yalancılıklarının ortaya çıkıp) yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına
en uygun olan budur..." (5: 107-108). Bütün bunlar, Rasûlullah @'in hukuk
dâva-, lannın mahkemede çözülmesi için özel kural ve düzenlemeleri nasıl ortaya
koyduğunu açıklıkla göstermektedir. O, gerçekte, yeryüzünde kanun hâkimiyetini
güven altına almak için muhakeme usûlünü ortaya koyan ilk hukuk
ıslâhatçısıdır. davalarını veya iddialarını doğrulamaları için delil
getirmelerini taraflara (hem davacı, hem de davalıya) mecburi kılmış ve isbat
yükümlülüğünün davacıya ait olduğunu beyan etmiştir. (Muhammed Hami-dullah;
Admİnistration ofJıtstice in Early islam).
Şahitlerde
aranacak vasıflan açıklamış ve güvenilmez, düşük ahlâklı kimselerin şahitlik
yapamayacaklarını bildirmiştir. Sosyal hayatın temizliğini sürdürmek; salih ve
iffetli kadınların şereflerini korumak gayesiyle kadınlara karşı yapılacak
zina suçlamalarının dürüst ve âdil dört şahitle desteklenmesi gerektiğini
beyan etmiş ve yalan yere yemin için sert cezalar vermiştir.
Genel olarak kabul edilir ki kasdî ve kazaî
kati arasında ayırım yapan ilk hâkim Hz. Muhammed @'dir. Bu aymmı Kur'ân-ı
Kerim şu ifadelerle açıklar: "Her kim bir mü'mini kas-den (teammüden)
öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir.
Allah ona gazabetmiş, lanet etmiş ve onun
için
büyük bir azâb hazırlamıştır!" (4:93). Bu âyet-i kerime, yalnızca
ahiretteki cezadan bahsetmektedir. Hukuken uygulanan ceza ise Bakara (2:178) ve
Mâİde (5:33) surelerinde açıklanmaktadır.
Yanlışlıkla işlenen cinayetlerin cezası ise şöyle ifade
edilmiştir: "...Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle
âzâdetmesi ve ölenin ailesine de diyet vermesi gerekir..." (4:92). Kasdî
cinayeti andıran kati olaylarında ceza, sanığın öldürülmesi dışında aynen
kasdî cinayetlerde olduğu gibidir (Ebu Davud).
Rasûlullah @, hâkimin her iki tarafı da dinledikten sonra
mahkemeye sunulan delil ve kayıtları esas alarak karar vermesi gerektiğini
ısrarla belirtmiştir. Yemen'e kadı olarak tayin olunan Ali b. Ebu Tâlib'in
ayrılışı esnasında Rasûlullah @ ona şu şekilde nasihat etmiştir: "Senin
huzuruna iki kişi dâva için gelirse ikincisinin sözünü dinlemedikçe birinci
lehine hüküm verme. Muhtemel ki doğru karar vermende bu sana yardımcı
olur." (Tirmizi, Ebu Davud ve İbni Mâce).
Bundan sonraki kısımlarda Peygamber @'in Medine
İslâm Devleti'nin başhâkimi mevkiin-deyken hakkında karar vermiş olduğu hukukî
davaları aktarmaya ve izah etmeye çalışacağız.
Rasûlullah @, Kur'ân-ı Kerîm'deki miras hükümlerine,
açıklamaları ve yorumlarıyla pek-çok bilgi ve malumat eklemiştir. Kesin olan
emirleri açıklamış, kısa olanları genişletmiş ve şüpheli olanları
aydınlatmıştır. Kur'ân ile birlikte Peygamber @'in bütün bu izah ve beyanları
İslâm Miras Hukukunu meydana getirmiştir. Câbir b. Abdullah'dan şöyle rivayet
edilmiştir: "Hasta olduğumda Allah'ın Rasûlü ve Ebu Bekr beni ziyarete geldiler.
Geldiklerinde ben baygın bir haldeydim. Rasûlullah @ abdest alıp, abdest
suyunu üzerime serpmiş; kendime
geldiğimde şöyle dedim: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Malımı ne yapayım? Onu nasıl
dağıtayım?' Peygamber @, miras ayetleri (4:11-12) ona vahyolununcaya kadar soruyu
cevaplamadı." (Buharî).
İbni
Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah @; "Hisseleri ehillerine
ulaştırın. Kalan miktar en lâyık erkek şahsındır" buyurdular. (Buharî).
Amr b. Şuayb'dan rivayet edildiğine göre,
Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Öldüren kimseye mirasdan bir şey
yoktur." (Neseî ve Darekutnî). Beyhakî, Câbir'den şu sözleri naklediyor:
Câbir; "Bir adam, mirasçısı olacağı adamı veya kadını kasden veya hataen
öldürürse, o adam onlardan miras alamaz. Ve hangi kadın bir adamı veya kadını
kasden yahut hataen öldürürse ona da onlardan miras yoktur. Eğer öldürme
kasden yapılmışsa kısas lâzım gelir; ancak ölenin yakınları affederlerse o
başka. Yakınları affetseler bile ona ölenin ne diyetinden ne de malından bir
şey verilmez..."
İbni
Büreyde'den, o da babasından işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Peygamber @
cedde(nine)ye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir (Ebu Davud ve
Neseî).
Yine Büreyde, Huzaa'lı bir adamın öldüğünü ve malınm Rasulullah
@'e getirildiğini, O'nun da ölenin vârisi veya bazı yakınlarını bulmak için
emir verdiğini, ancak hiç kimsenin bulunamaması üzerine Rasulullah @'in;
"Onu Hu-zaa'nm en yaşlı adamına verin!" buyurduğunu rivayet etmiştir
(Ebu Davud).
Hz. Ali, "vasiyetten veya borçtan arta
kalan" âyetini (4:12) nakledin, demiştir. Rasulullah @, borcun vasiyetten
önce ödenmesi gerektiğine ve aynı anadan doğan çocukların birbirlerine
mirasçı olacaklarına, fakat bir babadan ve değişik annelerden olan çocukların
birbirlerine mirasçı olamayacaklarına hükmetmiştir. Bir kişi, ana-baba bir erkek kardeşinden miras alabilir, fakat
baba bir, ana ayrı erkek kardeşinden miras alamaz (Tirmizî ve îbni
Mâce).
Dârimî'nin değişik bir rivayetinde şöyle denmiştir.
"Aynı anadan olma erkek kardeşler birbirlerine mirasçı olabilirler, fakat
aym baba, ayrı analardan olanlar birbirlerine mirasçı olamazlar."
Câbir şöyle rivayet etmiştir: Sa'd b. Rebi'nin hanımı iki
kızını Rasulullah @'e getirdi ve "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kızlar Sa'd b. Rebi'nin
kızlarıdır. Babaları Uhud'da seninle beraberken şehid düşmüştür. Amcaları
mallarını aldı ve onlara hiçbir şey bırakmadı. Bunları nikâh da etmemiştir;
kızlarıma miras düşer mi?" diye sordu. Rasulullah @; "Biraz sabrediniz,
elbette Allah hükmünü verecektir" buyurdu. Rasulullah @, miras ayeti
vahyolunduğunda kızların amcasına; "Sa'd'ın iki kızına 2/3'ünü ve
annelerine 1/8'ini ver, kalanı senindir" buyurdu (Ahmed, Tirmizî, Ebu Davud
ve İbni Mâce).
Huzeyl b. Şurahbil şöyle rivayet etmiştir: Birinin
'kızı, oğlunun kızı ve kızkardeşinin' veraset meselesi Ebu Musa'ya sorulmuştu.
O da şöyle cevapladı: "Kız yansını, kızkardeş de diğer yansını alır. İbni
Mesud'a gidin, onun da benim görüşüme katıldığına şahit olacaksınız." Bu
mesele İbni Mesud'a aktanldığmda o şöyle dedi: "Eğer buna katılırsam hata
etmiş ve doğru yoldan sapmışlardan olacağım. Ben bu meselede Muhammed @'in
yaptığı gibi karar vereceğim; Kızı yansını alır, oğlunun kızı 1/6'sını alır ki
bu 2/3 yapar. Kalan da kız-kardeşe gider." Meseleyi danışmakta olanlar
tekrar Ebu Musa'ya vanp İbni Mesud'un söylediklerini aktarırlar. Ebu Musa
"O âlim kişi aranızda olduğu müddetçe bana sormayın." dedi (Buharî).
İmran b.
Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber @'a bir adam gelmiş, ve
"El-hak benim oğlumun oğlu vefat etti. Bana onun mirasından ne var?"
dedi. Rasulullah @; "Sana altıda bir
var." buyurdu. Adam dönüp giderken, onu çağırarak; "Sana bir altıda
bir daha var" buyurdular. Adam dönüp giderken (onu tekrar) çağırarak;
"Son altıda bir, sana fazladan bir rızıktır." buyurdular (Ahmed,
Tirmizî ve Ebu Davud).
Bu hâdisenin ayrıntısı şöyledir: Ölen kimse geride iki kızı ile
bu suali soran dedesini bırakmıştır. Şu halde iki kıza mirasın üçte ikisi
verilecektir. Geriye bir 1/3 kalır. Peygamber @ suali sorana 1/6 hissesi olmak
hesabiyle vermiştir. Çünkü burada onun hissesi 1/6'dır. öteki altıda biri
kendisine birden bire vermemiş; dönüp giderken arkadan çağırarak vermiştir.
Zira iki altıda biri beraberce verseydi, hissesinin bu olduğunu zannederdi. Son
defa verdiği 1/6 ise, erkek tarafından akraba olduğundandır. Hz. Ebu Bekr'e
bir nine gelerek bir maldan kendisine ne kadar bir pay düştüğünü sormuş, o da
Allah'ın Kitabında ve Rasûlü'nün sünnetinde onun için bir şey belirtilmediğini,
fakat kendisi mevzuyu diğer insanlardan soruşturana kadar evine gitmesini
söyledi. Hz. Ebu Bekr mevzuyu araştırdığında Mugîre b. Şube, Rasûlullah'ın bir
nineye 1/6 verirken yanında bulunduğunu söyledi. Ebu Bekr, o sırada yanlarında
bir başkasının bulunup bulunmadığını sorunca Muhammed b. Mesleme'nin de orada
olduğu anlaşıldı. O da Mugîre'nin söylediğinin aynısını söyledi. Böylece Ebu
Bekr bunu o nineye uyguladı. (Mâlik, Ahmed, Tirmizî, Ebu Davud, Darimî ve İbni
Mace).
İbni Mesud,
Peygamber®'in, oğlu henüz hayatta iken bir nineye 1/6 pay verdiğini ve 1/6 pay
verilen ilk ninenin de bu olduğunu rivayet etmiştir (Tirmizî ve Darimî).
Dahhak b. Sufyân, Eşyam ed-Dibab'ın diyetine karısının da vâris olarak
katılmasını Peygamber @'in kendisine emrettiğini rivayet etmiştir (Tirmizî ve
Ebu Davud).
İbni Abbas'dan
naklen: "Bir adam azâd etmiş olduğu genç kölesinden başka vâris bırakmadan
öldü. Bu durumda Rasûlullah @ o adamın malını köleye verdi." (Ebu Davud,
Tirmizî ve ibni Mace). Rasûlullah @'in,
ölen bir babaya atfedilen ve mirasçıların da bunu kabul ettiği, Ölenin sahibi
bulunduğu cariyesi ile ilişkisi sonucu doğan çocuğun mirasçılar arasına dâhil
edilmesi yolunda karar verdiği de rivayet edilmiştir. Fakat çocuk daha önceden
bölünmüş olan maldan bir hisse alamaz; sadece henüz bölünmemiş olan mirastan hissesini
alır. Ancak çocuğun kendisine atfedildiği baba onu reddederse, çocuk vârisler
arasına dâhil edilmez. Şayet çocuk cariyeden olma ve babanın kabullenmediği
bir çocuksa veya babanın hür bir kadınla kurduğu gayri meşru ilişkiden olmuşsa,
çocuğun atfedildiği kişi babalık iddiasında bulunsa bile mirasçılar arasına
dâhil edilmez. Çünkü annesi köle de olsa, hür de olsa o bir zina mahsulüdür
(Ebu Davud).
Rasûlullah @, aşağıda gösterildiği gibi belli bazı konularda da
hüküm vermiştir: "Ben, mü'minlere kendilerinden daha yakınım; borcunu
ödemeye yetecek kadar mal bırakmadan ölen ve borç bırakan kimsenin borcu
bana aittir, eğer mal bırakırsa o da varislerine aittir." Bir diğer
rivayette; "Bir kişi borç ve maişet-siz bir çocuk bırakırsa, meseleyi bana
getirin. Çünkü ben onun hamişiyim." Yine bir başka rivayette; "Bir
kimse mal bırakırsa, o mal varislerine gitsin; ve eğer bir kimse ardında gelirsiz
kimseler bırakırsa onlar bana gelsin." (Buharî ve Müslim).
Rasûlullah @ şöyle de buyurmuştur: "Ben her mü'mine kendinden
daha yakınım. Eğer bir kişi borç ya da muhtaç bir aile bırakırsa ondan ben
sorumlu olacağım. Şayet mal bırakırsa o vârislerine gider. Ben, kimsesizlerin
hamişiyim. Sahip olduğu malı muhafaza ederim ve onu yükümlülüklerinden
kurtarırım." (Ebu Davud).
Rasûlullah @'in bir hizmetkârı biraz mal bırakarak vefat etti.
Fakat hiçbir yakım yoktu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu:
"Bıraktıklarını onun köyünden bir adama veriniz." (Ebu Davud ve
Tirmizî). Bir başka hadiste Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Miras almaya
hakkı olan kişi, azatlı kölesinin malından miras alabilir." (Tirmizî).
Câbir, Peygamber @'den işitmiş olarak şöyle rivayet etmektedir: Rasûlullah @;
"Doğan çocuk ağladı mı, mirasçı olur" buyurmuşlardır (Ebu Davud).
Doğan çocuğun ağlamasından, çocuğun diri doğması kastedilmektedir.
Miras ayetleri vahyedilmeden önce birinin
fü-ruuna veya diğerlerine, malını veya herhangi bir servet nevini bırakmasının
tek meşru yolu vasiyet idi. Miras ayetlerinin vahyi ile birlikte, bir kişi miras
hükümleri çerçevesinde malından istifade edemeyen yakınlarına meşru olarak
sadece mirasının 1/3'ünü vasiyet edebilmektedir. Yine, bir kişi diğer
mirasçılar tarafından kabul ve tasdik edilmedikçe bir diğer mirasçının lehine
vasiyette bulunamaz. Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle açıklanmaktadır:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir
hayır
(mal) birakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek,
Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." (2:180). Ve Mâide sûresinde şu
ifadeler yer alır: "Ey iman edenler! Birinize ölüm gelince vasiyyet
sırasında içinizden iki âdil kişi, aranızda şahitlik etsin. Ya da yeryüzünde
yolculuk ederken başmıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişi
(şahitlik etsin)..." (5:106).
Fakat bu emir miras hükümleri (4:7-13) ışığında
Rasûlullah @ tarafından iki şekilde yeniden düzenlenmiştir. Birincisi: Hiç
kimse meşru bir mirasçıya vasiyette bulunamaz. Yani miras hükümlerince sabit
tutulmuş olan hisselerde azaltma veya artırma yapılmaz. İkincisi: Vasiyet malın
sadece 1/3'üne sınırlı kılınmıştır. Yani bir kişi malının en az 2/3'ünü bu
hükümlere göre mirasçıları arasında bölüştürecek, fakat 1/3'ünü kanunen mirasta
hissesi olmayan yoksul akrabaya, vakıf işlerine vs. vasiyet yoluyla
bırakabilecektir. Bu sebeple, vasiyet hükümleri ilga edilmiştir, demek
yanlıştır. Diğer taraftan bu Allah'tan sakınan kimselere Allah'ın tanıdığı bir
haktır ve şayet bu hak yerli yerince kullanılırsa bir yetime, toruna miras
bırakmak gibi pek çok mesele İslâm'ın Miras Hükümleri ile çelişmeden
halledilecektir. (The Meaning of the Qur'an, c. I).
Vasiyete sınır Rasûlullah @'in şu hadîsleri
ile getirilmiştir: Sa'd b. Ebi Vakkas'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki;
"Ya Rasûlullah! Ben zenginim, bir tek kızımdan başka kimse de bana mirasçı
olamıyor. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?" dedim.
"Hayır" buyurdular. "Yansını tasadduk edeyim mi?" dedim.
(Yine) "Hayır" buyurdular. "O halde üçte birini tasadduk edeyim
mi?" dedim. "Üçte bir? Üçte bir de çok. Şüphesiz ki senin, mirasçılarını
zengin bırakman, onları fakir, âleme el açar bir halde bırakmandan daha
hayırlıdır" buyurdular (Buharî ve Müslim).
Rasûlullah @, insanları mirasçılarının menfaatine zarar
vermemeleri hususunda uyarmıştır. Enes,
Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir mirasçısını
mirasından mahrum eden kimseyi Allah da ahirette Cennet mirasından mahrum
edecektir." (İbni Mace ve Beyhakî).
Ebu Hureyre ise Peygamber @'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Bir adam veya kadın altmış sene Allah'a muti bir hayat
yaşasalar da, ölmek üzere iken vasiyetleri ile ezâ etseler, Cehenneme
girerler." Sonra şu âyeti okudu: "...(Bu taksim) zarar verici olmayan
vasiyyet ve borçtan sonra (uygulanır)..." (4:12). (Ahmed, Tirmizî, Ebu
Davud ve İbni Mace).
Ebu Ümâme, Veda Haccında Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu
işittiğini rivayet etmiştir: "Allah, hakkı olan herkes için ona ne düşüyorsa
vermiştir, şu hâlde vârise miras yoktur." (Ahmed, Ebu Davud ve İbni
Mace). Tirmizî'de şu ilave vardır: "Çocuk, kadının kocasına atfedilir,
ancak zâni hiçbir şey almaz ve onların hesabı Allah'ın elindedir."
(Mişkât).
Amr b. Şu'ayb, babasından naklen şunu rivayet
etmiştir: As b. Vâil vasiyetinde kendi adına yüz köle bağışlanmasını istedi.
Oğlu Hi-şam elli köle salıverdi ve oğlu Amr da elli köle azad etmeye
niyetlendi. Fakat önce Rasûlullah @'e sormaya karar verdi; "Ya
Rasûlullah, babam vasiyetinde kendi nâmına yüz köle âzâd edilmesini istedi ve
Hişam onun adına elli köle salıverdi, geriye elli tane kaldı. Onun adına kalan
elli köleyi salıvereyim mi?" Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Bir
müslümamn adına âzâd edilen köleler veya adına verilen sadakalar, veya onun
adına yapılan hacc, ona ulaşacaktır!" (Ebu Davud).
Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre bir adam Peygamber @'e
gelerek: "Ya Rasûlullah! Annem âni olarak vefat etti ve vasiyyet yapamadı.
Zannederim konuşsaydı tasadduk ederdi. Acaba onun için ben tasad-duk etsem ona
bir ecir olur mu?" dedi. Rasûlullah @ "Evet" buyurdular
(Müslim).
Mahled b. Hufaf şöyle dedi: "Bir köle satın
aldım ve benim için bir şeyler kazanmasını istedim. Fakat daha sonra bedeninde
bir kusur buldum ve dâvayı Ömer b. Abdülaziz'e getirdim. Köleyi iade etmem
konusunda lehime karar verdi. Ancak onun bana kazandırdıklarını geri ödememi
istedi. Bunun üzerine Ur-ve'ye giderek hâdiseyi aktardım. Urve, Hz. Aişe'den
Rasûlullah @'in buna benzer bir dâvada kânn mesuliyet taşıyana (yani kölenin
sahibine) ait olduğu yolunda karar verdiğini duydum, bu akşam gidip bunu Ömer'e
söyli-yeyim, dedi." Mahled b. Hufaf daha sonra şöyle devam etti:
"Urve, Ömer'e gitti, böylece o da tamamen lehimde karar verdi ve kân daha
önce onu kendisi için aleyhimde karar verilen adamdan almamı söyledi."
(Şerhü's-Sünne).
Abdullah b. Mesud şöyle rivayet etmiştir:
Çifte
Minareli Medrese, Erzurum.
RasûluIIah @ şöyle buyurdu; "Birbirleriyle alışveriş yapan
iki kişi anlaşamadıklarında, karar hakkı satıcınındır. Fakat alıcı da kararı
tasdik etmede muhayyerdir." (Tirmizî).
Bir başka rivayette şöyle denmiştir: "Alış-ve-riş yapan iki
kişi anlaşamadıklarında , mal ortada ise ve hiçbir taraf dâvasını
ispatlayamı-yorsa, karar satıcınındır veya her ikisi birlikte anlaşmayı iptal
edebilir." (İbni Mace ve Darimi).
Zekat ödemek, tesbit edilmiş belli bir asgari düzeyin (nisab)
üzerinde servete sahip zengin Müslümanlara farzdır, fakat Kur'ân onun miktarı,
oranı veya muafiyet sınırlan hakkında ayrıntılı bilgi vermemiştir. RasûluIIah
@, Allah'ın elçisi ve kanun yapıcı olarak hadis, sîret ve tarih kitaplarında
bulunabilecek olan bütün ayrıntıları açıklamıştır. (Bkz.: Sîret Ansiklopedisi,
c. II, 3. ve 4. bölümler).
1- Borcun ödenmesi: "Yaptığı vasiyetten
veya borçtan arta kalanın..." (4:12) ayetini açıklamak için Peygamber
@'in, "Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi emrediyor."
(4:58) ayet-i kerimesine bakarak borcun vasiyet bırakmadan evvel ödenmesi
gerektiğine hükmettiği rivayet edilmektedir. Borcun gönüllü olarak bırakılan
vasiyete nazaran önceliği olduğuna hükmetmiştir (Buhari).
2- Yakınlara Vasiyet: Enes, Peygamber @'in bir bahçe hakkında Ebu
Talha'ya şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Onu yakınlarından fakir
olanlar arasında bölüştür. " Ebu Talha da bahçeyi çok yakınlarından Hasan
ve Ubey b. Kab'a vermiştir.
3- Kişinin Annesi Adına İnfakı: İbni Abbas
şöyle
rivayet etmiştir: "Sa'd b. Ubade'nin annesi onun yokluğunda öldü. Sa'd,
Peygamber @'e giderek: 'Ya RasûluIIah! Annem ben burada yokken öldü, onun
nâmına sadaka verirsem ona bir faydası olur mu?' dedi. Peygamber @; 'Evet'
dedi. Sa'd, 'el-Mekref adlı bahçemi onun nâmına sadaka olarak verdiğime şahid
ol' dedi." (Buharî).
4- Vakfetme: İbni Ömer'den rivayet olunduğuna
göre, babası Hz. Ömer, Rasululullah @'ın sağlığında Semğ denilen öz malı hurmalığı
vakfetmek isteyerek "Ya RasûluIIah! Ben nazarımda en güzel ve kıymetli bir
hurmalığa mâlik bulunuyorum. Hâlis kazancım olan bu malımı vakfetmek
istiyorum" diye Rasûl-i Ekrem'den sormuş. Peygamber @: "Bu hurmalığın
aslını, rakabesini vakfet!. Artık o satılmaz, hibe edilmez, vâris olunmaz,
yalnız onun mahsûlü (hak etmiş olana) infak edilir, yedirilir" buyurdu.
Ömer de bu malım o suretle vakfetti. Ve bu sadakası, Allah yolunda gaza eden
mücahidlere, esaretten kurtulmak isteyen kölelere, misafirlere, vâkıfın yakın
akrabasına meşrut idi. Bununla beraber mü-tevvelli nasb olunan kimsenin, vakfın
rakabe-sine tecavüz etmiyerek yalnız nemasından örfe göre yemesinde, yahut
dostuna yedirmesinde de günah yoktur. (Buharî ve Müslim).
Zübeyr evini vakfetmişti. Boşanmış olan kızlarına, sıkıntı
çekmemeleri için, zarar vermemek şartıyla evde oturabileceklerini, şayet
onlardan birinin yeniden evlenmesi hâlinde orada kalmaya hiçbir hakkı
olmayacağını söylemiştir. (Buharî).
5- Ölenin Borcu: Câbir b. Abdullah naklediyor: "Babam
Abdullah b. Amr, Uhud günü şehid olarak vefat etmişti. Halbuki üzerinde (yalnız
bir Yahudiye otuz vesk hurma) borç vardı. Alacaklılar haklarım istemekte şiddet
göstermeğe başladılar. Bunun üzerine Peygamber <§>'e geldim. (Durumu
arzettim). O da bunlara hurmalığının mahsûlünü kabul edip babamı üzerindeki
haklarından ibra etmelerini teklif ettim. Fakat alacaklılar bu teklıtı Kabulden
kaçındılar. RasûluIIah @ de bunlara hurmalığımı
vermedi. Ve bana; 'Sana kuşluk vakti gelirim!' buyurdu. Ertesi sabah kuşluk
zamanı geldi. Hurmalıkta dolaştı. Mahsûlün bereketi hakkında dua buyurdu. Hurma
mahsûlünü kestim. Alacaklıların haklarım tamamen verdim. Bana da hurmamdan
(bakisi, aslı gibi hiçbir şey eksilmeksizin) kaldı." (Buharî).
1- Dulun Görüşü Alınmaksızın Evlendirilmesi: Ensar kadınlarından Hansa bintü Hızâm'dan
rivayete göre, Hansâ'yı babası (Hâlid)
iznini ve rızasını
almaksızın nikahlamıştı. Halbuki Hansa dul kadındı. Rızâsı alınmak icab
ederdi. Kadın bu evliliği hoş görmeyerek Rasulullah @'e gidip şikâyet etti. (Ve
babam beni birisine nikâh etmiş, halbuki başkası ile evlenmek benim için daha
hayırlı olurdu, dedi). Peygamber @ de bu nikâhı red ve iptal etti (Buharî).
2- Kadınların Boşanma İsteme Hakkı (Hulü'): İbni Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Sabit b.
Kays'ın hanımı Peygamber @'e gelerek; 'Ya Rasulullah! Zevcim Sabit b. Kays,
ahlâkı, dini (düzgün bir kimsedir. Bu) hususta ona darılmış değilim. Lâkin ben
(zevcimi hilkaten çirkin gördüğümden) müslümanlık hayatında küfrü (icabeden
bir harekette bulunmayı) çirkin buluyorum. (Bu cihetle kocamdan ayrılmak
istiyorum)' dedi. Rasulullah @; 'Sabit'in vaktiyle mehir verdiği bahçeyi kendi
sine iade etmek ister misin?1 diye sordu. Kadın; 'Evet! Ederim' dedi.
Rasulullah @, Sabit b. Kays'a; 'Bahçeyi al, bir talakla bu kadını bırak!'
buyurdu. Kadın bahçeyi, Sabit de talakını verdi." (Buharî).
Yine İbni Abbas'dan rivayete göre: (Hz. Ai-Şe'nin cariyesi)
Berîre'nin kocası, Mugîys denilen bir köle idi. (Berîre'yi çılgınca severdi).
Hâlâ gözümün önünde görür gibiyim. Zavallı Mugîys, ağlayarak ve gözyaşları
sakalına dökülerek Berîre'nin arkasında döner, dolaşırdı. (Berîre ise hiç
hoşlanmazdı). Bir kere Peygamber @
(babam) Abbas'a: "Ey Abbas! Mugîys'in Berîre'ye aşın sevgisine,
Berîre'nin de ona olan buğzuna, nefretine hayret etmez misin?" buyurdu.
Sonra da Berîre'ye; "Keşke şu Mugîys'e rucû etsen olmaz mı?" buyurdu.
Berîre de; "Ya Rasulullah! Öyle yapmamı mı emrediyorsunuz?" dedi.
Rasûl-İ Ekrem; "Hayır! Emretmiyorum, şefaat ve iltimas ediyorum."
buyurdu. Bunun üzerine Berîre; "Öyle ise, benim o adama ihtiyacım
yoktur." dedi (Buharî).
3- Hanımın Suçlanması: Sâ'îd b. Cübeyr ŞÖyle rivayet etmiştir:
Abdullah b. Ömer'e, karısına zina isnad eden kimse hakkında hükmü sordum. İbni
Ömer şöyle cevap verdi: "Rasûl-i Ekrem, Benî Aclân'dân bir karı-ko-canın
zina töhmetinden dolayı ayrılığına hükmetti. Şöyle ki; (Ey karı-köca, Allah
bilir ki, ikinizden biriniz yalancıdır. Binaenaleyh ikinizden biriniz tövbekar
olup da mülâane (karı, koca
lânetleşmesi)den sarf-ı nazar eder mi? diye üç kere sordu. Fakat her defasında
ikisi de imtina ettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem mülâaneden sonra bu karı
kocanın ayrılığına hükmetti. Ve kocaya; Artık bu kadın üzerinde alâkan
kalmadı, buyurdu." (Buharı).
4- Nikâh'da Mehir Ödenmesi: Yukarıdaki hadîsin ikinci râvilerinden
Amr b. Dînâr rivayette şu ilâvelerin de bulunduğunu naklediyor: Bunun üzerine
erkek; "Ya Rasûlullah, ya benim hâlim (verdiğim mehir bedeli) ne olacak?"
diye sordu. Rasûlullah @; "O mal sana ait değildir. Çünkü sen kadına zina
isnadında doğru olsan bile, o malı sen, kadının ırzını kendine helâl kılmak
mukabilinde vermiştin (ve kadının olmuştu). Eğer sen zina isnadında yalancı
isen mehir malını istemek sana daha uzaktır." buyurdu (Buharî).
Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah
@ Benî Lıhyan kabilesinden bir kadının kasden düşük yapmasına kısas olarak bir
dişi veya erkek kölenin azad edilmesine hükmetmiştir. Fakat kendisine ceza
verilen kadın ölünce Peygamber @ malının kocasına ve fü-ruuna miras kalmasın?
*; cezanın asabe (öle-nin baba tarafından erkek akrabaları) tarafından
ödenmesini emretmiştir." (Buharî).
Çocuk
Doğduğu Yatağın Sahibine Aittir: Hz.
Aişe
şöyle rivayet etmiştir: Utbe b. Ebî Vakkas, kardeşi Sa'd'a vasiyet etmiş (şöyle
söylemiş): "Zem'a'nm cariyesinin oğlu ben(im sulbüm)dendir. Bu çocuğu
almalısın!" Hz. Aişe diyor ki: Mekke'nin fethi senesi (Mekke'ye
varıldığında) Sa'd b. Ebî Vakkas, çocuğu yakaladı ve; "Bu, kardeşim
Utbe'nin oğludur. Bunun nesebinin kendisine istilhâkı için bana vasiyet
etmiştir" dedi. Bunun üzerine Abd. b. Zem*a ayaklanıp; "Bu, benim
kardeşimdir, babamın cariyesinin oğludur, babamın yatağı üstünde
doğmuştur" dedi. Her iki taraf bu niza ve husûmetlerini Peygamber @'e
arzettiler. Sa'd b. Ebî Vakkas; "Ya Rasûlullah! Bu
çocuk, kardeşim Utbe'nin oğludur. Nesebinin kendisine istilhâkına dair bana
vasiyeti vardır" dedi. Abd. b. Zem'a da; "Bu, benim kardeşimdir ve
babamın cariyesi doğurmuştur; babamın yatağı üstünde doğmuştur" dedi.
Rasûlullah @; "Ya Abd b. Zem'a! Bu senindir." buyurdu. Sonra da Peygamber
@; "Çocuk, yatağın sahibinindir. Zâniye de mahrumiyet düşer." buyurdu
(Buharî).
Vârisler İçin Mal: Ebu Hureyre, Peygamber @'den şöyle
rivayet'etmiştir: "Eğer bir kimse Ölür de mal bırakırsa, malı vârislerine
gider ve eğer borç veya yetim bırakırsa biz (mesela beytü'1-mâl) onun çaresine
bakarız." (Buharî).
Gayri Müslime Pay Olmaması: Üsame b.
Zeyd'den rivayet olunduğuna göre Peygamber @: "Bir müslüman kâfire; kâfir
de müslü-mana mirasçı olamaz" buyurmuşlardır (Buharî). Abdullah b. Amr'dan
rivayet olunmuştur: Demiştir ki; "Rasûlullah @; 'İki millet ehli
birbirine mirasçı olamazlar' buyurdular" (Ahmed, Ebu Davud, Nesei ve İbni
Mace).
Kur'ân-ı Kerîm'in, emir ve yasakları açıklarken, özellikle suç
ve ceza ile ilgili emirlerin izahında kendine has bir yol izlediğine şahit
oluruz. Böylelikle insanların zihinlerinde aydınlık bir inkılâbın oluşmasına
çalışılmaktadır. Kur'ân, kendini dünyanın beşerî ceza (ta'zîr) kanunları gibi
sadece suçu ve cezayı belirtmekle sınırlamaz. Aynı zamanda insanların
dikkatini Allah korkusuna ve Hüküm Günü'nün dehşetine yöneltir; böylece suçlunun
zihnini arıtmada ve onu eğitmede bilinen bütün diğer metodlardan daha etkili
olur. Kur'ân'ın bu hikmetli ve derin metodu dünyada büyük bir inkılâb meydana
getirdi. Merhamet ve doğrulukta eşsiz ileri bir toplum tesis etti.
İslâm Ceza
Hukukunu incelemeye geçmeden önce hakkında birkaç hususu açıklamak yerinde
olacaktır. Beşerî hukukun genel kavramlarında bütün cezaların suçlarına hangi
suçla ilgisi olduğuna bakılmaksızın ta 'zîr denir. Fakat İslâm Şeriatında,
suçlar için verilen cezalar üç kategoriye ayrılır: Hudud, kısas ve tâ'zir. Bu
kavramların mânasını izah etmeden önce, bir kaç noktayı anlamak gereklidir.
tik olarak; diğer fertleri inciten ya da onlarda
yara açan bütün suçlar insanlara zulüm ve Yaratıcının sınırlarına tecavüzdür.
Bundan dolayı bu çeşit suçlara hem Allah'ın hakkı hem de ferdin hakkı dahil
edilir; çünkü böyle bir fiilin faili her ikisine de mütecavizdir. Ancak bazı
konularda ferdin hakkı, diğer bazılarında da Allah'ın hakkı ön plandadır. Cezalandırmada
İslâm Şeriatının emirleri hangi hakkın üstün olduğuna dayalıdır.
ikinci olarak; belirli bir kaç suçu hâriç
tutarsak, İslâm Şeriatı hiçbir sabit ceza belirlememiş, fakat onu her suçun zamanına, yerine ve tatbikatına göre
hâkimin ihtiyarına bırakmıştır. Ancak yönetim, bütün ülkede geçerli olmak
üzere standart bir ceza sının getirmek veya yer ve zamanın ihtiyaçlarına uygun
olarak hâkimlerin gücüne tahdit koymayı talep eder. (M. Müfti Muhammed Safi,
Ma'arif ü'l-Qur'an,c.m,sh. 115-137).
Kur'ân ve Sünnet'te cezalan belirlenmiş suçlar iki çeşittir:
Allah'ın Hakkının başta geldiği yerde, cezaya hadd (çoğulu hudud), ve ferdin
hakkının başta geldiği yerde cezaya kısas denir. Kur'ân hudud ve kısas için
cezaları açıkça belirtmiş, Rasûlullah @ de söz ve fiilleriyle onları izah
etmiştir. Hukuk dilinde hudud; Allah Hakkı için kanun tarafından belirlenmiş
cezayı ifade eder. Haddi tesis etmenin esas gayesi, insanlann mütecaviz
fiillere kalkışmalarını engellemektir Diğer taraftan ta'zîr, kanun tarafından
derecesi belirlenmemiş bir cezayı ifade eder. Bu işlenen suç, Allah'ın veya
ferdin haklarına taalluk edebilir; ancak sözle veya fiilen yapılan bu tecavüz
için hiçbir haddin belirlenmemiş olması hâlinde
ta'zîre karar verilebilir. Ferdin haklarını ilgilendiren suçların cezalarına
da kısas denir. Kur'ân ve Sünnet tarafından tesbit edilmemiş, fakat hâkimlerin
reyine bırakılmış cezalara ta'zir denir.
Ta'zîr cezalan çok hafif veya çok ağır olabilir ya da cezadan
vazgeçilebilir. Bu dâvalarda hâkimlerin yetkileri çok geniş ve şümullüdür,
fakat hududdâ hiç bir hâkimin veya yöneticinin ya da devletin daha yüksek bir
yetkilisinin Kur'ân ve Sünnet'te belirtilen cezalan en ufak bir şekilde
değiştirmeye, eksiltmeye veya artırmaya hakkı ve selâhiyeti yoktur. Zamanın,
mekânın ve durumun değişmesi bile cezayı etkilemez ve hiç kimse onu affetmeye
yetkili değildir.
İslâm
hukukunda hadler sadece beş suçta uygulanır. Yol kesmek, hırsızlık, zina ve
kati için cezalar Kur'ân'da belirlenmiştir. Beşincisi içki içmektir ki, cezası
Rasûlullah @ tarafından tesbit edilip bütün sahabilerce tasdik edilmiştir.
Tevbe bile bu hadlerin cezalannı azaltamaz; yalnız yol kesme babında, şakiler
yakalanmadan evvel tevbe ederler ve hâkimler tevbelerinin samimiyetine
inanırsa ceza uygulanmayabilir. Fakat yakalandıktan sonra yapılan tevbe ne
itimada şayandır ve ne de kabul edilebilirdir; ceza yerine getirilir.
Peygamber @ devlet tarafından hukuken hayatlarına
son verilebilecek olan diğer iki suçluyu zikretmiştir. Bunlar evli olmasına
rağmen zina eden ile müslüman olduktan sonra İslâm'ı terkeden mürteddir.
Rasûlullah @'in "dininden döneni katledin" buyurduğu rivayet
edilmektedir (Buhari).
İslâm
devletinde isyan çıkaran, Allah ve O'nun Rasûlü'ne karşı savaşan kimseler de
Rasûlullah @ tarafından ölüme mahkûm edilirdi. Usâme b. Şerik, Allah'ın
Elçisinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ortaya çıkıp ümmetim arasında
fitne çıkaran kimsenin başını kesin" (Nesei). Enes, Rasûlullah @'in (Allah'a
ve O'nun Rasûlüne karşı savaşıp İslâm'dan dönen) Urayna kabilesine mensup
adamların ellerini ve ayaklarını
kestirdiğini ve onlar ölene kadar da (kanayan uzuvlarını) dağlamadığını rivayet
etmiştir (Buhari). Rasûlullah @, evliyken zina edenler hakkında da ölüm cezası
(recm) vermiştir.
Bütün ta'zîr cezalarında, samimi ve dürüst bir şekilde tevbe
edenler için af söz konusu olabilir. Fakat hadlerde tamamen yasaktır. Hadlerde
cezalar oldukça ağır ve yerine getirilmesini icap ettiren hükümler son derece
kat'idir. Ancak, cezaların ve uygulamanın ağırlığı arasında bir denge kurmak
üzere, suçun isbatı için gereken şehadetin kabulünde sıkı şartlar konulmuştur.
Şartlardan herhangi birinin yokluğu, belirtilen cezayı ilga edecektir; meselâ
şahitlikte en ufak şüphe olması bile onu hükümsüz kılacak ve mütecavizin cezasını
iptal edecektir. Şüphenin sanığın lehine olması İslâm şeriatının ana
esaslarından-dır. Fakat böyle vak'alarda hâkimler genelde fizikî cezalar olan
ta'zîr cezaları vermeye yetkilidirler. Mesela, zinada dört yerine sadece üç
şahit bulunmuşsa ve şahitler dürüst ve güvenilir iseler hadd cezası tatbik
edilmeyecektir. Ancak hâkim belirli sayıda değnek vurma şeklinde uygun bir
ta'zîr cezası verecektir. Buna benzer olarak hırsızlıkta şayet gereken şartlar
sağlanamadı ise, hadd (elin kesilmesi) tatbik edilmeyecek, fakat tazir cezası
hâkim tarafından, değnek vurulması şeklinde verilebilecektir. (M. M. Safi,
a.g.e., c. III, sh. 115-137).
Kısas cezası da hudud gibi Kur'ân'da belirlenmiştir; cana
can, zarara eşit şartta zarar (2: 178). Yalnız, ikisi arasındaki fark şudur; hudud
Allah'ın hakkı olarak hükmedilmiştir; onu hiç kimse değiştiremez veya
affedemez. Mesela, bir hırsızlık olayında, dâvâcı (malı Çalınan kişi) sanığı
affetse ve dâvayı geri alsa bile, suçun cezası yerine getirilir ve ceza ilga
edilemez. Diğer taraftan, kisasda Kur'ân ve Sünnet tarafından kişi hakkı en
başta tanınmıştır. Bu sebeple kati suçu işlendikten sonra Ölenin yakınları
diyeti kabul edebilirler veya mütecavizi affedebilirler.
Yine bunun gibi, yaralanma olaylarındaki
kı-sasda da tazminat kabul edilebilir veya yaralanan taraf suçu
bağışlayabilir. Ancak bu olaylarda bile, devlet, yaralanan taraf affetmiş
olmasına rağmen, salt diğer insanların
Uluğ Bey Medresesi ve Minaresi, Semerkant.
haklarını korumak için bu mütecavizlere tazir cezası vermeye
yetkilidir. Bazen ülkede huzur ve nizamı tesis ve temin için bu olaylara
ta'zîr cezalan vermek gerekli olmaktadır. Ancak, normal şartlarda yaralanan
taraf sanıktan tazminat kabul ettiğinde veya onu affettiğinde, devlet
adaletin şer'i hükümlere göre uygulanması keyfiyetine karışmaz ve sanık
serbest bırakılır. (M. M. Safı, a.g.e).
Kısas: İslâm, Kur'ân'da tarif edilmiş belli başlı suçlardan
mahkûm edilenleri cezalandırma konusunda son derece kat'i kurallara sahiptir.
Rasûlullah @, Allah'ın hududu ve O'nun tarafından Kitab'ında ortaya konan ceza
hükümleri ile ilgili meselelerde hiç bir zaman tâviz vermezdi.
Kati: Kur'ân, cinayet davalarında şu sözlerle
âdil bir karşılık ister: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas
size farz kılındı. Hür ile hür insan, köle ile köle, kadın ile kadın..."
(2:178). Bu ayette, adaletin talebini harfiyen karşılamak için insan hayatının
değerinin eşitliği ilkesi konmuştur. Diyet ve verilen ceza, öldürülenin veya
Öldürenin statüsüne göre tesbit edilmez. Bu sebeple katilin diyet ödemeye
mecbur kılınması açıkça emredilmiştir... Zâlim ve adaletsiz yöneticilere ve
cahiliye devrinin uygulamalarına karşı korumak için katilin veya katledilenin
mevkiine ya da kabilesine bakılmaksızın; katledilenin canına karşılık yalnız
katledenin canının alınması takdir edilmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c. I)
En'am suresinde şu ifadeleri okumaktayız: "...
ve haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın!..." (6: 151) Bu;
insan hayatının dokunulmazlığının Allah tarafından beyanıdır. Allah, bunu
ihlâl edilemez temel bir ilke olarak koymuştur. Kur'ân'da üç durumda öldürmeye
izin verilir: Bir kişiyi öldürenin veya Allah ve Rasûlüyle savaşanların ve
yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların caiz olduğu üç sınıf insan şunlardır:
1- Bİr başkasını taammüden öldürmekten suçlu bulunan kişi.
2- İslâm'a karşı gelen, onun tesis edilmesini engelleyen,
böylece kendisiyle savaşmaktan başka yol bırakmayan kişi.
3- İslâm ülkesinde bozgunculuk yapan ve İslâm devletini
yıkmaya teşebbüs eden kişiler. Daha sonra Rasûlullah @ bunlara iki sınıf insan
daha eklemiştir:
4- Evli iken zine fiilini işlediği isbatlanan kişi;
5- Mürted olan ve İslâm toplumunu terkeden kişi. Bunlar,
Rasûlullah @'in sözleriyle delülendirilmiştir.
Hz. Aişe, Rasûlullah @'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna
şehadet eden Müslümanın kanı sadece üç sebeple akıtılabilir; evlilikten sonra
zina etmek -ki recmedilir-, Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşmak -ki öldürülür-;
elleri ayaklan çaprazlama kesilir veya sürgün edilir-, adam öldürme -ki karşılığında
öldürülür." (Ebu Davud).
Bu Suçun Şenaati: Cinayet, bir kişinin insanlığa karşı
işleyebileceği suçların en kötü-südür. Bu sebeple Allah ve O'nun Elçisi tarafından
derin nefretle karşılanmıştır. Hesap gününde ele alınacak ilk meselenin bu
olacağı bildirilmektedir.
Abdullah b. Mes'ud Rasûlullah @'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet gününde insanlar arasında ilk
hüküm kanlar hakkında verilecektir." (Buhari ve Müslim). Yine Peygamber @
şöyle buyurmuştur: "Bir mü'minin kanını dökmekte bütün arzın ve semavâtın
varlıklarının payı olsaydı, Allah onların hepsini cehenneme koyardı."
(Tirmizî)."Bir başka hadîste şöyle buyurul-maktadır: "Allah için
dünyanın sona ermesi bir mü'minin öldürülmesinden daha az ene-miyetlidir."
(Nesei, Tirmizi ve İbni Mace)
İbni Abbas,
Rasûlullah @'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet gününde, öldürülen kişi şahdamanndan kan damlar vaziyette, katili
perçeminden tutarak ve tahtın yakınına gelene dek; 'Rabbim! Bu beni öldürdü'
diyecek." (Tirmizî, Nesei ve İbni Mace).
Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuştur: "Allah her günahı
affeder, yalnız müşrik olarak ölen ve kasden adam öldüreninki müstesna."
(Ebu Davud ve Nesei). Câbir, Rasûlullah @'in; "Diyeti kabul ettikten sonra
Öldüren kimseyi affetmem" buyurduğunu rivayet etmiştir (Ebu Davud).
Ebu Hureyre, Rasûlullah @'dan şöyle rivayet
etmiştir: "Eğer bir kişi bir mü'minin öldürülmesine yarım bir sözle bile
yardım etse, Allah'ın huzuruna alnında (Allah'ın rahmetini kaybetmiştir)
yazısıyla çıkacaktır." (îbni Mace).
Kur'ân, çocukları öldürmek gibi iğrenç bir suçu şöyle ifade
etmektedir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi
günah(ı) yüzünden öldürüldü?' diye." (81:8-9).
Kur'ân, masum kişilerin Öldürülmesine karşı insanları uyarmakta,
bu dünyada kanunî cezası çekildiği gibi, ahirette de ağır bir şekilde
cezalandırılacağını açıklamaktadır:
"Her kim bir mü'mini kasten Öldürürse onun cezası,
içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanet
etmiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır!" (4: 93). îsrâ
suresi'nde şu ifadeleri okumaktayız: "Allah'ın haram kıldığı canı haksız
yere öldürmeyin. Kim zulmen öldürülürse, onun velisi (olan mirasçısına yetki
vermişizdir (öldürülenin hakkını arar. Ancak o da) öldürmede aşın
gitmesin..." (17: 33).
a- Amr b. Şuayb babasından, o da babasından
nakille Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şayet bir
kimse bir başkasını kasden öldürürse, o kimsenin ailesine teslim edilir.
Dilerlerse onu öldürürler veya diyeti kabul ederler... Onunla istedikleri anlaşmayı
yapmaya kendileri karar verirler." (Tirmizi).
b- Ebu Şureyh el-Huzaî Allah'ın Rasû-lü'nden şöyle işittiğini
rivayet etmiştir: "Bir yakını öldürürülen veya yaralanarak (bundan dolayı)
muzdarip kalan kişi üç şeyden birini seçebilir. Fakat bunlardan fazlasını
isterse ona izin vermeyin; Kısas isteyebilir, affedebilir veya diyet alabilir;
ancak bunlardan birisini kabul ettikten sonra daha fazlasını isteyen ebediyyen
cehenneme gider." (Darimî).
Bu âyet ve hadîs esas davacının devlet değil Öldürülen kişinin
velisi olduğunu göstermektedir. Veli, Öldürenin canını almak yerine diyeti
kabul etme yetkisine sahiptir. Fakat suçluyu bizzat öldürerek cezayı
uygulamaya yetkili değildir. Cezayı uygulamak sadece İslâm devletinin
sorumluluğu altındadır ve bu sebeple öldürülen kişinin velisi adaleti devletten
isteyecektir. Bu meseleleri ele almada ve iki taraf arasında ayrım yapmaksızın
adaleti uygulamada halkın temsilcisi olarak devlet esas yetkilidir. Bu ilke
Rasûlullah @ tarafından şu sözlerle açıklanmıştır: "Velisi olmaya nın
velisi benim". Yani kendi haklarını korumaya muktedir olamayan
vatandaşlar velileri ve haklarının koruyucusu olarak onu (İslâm Devletinin başı
olduğu için) bulacaklardır. (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI).
Adam öldürmek Allah katında çok şen'i bir suçtur. Kur'ân-ı
Kerîm'de bundan şu şekilde bahsedilmektedir: "...Şöyle yazdık: Kim, bir
cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse,
sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu(n hayatını kurtarmak
suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur..." (5: 32). Bu
âyet insan hayatının dokunulmazlığını vurgulamaktadır. İnsan hayatının
korunması ve kollanması için herkesin diğerinin hayatını kutsal kabul etmesi ve
onu korumaya yardım etmesi şarttır. Bir başkasının canını haksız yere alan bir
kişi yalnızca ona karşı zulüm etmiş olmakla kalmaz, yanısıra insan hayatının
dokunulmazlığı ve diğer insanlara merhamet gibi duygulardan mahrum olduğunu
göstermiş olur. Böylece o bütün
insanlığın düşmanıdır; şayet her fert aynı kalp katılığına sahip olsaydı
insanlığın sonu gelirdi. Diğer taraftan, bir kişi tek bir insan hayatını
korursa, gerçekte bütün insanlığı korumuş gibi olur; çünkü üzerinde insanlığın
bekasının bağlı bulunduğu iyi Özellikleri taşımaktadır.
Bir kişiyi öldürme suçunun ciddiyetine ve ağırlığına paralel
olarak Allah bu suç için çok şiddetli bir ceza uygun görmüştür: "Allah ve
rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmağa çalışanların cezası:
(ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi
veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri
rezilliktir. Ahirette ise onlara büyük azâb vardır. Ancak sizin onları (yenip)
ele geçirmenizden önce tevbe edenler olursa (bilin ki) Allah, bağışlayan,
esirgeyendir." (5:33-34).
Ayetlerde hâkimlere sözkonusu suçun cezalandırılmasında
seçenekler sunulmaktadır. Böylece hâkimler içtihadlarına göre suçun mahiyetine
ve işleniş şeklinin ağırlığına göre ceza
verebilirler. Ayrıca suçun şartlarına göre ölüm de dahil bu cezaların
herhangi birine çarptırılabileceği mütecavize açıkça belirtilmiş olmaktadır.
(The Meaning ofîhe Qur'an, c. III).
Hataen ölüm: Kasdî olmayan ve hata sonucu
meydana gelen kati olaylarında, Kur'ân'da şu genel kural zikredilmektedir:
"Bir mü'min, bir mü'mini öldüremez, ancak yanlışlıkla olursa başka.
Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle âzâdetmesi ve ölenin
ailesine de bir diyet vermesi gerekir. Eğer (ölenin ailesi), bağışlar (diyetten
vazgeçerlerse başka. (Öldürülen) mü'min, düşmanınız olan bir topluluktan ise
mü'min bir köle âzâdetmesi gerekir. Ve eğer sizinle kendileri arasında andlaşma
bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü'min bir köle
âzâdetmek lâzımdır. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin
kabulü için, ard arda iki ay oruç tutması gerekir. Allah bilendir, hikmet
sahibidir." (4: 92).
Burada şu husus belirtilebilir: Bir köle
azad etmek, diyet ödemek veya aralıksız iki ay oruç tutmak birer ceza değil,
fakat suçun bağışlanması için birer kefarettir. İkisinin arasındaki fark
şudur: Bir ceza verildiğinde, kişide hiç bir pişmanlık, vicdan azabı, eziklik
ve nefsini ıslah olmaz. Onun yerine bir yeis, nefret ve istikrah duygusu olur.
Ceza, ardında nefret ve acı bırakır. Allah, işte bu yüzden kefaret ve tevbeyi
emretmiştir; böylece mütecaviz salih ameller, dindarlık, vazifeyi yerine
getirme gibi davranışlarla nefsini tezkiye edip nedamet ve vicdan azabı içinde
Allah'a yönelebilir. Bu yolla, günahkâr sadece şimdiki suçunun kefaretini
ödemiş olmakla kalmayacak, gelecekte de bu şekildeki günahlardan sakınacaktır.
(The Meaning of the Qur'an, c. II).
Diğer Yaralar İçin Kefaret: İslâm, bir kişinin vücudundaki
değişik yaralar için yaranın yapısına ve büyüklüğüne göre değişik hükümler
koymuştur. Kur'ân kısas ilkesini şu ayetle açıklamaktadır: "Onda
(Tevrat'ta) onlara; cana can, göze göz,
buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme)
yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o kendisi için kefaret
olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zâlimler onlardır."
(5: 45). Bu âyet bir kişi tarafından herhangi bir kişide açılan her yara ve
sebep olunan her zarar için verilecek cezayı açıkça tayin etmektedir. Mütecavize
diğer kişide açtığı yaranın aynısı açılır; ne fazla ne de az. Peygamber @,
İslâm'da kısas hükmünü şu sözleri ile özetlemiştir: "Bir kimse kölesini
öldürürse biz de onu öldürürüz, bir kimse kölesinin uzvunu keser veya onu
sakatlarsa biz de onun uzuvlarını keser veya sakatlarız." (Tirmizi, Ebu
Davud, İbni Mace ve Darimi).
İntihar:
İslâm nazarında intihar, kişinin kendine karşı işlediği çok ağır bir suç
olarak kabul edilir; cezası ise cehennemdir. Ebu Hu-reyre, Peygamber @'in
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kendini bir tepeden aşağıya atarak
Öldüren kişi cehennem ateşine atılacak ve orada ebediyen kalacaktır; kendisini
bir demir parçasıyla (kılıç veya bıçak) öldüren kimsenin eline o demir parçası
verilecek, bu demir parçası karnına saplanmış şekilde cehennem ateşine girecek
ve orada ebediyen kalacaktır." (Buhari ve Müslim). Rasûlullah @'den şu
hadîs de rivayet edilmiştir: "Kendini asarak öldüren kimse cehennemde de
Öyle yapacak. Ve kendisine mızrak saplayarak ölen cehennemde Öyle
yapacak." (Buhari).
İrtidat:
İslâm'dan dönen ve tevbe etmeyen, hatta İslâm'a savaş açıp bozgunculuk yapanlar
da katil olarak kabul edilirler. "Eğer andlaşma yaptıktan sonra andlarım
bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle hemen savaşın. Çünkü
onların andları yoktur; belki (böylece küfürden) vazgeçerler." (9:12). Ve
Nahl sûresi'nde şu ifadeler yer almaktadır: "İnandıktan sonra Allah'ı
inkâr eden, -kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil, fakat
küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan)- kimselere Allah'tan bir gazap iner ve onlar için büyük
bir azâb vardır." (16: 106).
Daha Önce "Kişinin Hayat Hakkının İhlâli" başlığı
altında açıklandığı gibi ölüm cezası İslâm'ı terkeden ve tekrar küfre dönen
herkes için takdir edilmiştir. Rasulullah @'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Bir köle kaçar ve müşrik olursa, katli caizdir." (Ebu
Davud). Yine şöyle buyurmuştur: "Sihirbaza verilecek ceza kılıç
darbesidir." (Tirmizi).
Mürtedlerin Öldürülmesi Rasulullah @'in hadîsleri ile tasdik
edilmiştir. Hz. Ali, Allah'ın Rasûlü'nün şöyle dediğini işittiğini rivayet
etmiştir: "Son zamanlarda, genç ve ahmak insanlar zuhur edecek, en güzel
sözleri konuşacaklar, fakat imanları boğazlarından Öteye gitmeyecek. Onlar
dinden okun yaydan çıktığı gibi çıkacaklar. Onlara nerede rastlarsanız
öldürün, çünkü kıyamet gününde onları Öldürene mükâfaat verilecektir."
(Buhari ve Müslim).
İkrime'nin
naklettiğine göre, Hz. Ali'ye bağlı bir topluluk, (kendisinin ulûhiyetini iddia
eden Abdullah b. Sebe'nin bağlılarını ateşle yakmış, İbni Abbas bunu
duyduğunda: "Eğer ben (Ali'nin yerinde) olsaydım bunları yakmazdım. Çünkü
Peygamber @; 'İnsanları (yakarak) Allah'ın azâbıyle cezalandırmayın' buyurdu.
Yine ben (Ali'nin yerinde olsaydım) onları muhakkak öldürürdüm. Nasıl ki Peygamber
@; 'Her kim dinini (ki, Müslümanlıktır) değiştirirse, onu hemen öldürünüz' demiştir."
(Buhari).
İsyan
(Allah'a ve Rasûlüne Karşı Savaşmak): Kurulu İslâm nizamına karşı isyan etmek
ve yeryüzünde fesat çıkarmak suçlarına aynı ceza uygun görülmüştür: "Allah
ve rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmağa çalışanların
cezası: (ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz
kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada
çekecekleri rezilliktir. Âhirette ise onlara büyük azâb vardır. (5: 33).
Bu husus da daha önce "Kişinin Hayat Hakkının
İhlâli" başlığı altında izah edilmişti. Buhari'de yer alan bir rivayet de
şöyledir: Ukl ve Ureyne kabilelerinden bîr kısım yoksul halk Medine'ye gelerek
İslâm'ı kabul ettiler. Aynı zamanda hastalıklı olduklarından bunları Peygamber
@ zekât develerinin bulunduğu Gâbe ormanına göndermiş, orada bol süt içip hava
alarak sıhhatlerine kavuşmalarına çalışmıştı. Fakat bu vahşîler biraz canlanıp
şifa bulunca irtidat edip çobanları kesmişler, develeri sürüp götürmüşlerdi.
Hz. fey-gamber @ bundan haberdar olunca, arkalarından bir grup göndererek
onları yakalatmıştı. Hepsi de, bir öğle sıcağında elleri, ayaklan kesilerek
Medine'nin Harre denilen taşlık mevkiine bırakılmış ve bu hâlde ölmüşlerdir
(Buharı). Rasulullah @'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ümmetimin arasında
fitne çıkaran kişinin boynunu vurun!" (Neseî). Allah'a ve Rasûlü'ne karşı
savaşmanın, yeryüzünde bozgunculuk yapmanın ve müesses İslâm dveleti-ne karşı
harbetmenin cezası ölümdür.
Bu meselenin günümüz insanının istifadesi için
izahı gereken pek çok hukukî, ahlâkî ve tarihî veçhesi vardır. Bu sebeple söz
konusu hususları aşağıda çeşitli veçheleriyle ele alacağız.
1- Genel manada zina; aralarında meşru
bir evlilik bağı olmadan bir erkekle bir kadın arasında vuku bulan cinsî
münasebettir. Tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar bütün sosyal
sistemlerdeki görüşler arasında bu fiilin ahlaken şerir, dinen günah, sosyal
olarak kötü ve çirkin olduğu hususunda tam bir ittifak vardır. Ahlâkî
anlayışlarını şehvetlerine tâbi kılmış veya kendi yanlış yollarında,
yaklaşımlarıyla 'orijinal' ve 'felsefî' olmaya çalışan sapık kişiler hariç, hiç
kimseden muhalif bir ses çıkmamıştır.
2- Zina daima bir çirkinlik olarak kabul edilmesine
rağmen, onun kanunen cezalandırılacak bir suç olup olmadığı konusunda görüşler
değişiktir. Bu noktada İslâm diğer dinlerden ve hukuk sistemlerinden
ayrılmaktadır. İnsan fıtratına yakın bütün sistemler kadınla erkek arasındaki
gayri meşru ilişkiyi ciddi bir suç saymışlar ve karşılığında ağır cezalar öngörmüşlerdir.
Fakat ahlâkî seviyedeki bozulma ile birlikte bu tavır giderek zayıflamış ve bu
suç giderek müsamaha ile karşılanır olmuştur.
Bu hususta yapılan ilk genel hata, bekârken yapılan zina ile evli iken
yapılan zina ayrımıdır. İkincisi cezalandırılabilir bir suç olarak görülürken,
ilki sadece basit bir suç olarak görüldü.
3- Çeşitli hukuk sistemlerinde zina; "Evli bir şahsın,
eşinden başkasıyla cinsî münasebette bulunması" şeklinde tarif edilmektedir.
Ceza kanunları ise, kadının, kocasından başka bir erkekle cinsî münasebette
bulunması hâlinde zina suçunun varlığından bahsetmektedirler. Bu tarif,
erkekten çok kadının durumunu göz önünde bulundurmaktadır. Şayet bir
kadın kocasızsa, onunla kurulan gayri meşru ilişki erkeğin evli olup olmadığına
bakılmaksızın zina olarak kabul edilir. Mısır'ın, Babil'in, Asur'un ve Hind'in
kadim kanunları buna çok hafif cezalar vermişlerdir. Aynı cezalar kadim
Yunanlılar ve Romalılar tarafından da benimsenerek, daha sonra da bu konudaki
Yahudi görüşünü etkilemiştir. Eski Ahid'e göre böyle bir suç karşılığında
sadece para cezası öngörülür. (Çıkış, 22:16-17 ve Tesni-ye, 22: 28-29). Yahudi
hukukunda; eğer hahamın kızı ahlâksızlık yaparsa yakılarak cezalandırılır;
onunla ilişki kuran erkek de boğulur. (Everyman's Talmud, sh. 319-320). Bu
ceza Hindu kaynaklı Manu Kanunları'nda (Aşlok 377) açıklanan cezaya çok
benzemektedir.
4- Bütün bu
hukuk sistemlerinde ancak evli bir kadınla kurulan gayri meşru ilişki gerçek ve
büyük suçtu. Onu suç olarak değerlendirmede belirleyici faktör kadınla erkek
arasındaki gayri meşru ilişki değil; çocuğun, gerçek babası olmayan bir adam
(kadının gerçek kocası) tarafından yetiştirilmesi ihtimali gibi istenmeyen
bir durumun ortaya çıkabilir olmasıydı. Bu sebeple; zinayı suç, kadını ve erkeği
de suçlu olarak kabul etmenin hakiki temeli zina fiilinin kendisi değil, fakat
gelecek nesillerin karışma tehlikesinin, bir başkası hesabına onun çocuğunu
yetiştirme ve malını ona miras bırakma ihtimalinin olmasıdır. Mısır hukukunda
erkek sopalarla ağır şekilde dövülürken kadının da burnu kesilirdi. Benzeri uygulamalar
Babil, Asur ve İran'da da vardı. Hindularda kadın köpeklere atılarak parçalanır,
erkek ise diri diri yanması için etrafı ateşle çevrili kızgın bir demir yatağa
konurdu. Yunan ve Roma hukukunda, önceleri, karısı zina eden erkeğe karısını
öldürme hakkı tanınıyordu. Erkek ayrıca maddî tazminat da talep edebilirdi.
5- Yahudi hukukunda, evli bir kadınla
gayri-meşru ilişkinin cezası Ölümdür. (Levililer, 20:10, Tesniye 22:22 ve
23-26). Ancak İsa al
eyhis selâmın
gelişinden çokönce, Yahudi âlimler ve hukukçular bu kanunları uygulamayı hemen
hemen terkettiler. Eski Ahid'de yazılı bu kanunlar ilâhî emirler olarak kabul
edilmesine rağmen hiç kimse onları pratikte uygulamaya meyletmiyordu. Bütün
Yahudi tarihi boyunca bu emrin infaz edildiği tek bir örnek bile yoktur.
6- Bir zina olayı üzerine Yahudilerin İsa aleyhi s
selâmdan bu olay hakkında hüküm sormuş olmaları ve Hz. İsa'nın; "Ona ilk
taşı içinizden günahsız olan atsın." (Yuhanna 8:1-2) demiş olması
Hristiyanlarm zina suçu hakkında büsbütün hatalı bir anlayış geliştirmesine
sebep olmuştur. Onlara göre bekâr bir erkekle bir bakirenin gayri meşru
ilişkisi günahtır, fakat cezalandırılacak bir suç değildir. Ancak eğer
onlardan biri (veya her ikisi) evli ise, bu zinadır ve suç kabul edilir. Bunun
suç oluşu, ilişkinin gayri meşruluğundan değil, fakat papaz önünde ettikleri
sadakat yeminine aykırı davranmış olmalarından dolayıdır. Bununla birlikte
kadına, zina etmiş olan kocasını mahkemeye verip, sadakat yeminini bozduğundan
dolayı dava etme ve boşanmayı talep hakkı tanımanın dışında bu suç için öngörülmüş
bir ceza da yoktur. Diğer yandan zina eden kadının kocası da karısından boşanma
talebiyle dâva açabilir ve karısıyla gayri meşru ilişkide bulunmuş kişiden
tazminat isteyebilir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. VIII).
1- Bütün bu anlayışların aksine İslâm Huku-ku'nda zina,
cezalandırılacak bir suç olarak ele alınır. Ve zina fiilinin evli (muhsan) bir
kişi tarafından işlenmesi kanun önünde suçu daha fazla artırır. Bunun sebebi
kadın ve eke-ğin ettikleri sadakat yeminini ihlâl etmiş olması veya
diğerlerinin evliliğe ait haklarına el uzatılmış olması değil; suçlunun,
arzularını tatmin için meşru bir yol varken gayri meşru yola başvurmuş
olmasıdır. İslâm Hukuku zinayı, müsamaha
edildiğinde insanoğlunun ve medeniyetin köklerine darbe vuracak bir fiil olarak
görmektedir. Nesil emniyetinin sağlanması ve medeniyetin sağlam kalabilmesi
için daha önce açıklandığı üzere, erkek ve ka-dm arasındaki ilişkilerin hukukî
ve güvenilir usûllerle düzenlenmesi şarttır. Cinslerin serbestçe birbirlerine
karışmasına fırsat verilecek olsa bu ilişkiyi tahdid etmek mümkün olmayacaktır.
Çünkü cinsî arzularım aile hayatı olmadan da serbestçe tatmin etme fırsatına
sahipse hiçbir erkek ve kadın aile hayatının ağır yükünü taşıma sorumluluğuna
hazır olmayacaktır. Bu durumda; aile hayatı, insanlar biletsiz yolculuk
edebilecekken yolculuk için bilet satın almaları kadar anlamsız olacaktır.
Bilet yalnızca biletsiz yolculuk etmenin suç olduğu beyan edildiğinde şarttır.
Eğer bir kimse bilet alacak parası olmadığından dolayı biletsiz yolculuk
ediyorsa, daha az derecede de olsa suçludur. Fakat zengin bir kişi buna
tevessül ederse, suçu daha da ağırdır.
2- İslâm insanlığı zina tehdidinden kurtarmak için sadece cezaî
tedbirlere güvenmez. Daha geniş düzeyde yapıcı, düzeltici ve önleyici tedbirler
alır. Cezayı sadece son çare olarak görür. İslâm insanların bu suçu irtikaba devam
etmelerini ve gece-gündüz değnekle dövülmelerini istemez. Onun gerçek hedefi,
insanların bu suçu hiç işlememesi ve nihai cezaya başvurulmayı gerektirecek
durumların hiç ortaya çıkmamasıdır. Bu gayeyle, İslâm ilk olarak insanı tezkiye
eder: Onu Kadir ve Âlim olan Allahm korkusuyla yoğurur. Ona her yaptığmdan
dolayı ahirette hesaba çekileceği ve ölümün bile kendisini azâbdan kurtaramayacağı
hassasiyetini telkin eder. Onu, kendini İlâhî Kamın'a itaate mecbur hissettirir.
Sonra onu zina ve iffetsizliğin Allah'ın kendisini ağır sorguya çekeceği şer'î
suçlardan olduğu konusunda defalarca uyarır. Üstelik İslâm bir insanın
evlenmesi için mümkün olan bütün kolaylıkları sağlamıştır. Tek bir kadınla
yetinemeyenler için, dört kadına kadar evlenmeye ruhsat verir. Şayet kan-koca dostça geçinemiyorlarsa,
ayrılmak için şartlar vardır, ikisi arasındaki bir anlaşmazlık durumunda
birleştirilmeleri için her iki tarafın aile fertlerinin müdahale etmesi söz
konusudur. Bu yol, başarısızlığa uğrarsa mahkemeler aracılığıyla ya yeniden
birleşirler, ya da ayrılırlar ve istedikleri zaman yeniden evlenirler. Bekâr
veya dul kalmak iyi ve doğru bir hâl olarak kabul edilmez.
3- İslâm, insanları zinaya götürebilecek veya fırsat verecek
bütün faktörlerin önüne sed çeker. Kadınlara dış elbiselerini üzerlerine almaları
emredilmiştir (33: 59). Rasûlullah @'in hanımlarına da evde oturmaları ve ziynetlerini
göstermemeleri söylenmiştir (33: 33). Yine, kadın ve erkeğin serbestçe bir arada
olması engellenmiş, kadınların ziynetleri ile ve süslenerek dışarı çıkması
yasaklanmıştır (24: 31). Erkeklere ve kadınlara, serbestçe ve sınırsız
bakmalarının sebep olacağı marazî sevginin oluşmasını önlemek için harama
bakmaktan sakınmaları emredilmiştir. (24: 30-31). Ancak bütün bu ve benzeri
tedbirler alındıktan
sonra, zina cezalandırılacak bir suç olarak beyan edilmişve iffetsizliğin
herhangi bir yolla yayılması da yasaklanmıştır.
4- Zina, aile müessesesine karşı sosyal bir suç ve
cezalandırılacak bir cürüm olarak ele alın-mıştr (24: 2). Fakat, bu cürümden
suçlu olan kişileri cezalandırmadan evvel delil getirmek şarttır. Nisa Sûresi,
bütün vakalarda dört kişinin şahitliğinin gerekli olduğunu açıkça belirtmektedir
(4: 15). Âyette öngörülen ceza, bekârlar arasındaki cinsî münasebet ile ilgilidir.
Bekârın Zina Fiili: Bu, İslâm'da ceza gerektiren bir suç
olarak kabul edilmektedir. "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her
birine yüz değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanan(insan)lar iseniz
Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tut(up
engelle)mesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan azaba şâhid olsun."
(24: 2). Evli cariyeler için ise: "...Evlendikten sonra bir fuhuş
yaparlarsa onlara hür kadınlara edilen azabın yarısı (uygulanır)..." (4:
25).
Evlilerin Zina Fiili: Ebû Hureyre ile Zeyd b. Hâlid-i
Cühenî'den rivayet olunduğuna göre bedevilerden biri Rasûlullah @'e gelerek:
"Yâ Rasûlullah! Allah aşkına benden hakkımda ancak Allah'ın Kitabı ile
hüküm vermeni dilerim" dedi. Ondan daha anlayışlı olan diğeri:
"Evet, aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve bana müsaade buyur"
dedi. Rasûlullah @: "Buyur" dedi. Adam: "Gerçekten benim oğlum
bu adamın yanında çalışıyordu. Ve onun karısı ile zina etti. Ben oğlumun
recmedileceğini haber aldım da, onun adına yüz koyunla bir câriye fidye vejdim.
Daha sonra bilenlere sordum; oğluma yüz değnek ile bir sene sürgün lâzım
geldiğini, bunun karısına da recm icabettiğini bana haber verdiler" dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah @: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, aranızda behemehal Allah'ın Kitabı ile hükmedeceğim; câriye ile
koyunlar sana iade olunacak; oğluna da yüz değnek ve
bir sene sürgünlük gerek. Ey Çnescik,
haydi şu adamın karısına git. Eğer itiraf ederse onu recmediver."
buyurdular. (Buhari ve Müslim).
gbu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: "Günün
birisinde Mescide birisi gelerek: 'Ya Rasûlullah! Ben zina ettim; icâbını icra
ediniz!' diye seslendi. Rasûlullah @ bundan yüzünü çevirip dinlemek istemedi.
Fakat adamcağız dört defa ısrar etti. Bunun üzerine Rasûlullah @ vaziyeti
kurtarmak için: 'Be adam, aklından rahatsız mısın?' diye bir kurtuluş yolu
göstermek istedi. Adam 'Hayır!' dedi. 'Evli misin?' diye sordu. 'Evet' diye
cevap alıncaAllah'm Rasûlü; 'Artık recmedi-niz!' dedi" (Buhari).
İbni
Abbas'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Maiz b. Mâlik, Rasûlullah @'e
geldiği vakit kendisine: "İhtimal öpmüş veya sıkmış yahut
bakmışsmdır" buyurdular. Maiz: "Hayır ya Rasûlullah!" dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah @: "Kılıcın kınına girmesi gibi onunla ilişkide
bulundun mu?" diye sordu. Öyle olduğu şeklinde bir cevap alınca onun
recmedilmesi için emir buyurdu (Buhari ve Müslim).
Va'il b. Hucr rivayet etmiştir:
"Rasûlullah @'m devrinde bir kadın isteği hilâfına zorlanmıştı.
Rasûlullah @ kadından cezayı kaldırdı ve ona tecavüz edene ceza verdi. Evli
olduğu için adamın Ölene dek recmedilmesinİ emretti." (Tirmizi ve Ebu
Davud).
Evli iken zina fiilini irtikap edenlerin
recme-dilmesinin emredildiğini hiçbir şüpheye meydan vermeyecek şekilde ispatlayan pek
çok hadîs-i şerif vardır.
Yukarıda geçen beş çeşit suçun İslâm Huku-ku'nda ölümle
cezalandırıldığına şüphe yoktur. Rasûlullah @ bir kez bir suç işlenip kendisine
haber verildiğinde kat'i olarak cezanın tatbikini istemiştir. Bu sebeple de
insanlara başkalarının hata ve günahlarını araştırmamalarını veya
affetmelerini tavsiye etmiştir. Rasûlullah @'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Aranızda olan suçlan
karşılıklı olarak bağışlayın, haddi gerektiren suç bana ulaşırsa (haddi yerine
getirmek) vacip olur." (Ebu Davud, Nesei).
Hz. Aişe, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İyi hâl sahiplerinin ayak sürçme kabilinden kusurlarını, haddi gerektiren
suçları hâriç, bağışlayıverin." (Ebu Davud). Hz. Aişe'nin bu konudaki bir
başka rivayeti de şöyledir: "Müslümanların cezalarını mümkün
olabildiğince affedin; şayet bir yolu varsa onları serbest bırakın. Çünkü lider
(imam) için affetmede yapacağı hata, cezalandırmada yapacağı hatadan
hayırlıdır." (Tirmizi).
Kazf Kanunu: Kazf, aşağıya alınan Kur'ân
ayetlerinde de belirtildiği gibi zina ile suçlama fiilidir: "İffetli
kadınlara zina isnad edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek
vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.
Ancak bundan sonra tevbe edip usla-nanlar hâriç. Çünkü Allah çok bağışlayan,
çok merhamet edendir." (24: 4-5). Âyetlerde kullanılan kelimeler açıkça
göstermektedir ki kazfm delâlet ettiği mana genel bir iftira çeşidi değil,
fakat hususen namuslu bir kadının iffetine karşı zina suçu ile iftirada
bulunmaktır. Dört şahit bulma şartı bu
görüşü kuvvetlendirmektedir. Alimler bu ayetin zina suçlaması ile ilgili
hükmü açıkladığı konusunda ittifak halindedirler. Kazf kelimesi burada münasip
olduğu için kullanılmıştır. Böylece bu hükmün; hırsızlık, içki içmek, faiz
alıp-ver-mek gibi... suçlamaları kapsaması önlenmiştir.
Âyet sadece
iffetli kadınlardan (muhsenat) bahsetmesine rağmen, fıkıhçılar hükmün kadınlara
yapılan iftira ile sınırlı kalmadığını, fakat erkeklerin iffetine karşı yapılan
iftiraları da ihtiva ettiğini kabul etmişlerdir. Yine bunun gibi iftiracı için
sadece müzekker isim kullanılmıştır, ancak müennes iftiracıları da kapsar.
Suçun şenaati ve ağırlığı göz önünde tutulduğundan iftiracının erkek veya kadın
olması farketmez. Dolayısıyla, her iki halde de faziletli bir erkek veya
kadına, bir erkek veya kadının zina iftirasında bulunması aynı hükmün ilgi
alanına girer. (The Meaning of the Qur'an, c. VIII, sh.
86-87).
Li'ân Kanunu: Kazf kanunu bir başka erkek veya kadına zina
iftirasında bulunan ve iddiasını delillendirecek şahit bulamayan kişilere
verilecek cezayı tayin etmektedir. Ancak bunun sonucu olarak, şu soru tabiatı
ile ortaya çıkmaktadır; "Bir adam kendi karısını zina fiili üzere
yakalarsa ne yapmalıdır?" Aşağıya alınan âyet mealen bu nevi olayların
nasıl halledileceğini göstermek üzere inzal olmuştur ki buna li'ân kanunu
denir:
"Eşlerine (zînâ suçu) atan ve
kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimseler(e gelince): Onlardan
herbirinin şahitliği, dört defa Allah'a yemin edip, kendisinin mutlaka doğru
söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek(şek-linde)dir. Beşinci defa da: Eğer
yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler.
Kadının da dört defa Allah'a yemin edip kocasının, mutlaka yalan söyleyenlerden
olduğuna şahitlik etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defa da: Eğer
kocası, doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler."
(24: 6-9).
Bu muameleye İslâm hukuku'nda li'ân (lânetleşme)
denir. Bir adam kendi karısının zina ettiğini söyler de kendisinden başka şahit
bulamazsa, hâkimin huzurunda dört defa: "Billahi, ona attığım sözde doğru
olduğuma şahitlik ederim" der. Beşincide de: "Eğer yalan
söylüyorsam, Allah'ın laneti üzerime olsun." der. Kadın da buna karşılık
dört defa: "Billahi kocam yalan söylüyor." dedikten sonra beşinci kez
de: "Eğer kocam doğru ise Allah'ın laneti üzerime olsun." der. Böyle
yemin etmesi, kadından zina cezasını kaldırır. Hâkim de bu karı-kocayı
birbirinden ayırır, nikâhı fesheder.
Giriş: Allah'ın dokunulmaz kıldığı üç şeyden biri mülkiyettir.
Kur'ân, insanların mallarını diğer insanların ihlallerine karşı korumayı
garanti etmiştir. Bu husus Kur'ân'da miras, zekat, malın kullanımı, infak ve
nzık kazanma konulan ile ilgili çeşitli emirlerde ortaya konmuştur. İslâm,
başkasının malını haksız yere yemeyi en büyük günahlardan saymıştır. (2: 188).
Rasûlullah @ ferdin bu hakkının Önemini bilhassa Veda Hutbesinde belirtmiş ve
diğer insanların mallarını haksız yere gasp edenleri lânetlemiştir: "Kim
bir başkasının ufak bir toprağını (veya malım) gasp ederse (Kıyamet gününde) o
toprak boynuna ateşten bir halka olarak giydirilecektir." (Buhari).
Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Haksız olarak bir Müslümamn malına el koyan kişi
Allah'a arz edilecektir; Allahu Teâlâ ona çok öfkelenecek (ve O'nun gazabı
malı haksız yere alanın üzerine olacaktır)." (Müsned-i Ahmed). Rasûlullah
@ yine şöyle buyurmuştur: "Zâlim olmayın ve bir başkasının malını kendi
rızası olmaksızın almayın." (Beyhaki ve Da-rekutni). Rasûlullah @'in
mülkiyet hakkı ve bunun dokunulmazlığının ne şartla olursa olsun ihlâl
edilemeyeceğini belirten pek çok hadîsi vardır.
Hırsızlık: Lügat'te, bir şeyi başkasından gizlice almaya denir, islâm hukukunda şer'i bir hüküm
ifade eden hırsızlığın tarifi şöyledir: Akıl baliğ bir şahsın, gizlice bir
kimsenin korunan ve bozulmayan şeylerden olan on dirhem [takriben 40 gr.
altın] kıymetindeki malını almasıdır. Kur'ân ve Sünnette hırsızlığa ağır
cezalar tayin edilmiştir. Rasûlullah @'in inüslüman kadınlardan biat alırken
öne sürdüğü şartlardan biri de hırsızlık yapmamalarıydı (60: 12). Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buy-rulmaktadır: "Hırsızlık eden erkek ve kadının,
yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima
üstündür, hikmet sahibidir." (5: 38).
Hz. Aişe'den rivayetle Rasûlullah @; "Bir hırsızın eli ancak
çeyrek dinar veya daha yukarısında kesilir." buyurdular (Müslim).
Bu-hari'nin lafzı şu şekildedir: "Hırsızın eli çeyrek dinarda ve daha
fazlasında kesilir." İbni Ömer'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah @,
kıymeti üç dirhem olan bir kalkan için el kesmiştir (Buharı).
Hırsıza had tatbik edilmesi gerektiği Kur'-an'ın (4: 41 ve 5:
38) emirlerince sabittir. Ancak hırsız ne miktar mal çalarsa eli kesileceği
ayette beyan edilmemiştir. Bu sebeple görüş bildiren fakihlerin her biri
Rasûlullah @'ın sünnetinden hareketle kimisi Hz. Aişe'nin rivayet ettiği
hadise dayanarak (a) Çeyrek dinar veya daha yukarısında, (b) İbni Ömer'in
rivayetinde belirttiği üç dirhem ve daha yukarısında veya (c) Hanefiler,
"Rasûlullah @ zamanında kalkan'm fiyatı on dirhemdi" diyen İbni
Abbas'a dayanarak on dirhem ve yukarısı için had uygulanır, demişlerdir.
Ebu Hureyre, Rasûlullah @'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Allah hırsıza lanet etsin, yumurtayı çalar eli
kesilir, ipi çalar (yine) eli kesilir." (Buharı). Hadiste, hırsızın ne
kadar aşağı duygulu olduğu ve çaldığı şeyin ne kadar kıymetsiz bulunduğu
belirtilmektedir. Bu kadar kıymetsiz şeylere tenezzül edenin hemen her
fırsatta daha kıymetli mallar Çalmaya mütemayil olduğuna işaret edilmektedir.
Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan Rasûlullah
@'den duymuş
olarak rivayet edildiğine göre Rasûlullah @'e dalındaki hurmanın hükmü
sorulmuş, O da: "İhtiyacı olan bir kimse etek yaymadan ağzı ile alırsa ona
bir şey yoktur. Biraz hurma ile (oradan) çıkana ödeme ve ceza vardır. Eğer
hurmayı harmanında topladıktan sonra kıymeti kalkanın kıymetine varan bir
miktarla oradan çıkarsa ona da kesme cezası vardır." buyurmuşlardır (Ebu
Davud ve Nesei). Ebu Hureyre'nin bir rivayetine göre Peygamber @ hırsız hakkında:
"Eğer çalarsa hemen elini kesin, sonra tekrar çalarsa ayağım kesin; sonra
yine çalarsa elini kesin, sonra yine çalarsa ayağını kesin."
buyurmuşlardır.
Çalındığında
elin kesilemeyeceği pek çok durum vardır. Yiyecek çalmak ve asılları mubah
olan av, odun ve ot gibi şeyleri çalmak el kesmeyi icabettirmez. Rafı' b.
Hadic'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: "Rasûlullah @'i 'Meyve ve
hurma yaği için el kesmek yoktur' derken işittim." (Tirmizi).
Hz. Aişe, Rasûlullah @ zamanında kıymetsiz şeylerin çalınması ile
el kesilmediğini rivayet etmiştir. Yine, Rasûlullah @'ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Meyve ile, dağın koruduğu koyun için el kesmek
yoktur. Meyveyi kurutma harmanı, koyunu da ağılı barın-dırırsa o takdirde
kalkan'ın kıymetini bulan malda el kesme vardır." (Nesei). Rasûlullah @;
"Gazvede eller kesilmesin" diye de buyurmuştur (Tirmizi, Darimi, Ebu
Davud ve Nesei). İbni Ömer, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Bir kişi, bir bahçeye girdiğinde oradan yiyebilir, ancak oradan
eteğiyle bir şey götüremez." (Tirmizî ve tbni Mâce).
İçki: İçki
içmek kötü bir alışkanlıktır ve müptelâ olanların tamamen bırakmaları için
zamana ihtiyaç vardır. Bu yüzden içki ile ilgili ilk emir mü'minlere ön ihtar
kabilinden sadece içkinin takbih edilmesiydi. Kur'ân bunu şu ifadelerle
belirtmektedir: "Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: 'O ikisinde
büyük günah vardır. İnsanlara bazı faydalan varsa da günahları faydalarından
büyüktür.1 ..." (2: 219). Bu beyan içki ve kuman yasaklamak üzere bir
giriş mahiyetindeydi. Bu yönde atılan ikinci adım mü'minlere içkili iken namaz
kılmanın yasaklanması idi. Bu emir Nisa sûresi'nde yer almaktadır: "Ey
iman edenler, sarhoşken ne dediğinizi bilin-ceye kadar namaza
yaklaşmayın..." (4: 43). Bu, içki hakkındaki ikinci emirdir.
Bütün içkileri yasaklayan son emir şu sözlerle gelmiştir:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), (üzerine yazılar
yazılmış) şans oklan (çekmek ve bunlara göre hareket etmek), şeytan işi birer
pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ve kumar
(yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?" (5: 90-91).
Kur'ân-ı Kerîm'deki bu ayetle dört şey mutlak olarak haram
kılınmıştır. Bunlar: İçki, kumar, putlar (şirkin tapınaklan) ve fal oklarıdır. Son emirden önce Rasûlullah <§> insanları bu
yasağa alıştırmak ve onlan uyarmak için şöyle demişti: "Allah, insanların
içki içmelerinden asla hoşlanmaz. Mutlak yasak yakında gelse gerektir. Bu
yüzden ellerinde içki bulunanlar iyisi mi onu satsınlar." Bundan bir süre
sonra söz konusu âyet inzal olunca; "Şu anda ellerinde içki bulunanlar
artık onu ne içebilir, ne de satabilir; bu yüzden onu döksünler." diye
ilânda bulundu. Bunun üzerine dökülen içkiler Medine sokaklarında aktı.
Bazıları "Onu Yahudilere hediye edebilir miyiz?" diye sorduklarında
Rasûlullah @: "Onu haram eden, hediye edilmesini de yasaklamıştır."
Bir başkası; "Onu sirke yapamaz mıyız?" diye sordu. Cevap:
"Hayır, dökmelisi-niz." şeklinde oldu. Bir başkası tekrar tekrar:
"Kişi, içkiyi ilaç olarak kullanmaya ruhsatlı mıdır?" diye sorduğunda
Rasûlullah @ bunu kat'i olarak reddetti ve; "Hayır! O deva değil,
derttir." buyurdu (Müslim).
Yine bir başkası daha sordu: "Ya
Rasûlullah! Biz çok soğuk bir yerde yaşıyoruz ve işimiz de yorucudur. Bu
bakımdan yorgunluğumuzu gidermek ve ısınmak için içki içiyoruz."
Rasûlullah @ içtiklerinin sarhoş edip etmediğini sordu, sarhoş ettiği cevabını
alınca da "Ondan el çek!" buyurdular. Soruyu soran adam bu defa,
"Bizim orada oturanlar bunu kabul etmeyecektir." dedi. Rasûlullah @
buna da şöyle karşılık verdi: "Eğer kabul etmezlerse git, onlarla
savaş!" Ebu Said el-Hudrî, Mâide sûresi'ndeki söz konusu âyet nazil
olduğunda elinde bir yetime ait şarap bulunduğunu ve onu ne yapması gerektiğini
Rasûlullah @'e sorduğunu rivayet etmiştir. Rasûlullah @: "Onu dök!"
buyurmuştur (Tirmizi)
İbni Ömer,
Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah içkiyi ve onu
içeni, sunanı, satanı, alanı, üreteni, ürettireni, taşıyanı ve taşıtanı
lânetlemiştir." Bir başka hadislerinde Rasûlullah @ müslümanlara içkiyle
birlikte sunulan yemekten yemeyi yasaklamıştır. Yasağın ilk döneminde, içkiyi
imalde ve içmede
kullanılan âletlerdenfaydalamlma-sı dahi yasaklanmış, fakat daha sonra yasak
iyice yerleşince bunların kullanımına izin verilmiştir.
Arapça hamr kelimesi öncelikle üzümden yapılan şarap anlamına geliyorsa
da, buğday, arpa, kuru üzüm, hurma ve baldan yapılan içkiler için de
kullanılır olmuş ve yasak 'sarhoşluk veren her şeyi' içine almıştır. İbni
Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @: "Her sarhoş eden şey
hamrdır. Her hamr da haramdır." buyurmuşlardır (Müslim).
Câbir, Rasûlullah @'in; "Çoğu sarhoş eden içkinin azı da
haramdır." buyurduğunu rivayet etmiştir (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei
ve îbni Mâce). Ümmü Seleme, Rasûlullah @'in her sarhoş eden içkiyi ve uyuşukluk
veren şeyi yasakladığını rivayet etmiştir (Ebu Davud).
Kumar: Kumar, mükâfatın ve malların, rasyonel hak
ve hizmet ilkesine göre değil tesadüflere bağlı olarak bölüşüldüğü bütün oyunları
ve benzeri filleri ihtiva eder.
Bir piyangoda para, bir (veya bir kaç) kişiye,
çekilişte sadece şans eseri isimleri çıktı diye verilir. Bulmaca yarışmalarında
da, bir (veya bir kaç) kişinin çözümü, bulmacanın sahibinin kasasındaki
çözümün aynısı oduğu için Ödül alır. Sadece şans eseri olarak, çözümü bulmaca
sahibinin çözümünün aynısıdır. İslâm toplumunda kumarın bütün şekilleri gayri
meşru ilân edilmiştir.
Kumarın bütün türlerini yasaklayan emir Maide sûresi'nde yer
almaktadır (5: 90-91). Ayet bir tanrı, tanrıça veya benzerlerinden, Şirk olan
yollarla talihini öğrenmek için fal okları çekmeyi, geleceği veya
anlaşmazlıkları Çözümlemekle ilgili işaretler almayı yasaklamaktadır. Ayrıca,
akla ve bilgiye başvurmadan herhangi bir şeyi iyi veya kötü işareti saymak
hayatın günlük meseleleri hakkında mantıksız ve bâtıl karar alma usûlleri ve
yolları veya belli şeyleri, olayları, durumları ve benzerlerini uğursuzluk sayarak gelecek
olaylar hakkında körcesine sonuçlara varmak da
haramdır. Âyetin işaret ettiği bir diğer yasak, kazanmanın meziyet ve
liyâkate, hak, hizmet ve diğer aklî muhakemeye değil de, salt şansa dayandığı
bütün kumar çeşitlerini kapsamaktadır. Mesela, belli bir bilet sahibini, çok
sayıda aynı türden bilet sahiplerinin zararına ödüllendiren tüm lotarya ve
piyango çeşitleri, çok sayıda doğru cevabın içinden yalnızca şansa dayanarak işaretlenen
bir cevaba ödül veren bulmacalar, bütün bunlar haramdır.
Fakat, eşit derecede meşru iki şey veya hak
bulunup da, aralarında hiç bir aklî seçim yapma usûlü olmadığı zamanlarda
kur'a çekmek İslâm'da meşru kabul edilir. Sözgelimi, ortada her bakımdan aynı
hakka sahip iki kişi bulunsun, hâkim birine öncelik tanıyacak hiçbir makul
delil bulamasın ve taraflardan hiç biri hakkından vazgeçmesin. Böyle bir
durumda iki taraf da razı olursa problem kur'a İle çözülür. Veya bir kişi, iki
meşru şeyden birini seçmek
durumunda ise ve seçim işinde güçlük çekiyorsa, onun da kur'a çekmesine İzin
verilmiştir. Rasûlullah @, eşit hakka sahip iki kişi arasında seçim yapması
gerekip de, kendisi birinin lehine karar verdiğinde diğerinin alınacağını
hissettiği zaman, bu metodu uygulardı. (The Meaning ofthe Qur'an, c. III).
Kur'ân, faizin bütün şekillerini ve faizden iz taşıyan bütün İş
anlaşmalarını' yasaklamıştır. Riba, kumar (meysir), şüphe (zan), şüphe, tahmin
ve ihtimâle bağlı satış, hile, istismar ve haksızlık ihtiva eden bütün iş
anlaşmaları yasaktır. (Ayrıntılar için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. II, 3. bölüm).
Toplum Zararına İşler: İslâm, bütün toplum
aleyhine olan işleri yasaklamıştır. İstifçilik, vurgunculuk, karaborsacılık ve
benzeri işleri yapanları da kötü akıbetleri hakkında uyarmaktadır. (Ayrıntılar
için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. II, 3, bölüm).
Allah'ın rasûlü Muhammed @ hiç kimse ile savaşmayı düşünmemiş,
yalnızca insanları Allah Yoluna davet etmiştir. Ancak insanlar ona karşı
koydular, ezâ ettiler, yurdunu terke zorladılar, sonra da ona savaş açtılar.
Savaşta bile Peygamber {§> kudretini ve şefkatini gösterdi. Savaşın insanî
kurallar içinde cereyan etmesine gayret etti. Kur'ân ve Sünnetteki hükümler
insan hayatının kutsiyetini ve haksız yere bir insanı Öldürmenin en büyük günahlardan
sayıldığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. (Savaş ve barış hükümleri
konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. 1,4. bölüm).
Yalancı Şahitlik: Yalan yere şehadet Allah katında günah olduğu
gibi aynı zamanda ağır bir suçtur. Kur'ân bu suçtan şu ifadelerle bahseder:
"...Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçının." (22: 30).
"Yalan söz" ifadesi geneldir ve yalan, yalancı şahitlik, iftira ve
benzeri şeyleri İhtiva eder. Fakat
burada özellikle küfür ve şirkin dayanağını teşkil eden sapık inanç, âdet,
gelenek ve ibadet şekilleri kastedilmektedir. Şurası açıktır ki, Allah'ın
varlığına, sıfatlarına, Kudreti ve Hâkimiyetine ortaklar koşmaktan daha büyük
yalan olamaz.
Yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlikte
bulunmak da bu emrin kapsamına girer. Bir hadiste Rasûlullah @: "Yalan
yere şahitlik etmek, Allah'a şirk koşmak gibidir." buyurmuştur. İşte bu
sebeple İslâm hukukuna göre yalancı şahitler cezalandırılmalı ve tahkir
edilmelidirler. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, yalancı şahitlik yapan
kimsenin halkın Önünde teşhir edilmesi ve uzun bir hapis cezasına
çarptırılması gerektiği görüşündedirler. Hz. Ömer zamanındaki uygulama
böyleydi. Mekhûl'e göre Hz. Ömer: "Böyle bir kimse kırbaçlanmalı, başı
traş edilmeli, yüzü karalanmalı ve uzun süre hapsedilmeli-dir" demiştir.
Abdullah b. Âmir babasından, Hz. Ömer zamanında bir adamın mahkemede yalancı şahitlik
ettiğini rivayet eder. Bunun üzerine halife bu adamı bir gün boyunca halkın
önünde gezdirmiş ve insanların onu tanıması için kim olduğunu, nasıl yalancı
şahitlik ettiğini anlatmış, daha sonra da hapsetmiştir. (The Meaning ofthe Quf
an, c. VII).
tsbat Kuralı: İslâm Şeriatı çok mâkûl bir
is-bat hükmü sunmuştur. Rasûlullah @ bunun ayrıntılarını açıklamış, mahkemede
takip edilecek usûlleri ve yargılama kaidelerini ortaya koymuştur. İsbat
yükünü davacıya yüklemiş, hüküm vermeden Önce iki tarafın da delillerinin dinlenmesine,
şahitlerin sayışma ve vasıflarına önem vermiştir. Zina iddialarında dört,
diğer davalarda ise en az iki şahit gereklidir. Şahidin yemin etmesi mecbur
kılınmış ve gerçekleri ne şekilde olursa olsun saklaması yasaklanmıştır.
Şefaat: İbni
Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @: "Eğer bir kimsenin şefaati
(aracılığı) Allah'ın hududundan birinin arasına girerse o kimse muhakkak
Allah'ın işinde ona zıd hareket
etmiş olur." buyurmuşlardır. Hadîsin devamında; "Eğer bir kimse yalan
bir şey hakkında bile bile çekişirse Allahu Teâlâ ondan hoşnut olmaz ve bir
kimse bir Müslümana iftirada bulunursa Allah onu, sözünü geri alıncaya kadar
Cehennem sakinlerinden akan irinin içinde bırakır" ifadesi vardır.
(Ahmed ve Ebu Davud). Beyhakî'nin naklettiği bir hadîsi şerifte şöyle
buyurulmak-tadır: "Bir davaya haklı mı, haksız mı olduğunu bilmeden
yardım eden, Allah dileyene kadar onun hoşnutluğundan mahrum kalır."
Darekutni'nin Zübeyr'den mevsul olarak tah-riç ettiği hadiste şöyle buyrulür:
"Dâva hâkime varmadıkça şefaat edebilirsiniz. Fakat hâkime varır da hâkim
affederse Allah o hâkimi affetmez."
Ceza hukuku, ferdin kişiliğine, malına veya
haysiyetine yönelik bütün olayları, -meselâ, adam öldürme, hırsızlık, zina vb.
ve içki içme, kumar oynama, karaborsacılık gibi diğer gayri ahlâkî ve gayri
meşru fiilleri içine alır. İslâm hukukunda bu fiiller hududuîlah (Allah'ın
sınırlann)ı aşmak olarak adlandırılır. Her kim bu sınırları ihlâl ederse
Allah'ın tayin ettiği cezalara göre cezalandırılır. Aslında hadler kişinin
işlediği günaha kefarettir. Ubâde b. es-Sâmit şöyle rivayet etmiştir:
"Bizler Rasûlullah @ ile bir arada iken bizden 'Allah'a ortak koşmamak,
hırsızlık yapmamak ve zinadan kaçınmak' (60:12) üzere biat aldı ve sonra şöyle
ilave etti: 'İçinizden kim sözünü yerine getirirse mükâfatı Allah kalındadır ve
kim de bu günahlardan birini işlerse kendine had uygulanacaktır ve bu onun
günahına kefaret olacaktır; onun cezasını vermek veya affetmek Allah'a
kalmıştır." (Buhari). Bir başka rivayette Rasûlullah @ zikredilen âyetin
devamını söz konusu etmiştir: "Çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz, iyi bir
işte bana karşı gelmeyeceksiniz."
Yukarıda bahse konu olan âyeti Rasûlullah @, kendisinden bîat
almaya gelen kadınlara da okumuştu. Hz. Aİşe, Rasûlullah @'in bizzat kendisini
ilgilendiren ve önüne getirilmiş bulunan hiçbir konuda intikam almadığını,
ancak Allah'ın sınırlarının ihlâl edilmesi karşısında yalnızca Allah rızası
için hadleri tatbik ettiğini rivayet etmektedir (Buhari).
Allah'ın rasûlü Muhammed @ hadlerin tatbikinde zengin-fakir,
güçlü-zayıf arasında hiç bir fark gözetmemiştir. Bazıları ona suçlu adına
aracılık yapmak üzere müracaat ettiklerinde ise şöyle buyurmuştur:
"Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi; aralarında zen-gin-eşraftan
birisi hırsızlık yaparsa bırakıp, zayıf olan
çaldığında da ona haddi tatbik etmeleriydi. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a
yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsa onun da elini keserdim."
(Buharı).
Dâva sonuçlandıktan sonra hadlerde iltimas kesinlikle
yasaklanmıştır. Hz. Aişe şöyle rivayet ediyor: "Benî Mahzum kabilesinden
hırsızlık eden bir kadın Kureyş'i bir hayli meşgul etmişti. Kendi aralarında
konuşurken: Rasûlullah ile kim konuşabilir; O'nun sevdiği Üsâme'den başka
huzuruna çıkmaya kim cesaret edebilir? deyip Üsâme'yi gönderdiler. O da
Rasûlullah @'e gelip, o kadın hakkında konuşunca Allah'ın Rasûlü'nün yüzü
renkten renge girdi. Sonra (Üsâme'ye): 'Allah'ın hududundan bir hadd hakında
şefaat mı ediyorsun?' dedi. Yatsı vakti geldiğinde Rasûlullah Mescidde ayağa
kalktı ve Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle hitab etmeye başladı:
'Ey insanlar! Bilin ki, sizden öncekileri, içlerinde şerefli bir aileye mensup
birisi hırsızlık yapınca onu bırakıp, zayıf bir kimse çaldığında ona had
uygulamaları helak etmiştir. Allah'a yemin ederim ki, kızım Fâtıma bile
hırsızlık yapsa onun elini keserdim.' dedi. Sonra hırsızlık yapan o kadının
elinin kesilmesini emretti ve eli kesildi." Hz. Aişe diyor ki: "O
kadın sonra çok güzel bir tevbede bulundu ve evlendi; ara sıra bana gelir
ihtiyaçlarını söylerdi. Ben de bunu Allah'ın Rasûlü'ne iletirdim."
(Buharı, Müslim, Ebû Davud, Hakim, Darekutni).
Bu hadîs, suçluyu cezalandırma konularında kısas hükümlerinin
kat'î ve kesin olduğunu göstermektedir.
Hudud iki kısma ayrılmıştır. Hadd: Kur'an ve
Sünnet'in belirlediği ceza ölçüleridir. Diğer yandan îa'zîr ise, tatbik
edilecek olan cezanın şeklini ve miktarını takdir yetkisinin mahkemeye
bırakıldığı cezalardır.
Hadd yoluyla cezalandırma şu şekillerde olmaktadır.
Recm (taşlayarak öldürme), uzuvların veya bir uzvun kesilmesi, yüz veya seksen değnek vurmak. Bu cezalar evli kişilerin zina etmesi,
hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk, kadınların şerefini lekeleyecek iftirada bulunma
gibi suçlar için tayin edilmiştir. Bunlar, sözkonusu suçlara verilebilecek olan
en üst sınırdaki cezalardır. Suçun işlendiği şartlar, delillerin durumu ve
suçluyu suça teşvik eden saikler gözönüne alınarak bu cezalarda indirim
yapılabilir (Müslim).
Kasden ve teammüden adam öldürme için tayin edilen
ceza (2:178 ve 5:36) âyetlerinde belirtildiği üzere ölümdür. Kısas, adam öldürme
olaylarında "cana karşılık can" kuralını ifade eder. Bununla
birlikte, Öldüren kişinin cinayeti işlediği şekilde öldürülmesi gerektiği
anlamına gelmez. Onun yerine ölenin yakınlarına, eğer kabul ederlerse diyet
verilebilir. Kur'ân bu esastan şu ifadelerle bahseder: "Ey iman edenler!
Öldürmede kısas size farz kılındı. (Dolayısıyla, katilin de öldürülmesi
gerekir). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil), kardeşi
tarafından affedilirse, o zaman (affedenin, örfe göre) uygun olanı yapma(sı
uygun diyeti istemesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu,
Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan soma da saldırıya
kalkarsa artık onun için acı bir azâb vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin
için hayat vardır, böylece korunursunuz." (2:178-179). Bu âyet aynı
zamanda, İslâm Ceza Hukukuna göre, cinayetin bağışlanabilir bir suç olduğunu
göstermektedir. Ayet, ölenin yakınlarına, eğer dilerlerse katili affetme
hakkını tanımaktadır. Bu durumda mahkeme, katile ölüm cezası vermek konusunda
diretemez. Tabiî ki, katil bunun için diyet ödemek zorundadır. Hak, talep
edeceklere ödenecek olan diyet toplumdaki âdil ve mâkûl örfî kurallar çerçevesinde
tesbit edilmelidir.
Sözkonusu âyet, aşırıya kaçıp ölüm cezasını tamamen ortadan
kaldıranlara karşı çıkar. Başka çarelere
başvurmaksızın ölüm cezası üzerinde durmak nasıl insanlık dışı ise, bazı Batı
ülkelerinde yapıldığı gibi ölüm cezasını tamamen kaldırarak cinayeti teşvik
etmek de aynı derecede insanlık dışıdır. Bu sebeple Allah, kısas'ta hayat
olduğunu bildirmektedir. Şayet bir toplum insan hayatına gereken kutsiyeti
vermezse, katili korumaya çalışırsa, suça prim vermiş ve pek çok masum insanın
hayatını tehlikeye atmış demektir. Bunun yanında hayat hakkının ihlâli gibi
menfur bir suçu işleyen kişi insan sayılamaz. Allah'ın sınırlarını aşarak,
böyle bir fiille insanlık seviyesinin altına düştüklerini açıkça göstermişlerdir.
Dolayısıyla bu nevi suçlulara karşı söz konusu hükümleri uygulamayı insanlık
dışı olarak nitelemek son derece abestir. Dahası, onlar diğer insanların
canlarını gayri meşru bir şekilde alarak kendilerinin hayat haklarını da inkâr
etmiş olmaktadırlar. Eğer bu gibi insanların hayatlarını hür olarak
sürdürmelerine izin verilecek olursa, sadece ellerine öldürme ehliyeti verilmiş
olmakla kalmaz, toplumdaki binlerce masum insanın da hayatı tehlikeye sokulmuş
olur. Böyle bir tavır aynı zamanda katle ve masum insanların öldürülmesine göz
yuman, dolayısıyla hayatın dokunulmazlığını lekeleyen insanların ahlâkî ve
sosyal davranışlarının bir yansımasıdır.
Allah'ın rasûlü Muhammed @, masum insanların öldürülmelerini
şiddetle takbih etmiş ve katillere haddi uygulamıştır. Rasûlullah @ şöyle
buyurmuştur: "Yakını öldürülen kimse iki şey arasında muhayyerdir. Ya
kısas yapar, yahut diyet alır." (Ahmed, Buharı ve Müslim). Ebû Şürayh
Hazâ'î'den rivayet olunduğuna göre o, Rasûlullah @'i; "Eğer bir kimseye
kan veya habel (yara) isabet ederse o kimse üç şey arasında muhayyerdir. Ya
kısas yapacak, ya diyet alacak yahut da affedecektir. Dördüncüyü isterse onu
men edin. Şayet bu üç şeyden birini kabul eder de sonra cayarsa ona muhakkak
cehennem vardır." derken işittim, demiştir (Ahmed ve Ebu Davud).
İbni Ömer,
Rasûlullah @'den işitmiş olarak rivayet
olunduğuna
göre Rasûlullah @: "Bir adam bir adamı tutar da onu diğeri öldürürse,
öldüren öldürülür, tutan da hapsedilir" buyurmuştur (Darekutni). İmam
Mâlik'in Muvat-ta'da kaydettiği bir olayda, Hz. Ömer, San'a'lılann pusuya
düşürerek öldürdükleri bir adam mukabilinde beş veya altı kişi ödür-müş ve:
"Bunun aleyhine bütün San'a'lılar toplanarak yardımlaşsalar bunun sebebiyle
hepsini katlederdim." demiştir (Muvatta). Aynı olay bir başka rivayetle
Buharî'de de yer almaktadır.
İnsanın
canına veya kol, bacak gibi uzuvlarına yapılan cinayet sebebiyle verilmesi
lâzım gelen mala diyet denir. Rasûlullah @ bütün kasdî öldürmelerin diyetini
çok yüksek tutmuştur. Böylelikle insanların bu suçu işlemelerinin önüne
geçilmek istenmiştir. Rasûlullah @'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hata ile olup kasdî cinayete benzeyen öldürmenin
diyeti, kasdî Öldürme kadar ağır olmalıdır, fakat suçlu
öldüriilmemelidir." (Ebu Davud). Abdullah b. Amr, Rasûlullah @'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kırbaç veya değnekle ve kasden öldürmenin
diyeti, kırkı gebe, yüz devedir." (Neseî). Rasûlullah @ bu konuda Yemen
halkına şunları yazmıştır: "Hiç şüphe yok ki eğer bir kimse bir mü'mini
haksız yere ve şahitlerin gözü önünde öldürürse muhakkak bu katil (mucibi) kısastır.
Ancak öldürülenlerin velileri razı olursa o başka. Yine şüphesiz ki can
hakkında diyet, yüz devedir. Burunda bütünü kesildiği zaman diyet vardır.
Dilde diyet, dudaklarda diyet, zekerde diyet, hayalarda diyet, bel kemiğinde
diyet, gözlerde diyet vardır. Bir ayakta yarım diyet, imik yarmakta diyetin üçte
biri, derin yarada diyetin üçte biri, kemiği kınlan yarada onbeş deve vardır.
El ve ayak parmaklarının her birinde on deve, dişde beş deve, kemiği görünen
yarada beş deve vardır. Hem muhakkak kadma mukabil erkek öldürülür. Altını
olanlara bin altın vermek lâzımdır.'1 (Nesei ve Darirrii)
Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuştur: "Bir mü'min, bir
kâfire karşılık olarak öldürülmesin. Kâfirin diyeti Müslümanın diyetinin yansı
kadardır." (Ebu Davud). İbni Abbas'a göre Rasûlullah@ diyeti 12.000 dirhem
olarak belirlemiştir (Tirmizî, Ebu Davud, Nesei ve Da-rimi). II. halife Ömer b. Hattab, kasdî öldürmenin diyetinin 4 yaşında
30 dişi deve, 5 yaşında 30 dişi deve ve 6-9 yaşlan arasında 40 dişi deve
olmasına karar vermiştir. Altını olanlar İçin diyeti 1.000 dinar, gümüşü olanlar
için 12.000 dirhem, sığın olanlar için 200 sığır ve koyunu olanlar için 2.000
koyun ve elbisesi olanlar için 200 elbise olarak belirlemiştir (Ebu Davud).
Rasûlullah @, öldürülen bir adamın diyetinin öldüren kadının
asebesi (baba tarafından akrabaları) tarafından ödenmesi gerektiğine
hükmetmiştir (Müslim). Hataen öldürmelerde belirlediği diyet ise
şöyleydi: 2 yaşında 20 erkek ve 20 dişi deve, 3 aşında 20 erkek ve 20 dişi
deve, 4 yaşında 20 dişi deve olmak üzere toplam 100 deve. (Tirmizi, Ebu Davud
ve Nesei). Ebu Davud ve Nesei'nin kaydettiği bir hadiste Amr b. Şuayb
babasından, o da dedesinden işittiğine göre: "Rasûlullah (Ş> hata
suretiyle katlin diyetini 400 altın yahut onun karşılığı gümüş olarak
belirlemiştir. Peygamber @ bunlan deve fiyatları üzerine vururdu. Develer
pahalandı mı diyetin de kıymetini yükseltir, deve fıyatlan kıpırdar ve
ucuzlarsa kıymetini azaltırdı. Rasûlullah zamanında kıymetler 400 ile 800
altın arasına varmış. Bunlann gümüşten karşılığı 8000 dirheme
yükselmişti." Râvi diyor ki: "Sığır sahiplerine 200 sığır hükmetmiş,
diyeti koyundan olanlara 2000 koyun verdirmiştir."
Hz. Ali, kasdî öldürmenin diyetini üç kısma
ayırmıştır: Dört yaşında 33 dişi deve, beş yaşında 33 dişi deve, altı ile
dokuz yaş arası hepsi de gebe 34 dişi deve, beş yaşında 33 dişi deve, altı ile
dokuz yaş arası hepsi de gebe 34 dişi deve. Hataen öldürmenin diyeti dört
kısımdır: Dört yaşında 24 dişi deve, beş yaşında 25 dişi deve, üç yaşında 25
dişi deve ve iki yaşında 25 dişi deve (Ebu Davud). Mu-hammed b. Ubeyd,
Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim birbirine silah
veya taş atarken, kamçı veya değnekle vururken ölürse bu hataen öldürme
sayılır. Diyeti ise hataen öldürme diyetidir. Ama kim kasden öldürürse,
öldürene kısas gerekir. Ve kim katilin Öldürülmesine mâni olursa Allah'ın
gazabı ve laneti onun üzerine olsun; o kimsenin ne farzı ne de nafilesi kabul
edilir." (Ebu Davud ve Nesei).
Bir Müslümanı kasden öldüren kimse cennete giremez. Bu husus
Nisa sûresi'nde şöyle ifade edilir: "Her kim bir mü'mini kasden öldürürse
onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanet etmiş ve onunjçin büyük bir
azab hazırlamıştır." (4: 93).
Mikdâd b. el-Esved, Rasûlullah @'e: "Bir kâfirle
karşılaştığımda harbederken elim kopsa, koparan kişi kaçarak bir ağaca sığınsa
ve hemen şehadet getirerek Allah'a teslim olduğunu söylese ben bu kişiyi
öldürebilir mi-yİm?" diye sordu. Rasûlullah @: "Onu öldürme!"
dedi. Mikdâd itirazla "Ya Rasûlullah! O benim elimi kesti." dedi. O
da şöyle cevapladı. "Onu öldürme, çünkü eğer öyle yaparsan; o, senin onu
Öldürmeden evvel bulunduğun durumda, sen de onun şehadet etmeden evvel
bulunduğu durumda olursun?" (Buhari ve Müslim).
Üsâme b.
Zeyd şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah @ bizi Cüheyne'lilerin üzerine
gönderdi, ben onlardan birine saldırdım ve tam onu mızraklamak üzere iken o 'La
ilahe illallah' dedi. Ben yine de onu mızrağımla öldürdüm. Sonra Rasûlullah
@'e giderek durumu arzettim. O, 'Sen onu La ilahe illallah dediği halde mi
öldürdün?' diye sordu. Ben, 'Ya Rasûlullah! O, bunu ölümden kaçmak için yaptı.'
dedim. Bunun üzerne Rasûlullah @: 'Kalbini yarıp da içine mi baktın?'
dedi" (Buhari ve Müslim). Cündeb b. Abdillah el-Becelî'nin rivayetinde ise
Rasûlullah @'in bir kaç kez "Kıyamet gününde 'La ilahe illallah' ile nasıl
uğraşacaksın?" dediği belirtilmektedir (Müslim).
Rasûlullah @, hekimleri hastanın ölümüne veya yaralanmasına
sebep olacak ihmal, dikkatsizlik ve bilgisizliklerinden dolayı mesul
tutmuştur. Ebu Hureyre, Rasûlullah @'İn yanlışlığa kefaret olarak en
iyilerinden bir köle veya câriye veya bir at veya katır verilmesine
hükmettiğini rivayet etmiştir (Ebu Davud). Amr b. Şuayb'dan, o da babasından, o
da dedesinden merfu olarak şöyle rivayet olunmuştur: Rasûlullah @; "Eğer
bir kimse hekimlikle mâruf olmadığı halde hekimliğeözenir de bir cana kıyar,
yahud ondan aşağı bir zarar yaparsa (onu) Öder." buyurmuştur (Ebu Davud,
Nesei, Darekutni ve Hakim).
Yaralar için kefaret: Fakir bazı kimselerin
köleleri zengin kişilerden birinin kulağını kestiğinde bu kimseler Peygamber
@'e gelerek fakir olduklarını beyan etmişler, o da onlara hiç bir kefaret
yüklememiştir (Ebu Davud ve Nesei).
Rasûlullah @, bir kemiği açıkta bırakacak kadar olan her yara
için ve her diş için kefaret olarak 5 deveyi uygun görmüştür. Bir kişi kör
kalırsa diyetin üçte biri Ödenir. Rasûlullah @, serçe parmağı İle baş parmağını
göstererek "bu ikisi birbirine müsavidir" buyurmuştur. El ve ayak
parmaklarının kefareti birbirine denk sayılmıştır. İbni Abbas Rasûlullah @'den
duymuş olarak şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah @, 'Parmaklar müsavidir,
dişler müsavidir, ön diş ile avurd dişi de müsavidir.' demiştir" (Ebu
Davud).
İslâm'ın hiç
kimseye sorumluluk yüklemediği bazı suçlar vardır. Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Hayvan tarafından husule getirilen
yaralanma veya bir kuyu ya da madende husule gelen ölüm için diyet
yoktur." (Buhari ve Müslim). Ebu Hureyre'nİn bir başka rivayetine
göre de Rasulullah @ şöyle
buyurmuştur: "Çiğnenen bir ayak için ve meydana gelen yangın için diyet
yoktur." (Ebu Davud).
Rasulullah @'in şöyle buyurduğu da rivayet
edilmiştir: "Dinini müdafaa ederken öldürülen şehittir; nefsini müdafaa
ederken öldürülen şehittir; malını müdafaa ederken öldürülen şehittir;
ailesini müdafaa ederken öldürülen şehittir." (Tirmizi, Ebu Davud ve
Nesei). Bir başka hadis: "Evine girmesine müsaade etmediğin kişi senin
evinin içine bakar ve mahremine muttali olup sen de (iki parmağınla) bir çakıl
taşı atarak gözünü çıkarırsan artık sana bir günah yazılmaz." (Buhari ve
Müslim).
Bir Kati Olayında Yemin: Rafi' b. Hadic şöyle
rivayet etmektedir: Ensardan Hayber'de öldürülen birisinin yakınları Rasulullah
@'e gelerek durumu bildirdiler. Rasulullah @ onlara yakını oldukları kişinin
öldürüldüğüne şehadet edebilecek iki şahitleri olup olmadığını sordu. Onlar:
"Yâ Rasulullah! Orada tek bir Müslüman bile yoktu. Sadece, bundan daha
büyük cürümler işleyen Yahudiler vardı" dediler. Rasulullah @;
"Onlardan elli kişiyi seçin ve yemin etmelerini isteyin" buyurdu.
Fakat onlar, Yahudilerin kâfir bir millet olduklarını söyleyerek bunu
reddettiler. Rasulullah @ yine de onun diyetini ödedi. (Ebu Davud).
Bekârın zina fiili: Kur'ân-ı Kerîm, zina fiilinin cezasından
şu sözlerle bahsetmektedir: "Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz
değnek vurun. Allah'a ve ahİret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini konusunda
o ikisine acımayın. Onların ceza görmesine de inananlardan bir topluluk şahit
olsun." (24:2). Zinanın cezası hususunda Rasulullah @ şöyle buyurmuştur:
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a
yemin ederim ki, ben aranızda Allah'ın Kitabına göre hükmederim."
Ebu Hureyre ile Zeyd b. Hâlid-i
Cühenî'den rivayet olunduğuna göre çöl araplanndan bir adam Rasulullah @'a
gelerek: "Yâ Rasulullah! Allah aşkına senden hakkımda ancak Allah'ın
Kitabı ile hüküm vermeni dilerim." dedi. Ondan daha anlayışlı olan
diğeri: "Evet, aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve bana müsaade
buyur." dedi. Rasulullah @: "Söyle!" dedi. Adam:
"Gerçekten benim oğlum bu adamın yanında çoban (çırak) idi. Ve onun karısı
ile zina etti. Ben oğlumun recmedilece-ği haberini aldım da, onun nâmına yüz koyunla
bir cariye fidye verdim. Daha sonra bilenlere sordum, oğluma yüz değnek ile
bir sene sürgün lâzım geldiğini, bunun karısına da recm icabettiğini bana
haber verdiler." dedi. Bunun üzerine Rasulullah @: "Nefsim kabza-i
kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda behemehal Allah'ın Kitabı ile
hükmedeceğim; câriye ile koyunlar sana iade olunacak; oğluna da yüz değnek ve
bir sene sürgünlük gerek. Ey Uneys, hadi şu adamın karısına git. Eğer itiraf
ederse onu recmediver." buyurdular. (Buhari ve Müslim).
Abdullah b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:
Rasulullah @'a bir erkekle bir kadın Yahudi getirdiler. Bunların ikisi de zina
etmişlerdi. Rasulullah @ onlara: "Kitabınızda zina hakkında ne
buluyorsunuz?" diye sordu: "Doğrusu bizim âlimlerimiz yüzü kömürle
boyayıp karartmayı ve boyun bükmeyi ihdas ettiler" dediler. Rasulullah @:
"Abdullah b. Selâm, şunlara Tevrat'ı getirt!" dedi. Hemen Tevrat
getirildi. Derken Yahudilerden birisi elini Tevrat'taki recm âyetinin üzerine
koyarak onun üst ve alt tarafını okumaya başladı. Bunun üzerine İbni Selâm
ona: "Elini kaldır!" dedi. Bir de ne görsünler, recm âyeti elinin altında
değilmi imiş? artık Rasulullah @ her ikisinin recmini emir buyurdu ve
recmolun-dular (Buhari ve Müslim).
İmrân b.
Husayn'dan rivayet olunduğuna göre, Cüheyne'den bir kadın zinadan hamile olarak Rasûlullah @'e gelmiş ve: "Yâ
Nebiyyal-lah, başıma had (icabeden bir hâl) geldi. Bundan dolayı bana haddi
uygula!" demiş. Bunun üzerine Rasûlullah onun velisini çağırmış ve:
"Buna iyi muamele et; doğurduğu zaman kendisini bana getir" demiş.
Velisi de öyle yapmış. Ensardan bir zat çocuğun bakımını üstlenmiş. Daha sonra
Rasûlullah @ kadının getirilmesini emretmiş; ve üzerine elbisesini bağlamışlar.
Sonra kadının recmini emretmiş ve recmolunmuş. Bundan sonra Rasûlullah @ onun
cenaze namazım kılmış. Ömer "Bu kadın zina ettiği halde bir de onun
cenaze namazını mı kılıyorsun yâ Nebiyallah?" demiş. Rasûlullah @:
"Vallahi bu kadın öyle tevbe etti ki, tevbesi Medine'lilerden yetmiş kişi
arasında taksim edilse onlara yeter artardı... Sen canını Allah Teâlâ için feda
edenden daha efdal bir kimseye hiç rastladın mı?" buyurmuşlardır
(Müslim).
Câbir, Rasûlullah @'ın zina eden bir adamın dövülmesini
emrettiğini, fakat adamın evli olduğu söylenince recmedilmesine hükmettiğini
rivayet etmiştir (Ebu Davud).
Saîd b. Sa'd b. Ubâde şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber
@'e kabilemden bir adamı getirdim. Adam cariyelerimizden biri ile zina etmişti;
yapı itibariyle zayıf ve hasta bir adamdı. Peygamber @' 'yüz tane hurma
dalından bir demet yapın ve adama bir defa vurun' buyurdu" (Şerhu's-Sünne
ve İbni Mace).
Ubâdetü'bnü's-Sâmit'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @:
"Benden öğrenin, benden öğrenin! Gerçekten Allah kadınlara bir çıkar yol
halketti. Bekârla bekâr (zina ederse) yüz dayak ve bir sene sürgünlük; evli ile
evliye yüz dayak ve recm var" buyurdular (Müslim).
Ebu Hureyre Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Birinizin cariyesi zina eder de, zinası meydana çıkarsa
ona hemen had vursun, ama başına kakmasın. Sonra (yine ) zina ederse ona had
vursun, fakat başına kakmasın. Sonra üçüncü defa zina eder de, zina ettiği
meydana çıkarsa artık onu kıldan bir Ali
b. Ebû
Tâlib'den rivayet olunduğuna göre Peygamber @: "Hadleri sahibi
bulunduğunuz kölelerinize tatbik edin." buyurmuşlardır (Ebu Davud).
Müslim'de yer alan rivayete göre Peygamber @'a ait bir cariyenin zina ettiği
ve Peygamber @'ın da Ali'ye onu dövmesini söylediği yer alır.
İbni Abbas,
bir adamın Peygamber @'e gelerek zina ettiğini dört defa tekrarlayarak itiraf
ettiğini ve böylece kendisine yüz değnek cezası tatbik edildiğini rivayet
etmiştir. Sonra adamdan, kadının da zina ettiğini isbatlaması istendi. Fakat
kadın; "Ya Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki o yalan söylüyor"
dedi. Bunun üzerine adama yalancı şahitlik yaptığı için de değnek vuruldu.
Evlinin zina fiili: Evli iken zina yapmanın
cezasından Kur'ân'da bahsedilmez. Bunun cezası Sünnet ile tayin edilmiştir. Pek
çok sahih hadiste belirtildiği üzere Rasûlullah @
recm cezasını sadece sözle tayin
etmekle kalmamış, bir çok olayda bizzat bu cezayı uygu-latmıştır. Sonra gelen
halifeler de şer'i cezanın recm olduğunu beyanla kendi dönemlerindeki
suçlarda tatbik etmişlerdir. Daha sonra onları takibedenler de bu konuda
ittifak etmişlerdir. Bu hükmün şahinliği hakkında şüpheye yol açabilecek tek
bir söz bile söylenmemiştir. Onlardan sonra gelen bütün devirlerde de fıkıh
âlimleri recmin Sünnet tarafından tayin edilmiş meşru ceza olduğu hususunda
müttefiktirler. Zira ortada ilim ehlinin reddedemeyeceği pek çok sahih ve
senedi birbirine bağlı deliller vardır. İslâm tarihi boyunca Hariciler ve
Mutezile'den bir kaç kişi dışında hiç kimse bunu reddetmemiştir. Onlar bile
bunu Rasûlullah @'e atfedilen delillerin zayıflığını öne sürerek değil;
'Kur'ân'a aykırılığını' iddia ederek reddetmişlerdir.
Ancak, Rasûlullah @'in Kur'ân-ı Kerîm'i beyanının
hukukî açıdan Kur'ân kadar ağırlıklı ve söz sahibi olduğunu unutmuşlardır.
Çünkü Kur'ân'da ayetlerin açıklamasının Rasûlullah @ tarafından yapılacağı
belirtilmiştir. Kur'ân, erkek veya kadın hırsızın cezasının umumi olarak ellerinin
kesilmesi olduğunu beyan etmiştir (5: 41). Şimdi, eğer bu emir Rasûlullah @'in
sahih hadislerinden kaynak alarak sınırlandırılmadan salt kelime anlamı ile
uygulanmış olsa, kullanılan kelimelerin genel anlamı; bir erik bile çalanın
hırsız olduğu, dolayısıyla ellerinin kesilmesi gerektiğini anlatacaktır. Diğer
yandan büyük miktarda para çalan bir hırsız yakalandığında pişmanlığını
belirtse ve tevbe etse onu da şu ayete göre serbest bırakmak icabedecektir:
"Allah, kötülüğü bilmeyerek yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini
kabul etmeyi üzerine almıştır." (4:17).
Yine bunun gibi Kur'ân, sadece üvey anne ve üvey
kız-kardeş ile evlenmeyi yasaklamaktadır. Onların iddiasına göre böyle bir
yasak üvey kızı kapsamaz. Kur'ân bir kişinin iki kız kardeşi aynı anda nikâh
altında bulundurmasını yasaklar; bundan dolayı hala veya teyze ile yeğeni aynı
anda nikâhı altında tutan kişi Kur'ân'ın
emirlerini ihlal etmiş olmakla suçlanamaz.
Yine, Kur'ân üvey babanın evinde yetişmiş olan
üvey kızıyla evlenmesini yasaklamıştır; bundan dolayı onların akıl
yürütmelerine göre üvey kızla evlenmenin tamamen yasaklanması Kur'ân'a
aykırıdır. Buna benzer olarak Kur'ân rehin vermeye, sadece bir insan yolculukta
ise ve yanında senet hazırlayacak hiç kimse bulunmuyorsa izin vermektedir; o
halde kişi evinde ise ve kâtip de bulunabiliyorsa, rehin vermek Kur'ân'a
aykırı kabul edilmelidir. Yine Kur'ân'da; "alış veriş yaparken şâhid
bulundurun" buyurulmaktadır. Bundan dolayı, onlara göre, pazarlarda vuku
bulan bütün alışlar ve satışlar bâtıldır.
Bu bir kaç misal, recmi Kur'ân'a aykırı bulanların
akıl yürütmelerindeki hatayı isbata kâfidir. İslâm'ın hukuk sisteminde Hz. Peygamber
@'in yerini kimse inkâr edemez. İlâhî emirlerin altında yatan hakikatleri, onların
uygulanış şekillerini ve nerede uygulanabileceklerini; hangi yerde konuyla
ilgili başka emir olduğunu sadece Peygamber @ açıklayabilir. Peygamber @ 'in
bu konumunu inkâr etmek sadece İslâm'ın esaslarına karşı gelmek değildir;
ayrıca bu durum uygulamada pek çok karışıklıkları beraberinde getirir.
1- Zina fiilini cezalandırmak için bir kadınla tabiî
yoldan cinsî münasebette bulunulması yeterli kanunî zemini hazırlar. Girişin
(duhul) tam olması ya da birleşmenin tamamlanmış olması şart değildir. İslâm
Hukuku, kadın ile erkeği cinsî birleşmede bulunup bulunmadıklarım anlayıp
sonra ona göre cezalandırmak üzere muayene ettirmeye bile gerek görmez.
Uygunsuz bir halde yakalananlar suçludur ve şartlara göre cezalandırılırlar.
Cezanın türünü belirlemeye selahiyetli müessese İse mahkemedir. Eğer ceza
değnek vurularak yerine getirilecekse hadisle sabit olduğu üzere 10 değnekten
fazlası vurulmaz: "Haddi tayin edilmemiş bulunan hiç bir suç için ondan
fazla değnek vurmayın." (Buhari, Müslim ve Ebu Davud)
2- Bir kişi suçüstü yakalanmamış, fakat suçunu
bizzat itiraf etmiş ise, kendisine sadece tevbe etmesi öğütlenir. Abdullah b.
Mes'ûd şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah @'e bir adam geldi ve şöyle dedi;
"Şehrin dışında, bir kadınla birleşme dışında herşeyi yaptım. Şimdi bana
uygun göreceğiniz cezayı verin!" Ömer ise: "Allah'ın gizlediğini sen
de gizle-meliydin." dedi. Rasûlullah @ sessiz kaldı ve adam gitti. Sonra
Rasûlullah @ adamı geri Çağırdı ve ona: "Gündüzün iki ucunda (sabah,
akşam) ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler,
kötlükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür" âyetini (11:114)
okudu. Bunun üzerine orada bulunan biri: "Bu âyet sadece ona mı
hastır?" diye sordu. Rasûlullah: "Hayır! Herkes içindir." diye
cevapladı (Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve Neseİ).
3- Sadece bu değil, İslâm Hukuku, bir kişinin
niteliğini belirtmeden suçunu itiraf etmesi halinde, suçun ne olduğunun
araştırılmasına izin vermez. Bir adam Rasûlullah @'e geldi ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın Rasûlü, ben had gerektiren bir suç işledim, beni
cezalandır." Rasûlullah @ adama hangi cezayı hak ettiğini sormadı. Adam
namazını kıldıktan sonra tekrar geldi ve; "suçluyum, lütfen beni cezalandır"
dedi. Rasûlullah @; "namazını bizimle beraber kılmadın mı?" diye
sordu. Adam kıldığını söyleyince "O halde Allah senin günahını
affetmiştir" dedi. (Buhari, Müslim ve Ahmed).
4- Sadece zina
etmiş
olması gerçeği (bir erkeğin veya kadının) kanun Önünde suçlu ilân edilmesine
yeterli değildir. Bunun için yerine getirilmesi gereken bazı şartlar vardır. Bu
şartlar evli olmadan yapılan zina ile evli iken yapılan zinada farklı
farklıdır. Evli olmadan yapılan zinada, mütecaviz makul yaş ve akıl sınırları
içerisinde olmalıdır. Şayet bir çocuk veya bir deli bu suçu işlemişse, zina
için tayin edilmiş ceza bunlara uygulanmaz. Evli iken yapılan zinada ise
aşağıda belirtilen bazı ilave şartlar aranır. (The Meaning ofthe Qur'an).
Evli iken yapılan zinanın cezalandırılabilmesi
için gerekli şartlar:
(I) Mücrimin köle değil hür bir insan olması gerektiği konusundaki
görüşte ittifak vardır. Kur'ân zina ile suçlanan kölenin recm edilmeyeceğini
belirtmektedir. Evli bir câriye zina suçundan dolayı hür ve evli olmayan kadının
cezasının yarısını görür (4: 25). Fâkihler aynı Kur'ân hükmünün erkek köle için
de geçerli olduğunu kabul etmişlerdir. (II) Mücrim,
kanunen evli olmalıdır. Bu şart da bütün fa-kihlerin icma ettikleri bir
şarttır. (III) Böyle bir insanın sadece evli
olması yetmez, hanımı ile cinsî münasebette bulunmuş olması gereklidir. (IV) Mücrim, Müslüman olmalıdır.
5- Bir kişiyi zina suçundan dolayı cezalandırabilmek
için yaptığı fiili kendi hür iradesiyle gerçekleştirdiği isbat edilmelidir.
Eğer bir kişi bu fiili baskı ve tehdit altında işlemişse ne mütecaviz kabul
edilir, ve ne de cezalandırılır. Bu, sadece kişinin baskı altında yaptığı işlerden
mesul olmadığı İslâm hukukunun genel prensibine dayanmaz; aynı zamanda
Kur'ân'ın emirleri ile de uygunluk arzeder (24: 33).
Bir hadisde karanlıkta namaz kılmaya çıkan bir kadının
tecavüze uğradığından ve bu sebeple adamın cezlandınlıp kadının serbest bırakıldığından
bahsedilmektedir (Tirmizi ve Ebu
Davud).
6- İslâm hukuku, zina ile suçlanan kadın ve erkek hakkında
hüküm vermeyi ve cezanın tatbikini devletten ve mahkemelerden başka hiç kimseye
vermemiştir. Alimler, "yüzer değnek vurun!" (24:2) emriyle sokaktaki
insana değil, hâkimlere ve tslâm devletinin resmî görevlilerine seslenildiği
konusunda ic-ma etmişlerdir.
7- İslâm hukukunda, zinanın cezalandırılması ülke kanunlarının
kısımlarındandır. Bu yüzden bu kanun İslâm devletindeki herkese -Müslüman
olsun olmasın- uygulanır.
8- İslâm hukuku, kişinin zina suçunu itiraf etmesini veya bu
konuda bilgisi olanların yetkilileri haberdar etmesini mecbur kılmaz. Fakat
kişinin durumu bir kez ilgililerin önüne gelirse o vakit suçu affetmek için
hiç bir boşluk kalmamaktadır. Bu husus, Rasûlullah @'inn bir hadislerine
dayanmaktadır: İbni Ömer'den rivayetle Rasûlullah @: "Allah'ın yasak
ettiği fiilleri işlemekten sakının! Bunları kim irti-kab ederse hemen Allah'm
örtüsü ile örtünsün de Allah'a tevbe etsin, zira bize yüzünü gösterirse Allah
Azze ve Celle'nin kitabını ona tatbik ederiz" buyurmuşlardır (Hakim ve
Mu-vatta).
Mâiz b. Mâlik zina etti ve Hezzal b. Nu-aym'ın tavsiyesi
üzerine Rasûlullah @'e giderek suçunu itiraf etti. Rasûlullah @ onun
rec-medilmesini emretti. Fakat Hezzal'a: "Ya Hezzal! Bu olayı elbisenle
gizleseydin ve bana duyurmasaydın senin için daha iyi olurdu" buyurdu
(Ebu Davud).
Ebu Davud'da yer alan bir başka hadiste
Rasûlullah @ şöyle buyurmaktadır: "Hadleri kendi aranızda birbirinize
affedin. Eğer bir hadd benim kulağıma gelirse muhakkak (tatbiki) vâcib oldu
demektir."
9- İslâm hukukuna göre zina affedilebilir bir suç değildir. Bu,
yukarıda daha önce kaydettiğimiz; sahibinin hanımı ile zina ettikten sonra,
babasının 100 keçi ve bir câriye vererek hanımının
kocasıyla anlaştığı gencin olayım anlatan hadise dayandırılmıştır. Rasûlullah @
bunları delikanlının babasına geri verdirmiş ve her iki suçlunun da cezasını
vermişti. Bu, zinanın affedilemez bir suç olduğunu ve iffete tecavüzün İslâm
hukukuna göre para ile telâfi edilemeyeceğini göstermektedir. Bu tür maddî
tazminat kavramı materyalist hukuk sistemlerine has bir durumdur.
10- İslâm devleti, kesin olarak ispatlanmadık-ça kimseye karşı
zina isnadından dolayı fiiliyatta bulunmaz. Şayet suç ispatlanmazsa, yetkililer
pek çok başka kaynaktan suç hakkında bilgi istihbar etmiş olsalar bile ceza
verilmesini emredemezler. Buhârî ve İbni Mâce'de kaydedilen bir hadise göre
Medine'de aşikâr fahişelik yapan bir kadın vardı. Fakat buna rağmen ona hiçbir
ceza verilmedi. Çünkü zina yaptığına dair hakkında bir delil yoktu. Hatta bu
konuda Rasûlullah @; "Eğer kişiyi delilsiz olarak recmedecek olsaydım, bu
kadını recmederdim." buyurmuştur.
11- Zinayı isbat edebilmenin ilk şartı yeterli delillerin
sağlanabilmesidir. Delillerle ilgili hükmün önemli kısımları şunlardır:
a- Kur'ân, suçu ispat için dört şahidin gerektiğini açıklıkla
belirtmektedir (4:15 ve 24: 4,13). Bir hâkim, dava hakkında suç ile ilgili
bildiklerine dayanarak karar veremez.
b- Şahitler İslâm'ın öngördüğü şehadet kurallarına göre itimad
edilir âdil kişiler olmalıdırlar. Bu da onların daha önce hiç bir davada
yalancı şahitlik etmemiş olduklarım icabetti-rir. Şerefli, daha evvel hiç suç
işlememiş olmaları ve davalıya karşı hiç bir şahsî kinlerinin olmadığının
bilinmesi gibi... Kısacası hiç kimse güvenilir olmayan delillere dayanarak
recmedilemez ve hiç kimseye değnek vurula-maz.
c- Şahitler, adamı ve kadını gerçek münasebet halinde
gördüklerini belirtecek derecede müşahhas delil göstermelidirler.
d- Şahitler zaman, yer ve suçu işleyen kimseler hakkında ittifak halinde olmalıdırlar.
Bu hususlardan herhangi biri hakkında farklılık göstermeleri şehadetlerini
bâtıl kılar. Bu şart-lar İslâm hukukunda kişilerin suçlan sübut bulmadan
cezalandırılmadıklarım fazlasıyla göstermektedir. İslâm hukuku, bütün tedbirlere
rağmen, bu suçu dört şahidin görebileceği şekilde işleyenleri -kötülüğü ortadan
kaldırmak için- cezalandırmaktadır.
12- Hamilelik, hür bir kadının zina suçunu is-bat
etmede yeterli delil olabilir. Bu konuda çeşitli görüşler vardır. Hz. Ömer bunu
yeterli delil olarak görmüştür, İmam Mâlik de bunu desteklemektedir. Ancak
fâkihlerin çoğunluğu bunu recmetmek veya değnek vurmak için yeterli delil
olarak kabul etmemişlerdir. Onlar böyle ağır bir cezada ya delillere veya suçun
itirafına dayanılması gerektiğinde ısrar etmişlerdir. İslâm hukukundaki temel
prensiplerden birisi, şüphenin sanık lehine kullanılmasıdır. Bu prensip
Rasûlullah @'in bir hadîsleri ile desteklenmektedir: "Fırsat
bulabildiğiniz takdirde cezalandırmaktan kaçınınız." (İbni Mace).
Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuştur: "Mümkün olduğunca bir Müslümanı cezalandırmaktan
kaçının; eğer onun için bir çıkar yol varsa hemen kendisine bir yol verin; af
konusunda yapılan bir hata, cezalandırmakta yapılan hatadan daha
hayırlıdır." (Tir-mizi).
13- Şahitlerin delillerinin biri diğerini tutmadığında veya
şahitler suçu isbatlamaya muktedir olamadıklarında, bir kimseye iftira atmak
suçundan dolayı cezalandırılıp cezalandırılmamaları hususunda değişik görüşler
vardır.
14- Delilin yanısıra, zina
suçunun kesinleşe-bileceği bir başka yol sanığın kendisinin suçunu itiraf
etmesidir. Bu itiraf açık ve sade sözlerle olmalıdır ve suçlu kendisinin, kendisine
haram olan bir kadınla zina ettiğini itiraf etmelidir. Zina fiilinin her
bakımdan tam olduğunu da kabul etmelidir. Mahkeme, suçlunun suçunu hiçbir dış
baskı altında kalmadan ve aklı başında iken itiraf ettiği konusunda
tatmin olmalıdır. Daha
Önce verdiğimiz en Önemli iki örnek Mâiz b. Mâlik ve Gamidiyye kabilesinden
olan kadındır. Her ikisi de itiraf ettiler ve evli olduklarından dolayı
recmedil-diler.
15- Yukarıdaki iki olay suçunu İtiraf eden kimsenin zina suçunu
kiminle işlediği konusunda sorgulanmadığını açıkça göstermektedir. Çünkü bu
takdirde bir yerine iki kişi cezalandırılacaktır. Halbuki İslâm hukuku insanları
cezalandırmak için yol aramaz. Şayet suçlu kişi suçu işleyen diğer tarafın
adını verirse, bu kişi sorgulanır ve şayet itiraf ederse cezalandırılır. Fakat
inkâr ederse sadece itiraf eden kişi cezalandırılır.,
Özetlersek;
evli kişilerin zina etmeleri halinde cezaları, bütün fıkıhçılara göre
recmedil-mektir. Ancak bekâr kişilerin cezalandırılmaları konusunda aralarında
görüş ayrılığı vardır. İmam Ahmed, İmam Şafii ve talebelerine göre, kadın veya
erkek bekâr kişilerin zina etmelerinin cezası yüz değnek ve bir yıl sürgündür.
İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre adama yüz değnek vurulmalı ve bir yıl sürgün
edilmelidir. Kadına ise sadece yüz değnek vurulmalıdır. İmam Ebu Hanife ve
talebelerine göre İse erkek ve kadın her zâni İçin tayin edilmiş bulunan had
cezası yüz değnektir; sürgün veya hapis gibi ek cezalar had değil, ta'zîrdir.
Eğer hâkim suçlunun düşük ahlâklı biri olduğu kanaatine varırsa veya çok
laubali olduğunu
düşünürse onu durumun gerektirdiğine göre sürebilir veya hapsedebilir. Bütün
bu görüşler Rasûlullah @'in hadisleri ile desteklenmiştir.
16- Değnekle dövmenin usûlü Kur'ân'da kullanılan feclîdu kelimesi
ile belirlenmiştir. Celd kelimesi cüd kelimesinden türetilmiştir. Bu da
değnekle vurmanın sadece cildi etkileyecek şekilde uygulanmasını ve altındaki
ete ulaşmamasını îma etmektedir. Kişinin etinde derin yaralar açacak ve eti
parçalayacak şekilde dövmek Kur'ân'a aykırıdır. Rasûlullah @ uzun süre
kullanılmaktan dolayı eskimiş bir değnek getirilince "daha âlâsını
getirin!" buyurmuştu. Yeni değnek ise hiç kullanılmadığından dolayı çok
sertti. Rasûlullah @, "bundan daha aşağısını getirin!" buyurdu
(Muvatta). Değnek ile vurmada da orta yol takip edilmelidir. Hz. Ömer değnek
vuran kişiye; "koltuk altın, elini kaldırdığında görünmeyecek biçimde
vur!" diyerek vuruş şeklini tarif etmiştir. Hz. Ali; "yüz ile hayalar
hâriç vücudun her tarafı değnekten nasibini alacak şekilde vur!" demiştir.
Rasûlullah @: "Sizden biriniz değnek vururken yüze vurmasın!"
buyurmuştur (Ebu Da-vud). Cezalandırma, diğer insanlara ibret teşkil etmesi
için suçluyu teşhir etmek maksadıyla umûma açık olarak uygulanır (24:2). Maide
sûresi'ndeki âyet (5:38) İslâm'daki ceza kavramına daha çok ışık tutmaktadır.
Bu âyette "yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak..."
buyurulmaktadır.
Nur sûresi'nde (24: 2) de zâninin cezasının umûma açık vaziyette
verilmesi emredilmektedir.
Bunlar İslâm hukukunda cezanın şu amaçlarla
verildiğini göstermektedir:
a- Suçluya, diğer insanların veya toplumun haklarına tecavüz
ettiği için eziyet vermek,
b- Suçlunun suçunu tekrarlamasını önlemek,
c- Suçlunun başkalarına ibret olmasını sağlamak. Böylece
toplumdaki kötülüğe meyilli kişiler ibret alır ve bu suçu işlemeye cesaret
edemez. Cezayı umûma açık uygulamanın bir faydası da cezayı uygulayacak resmî görevlilerin bunu keyfî olarak
azaltmaları veya artırmalarım önleme-sidir.
17- Nur sûresi'nin 3. âyeti Müslümanların zâni ile evlenmesini
yasaklamıştır. Bu emir kötü yollarında devamlı olan kadın ve erkekler için
geçerlidir; ve tevbe edip kendini düzeltenler için değil. Çünkü kişi tevbe
edip kendini düzelttiği vakit artık 'zâni' olarak isimlendirilmez. Yukarıdaki
âyet evlilik için böyle insanları seçmenin günah olduğunu belirtmektedir.
Mü'mİnler bundan kaçınmalıdır, aksi halde hukuk onları
toplumun istenmeyen rezil kişileri olarak ayırırken, eğer mü'minler onlarla
evlenirlerse yüreklendirmiş olurlar.
Buna benzer olarak, bu âyet zina eden bir müslümamn
müşrik biriyle yaptığı evliliği de geçersiz kılmaz. Ayet, zina fiilini vurgulamakta
ve bunu yapan kişinin müslüman da olsa iffetli ve saf İslâm toplumunda temiz evlilik
yapmaya uygun olmadığını belirtmektedir. Böyle bir kişi evlilik için ya
kendisi gibi insanlara, ya da İlâhî Kanun'a inanmayan müşrikere yaklaşmalıdır.
Bu konudaki hadisler oldukça açık ve
nettir. Amr el-As'ın rivayetine göre, Ümmü Mahzul adlı bir kadın Medine'de
fahişelik yapardı. Rasûlullah @ bir müslümanm bu kadınla evlenme talebini geri
çevirdi ve kendisine söz konusu (24: 3) âyeti okudu (Ahmed ve Nesei)
Tirmizi ve Ebu Davud'da geçen bir
rivayete göre Mersed b. Ebi Mersed adlı bir sahabi, cahiliye döneminde
Mekke'nin ahlâksız kadınlarından biriyle gayri meşru münasebette bulunmuştu.
Sonra onunla evlenmeyi tasarlayarak Rasûlullah @'e gitmiş ve iki kez izin isteğinde
bulunmuştu. Rasûlullah @ cevap vermeyince adam üçüncü kez isteğini tekrarladı.
O da Nur sûresi'nin zikredilen (24: 3) âyetini okudu (Tirmizi ve Ebu Davud).
Bunlardan başka Abdullah b. Ömer ve Am-mar b.
Yâsir'den aynı konudaki rivayetlerde Rasûlullah @
şöyle buyurmaktadır: "Karısının ahlâksız olduğunu bilen ve buna rağmen
onunla yaşamaya devam eden adam cennete giremez." (Ahmed, Nesei ve Ebu Davud).
İslâm
hukuku, insanların gayri meşru bağlantılarının ve haram ilişkilerinin toplumda
yayılmasına kesin bir yasak koymaktadır. Bu hükmün amacı sayısız kötülükleri
daha başından engellemektir. Bu durumda ortaya çıkabilecek en büyük kötülük,
derinden derine ahlâk dışı bir havanın yayılmasıdır. Biri çıkar, doğru yanlış
bir başkasının yaptıklarını anlatır, diğeri onu daha fazla şüphe ve ilavelerle
daha başkalarına aktarır. Böylece toplum içinde kötü ihtiras ve arzuların
doğmasına kapı açılmış olur. İslâm hukuku bu kötülüğü durdurmak amacındadır.
Bir yandan, zina halinde yakalanan ve suçu delille sabit olan kişiye, başka
bir suç karşılığında verilmeyen en ağır cezayı verirken, öte yandan bir kişiyi
zina ile suçlayıp da bunu ispatlayamayana bir daha böyle iftirada bulunmaması
için 80 değnek vurur. Şayet iddia sahibi, ahlâk dışı hareketi gözleriyle
görse bile, gizliyi açığa vurup kirin yayılmasına çalışacak yerde, gördüğünü
toplumda yaymaktan kaçınarak doğru yetkililere koşacak ve suçluların mahkemece
cezalandırılmalarını sağlayacaktır. Kur'ân-ı Kerîm bu husustan şöyle
bahsetmektedir: "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu
suçlamalarını isbat için) dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve
artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış
kimselerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hâriç. Çünkü Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir." (24: 4-5).
Kur'ân'daki "namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da"
ifadesi basit bir suçlama değil, iffetli kadınların namusuna karşı suçlamayı
sözko-nusu etmektedir. Sonra, suçlayanlardan dört şahit getirmelerinin
istenmesi de, bunun zina ile ilgili olduğuna bir başka delildir. Çünkü
İslâm
hukukunda dört şahit getirme şartı yalnızca zina ile ilgilidir. Bu sebeple
âlimler hırsızlık, içki, faiz alıp verme gibi suçlamaları da kapsamasın diye,
âyetin zina suçlusuyla ilgili olduğunda görüş birliğine varmışlar ve bu tür
suçlamaya mahsus olmak üzere kazf adını vermişlerdir. Kazf'dan ayrı olarak,
diğer iftiralarla ilgili cezaları tayin etme yetkisi hâkimlere veya
gerektiğinde iftira ve hakaret ile ilgili genel kanunlar çıkarabilecek olan
İslâm Devleti Şûra Meclisi'nin içtihadına bırakılmıştır. (The Meaning of th
Qur'an, c. vm).
Kazf ile ilgili ceza yukarıda
belirtilen âyet ile belirlenmiştir. Hz. Aişe şöyle rivayet etmektedir:
"Bana yapılan iftirada suçsuz olduğumu bildiren âyet-i kerime (24: 11)
indiği vakit Rasûlullah @ minbere çıktı ve iftirayı anlattı. Vahyolunan âyeti
okudu. Minberden indiği vakit iki erkekle bir kadının cezalandırılmalarını
emretti. Onlara had tatbik olundu." (Ebu Davud).
Kazf "m cezalandırılabilir olması için,
birinin delilsiz olarak bir başkasını ahlâksızlıkla suçlaması yeterli olmayıp
kâzif (suçlayan), mak-zuf (suçlanan) ve bizzat kazf ile ilgili yerine
getirilmesi gereken belirli şartlar bulunmalıdır: Kâzif ile ilgili şartlar
şunlardır:
1- Yetişkin olmalıdır, eğer değilse kendisine had değil ta'zîr
uygulanır.
2- Aklı yerinde olmalıdır. Deli veya aklî dengesi yerinde olmayan
kişilere had uygulanmaz. Aynı şekilde yasaklanmış uyuşturucu ve sarhoş
edicilerin dışında, kloroform gibi sarhoşluk veren bir şeyin etkisindeki kişi
de kazf suçlusu sayılmaz.
3- Baskı altında değil, kendi hür iradesi ile hazfta, bulunmuş
olmalıdır.
4- Makzufun babası veya dedesi olmamalıdır, çünkü
bunlara had uygulanamaz. Ha-nefilere göre bir beşinci şart daha vardır ki o da;
yalnızca hep el-kol hareketi yapan bir kişi kazfla suçlanamayacağından,
sarhoş da olmamalıdır. İmam Şafiî buna karşı çıkar. Sarhoşun
el-kol hareketleri açık ve herkesin ne demek istediğini anlayabileceği
şekildeyse, bir kimsenin adını kirletmek için el-kol hareketi sözden daha az
zararlı olmayacağından o da kâzif sayılır. Hanefiler bu noktada ta'zîr
cezasını Önerirler.
Makzuf (suçlanan) ile ilgili şartlar
şunlardır:
1- Aklı ve şuuru yerinde olmalıdır. Yani, aklı ve şuuru
yerindeyken zina etmiş olmakla suç-lanmahdır. Çünkü deli bir kişi iffetini tam
olarak muhafaza edemez ve bundan dolayı ona had uygulanamaz. Bu sebeple, onu
suçlayan da az/cezasını haketmiş olmaz.
2- Müslüman olmalıdır.
3- Yetişkin olmalıdır.
4- Hür olmalıdır.
5- İffetli ve temiz bir karakteri olmalıdır.
Kazfm kendisi ile ilgili şart ise
şudur: İddia, müphem olmayan, sarih bir şekilde ifade edilmelidir. Zina
suçlamasının müphem atıflarla yapılması güvenilir bir dayanak değildir. Bu
mesele ile ilgili diğer önemli hususlar aşağıda belirtilmiştir:
1- Kazf affedilebilir bir suç değildir.
Şayet suçlanan kişi, davayı mahkemeye getirmezse durum farklı olacaktır; fakat
dava mahkemeye getirilecek olursa, suçlayanın suçlamasını ispatlaması istenir.
Şayet ispatlayamazsa kendisine gerekli had uygulanır. Sonra, mahkeme de
suçlanan da onu affedemez ve mesele ne tazminat İle çözümlenebilir, ne de
suçlayan tevbe ve özürle cezadan kurtulabilir. Bu konuda Rasûlullah @ şöyle
buyurmuştur: "Haddi gerektiren suçlan aranızda bağışlayın, fakat dava
bana geldiğinde ceza vacip olacaktır." (Ebu Davud).
2- Bir kişinin kazf suçunu
işledığT"sâbîToT-duktan sonra, onu gerekli had cezasından kur-turabilecek
tek şey, mahkemede suçlanan kişinin falancayla zina halinde gördüklerini belirtecek
dört şahit getirmesidir. Kur'ân'ın, söz konusu âyetlerinde (24:4-5) kazf
suçundan kurtulabilmesi için gerekli şehadeti temin
edemeyen kişi hakkında üç hüküm vardır:
a- Kendisine 80 değnek vurulmalıdır,
b- Artık hiç bir şehadeti kabul edilemez,
c- Bizzat fâsık olur. Bundan sonra Kur'ân'da şöyle denilir:
"...Ancak bundan sonra tevbe edip usla-nanlar hâriç. Çünkü Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir." (24: 5).
Burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Tevbe
edip, düzelenlerin affedilmesi bu üç emirden hangisine yöneliktir? Fâkihler,
birinciyle ilgili olmadığında müttefiktirler. Yani tevbe cezayı kaldırmaz ve
ne olursa olsun suçluya gerekli değnek cezası uygulanır. Fâkihler affın üçüncü
emre yönelik olduğu konusunda da müttefiktirler; tevbe ve ıslâhtan sonra suçlu
daha fazla günahkâr olmayıp fâsıklıktan çıkacak ve Allah kendisini
affedecektir. {The Me-aning ofthe Qur'an, c. VIII).
3- Kazf kanunu bir başka kadın veya adamı zina ile
suçlayan ve bunu ispat edemeyen kişi için uygulanacak haddi belirlemektedir.
Fakat "bir kişi kendi karısını zina hâlinde görürse ne yapmalı?"
sorusu akla gelmektedir. Eğer onu öldürürse, cinayetten dolayı suçlanacak ve
cezalandırılacaktır. Öldürmeyip şahit aramaya gitse, suçlu kaçabilir; olanı
görmezlikten gelse, buna uzun süre katlanması mümkün değildir. Tabii ki kadım
boşayabilir, fakat bu durumda, ne kadın, ne de onunla ilişkiye giren manevî
veya fizikî bir cezaya uğramayacak ve bu gayri meşru İlişkiden kadın hamile
kalırsa o zaman da bir başkasının çocuğunu besleme yükünü çekmek zorunda kalacaktır.
Bu mesele Sa'd b. Ubâde tarafından nazarî olarak
ortaya atılmıştır (Buhari ve Müslim). Fakat çok geçmeden, gerçek olaylar buna
şahit olan kocalar tarafından Rasûlullah @'e getirildi. Abdullah b. Mes'ûd ve
tbni Ömer tarafından nakledilen rivayetlere göre, En-sar'dan bir Müslüman
Rasûlullah @'e gelerek Şöyle demiştir: "Yâ Rasûlullah! Şayet bir adam, bir
başkasını karısıyla yakalar ve suçlamada bulunursa ona kazf haddi
vuracaksı-nız, şayet karısını öldürse siz de onu öldüreceksiniz; sessiz kalsa ızdırap duyup duracak; bu
durumda bu adam ne yapsın?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Ey
Allah'ım, bu meselede bana bir çözüm ver!" diye dua etti (Müslim, Buhari,
Ebu Davud, Ahmed ve Ne-sei).
İbni
Abbas'dan rivayetle, Hilâl b. Ümeyye günah işlerken yakaladığı karısının
durumunu Rasûlullah @'e getirdi. Cevap olarak Rasûlullah @ şöyle dedi: "Ya
şahit getirirsin veya sırtına hadd vurulacak!" Bunun üzerine sahabiler
arasında bir panik ve telâş başladı. Hilâl: "Seni hak peygamber olarak
gönderen Allah'a yemin ederim ki ben doğruyu söylüyorum, gözümle gördüm,
kulağımla işittim. Eminim ki, Allah bir hüküm gönderecek ve benim sırtımı
(cezadan) koruyacaktır." Bu olay üzerine (24:6) âyet-i kerimesi nazil oldu
(Buhari, Ahmed ve Ebu Davud).
Bu ayette ortaya konan hukukî işleme
li'ân kanunu denir.
Nur süresindeki bu âyet (24: 6) nazil olduğunda, Rasûlullah @
Hilâl'e ve karısına haber gönderdi. Hilâl iddiasını yeniledi. Kadın da inkâr
etti. Rasûlullah @: "Öyleyse li'ân hükmüne göre hareket edelim"
buyurdu. Önce Hilâl kalktı ve Kur'ân'da emredilene uygun şekilde yemin etti.
Rasûlullah @ onlara tekrar tekrar şunu hatırlattı: "Allah biliyor ki,
sizden biriniz yalancıdır, o halde biriniz tevbe etmeyecek mi?" Hilâl
beşinci kez yemin etmeden önce orada bulunanlar kendisine; "Allah'tan
kork, dünyadaki ceza ahirettekinden daha hafiftir. Beşinci yemin cezayı üzerine
farz kılacak!" dediler. Fakat Hilâl, sırtını dünyada (cezadan) koruyan
Allah'ın ahirette de kendisini bağışlayacağını söyleyerek beşinci kez yemin
etti. Sonra kadın yeminlere başladı. Beşinci yemine geçmeden önce, o da
durdurulup kendisine; "Allah'tan kork, dünyevî ceza ahiretin cezasından
daha hafiftir. Son yemin seni ilâhî cezaya mahkûm edecek" tavsiyesinde
bulunuldu. Bunu duyan kadın bir an durakladı, oradakiler itirafta bulunacağını
sandılar, fakat o, "Kabilemin şerefine ebediyyen leke sür-dürtmem"
diyerek beşinci yemini de etti. Bunun üzerine Rasûlullah @ ayrılmalarını emretti
ve çocuğun doğumdan sonra erkeğe değil kadına verileceğine, bundan böyle kimsenin
kadını ve çocuğu suçlamayacağına, bunlardan birini suçlayana kazf cezası
verileceğine ve boşanma veya kocanın ölümü gibi bir sebeple
ayrılmadıklarından, iddet süresince kadının Hilâl'den nafaka istemeye hakkı olmadığına
hükmetti (Kütüb-ü Sitte ve Müs-ned-i Ahmed).
Bir başka li'ân davası da Üveymir ve karısı ile ilgilidir. Onların
her ikisi de yemin ettiler ve tevbeye yanaşmadılar. Li'ân hükmü uygulandı.
Bunun üzerine Rasûlullah @ onları boşadı ve "Lanetleşen karı-koca
arasında ayrılık olacaktır" buyurdu (Buharı, Müslim, Ebu Da-vud, Nesei,
îbni Mace ve Ahmed).
Daha sonra bu kural Sünnet ile sabit hâle geldi.
Böylece lanetleşen karı-koca bir daha hiç evlenmemek üzere ayrıldılar. Bu
davanın ayrıntıları Sahiheyn'de şu ifadelerle anlatılmıştır: Üveymir dört
şahit getiremeyince bu âyet nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlullah @ Üveymir ve
karısını Mescid-i Nebevi'ye çağırdı. Sehl b. Sa'd onların mescidde Rasûlullah
ve bir grup sahabi önünde lânetleştik-lerini anlatır. Daha sonra Üveymir
Rasûlullah @'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kadını nikâhımda tutarsam ona
zulmetmiş olurum!" dedi ve karısını üç kez boşadı. Rasûlullah @ daha sonra
sahabilere; "Bakınız, eğer bu kadın kara gözlü, geniş baldırlı, düzgün
bacaklı ve siyahî bir çocuk doğurursa, Üveymir'in gerçeği söylediğinden başka
bir şey düşünemem. Fakat kırmızı benekli kızıl bir çocuk doğurursa Üveymir'in
kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım" buyurdu. Sonraları kadın,
Üveymir'i doğrulayacak bir çocuk doğurdu ve çocuk annesine nisbet edilerek
(İbni Havle) anılmaya başladı (Buhari ve Müslim).
İbni
Ömer'den gelen bir rivayette Rasûlullah @, adamın biri karısının doğurduğu
çocuğu üzerine almayınca, onları lânetleştirmiş ve sonra birbirlerinden
ayırarak çocuğu kadına vermiştir. Sonra adamı bu dünyadaki cezanın ahirettekine
göre daha hafif olduğu konusunda uyarmış ve ona bu hususta tavsiyelerde bulunmuştur.
Kadını çağırtarak ona da aynı şeyleri söylemiştir (Buhari ve Müslim).
İbni Ömer'in
bir başka rivayetine göre, birbirleriyle lanetleşen iki kişiye Rasûlullah @
"Sizin hesabınız Allah katmdadır, zira biriniz yalan söylüyor."
buyurmuştur. Daha sonra adama, karısıyla tekrar evlenemeyeceğini söylemiştir.
Adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Peki mehrim ne olacak?" deyince Rasûlullah
@: "Sana ondan bir şey yok. Doğru söylemişsen, bu para onunla münasebette
bulunmanın karşılığıdır; şayet yalan söylemişsen zaten o para sana bu kadından
uzaktır." buyurmuştur (Buhari ve Müslim).
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine göre
bir bedevi Rasûlullah @'e
gelerek, kansının siyahî bir çocuk doğurduğunu ve bu çocuğun kendisinden olup
olmadığından şüphelendiğini söyler. Rasûlullah @ kendisine: "Senin deven
var mı?" diye sorar. Adam "evet" der. "Renkleri
nasıl?" diye sorar, bedevi "kırmızı" diye cevap verir.
"İçlerinde gri olanı var mı?" diye sorar Rasûlullah @. Adam
"bazıları gri". "Bu renge sebep nedir?" sorusuna bedevi
"belki atalarında bu renkte olan vardır." şeklinde cevap verir.
Bunun üzerine Rasûlullah @: "Aynı şey senin çocuğun rengine de sebep
olmuş olabilir." buyurur ve adamın çocuğundan şüphelenmesine izin vermez
(Buhari, Müslüm, Ahmed, Ebu Davud).
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: Utbe b. Ebi Vakkas, kardeşi
Sa'd'a vasiyet etmiş (şöyle söylemiş): "Zem'a'nın cariyesinin oğlu benfim
sulbüm)dendir. Bu çocuğu almalısın!" Hz. Aişe diyor ki: Mekke'nin fethi
senesi (Mekke'ye varıldığında) Sa'd b. Ebî Vakkas, çocuğu yakaladı ve;
"Bu, kardeşim Utbe'nin oğludur. Bunun nesebinin kendisine istilhâkı için
bana vasiyet etmiştir" dedi. Bunun üzerine Abd b. Zem'a ayaklanıp;
"Bu, benim kardeşimdir, babamın cariyesinin oğludur, babamın yatağı
üstünde doğmuştur" dedi. Her iki taraf bu niza ve husûmetlerini Peygamber
@'e arzettiler. Sa'd b. Ebî Vakkas; "Ya Rasûlullah! Bu çocuk, kardeşim
Utbe'nin oğludur. Nesebinin kendisine istilhâkına dair bana vasiyeti
vardır" dedi. Abd. b. Zem'a da; "Bu, benim kardeşimdir ve babamın
cariyesi doğurmuştur; babamın yatağı üstünde doğmuştur" dedi. Rasûlullah
@; "Ya Abd b. Zem'a! Bu senindir." buyurdu. Sonra da Peygamber @;
"Çocuk, yatağın sahibinindir. Zâniye de mahrumiyet düşer." buyurdu.
Daha sonra da hanımı Şevde bintü Zem'a'ya, ona karşı tesettürlü olmasını
söylemiştir. Çünkü çocuğun Utbe'ye benzediğini görmüştür (Buhari ve Müslim).
Ibni Abbas'in rivayetine göre bir adam
Rasûlullah @'e gelerek: "Benim, kendisini çok sevdiğim bir karım var,
fakat öylesine zayıf ki, bir
başkası kendisine dokunsa aldırmaz." der. Rasûlullah @: "Onu
boşayabilir-sin." cevabını verir. Adam; "Fakat onsuz yaşayamam"
der. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Öyleyse onunla geçinmelisin."
buyururlar. Rasûlullah @, adamdan herhangi bir açıklama istemediği gibi
şikâyetini zina suçlaması olarak almamış ve li'âri hükmü uygulamamış-tır
(Nesei).
Bir rivayet de şöyledir: Adamın biri Rasûlullah
@'e gelerek; "Filan kişi benim oğlum-dur, cahiliye devrinde annesi ile
gizli ilişki kurmuştum." dedi. Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "İslâm'da
gayri meşru olarak babalık iddiasında bulunmak yoktur. Cahiliyede yapılanlar
ilga edilmiştir. Çocuk, yatağında doğduğu kişiye verilir ve zâni hiç bir hak
iddia edemez." (Ebu Davud).
Yukarıda bahsi geçen âyeti ve Rasûlullah @'in Sünnetini kaynak
alarak fâkihler li'ân kanununun temelini oluşturan esaslan ortaya koymuşlardır:
a- Li'ân, evde değil, ancak mahkemede hâkim önünde karşılıklı
olarak uygulanır,
b- Li'ân yalnızca erkeğin hakkı değildir. Kadmm da, kocası
kendisine zina ile suçlar veya çocuğunun babası olduğunu inkâr ederse mahkemede
li'ân talep etme hakkı vardır,
c- Bir zan veya şüphe yahut endişe ifade eden sözler li'ânı
gerektirmez. Ancak koca, karısını açıkça
zina ile suçlar veya çocuğun kendisinin olduğunu inkâr ederse li'ân gerekir,
d- Karısını suçladıktan sonra yeminden vazgeçen kimse
Hanefilerin görüşüne göre hapsedilir ve li'ânda bulununcaya veya suçlamasının
yalan olduğunu itiraf edinceye kadar salıverilmez. Bu ikinci durumda kendisine
kazf haddi uygulanır. Buna karşılık İmam Mâlik ve diğerlerine göre hapis
gereksiz görülür; li'âm reddetmenin kişinin, yalancılığının itirafı demek
olduğu ve dolayısıyla kazj cezasını gerekli kılmaktadır,
e- Eğer koca yemin ettikten sonra, kadın yeminden kaçınırsa,
Hanefilere göre hapsedilir ve li'ânda bulununcaya kadar veya zina suçunu
itiraf edinceye kadar salıverilmez. Buna karşılık diğer imamlar recmedilmesi
gerektiği görüşündedirler,
f- Eğer bir koca çocuğunu reddediyorsa, li'ân gerektiği
konusunda ittifak vardır.
g- Eğer bir baba çocuğu inkâr ediyorsa çocuk yalmz anneye
verilir ve ona nisbetle anılır,
h- Li'ânın sonucunda ne kadın, ne de erkek cezalandırılır.
Hz. Aişe'den rivayetle, bir hırsız Rasûlullah @'e getirildi ve O
da elini kestirdi. Hırsızı getirenler; "İşi bu kadar ileriye götüreceğinizi
düşünmemiştik" dediler. Rasûlullah @: "Şayet kızım Fâtıma böyle bir
şey yapmış olsa onun elini de keserdim!" buyurdu (Nesei).
Bir hırsız itirafda bulundu. Fakat çaldığı eşyalar yanında
yoktu. Rasûlullah @: "Senin çaldığını sanmıyorum." dedi. Hırsız,
çaldığını iki veya üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Rasûlullah @, elinin
kesilmesini emretti. Sonra ona dedi ki: "Allah'tan affını iste, tev-beyle
O'na dön!" Adam kendine söylenileni yapınca Rasûlullah @, Allah'tan üç kez
bu adamın affedilmesi için duada bulundu (Ebu Davud, Nesei, İbni Mace ve
Darimi).
Halife Osman ve Ali, bir kuş çalanın
elinin kesilmeyeceğine hükmettiler. Hiç bir sahabi buna karşı çıkmadı. Halife
Ömer ve Ali, Bey-tü'I-mâl'dan çalanın elini kestirmediler ve hiç kimse onlara
itiraz etmedi. (The Meaning oj theOur'an, c. VIII).
Câbir'den rivayetle; Rasûlullah @'e bir hırsız getirdiler.
Rasûlullah @: "Onu öldürün!" buyurdular. Bunun üzerine ashab:
"Yâ Rasûlullah, bu adam sadece hırsızlık etmiştir." dediler.
Rasûlullah @: "Onun elini kesin!" dedi ve hemen kesildi. Sonra o
adamı tekrar getirdiler. Rasûlullah @: "Onu öldürün!" buyurdular.
Câbir, olayın önceki gibi olduğunu anlattı. Sonra o adamı üçüncü kez
getirdiler. Anlatan olayın yine önceki gibi olduğunu rivayet etti. Sonra adamı
dördüncü defa ve beşinci defa getirdiler. Rasûlullah @: "Onu
öldürün!" buyurdular (Ebu Davud ve Nesei).
Şöyle
rivayet edilmiştir: "Bir hırsız Rasûlullah @'e getirildi. Elleri
kesildiği zaman Rasûlullah @ ellerinin boynuna asılmasını emretti."
(Tirmizi, Ebu Davud, Nesei ve İbni Mace).
Rasûlullah @ zamanında sarhoş için belirli bir ceza yoktu.
Sarhoş biri muhakeme için getirildiğinde ayakkabı ile değnekle ve iple dövülür,
tekmelenir ve kamçılanırdı. Bu suç için verilen cezanın üst sının 40 değnekti.
İçki içen
bir adam Rasûlullah @'e getirildi ve o da sahabilere adamı dövmelerini buyurdu.
Bazıları çarıkla, bazıları değnekle ve bazıları da hurma dalı ile onu dövdüler.
Sonra Rasûlullah @ yerden biraz toprak aldı ve onun yüzüne attı (Ebu Davud).
Ebu Hureyre'den rivayetle, içki içen bir
adam Rasûlullah @'e getirilmişti. Rasûlullah @ bize onu dövmemizi buyurdu,
bazıları elleriyle, bazıları da ayakkabılanyla dövdü. Sonra Ra -sûlullah @
onlara sarhoşu kınamalarını söyledi. Onlar şöyle dediler: "Allah'a
muhalefetten sakınmadın, Allah'tan korkmadın, Rasû-lullah'dan utanmadın!"
Bazıları ise "Allah seni rezillik içinde
bıraksın!" dediklerinde Rasûlullah @ onlardan şöyle söylemelerini istedi:
"Allah'ım! Onu affet ve ona merhamet et! Aksi takdirde şeytan bu adam
üzerinde güç sahibi olurdu." (Ebu Davud).
İbni Abbas,
içki içerek sarhoş olduktan sonra yolda sendeleyerek yürüyen bir adamın
Rasûlullah @'in huzuruna getirilirken Ab-bas'ın evinin hizasına gelince
kaçtığını ve Abbas'ın yanma sığınarak onun boynuna sarıldığını rivayet
etmiştir. Bu olay Rasûlullah @'e anlatıldığında güldü: "Demek sarhoş öyle
yaptı ha!" dedi ve onunla ilgili hiç bir emir vermedi (Ebu Davud).
Enes, "Rasûlullah @'in, içki içen kişinin hurma
dallarıyla ve ayakkabılarla dövülmesine, Ebu Bekir ise, kırk değnek vurulmasına
izin verdiler." dedi (Buhari ve Müslim).
Enes bir başka rivayetinde Rasûlullah @'in içki
içmenin cezasının hurma dalları ile kırk değnek ve ayakkabılarla dövülmek
olarak belirlediğini nakletmiştir. Sa'ib b. Yezîd şöyle dedi: "Rasûlullah
@ zamanında ve Ebu Bekr'in halifeliği ile Ömer'in halifeliğinin başlangıcında
bir içkili adam getirildiği zaman biz onu ellerimizle, çarıklarımızla veya
elbiselerimizi burarak döverdik. Fakat Ömer'in halifeliğinin son zamanlarında
Ömer kırk değnek vururdu, şayet kişinin suçu ağır ve fazla ise seksen değnek
vururdu." (Buha-ri).
Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ben
haddlerin tatbiki sonucunda üzülen biri değilim, içki içen müstesna. Çünkü
eğer o ölürse diyetini veririm. Diyet verecek olmamın sebebi Rasûlullah'm içki
içenle ilgili kesin ceza belirtmemiş olmasıdır." (Buhari ve Müslim).
Hz. Ömer'in içki içmenin cezası konusunda Hz. Ali ile istişare
ettiği ve Ali'nin ona; "Fikrime göre içki içen birine seksen değnek cezası
vermelisin, çünkü bir kişi içki içerse sarhoş olur, sarhoş olduğunda ne
dediğini bilmez ve o halinde de iftira eder." dediği rivayet edilmiştir.
Bunun üzerine Halife Ömer iç-
ki içmenin cezasını 80 değnek olarak uyguladı (Muvatta).
Rasûlullah @ zamanında muhakeme usûllerine, kanun ve
kuralların yerine getirilmesine ve yönetimin tavrına ışık tutabilmek amacıyla
bir kaç mahkeme kararını ele alalım:
Bir adamın, kölesini kasden öldürdüğü, bunun
üzerine Rasûlullah @'in adamın yüz değnekle cezalandırılmasını ve bir yıl
sürgün edilmesini emrettiği rivayet edilmiştir. O kişiye ayrıca bir köle âzâd
etmesi de emredildi. Normal durumlarda kasden Öldürmenin cezası, öldürülen
ister köle, ister hür olsun kısas-dır. Öyle görünüyor ki bu cinayet hâkimin
takdir yetkisinin cezayı belirlediği hususî bir durumda işlenmiştir.
(Zâdu'î-Meâd, c. III).
Yahudinin birinin, bir kızın başım iki taş arasında
ezdiği rivayet edilmiştir. Kıza, Yahudinin adı söyleninceye kadar, bunu ona
kimin, falanın mı, filanın mı yaptığı soruldu. O Yahudinin adı söylenince kız
başını salladı. Yahudi tutulup getirildi, suçu kabul edince Rasûlullah @
başının taşlarla ezilmesini emretti (Buhari ve Müslim).
Bu misâl, hâkim öyle karar vermişse, suçluyu öldürdüğü veya
öldürmeye çalıştığı biçimde ceza verilebileceğini göstermektedir.
Ebu Hureyre'nin rivayetine göre; Hudeyl
kadınlarından ikisi birbiriyle döğüştü. Biri diğerine bir taş attı. Taş, hem
kadının, hem de rahmindeki çocuğun ölümüne sebep oldu. O vakit Rasûlullah @
kadının doğmamış çocuğu için diyet olarak en iyisinden bir köle alabilecek
kadar bir para ödenmesine ve parayı diyetten sorumlu kadının ödemesi
gerektiğine hükmetti. Ölen kadının çocuklarını ve onlarla birlikte olanları,
öldüren kadının mirasçısı yaptı (Buharı ve Müslim).
Yemen'de bir grup, bazı kişileri kuyu kazmak için
işe aldı. Bir kişi kuyuya düştü ve düşerken de bir başkasını birlikte çekti,
ikincisi üçüncüsünü, üçüncüsü de dördüncüsünü çekti. Böylece dördü de kuyuya
düştü ve Öldü. Durum ölenlerin akrabaları tarafından Hz. Ali'ye bildirildiğinde
Ali, kuyuyu kazdırmak için adamları tutan kişileri çağırttı ve kararını verdi:
İlkinin tazminatı 1/4 olacaktı, çünkü o diğer üçünü de kendisi ile beraber
kuyuya çekti ve Ölümlerine sebep oldu; ikincinin tazminatı 1/3 olacaktı,
üçüncünün 1/2 ve dördüncünün tazminatı tam olacaktı, çünkü o, kimseyi kuyuya
çekmemişti. Bu dava Rasûlullah @'e anlatıldığında "Ali'nin karan
doğrudur." buyurdu (Ahmed).
Rasûlullah @, babasının karısıyla evlenen bir adamı öldürmesi
ve malını müsadere etmesi için, Ebu Bare'yi göndermiştir (Ahmed ve Nesei). Buna
benzer bir diğer olay Muaviye b. Karre'nin dedesinden nakledilmiştir: "Allah'ın
Rasûlü onu, babasının karısıyla evlenen bir adamın üzerine gönderdi. O da onu
öldürdü ve malını müsadere etti." Rasûlullah @, İbni Abbas'a
"Kendisine haram olan kadınlarla ilişkide
bulunanı öldür" buyurmuştur.
Bir adam bir kadınla zina etti ve dört kez itiraf
etti. Rasûlullah @ ona deli olup olmadığını sordu. Hayır, cevabını aldı. Sonra
"Evli misin?" dedi. Evet, cevabını alınca onu rec-mettirdi (Buhari ve
Müslim). Aynı olayın bir başka rivayetinde adamın şehadetini dinledikten sonra
Rasûlullah @'in adama "zinanın ne demek olduğunu biliyor musun?" diye
sorduğu nakledilir. Adam "evet, bu kadınla, erkeğin karısı ile
yaptığında meşru olan işi yaptım" dedi. Rasûlullah @ "bunu itiraf
etmekten muradın nedir?" deyince, adam "beni temizlemeni
istiyorum" dedi. O vakit Rasûlullah @ adamın recmedilmesini emretti (Ebu
Davud).
Mugîre b. Şu'be birbirine kuma olan iki kadından birinin
diğerine taş attığını ve düşüğe sebebiyet verdiğini rivayet etmiştir.
Rasûlullah @, en iyisinden bir cariye veya köle satın alabilecek miktar parayı
diyet olarak belirlemiş ve bunun ödenmesinin kadının baba tarafından
akrabalarının görevi olduğunu söylemiştir (Tirmizi). Ebu Hureyre düşüğe diyet
olarak Rasûlullah @ tarafından en iyisinden bir cariye veya köle, bir at veya
katırın uygun görüldüğünü rivayet etmiştir (Ebu Davud).
Sa'îd b. el-Müseyyeb Rasûlullah @'in, annesinin karnında iken
öldürülen çocuğun diyeti olarak, en iyisinden bir köle veya cariyeyi belirlediğini
rivayet etmiştir. Bu kararın aleyhine verildiği kişi "Niye henüz yemeyen,
içmeyen, konuşmayan ve hiç sesi çıkmamış bir şey için diyet ödeyeyim!"
dediğinde ve böyle bir durum için tazminat Ödenmesi gerekmediğini eklediğinde
Allah'ın Rasûlü, "bu adam kâhinlere aittir" buyurdu (Muvatta, Nesei
ve Ebu Davud).
Rasûlullah @, Hatem üzerine bir seriyye düzenledi; bu kabileden bazı kişiler
himaye aramak için secdeye varmalarına rağmen öldürüldüler. RasûluUah @ bunu
duyduğunda onlara diyetlerinin yansının ödenmesini emretti ve "ben,
müşriklerin yanında bulunan Müslümanlardan sorumlu değilim" dedi (Ebu
Da-vud).
Hz. Ali, Rasûlullah @'in sarhoşa kırk değnek
vurulmasını buyurduğunu nakletmiştir. Ebu Bekir de bu cezayı uygulamış, fakat
Hz. Ömer (içki içme alışkanlığındaki artıştan olsa gerek) bunu seksen değneğe
çıkarmıştır. (Zâdu l-Meâd). Bir adamın içki içip sarhoş olduktan sonra yolda
sendelerken yakalandığı ve Rasûlullah @'e getirilirken kaçtığı rivayet
edilmiştir. Bu olay Rasûlullah @'e söylendiğinde gülerek; "bunu yaptı
mı?" demiş ve adamla ilgili hiçbir emir vermemiştir (Ebu Davud).
Ukbe b. Haris şöyle rivayet etmiştir:
"Nu'-man veya Nu'man'ın oğlu sarhoş bir vaziyette Rasûlullah @'ın önüne
getirilmişti. Rasûlullah @ öfkelendi ve evde hazır bulunan herkese onu
dövmelerini buyurdu. Onlar da Nu'man'ı hurma dallan ve ayakkabıları ile
dövdüler; ben de onu dövenler arasınday-dım." (Buhari).
Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: İçki içen
bir adam Rasûlullah @'e getirildi. Rasûlullah @, "onu dövün" buyurdu.
Ebu Hureyre şöyle ilave etti: "Bunun üzerine onu bazılanmız ellerimizle,
bazılanmız ayakkabı! anmız ile ve bazılarımız da elbiselerimiz ile (onlan bükerek)
dövdük. Bitirdiğimizde biri 'Allah'ın laneti üzerine Üzerine olsun' dedi. Bunun
üzerine Rasûlullah @ 'Böyle söylemeyin, çünkü böylece şeytana onu yenmesinde
yardım edersiniz' buyurdu" (Buhari).
Allah; "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına
karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür,
hikmet sa-
hibidir." buyurmuştur (5:38). Hırsızın elinin
kesilebileceği en alt sınır Rasûlullah @ tarafından belirlenmiştir. Hz.
Aişe'ye göre, Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Çeyrek dinar çalan
hırsızın elini (ilk hırsızlığında bilek ekleminden) kesin." (Buhari).
İbni Ömer,
Rasûlullah @'in üç dirhem değerinde bir kalkanı çaldığı için bir hırsızın
elini kestirdiğini rivayet etmiştir (Buhari).
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah @ bir kadının
elini kestirdi, kadın bana gelirdi ve ben de onun sözlerini Rasûlullah @'e
iletirdim; kadın tevbe etmişti ve tevbesinde samimi idi" (Buhari).
Safvan b. Ümeyye Medine'ye geldi, mescidde
hırkasını yastık olarak kullanarak uyudu. Daha sonra bir hırsız geldi ve
hırkasını çaldı. Safvan onu yakaladı ve Rasûlullah @'e getirdi. Rasûlullah @
de hırsızın ellerinin kesilmesini emretti. Safvan: "Benim maksadım bu
değildi^ hırkamı ona sadaka olarak verdim" dedi. Allah'ın Rasûlü: "Bunu niye hırsızı bana
getirmeden önce yapmadın?" dedi (İbni Mâce ve Darimi).
Rasûlullah @'e bir hırsız getirilip elleri kesti-rildiğinde,
Allah'ın Rasûlü'nün hırsızın elinin boynuna asılmasını emrettiği rivayet
edilmiştir (Tirmizi, Ebu Davud, Nesei ve İbni Mace).
Hırsızlığın itirafı: Rasûlullah @'e bir hırsız getirildiği,
fakat yanında hiç bir eşya bulunmadığı rivayet edilmiştir. Allah'ın Rasûlü
ona, "Senin çalacağım zennetmiyorum" dedi. Adam çaldığını söyledi ve
bunu iki veya üç kez tekrarladı; bunun üzerine Rasûlullah @ emir verdi ve
adamın elleri kesildi (Ebu Davud, Nesei, İbni Mace, Darimi).
Bir adam Rasûlullah @'e geldi ve belli bir kadınla
zina ettiğini söyledi, ancak kadın çağrıldığında bunu inkâr etti. Rasûlullah @
sadece adama yüz değnek cezası verdi, fakat kadını cezasız bıraktı
(Zâdu'î-Meâd).
Rasûlullah @ Hz. Aişe'ye karşı iftira fiilinde bulunan iki adam
ve bir kadının her birine seksen değnek vurdurmuştur. (Zâdu'l-Meâd).
a- Enes b. Mâlik'den rivayet olunduğuna göre
halası Rübeyy'i binti Nadr bir genç kadının ön dişini kırmış. Olay Rasûlullah
@'e gidince, O kısas emrini vermiş. Bunun üzerine Enes b. Nadr (Rübeyy'i'nin
kardeşi) ayağa kalkarak; "Yâ Rasûlullah, şimdi Rübeyy'i'n ön dişi mi
kırılacak? Olamaz! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, onun ön
dişi kınlamaz" demiş. Rasûlullah @: "Yâ Enes, Allah'ın hükmü
kısastır" buyurmuş, karşı taraf da razı olarak affetmişler. Bunun üzerine
Rasûlullah @: "Hakikaten Allah'ın kullarından öyleleri var ki, Allah'a
yemin ederse Allah kendisini yemininde sabit kılar" buyurmuşlardır (Buhari
ve Müslim).
b- Ya'la b. Ümeyye, Rasûlullah @ ile Tebük
Gazvesine giderlerken yanında bir
hizmetçisinin de bulunduğunu ve bu hizmetçinin bir başkasıyla kavga ettiğini
rivayet etmiştir. Biri diğerinin elini ısırmış, ışınlan kişi elini, ısıranın
ağzından çekince dişini çıkarmış. Dişi çıkan, Rasûlullah @'e şikâyette
bulunmuş, O da; "Sen, deve gibi onun elini ısmrken, o adamın elini senin
ağzında bırakması düşünülebilir mi?" buyurarak kısasa gerek görmemiştir
(Buhari ve Müslim).
c- Sehl b. Sa'd Rasûlullah @'in kapısındaki bir
delikten içeriye bakıyordu. Allah'ın
Rasûlü yanında bulundurduğu sivri uçlu bir âleti göstererek; "Şayet bana
baktığını bilseydim bununla senin gözlerini oyardım, çünkü insanlara evlere
girerken izin almalan emredilmiştir" buyurdu (Buhari ve Müslim). Ebu Zer,
Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Eğer bir kimse, izin
almadan bir perdeyi kaldırır ve evin içine bakar da görmemesi gereken bir şeyi
görürse, işlenmesi caiz olmayan bir fiili irtikab etmiş olur. Fakat bir adam
perdesiz ve kapalı da bulunmayan bir kapının Önünden geçerken içeriye baksa,
hiçbir günah işlemiş olmaz; çünkü günah içerde-kilere aittir." (Tirmizi).
Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in: "Eğer bir kimse evinize gizlice bakıyorken
ona bir taş atsanız ve gözünü çıkarsanız günahkâr olmazsınız" buyurduğunu
rivayet etmiştir. Enes'den de buna benzer bir rivayet kayıtlıdır. Böyle bir
kişinin diyet istemeye hakkı yoktur (Buhari).
d- Hişam'ın babası, Hz. Ömer'in; "Kim Rasûlullah @'in düşük
hakkında hüküm verdiğini duydu?" diye sorduğunda rivayet etmiştir.
Mugîre "Rasûlullah @'ın diyet olarak bir cariye veya köleyi belirlediğini
duydum." dedi. Hz. Ömer "İddiana şahit olacak birini göster"
deyince Muhammed b. Mesleme, "RasûluUah @'in böyle bir hükmü olduğuna
şehadet ederim" dedi (Buhari).
e- Bir hayvanın sebep olduğu yaralanma veya
ölüm: Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah @; "Bir hayvanın sebep
olduğu ölüm veya yaralanmada kimseye diyet gerek-
rnez; yine bunun gibi bir kuyu ya da madende husule
gelen ölüm
için de diyet yoktur." buyurmuştur. (Buhari ve Müslim).
a- Bir adam RasûluUah @'e geldi ve bir kadınla
haram ilişkide bulunduğunu itiraf etti. Dört kez de yemin etti. RasûluUah @:
"Belki onu sıktın, öptün veya ona baktın" dedi. Adam, "Hayır, ey
Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bunun üzerine RasûluUah @"Onunla ilişkide
bulundun mu?" diye açık kelimelerle sorup evet cevabını alınca adamın
recmedilmesini emretti (Buhari). Bir
başka rivayette RasûluUah @
onunla yatıp yatmadığını, vücutlarının temas edip etmediğini sordu, evet
cevabını aldı. Yine bir başka rivayette adam kadınla cinsî ilişkide bulunduğunu
İtiraf edince RasûluUah @ uzvunun kadının uzvuna girip girmediğini sordu,
adam girdiğini söyleyince RasûluUah @ "çubuğun damlalığa veya ipin kuyuya
girdiği gibi mi?" diye sordu. Öyle olduğu cevabını alınca ona zinanın ne
demek olduğunu bilip bilmediğini sordu, o da bildiğini söyleyince RasûluUah @
recmedilmesini emretti (Ebu Davud).
b- Câbir b. Eşlem el-Ensarî, Benî Eşlem kabilesinden bir adamm
RasûluUah @'e gelerek gayri meşru ilişkide bulunduğunu bildirdiğini ve kendi
aleyhinde dört kez şahitlik ettiğini rivayet etmiştir. Adam evli olduğu için RasûluUah @ recmedilmesini emretmiştir
(Buhari).
Şeylanî
kendisinin Abdullah b. Ebi Avf a "Allah'ın Rasûlü recm cezasını uyguladı
mı?" diye sorduğunu rivayet etmiştir. Abdullah "Evet" dedi.
Şeylanî "Nur sûresi nazil olduktan sonra mı, önce mi?" dediğinde
Abdullah "bilmiyorum" dedi (Buhari).
a- Zeyd b. Halid el-Cuhanî RasûluUah @'ın evli olmayan
ve bir halde cinsî ilişkide bulunmuş bir kişiye seksen değnek vurduğunu ve bir
yıl sürgün ettiğini rivayet etmiştir. Ömer
b. Hattab da böyle bir kimseyi bir yıl sürmüştür
ki, bu sünnet hâlâ geçerlidir (Buhari).
b- Ebu Hureyre Rasûlulla @'in, gayri meşru ilişkide
bulunmuş bekâr bir kişiyi muhakeme ettikten sonra bir yıl sürgün ettiğini ve
haddi uyguladığını rivayet etmiştir (Buhari).
c- Ebu Hureyre RasûluUah @'e, zina etmiş bulunan bir
cariyenin hükmünün sorulduğunu rivayet etmiştir. RasûluUah @ "eğer zina etmişse
ona yüz değnek vurun, fakat azarlamayın; tekrar zina ederse yine değnek vurun
fakat azarlamayın; üçüncü kez zina ederse bir ip parçasına da olsa
satınız" buyurmuştur (Buhari). ı
a- Vâil b. Hucr, RasûluUah @ zamanında bir kadının namaz kılmak
için dışarıya çıktığını ve onunla karşılaşan bir adamın ona tecavüz ederek
arzusunu tatmin ettiğini rivayet etmiştir. Kadın, muhacirlerden bir gruba
rastlayınca "bu adam bana şunu şunu yaptı" dedi. Muhacirler adamı
yakaladı ve Allah'ın Rasûlü'ne getirdiler. RasûluUah @ kadına: "Sen git,
Allah seni affetmiştir." dedi ve onunla ilişkide bulunan adamın
recmedilmesini emretti. Daha sonra RasûluUah @ şöyle söyledi: "O adam
öyle bir tevbe etti ki, eğer Medine halkı öyle tevbe etse idi onların hepsinin
de tevbe-leri kabul olurdu." (Tirmizi ve Ebu Davud).
b- Nâfi, Ebu Ubeyd'in kızı Safıye'nin, halifenin kölelerinden
birisinin ganimet olan kızlardan biri ile kızın arzusu hilâfına cinsî münasebette
bulunduğunu ve kızlığım bozduğunu bildirdiğini rivayet etmiştir. Ömer, köleyi
dövdürdü fakat kızı dövdürmedi. Çünkü olay kızın arzusu hilâfına olmuştu
(Buhari).
"RasûluUah @, Allah'a ve Rasûlü'ne savaş
açan ve îslâm dininden dönen Ureyne kabilesinin adamlarının ellerini ve
ayaklarını kestirdi. Ve (onların kanayan uzuvlarını) ölümlerine kadar
dağlatmadı." (Buhari).
Delil Yokluğunda Yemin: Eş'as b. Kays,
Rasulullah @'in (bir davacıya) "İki şahit getirmelisin, aksi takdirde
sanıktan (inkâr ederse) yemin etmesi istenecektir" buyurduğunu rivayet
etmiştir (Buharı).
Ta'zîr Gerektiren Suçların Cezalandırılması:
Ebu Bürde, Rasulullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Hadd cezası hâriç, hiç kimseye 10'dan fazla değnek vurulmasın."
(Buhari). Ve Abdurrahman başkalarından naklen Rasulullah @'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Hakkında hadd belirlenmiş suçtan dolayı tutulan kimse
hâriç hiç kimseye verilecek ceza on değneği geçemez." (Buhari).
Sonuç: Allah'ın Râsûlü Muhammed @ en ideal hâkim idi. O'nun
adalet anlayışı en yüksek seviyede idi. Bu hususiyetiyle, adı Arap
Yanmadası'nda her gün takdirle anıldı. Onun ashabı da mustazaflar, mazlumlar ve
hakir görülenler için adaletin tatbikatçıları olarak ilân edildiler. Bütün
dünya baskı ve işkence altında inlerken Rasulullah @ zulüm gören insanlığın
kurtarıcısı olarak gönderildi. Dost-düşman, Müslim - gayrimüslim, onun getirdiği
hukuk karşısında eşitti.
Rasulullah @ bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in emirlerinin
tatbikçisiydi: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler
olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.
Adil davranın, takvaya yakışan da budur..." (5: 8). "Allah size
adaleti ve iyiliği emreder. Ey iman edenler! Adaleti hâkim kılın ve ana-babanız
ve yakın akrabanıza karşı olsa bile Allah için doğru şahitlik yapınız."
Kur'ân'da yine şöyle buyurulmaktadır: "...Söylediğiniz zaman da akrabanız
da olsa adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun..." (6: 152).
Bir defasında kendisine getirilen hırsızın
elini kestirdiğinde sahabeler bunun ağır bir ceza olduğunu gördüler. O vakit
Rasulullah @: "Eğer o hırsız kızım Fâtıma olsaydı, yine de ellerini
kestirirdim." buyurdu. Bir başka defasında bir Yahudi ile bir Müslüman
arasındaki davada Yahudi lehine karar vermiştir. Bunun üzerine Yahudi;
"Allah için doğru karara vardın!" diye bağırmıştır. Bu kararı
verdiğinden dolayı Müslümanın bağlı bulunduğu kabilenin taraftarlığından uzak
kalacağından hiç çekinmemiştir.
Bir keresinde Benî Mahzum'dan zengin-eşraf-tan bir
kadın hırsızlık yaptı ve yakalanarak Rasûlullah'a getirildi. Sahabiler kadını
görünce asaletine binaen onun serbest bırakılmasını
rica ettiler. Rasûlullah @ imtiyaz fikrini aşağılayarak kadının elinin
kesilmesini emretti.
Bİr başka defasında Benî Salebi kabilesinden vahşi ruhlu bir
kişi Ensar'dan bir Müslümanı Öldürdü. Öldürülenin vârisleri katilin oğlunun
yakalanmasını ve intikam için öldürülmesini talep ettiler. Rasûlullah @ bunu
yasakladı ve şöyle buyurdu: "Oğul, babasının suçundan mesul değildir!"
Hayber hâriç bütün Arabistan İslâm'ın hâkimiyeti altına girdiği zamanda Hayber
Yahudileri sahabeden birini Hay-ber'de haksız yere öldürdüler. Rasûlullah @
suçluyu bulamadı. Bunun üzerine öldürülen müslümanın mirasçılarına diyet olarak
yüz deve verdi.
Rasûlullah @, davacının şeriatına göre hükmederdi. Bir
defasında Benî Kurayza kabilesinden biri Benî Nâdir kabilesinden bir Yahudi
tarafından öldürülmüştü. Dava Rasûlullah @'in önüne geldiğinde Tevrat'ın
hükümleri tatbik edildi: Cana karşı can. Yahudiler, Hıristiyanlar ve
Müslümanlar ve diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklarda Rasûlullah @ son
karar ve yargı mercii idi. Son haccında irad ettiği Veda Hutbesinde Rasûlullah
@ insanlara şöyle seslenmiştir: "Her kime borcum varsa onu benden
istesin. Her kimin üzerimde hakkı varsa gelip alsın." Bunun üzerine Sarf
isimli bir adam bir kaç dirhem alacağı olduğunu söyledi, para kendisine hemen
ödendi... Sahar, İslâm'ı Taif fethedildikten sonra kabul etmiş bir kabile
reisiydi. Bir keresinde müşrik Mugîre, Rasûlullah @'e gelerek Sahar'ı, halasını
alıkoyduğu iddiasıyla şikâyet etti. Rasûlullah @, Sahar'a hemen Mugîre'nin halasını
serbest bırakmasını söyledi.
Rasûlullah @'in Hadislerine Göre Hâkimlerin Vazifeleri: Hz.
Peygamber @ her ne söylemişse onu bizzat uygulamıştır. Ve bu kurallar onun
halefleri tarafından da izlenmiştir:
1- Hâkim, önemli ve büyük sorumluluk gerektiren bir işi
yürütmek zorundadır. Bazen karşısına
yönetimde görevli kişileri, yakınlarını, yetkilileri, devletin üst
görevlerindeki kişileri çağırmak zorundadır. Bundan dolayı, adaleti tatbikde
doğru, ciddi ve soğukkanlı olmalıdır. Hiç bir şey onun aklını doğru yoldan
ayrılmaya çelmemelidir. "Biz, ihtiyatlı bir cemaatız." (26:56). Bu
yüzden Rasûlullah @, Ebu Bekre'nin rivayetine göre şöyle buyurmuştur:
"Öfkeli iken hiçbir kimse iki kişi arasında hükmetmesin."
2- Hâkim had cezası belirlenmiş suçların cezasını uygulamakta
müşfik olmamalıdır. Kur'ân'da mealen : "...Allah'a ve ahiret gününe
inananlardan iseniz, Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı
acıma duygusu tut(up engelle)nıesin. Mü'minlerden bir topluluk da onlara
yapılan azaba şahit olsun." (24:2) Duyurulmaktadır.
3- Bir hâkim anlaşmazlıkları mümkün olduğu kadar çabuk ve kesin
sonuca bağlamalıdır. Çünkü gecikmiş adalete değer verilemez.
4- Her iki taraftan da hiç bir hediye ve rüşvet kabul
etmemelidir.
5- Âdil bir neticeye ulaşmak için çok çaba harcamalıdır.
Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Bir hâkim adaletten ayrılmadığı sürece
Allah onunla beraberdir. Şayet bilerek adaletsizlik yaparsa Allah onu terkeder
ve şeytan kendisine musallat olur."
6- Hâkim, herkesi kanun önünle eşit görmelidir. Allah'ın
kulları arasmda adaleti dağıtması gibi bir hâkim de ne pahasına olursa olsun ayrım
yapmamalıdır. Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Sizden Önceki milletlerin
helaki zenginlerini ve soylularını serbest bırakıp, fakir ve zayıfları
cezalandırmalarından olmuştur." İslâm hukukuna göre bir hâkim aslî, cezaî
ve askerî bütün davaların hâkimidir. Asliye, ceza ve askerî mahkemeler için ayn
ayn organlar yoktur.
Rasulullah @ 'in Adalet ile İlgili Bazı
Hadisleri: Büreyde'nin rivayetine göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur:
"insanlar arasında hâkim seçilen kişi bıçaksız kesilmiş gibidir."
"Hâkimler üç sınıftır: Bir sınıfı cennette, diğer iki sınıfı
cehennemdedir. Hakkı bilerek onunla hükmeden cennette; Hakkı bildiği halde
onunla hükmetmeyerek hükümde zulmeden cehennemde; Hakkı bilmediği halde halka
cehaletle hüküm veren de cehennemdedir."
Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir:
"Rasulullah @ beni Yemen'e hâkim olarak gönderdi. Ben 'Ya Rasulullah! Beni
genç yaşımda yolluyor-sun, adaleti uygulayabilecek bilgim yok.' dedim.
Rasulullah @: 'Allah senin kalbine feraset verir ve dilini de ketum yapar.
Sana karar vermen için iki kişi gelirse diğerinin savunmasını dinlemeden
ilkinin lehine karara varma, çünkü ikinciyi dinlemen davayı anlaman bakımından
lüzumludur.' Bundan sonra ben, kararlarımda hiç şüpheye düşmedim."
Ümmü
Seleme'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Filhakika
siz benim huzurumda birbirinizden (hak) dava
ediyorsunuz. Ama caiz ki bazınız hüccetini bazınızdan daha iyi anlatmış olur da ben de
ondan dinlediğim gibi hüküm veririm. Şimdi her kime din kardeşinin hakkından
birşey kesersem ancak ve ancak onun için ateşten bir parça kesmiş olurum.
Binâenaleyh onu almasın." Bir başka hadislerinde de; "Hakkı olmadığı
halde hak iddia eden bizden değildir. Bırakınız cehennemdeki yerini
arasın." buyurmuştur.
Bunlar Peygamber @'in İslâm hukuku önünde
insanların eşitliğini sağladığını ve onun adaleti uygulamada örnek bir insan
olduğunu isbatlayan hadis ve olaylardan bir kaçıdır. Ondan sonra gelen
halifeleri de bu hüküm ve nasihatleri sadakatle korumuşlar ve gittikleri
yerlere adaleti götürmüşlerdir. İslâm'ın bu yü-, ce öğretileri tarihe Hz. Ebu
Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ömer b. Abdülaziz, Sultan Gıya-süddin ve diğerleri
gibi pek çok adalet timsallerini bağışlamıştır.
Allah'ın son Peygamberi ve Rasulü Muham-med @, adaleti uygularken
dava için hiç bir ücret talep etmemiştir. Ne zaman adalet istense bu istek
karşılıksız olarak yerine getirildi. İkinci olarak Rasulullah @ adaleti
dağıtmada en süratli olan kişiydi. Zira gecikmiş bir adalet, adalet değil,
zulümdür. Delillerle ilgili teknik kurallar konusunda çok kesin hükümler
koymamış, aksine hâkimlere adaletin tatbiki için gerekeni yapmada serbestlik
tanımıştır. İsbat yükünü iddia sahibine hasretmiştir. Suç söz konusu
olduğunda ise, itiraf defalarca tekrarlatılarak veya müstakil şahitler yolu
ile teyid ettirilmiştir.
Tarihte ortaya çıktığı andan itibaren İslâm,
insanları doğruluğuna inandırmaya çalışmış ve onları bu yeni dinin mensupları
olmaya davet etmiştir. Dinî uygulamanın özü bir yana İslâm, tarih boyunca
görülmüş en büyük planı uygulamaya koymuştur. Bu plan bütün insanlığı Müslüman
yapmak, adaleti, doğruluğu, salih bir hayatı, saflığı ve güzelliği getirmek
için onları harekete geçirmeyi kapsamaktadır. Daha önce İslâm'ın, insanlar
arasında fazilet, doğruluk ve takva dışında bir ayırım yapmadığını gördük.
Yine gördük ki İslâm ilâhî iradeyi insan hayatının ve ilgilerinin her alanına
uygular; yani sadece belirli şekil ve mahiyet taşıyan ibadetler değil, herşey dîn
ile ilgilidir. Ve yine gördük ki, İslâm ne sürekli bir tefekkür dini, ne de
bir kendini adama ve dünyadan soyutlama dinidir. Bunların yerine o,
mutfaklarında ve alışveriş yerlerinde olduğu kadar, camilerinde ve savaş
alanlarında da dünyayla içice yaşama dinidir.
İslâm,
insanlar arasından seçilmiş bir kişiye, Hz. Muhammed @'e gönderilmiştir. O, ilk
kez vahye muhatap olduğunda bu
müthiş olayın dehşeti ve ağırlığıyla hemen eve kapanmış, titremesine bir son
vermek için kendisini bir battaniyeye sarınca, ikinci defa gelen vahiyde şöyle
denmiştir: "Ey örtüsüne bürünen... Kalk ve uyar." (74: 1-2).
"(Önce) en yakın akrabanı uyar." (26: 214). Hz. Muham-med @ çağrıya
uydu. Hanımını ve yeğenini yeni dine kattı ve arkadaşlarını da yeni inanca
katılmaya çağırdı. Süreç başlamıştı; fakat henüz asıl amacı olan bütün dünyayı
Müslüman yapmaktan çok uzaktı. Kurulu olan dini değiştirmeye çalışan bu yeni
inançtan insanlar uzak durdular ve ona karşı mücadele ettiler; mensuplarına da
eza ve cefada bulundular. İlk müslümanlar hakîr görüldüler, zulmolundu-lar.
Onları inançlarından döndürmek için her türlü baskı uygulandı. Bütün bu
taktikler başarısızlığa uğradığında düşman, lider Hz. Mu-hammed @'i ortadan
kaldırmak için bir suikast hazırladı. Allah'ın inayetiyle bundan haberdar
olan Hz. Muhammed @, onların tuzaklarına düşmedi. Muhalifleri de O'na ve
ashabına karşı savaş açtılar. Bir çok savaş ve can kaybı pahasına İslâm
ilerlemeye devam etti ve nihayetinde karşısındakilere galip geldi.
İslâm'ın
mâruz kaldığı bu vak'alardan Dinler Tarihinde genişçe söz edilmektedir.
Pratikte her din benzer bir başlangıca sahiptir. Birçok din kendini muhafaza
etmek için, bir başkasının ortaya çıkarak hayat sürmesine müsaade etmez. Eğer
yeni bir din başarılı olur ve kendisine taraftar bulabilirse, eski kurulu din,
yeni olana zulmeder. Aynı trajik tarih kültürler ve etnik gruplar için de
geçerlidir. Nerede azınlık varsa, çoğunluktaki kültür ya da etnik grup onları
yok etmeye çalışır; başarısızlığa uğradığında da zulme ve baskıya başvurur. Bir
çoğunluk için azınlığı yok ederek genişlemeye çalışmak bir sağlık ve hayat
belirtisidir. Bu evrensel istekte hiçbir yanlış yön yoktur. Tersine, hata, yok
etme metodundadır; yani zulüm, baskı ve uranlıktadır; neticeye ulaşabilmek
için "zor" kullanmaktadır.
Pratikte, İslâm hâriç, dünyanın bütün dinleri
bu açıdan suçludurlar. Çünkü İslâm, İslâm toplumu içinde kendine özgü tek bir
misyon teorisine, diğer inançlarla ilgili tek bir teoriye ve diğer din
mensupları hakkında da yine tek bir teoriye sahiptir.
Müslüman kendisini Allah tarafından bütün insanları O'na
kulluğa çağırmakla, mevcut ortak bir işlev olan İslâm'a çağırmakla vazifeli
görür. (42:15) Hayatının gayesi, bütün insanlığı ilahiyatı ve ğeriat'ıylo,,
ahlâkı ve müesseseleriyle Allah'ın son ve mükemmel dini olan İslâm'ın bütün
insanların dini olduğu bir hayata götürmektir. Kur'ân'da Allah insana şöyle
emreder: "İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır.
Onlarla en güzel şekilde mücadele et..." (16:125) tşte davet bu emrin
yerine getirilmesidir. Hakikati, onu görmezden gelenlere öğretmek; dünyada
Allah'ın korumasını ve ahirette ise Cennet'i kazanmakla ilgili iyi haberleri
anlatmak; Ce-hennem'deki çok yakın bir azâb ile ve bu dünyada da hüsranla
insanları uyarmak davetin kapsamı içindedir. (22: 67).
Emrin yerine getirilmesi Kur'ân'da
faziletlerin ve mutluluğun en üst noktası olarak beyan edilir:
"(İnsanları) Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve 'ben müslümanlardanım'
diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (41: 33).
Rasûlullah @ de bu görevi en asîl görev olarak vasıflandırmış
ve sonucunu yani bir insanın İslâm'a girmesini de mükâfatların en büyüğü
olarak görmüştür. Allah'a itaat İslâm'ın esasından olduğu ve insanları Allah'a
itaat etmeye çağırarak emri yerine getirmek de bu esasın yerine getirilmesini
sağlayan en önemli kısım olduğuna göre bu görev, bütün Müslümanların iftihar
ve azimle taşımaları gereken bir görevdir.
Davet'in islâm'daki merkezîliği ve insanın
kaderi göz Önüne alındığında yüksek değer taşıdığı şüphe götürmez. Hakikatin
bilgisi en büyük kazançtır; davet hakikatin açıklanması ve öğretilmesidir.
Davet eden gerçeği yaymaya çalışır ve davet edilen de ona uymaya çağırılır.
Açıkça davet, verilebilecek en kıymetli hediyenin takdimidir. Ek olarak davet,
çok yakın bir tehlikeye karşı da bir uyarıdır. Bir kişinin yayılmakta olan bir
yangına karşı yakınlarını ve komşularını uyarması herkesin tabiî karşıladığı
bir hayırdır. O halde bir kişinin komşusunu sonsuz ve daha elîm bir ateşe
karşı uyarması ne kadar daha az hayırlıdır? Nihayet, hayatta bir başka insanın
da gerçeği görüp anlamasına vesile olmak insana büyük mutluluk vermektedir.
Doğrunun anlaşılması ve gerçeğin özümsenmesi öğretende ve öğrenende hem kalbin
hem de zihnin ferahlamasını sağlar. Bundan ötürüdür ki, Müslümanlar davet
görevini şevkle sürdürmektedirler.
Akla hitab eden hiçbir din daveti gözardı edemez.
Daveti gözardı etmek, din tarafından doğru olduğu iddia edilen şeye diğer
insanların da katılmasını istememek demektir. Bu katılımı istememek ise, neyin
iyi ve doğru olduğu ve neyin olmadığı hakkında bir iddia ortaya atıldığında
ya bu iddia hakkında ciddî olmamak ya da iddianın tamamen sübjektif, partikularist
(özel) veya rölatif ve sonuçta onu ileri sürenlerden başka kimseye uygun
olmadığını söylemek anlamına gelir. Açıkça bu, kabileciliğin, dinî
rölativizmin, ırkçılığın ve dar görüşlülüğün en uç şeklidir. Diğer konularda
olduğu gibi dinde de izafiyet diğer görüşler ve iddialar tarafından etkilenmeye
karşı dini zayıf düşürür. Hatta en kabileci ve ırkçı dinler dahi kendi
mensupları arasında bile tutunabilmek için bunu aşmak zorundadırlar.
Rölativizm, bir "iddianın yalnızca mensubu için doğru ve diğer iddiaların
ise diğerleri için doğru olabileceği" anlamına gelir. Fakat dinler, hayat
ve ölüm; geçmiş, bugün ve gelecek; dünya ve yaratılış; fazilet ve ahlâksızlık;
mutluluk ve mutsuzluk; bilgi ve doğruluk hakkında çok önemli iddialarda bulunurlar.
Bu iddialar kendilerini öne sürenler tarafından gereksiz ilân edilirlerse o
zaman iddianın ciddiyeti şüphelidir. Daha da önemlisi iddianın tamamen
tarafsız bir biçimde yapılmış olduğu düşüncesidir. Bu durumda, birbirine ters
fikirleri yanyana koymak, onların doğruluğunu iddia etmek ve onların birbirleriyle
çelişmelerini sonsuza dek uzlaşamaz olarak görmek anlamına gelir. Dinî
rölativis-tin kendi iddialarını indirgediği böyle bir durum tabii olarak
yalnızca orta seviyede bir zekânın kabul edebileceği bir durumdur. Biraz
zekâya sahip bir kafa böyle bir iddiaya karşı çıkar, çünkü doğru, tabii olarak
bunun dışındadır. Elbette her insan gibi din adamı da bir hipotez cümlesi,
doğruluğu şüpheli olan, sınırlı bir
uygulanabilirliği ya da geçerliği olan ya da kesin olmayan bir önerme söyleyebilir.
Fakat dinde, özellikle inancın temel esasları sözkonusu olduğunda bütün gücü,
evrenselliği ve farklılığı ile gerçek hakkında kaçamak sözler söylenemez.
Ancak, iddialarının doğruluğu hakkında ikna olan kişiler de bu iddiaları
bozulmaktan korumalı ve böylece kendi doğrusuna inanmayanları ikna etme görevine
katılmalıdır. Bu da misyonun zihnî yönüdür.
İslâm
gerçekten de misyoner bir dindir. Belki bu yönüyle diğerlerinden biraz daha
öndedir, çünkü öne sürdüğü iddialar kritik ve rasyoneldir. Ek olarak İslâm son
din olduğunu iddia eder; bütün dinlerin, özellikle kendisinden önce gelen ve
aynı dinî gelenek üzere bulunan Musevilik ve Hıristiyanlığın son reformu
olduğunu söyler. Açıkça iddiaları diğer dinlerin tersi yöndedir. Anlaşılır bir
ifadeyle konuşursak, neticede, İslâm'ın misyonu onun tasdik ettiklerinin ve
reddettiklerinin zaruri bir devamıdır. Herkes bu konuda Müslümanla yarışabilir;
Müslüman da epistemolojik olarak İslâm'ın önermelerinin doğruluğunu ispatlamaya
ve kendisiyle tartışanın muvafakatini kazanmaya mecburdur.
Hayat ve ölüm, ebedî mükâfat ya da azap, bu
dünyada mutluluk ya da mutsuzluk, doğrunun aydınlığı ya da yanlışın karanlığı,
fazilet ve ahlâksızlık gibi en Önemli iddiaları ele almaya bir davet olan
misyon hem çağıran hem de çağırılanın tarafında mutlak bir bağlantıyla
ilişkilendirilmelidir. Her iki taraf için de kazanç ya da menfaat sağlayarak
veya bunları arzulayarak; tahakküm veya baskıyla, hakikatin ortaya çıkarılması
ve Allah'ın rızası dışında bir niyetle kullanarak bu münasebeti şekillendirmek davetin yapısını bozan ve onu geçersiz
kılan büyük bir günahtır. İslâm'ın çağrısı kesin bir ciddiyet içinde
yapılmalıdır ve her zaman için gerçeğe eşit derecede vâkıf olunarak anlaşılması
ümit edilir. Davet edilen kendisini kesinlikle korku ve baskıdan uzak
hissetmeli ve vardığı hükmün kendisine ait olduğundan emin olmalıdır.
O halde Müslümanlar kendilerini, insanları
kolaylaştırılmış bir İslâm'a çağırmakla mükellef görmezler. Davetin şartları
Allah tarafından belirlenmiştir ve ancak davet emriyle belirlenmiş bir
otoriteye sahiptirler. "Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl iyice
ayrılmıştır ... artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin ... kim doğru yola
gelirse kendi menfaatinedir, kim de saparsa ancak kendi zararına
sapmıştır..." (2:256, 18:29, 39:41).
Davet, kesinlikle zorlama demek değildir.
Aksine, gayesi ancak çağırılanın serbest iradesiyle gerçekleşebilecek olan bir
davettir. Amaç, çağırılanı Allah'ın âlemlerin Yaratıcısı, Rabbi, Mâliki ve
Hâkimi olduğuna ikna etmek olduğu için baskı altında verilen bir karar bu
mânâda bir çelişki ortaya çıkaracaktır. İnsan ahlâkı, baskı ile yapılan bir
daveti insanın kişiliğinin bir ihlâli olarak görür. Bu husustaki İslâm'ın
hükmü de daha ağırdır. Kur'ân bu sebeple ikna metodlarının kullanılmasını
tarif eder. Eğer konu Müslüman olmayanlarla tartışılır ve onlar ikna
olmazlarsa kendi hallerine bırakılmalıdırlar: "RasÛl'e düşen, sadece
duyurmadır..." (5:108), "İnkâra koşanlar seni üzmesin, onlar Allah'a
hiçbir zarar veremezler... İman karşılığında inkârı satın alanlar... Onlar için
acı bir azâb vardır." (3:176-177), "İnkâr edip (insanları) Allah yolundan
çevirenler ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl'e eziyet
edenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. (Allah) onların işlerini boşa
çıkaracaktır." (47:32). Hz. Peygamber @ dahi insanları İslâm'a çağırırken
bizzat uyarılmıştır (10:99). [Söz konusu âyet: "Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzündeki-lerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü'min oluncaya kadar ihsanları sen mi zorlayacaksın."
mealindedir. Burada Allah'ın insanoğluna bahşettiği, Kendisine inanıp-İnanmama
özgürlüğüne atıf vardır. Yoksa, tüm insanları mü'min ve itaatkâr kullar olarak
yaratması ve yeryüzünde hiçbir âsi veya kâfir kul bırakmaması işten bile
değildi. Yahut da, Allah kolayca kullarını iman ve itaate çevirirdi. Fakat o
zaman insanoğlunun yaratılmasının altında yatan hikmet geçersiz hâle gelirdi.
Ayrıca âyet mealini, Peygamber @'in insanları inanmaları için zorladığı
mânasına almamak gerekir. Allah ondan bunu men etmiştir. Aslında Kur'ân,
burada bir çok yerinde ifade ettiği gibi tebliğde tavsiye metodunu benimsemiştir.
Şöyle ki; her ne kadar kelimeler Hz. Muhammed @'m şahsına râci ise de gerçekte
İnsanlarla ilgilidir. Denmek istenen şudur: "Ey insanlar, elçimiz hidayet
ile dalâlet arasındaki ayrımı delilleriyle beyan etti. Öyleyse şimdi ister
iman edin, ister etmeyin. Eğer diyorsanız ki, birileri sizi Hak yola getirmek
için zorluyor, şunu bilmelisiniz ki, biz elçimize böyle bir görev vermedik.
Allah dileseydi bunu bizzat yapardı, o zaman da size peygamber göndermeye
gerek kalmazdı." (Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân, İnsan yayınları, İstanbul
1986, c. II, sh. 340)]. Böylece bir
peygamberin bile çağrının bütünlüğünü koruyan kuralların dışına çıkamayacağı
konusunda bizlerin dikkati çekilmektedir. Buna ek olarak, sorulan şeyin
ağırlığı, kararı verecek kişinin maddî, manevî ve sosyal açıdan bütün sonuçları
tam bir şuurla değerlendirmesini gerektirir. Bu davet görevinde Müslümanların
sonucu garanti etmek gibi bir yükümlülükleri yoktur; zira Kur'ân'da insanları
İslâm'a döndürenin kendileri değil Allah olduğu beyan edilir. Bir kez İslâm'ı
anlattıklarında iş Allah'a kalmıştır: "Gerçekten sen, sevdiğini hidayete
eri süremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir; O, hidayete erecek
olanları daha iyi bilendir." (28:56). Muhakkak ki Müslüman daveti tekrar
denemeli, asla vazgeçmemelidir, çünkü Allah o kulunu da hidayete erdirebilir.
Kendi hayatının örneği, inandığını
söylediği değerlere yaklaşımı ve onlarla meşguliyeti son sözü demektir. Eğer
Müslüman olmayan kişi hâlâ ikna olmamışsa Müslüman artık onu Allah'a havale
etmelidir. Peygamber @ de kendisi İslâm'ı anlattıktan sonra ikna olmayan
Hıristiyanların inançlarım korumalarına ve evlerine onurlu bir şekilde
dönmelerine izin vermiştir.
İslâmî davet
akla sunulan değerlerle durumu değerlendirmeye, tartışmaya, müzakereye ve
muhakemeye bir davettir. Ahlâklılığı hor görenler dışında hiç kimse bu davete
bigâne kalamaz ya da aptal ve hainler dışında hiç kimse bunu reddedemez.
Düşünme kabiliyeti yaradılıştan gelir ve bütün insanların hakkıdır. Hiç kimse,
kendisi de dahil olmak üzere önceden bunu inkâr edemez. Yalnızca kişinin tutarlılığı
ve kendine saygısı pahasına inkâr edilebilir.
Burada araştırılan şey hüküm olduğu için
hükmün tabiatından davet'm çağrılan kişinin cephesinde muhtevasının delillendirilmiş, ince
işlenmiş ve vicdanlı bir kabulü dışında hiçbir amacı olamayacağı çıkar. Bu,
çağrılan kişinin bilinci herhangi bir şekilde genel ihmaller ya da hatalar
tarafından bozulmuşsa davetin kendisi de aynı şekilde bozulur; Unutkanlık,
hislerin aktarımı ya da suni olarak ortaya çıkan bir ihmal; başka bir deyişle
şuurun "psikopatik gelişme"sinİ içeren davet rneşrû değildir. Davet
bir sihir ya da illüzyon işi, cevabı hükümden çok etkilenme olan duygusal bir
beğeni değildir. İçinde idrakin ve kalbin birbirlerine üstün gelemeyecekleri
tarafsız bir ortam olmalıdır. Karar, diğerini disipline eden bir idrak
değerlendirmesiyle onu destekleyen ve zenginleştiren hissî bir muhakemenin
ortak bir sonucu olmalıdır. Sadece alternatiflerin değerlendirilmesi,
karşılaştırılması ve birbirleriyle çelişkilerinin anlaşılması, delillerin ve
karşı delillerin dikkatli, acelesiz ve objektif bir şekilde tartılmasından
sonra hükme varılmalıdır. İç tutarlılık, diğer bilgilerle uyumluluk, gerçekle
ilişki bulunmadan İslâm'ın çağrısına verilecek cevap rasyonel olmayacaktır. O
halde İslâm'ın çağrısı gizli olarak yapılamaz, çünkü yalnızca kalbin
be-ğenisiyle ilgili değildir.
Sonuç olarak, İslâm'ın çağrısı idrakin kritik bir işlevidir.
Dogmatik olmamak, kendi otoritesinin ya da geleneğinin mahiyetini desteklemek
onun tabiatında yoktur. Kendisini her zaman yeni delillere, yeni
alternatiflere açık tutar ve sürekli yeni formlarda, ilim ve yeni buluşların
ışığında, insan davranışlarının yeni ihtiyaçlarına göre düzenler. İslama
çağıran kişi otoriter bir sistemin elçisi değil, çağrılarla birlikte Allah'ın
yaratılış ve peygamberleri yoluyla gönderdiği çifte vahyi anlamaya ve
şükretmeye katılan kişidir. Akıl yürütme işlevinin tamamen durması, aklın
kendisini yeni delillerin ışığına kapatması insanlık dışıdır. Şu andaki durumu
ne olursa olsun dinamik olmaya; yoğunlukta, görüş açıklığında ve anlayışta her
zaman gelişmeye devam etmelidir. O halde hiç bir sağlıklı kafa çağrıyı baştan
reddetmeyi göze alamaz. Başka hiçbir delili duymak istemeyecek kadar kendi gerçeğiyle
tatmin olmuş olan bir kafa durgunluğa, fakirleşmeye ve yaşama kabiliyetini
kaybetmeye mahkûmdur.
Hiçbir insan İslâm'ın çağrısından ayrı tutulamaz. O'nun
Varlığı, Azameti ve Birliği, bu dünyayla ve hayatla olan ilgisi, emirleri herkesi
ilgilendirir. Dinin meseleleri etrafındaki müzakerelerden kimse alıkonulamaz.
Allah bütün insanları kendisine çağırmıştır, çünkü bütün insanlar eşit olarak
O'nun yaratıklarıdır ve O da eşit olarak hepsinin Yaratıcısı ve İlâhı'dır.
O'nun çağrısının herhangi bir şekilde sınırlandırılması aynı şekilde O'nun ve
Kudretinin sınırlandırılması ya da O'nun Adaleti ve Rahmetiyle ilgisi olmayan
bir keyfiliktir. Taraf tutmak, kabileci ve ırkçı bir tanrının özelliği
olabilir. Bu ise kesinlikle İslâm'dan değildir. Kabileci bir tanrı, keyfilikten
en fazla mantıksızlığın ve bayağılığın etkisinden kaçabildiği kadar kaçabilir.
Irkçılıklarını, hizipçiliklerini, dar fikirlilik anlayışlarını inandıkları
İlâh'a atfedenler bu iddialarıyla daha güçlü bir hâle gelmezler. Aksine
kendilerini ve ilâhlarını insanlığın gözünde küçük düşürürler. Dünyada, kendi
taraftarları da içinde bulunan insanları sınıflara/tabakalara/kastlara bölen ve
bunların bazılarına "ruhanilik" ve özel "yetenekler"
atfeden ve onlan bu kastlarda doğdukları için diğerlerinden üstün gören
insanlar mevcuttur. Bu tür teoriler ise kabile-cilikten bile daha çirkindir,
çünkü en hafif ve en gösterişli kavramlara dayandırılmışlardır.
İslâm, bu
tür sınırlamaları tanımaz. Hiç kimseyi, delilleri duymaktan ve bir karara varmaktan
alıkoymaz. İnsanlığı, dinlemeye ve iddiayı değerlendirmeye çağırır. İslâm'ı
kabul etmeyen, fakat karşı bir teklif de söyleyeme-yenleri ise dikkate almaz.
Eğer İslâm'ı kabul etmek akılcıysa İslâm da karşı teklifleri dürüst ve
saygıdeğer olarak değerlendirir (çünkü kendisi de mukabil-karşı deliller öne
sürmektedir.) Aynca, İslâm'ın
nazarında -ister mensubu olsun, ister olmasın- bütün insanlar eşit
yaratıklardır. Hepsi, Âdem ve Havva'nın Çocuklarıdır.
Kur'ân insanlara şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi bir
erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kabilelere ve
taifelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına
çıkmaktan) en çok korunamnızdır..." (49:13).
Peygamber Hz, Muhammed @ de Veda Hutbesinde şu nasihatta
bulunmuştur: "Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır.
Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi;
kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü
yoktur. Üstünlük ancak takvadadır." Bütün insanlar eşit derecede
mükellefûn'duûai, yani Allah'ın çağrısına itaatle cevap vermekle
mükelleftirler. Âlemlerin Rabbi olan Allah, bütün mahlûkatı kulluklarının
gereğini yerine getirmeye çağırmaktadır. (İsmail Râci ve L. Lamia Farûkî,
İslâm Kültür Atlası, İnkılâb yayınlan, İstanbul 1991, sh. 205-213).
Ebû Saîd-i Hudrî, bizzat işittim, diyerek Rasûlullah @'in
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Nahl sûresinin 125. âyeti, İmanın diğer insanlara öğretilmesi,
yayılması, davet ve tebliğin esas ve usûlleri hakkında kapsayıcı bilgiler
vermektedir. Kurtubî, Harm b. Hayan'm son nefesini verirken arkadaşlarının
kendisine gelip öğüt istediklerini, onun da bazı sözler söylediğini rivayet
etmektedir. Harm b. Hayan; "İnsanlar miras olarak mal-mülk bırakır. Benimse
hiç malım yok. Fakat ben size Allah'ın âyetlerini, özellikle Nahl sûresinin son
âyetini miras bırakıyorum, onlara sımsıkı j*a-pışın." demiştir. (Tefsir-u
l-Kurtubt).
Davetin sözlük anlamı, çağırmaktır. Allah'ın
nebileri ve rasûllerinin ilk ve en önde gelen vazifeleri, insanları Hakk'a çağırmaktır. Onların
bütün tebligatları sadece bu daveti açıklamak ve yorumlamaktır. Kur'an-ı
Kerîm'de Hz. Muhammed @'İn hususi özelliklerinden şöyle bahsedilmektedir:
"... şahit, müjdeleyi-ci, uyarıcı ve izniyle, Allah'a davet eden bir
davetçi ve nur saçan bir kandil..." (33: 45-46), "RasûTe düşen,
sâdece duyurmadır..." (5: 99). Ve "(Ey Muhammed!) Sen, hikmetle,
güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır..." (16: 125). Bu âyetler Hz. Peygamber
@'in memuriyetinin, misyon ve vazifesinin Allah'a dâvetçi olduğunu açıkça
beyan etmektedir.
Allah'a çağrı (dâve't-illah), Rasûlullah
@'in şahsında ona tâbi olanlara da mecbur kılınmıştır: "Sizden, hayra
çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun, işte onlar
kurtuluşa erenlerdir." (3:104). Bir başka âyet-i kerimede de şöyle
buyurulmaktadır: "(insanları) Allah'a çağıran, ameli salih işleyen ve 'ben
müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (41:33). Peygamberlerin
bu görevi bazen "Allah'a davet", bazen "hayra davet " ve
bazen de "Allah'ın yoluna davet" adını almaktadır. Bütün bunların
ihtiva ettiği mâna aynıdır. Allah'a davet demek, insanları Dînu'ilah ve Sırat-ı
Mustakîm'e çağırmaktır.
Yukarıda bahsi geçen Nahl sûresi (16) 125. âyetindeki ilâ sebil-i
Rabbike "Rabbinin yoluna" ifadesi, davet işinin Allah'ın rab (terbiye
eden, yetiştiren, geliştiren) sıfatı ile alâkalı olduğu gerçeğine işaret
etmektedir. Allah, Hz. Muhammed @'i nasıl yetiştirdi ve terbiye etti ise, o da
insanlara aynı şekilde öğretmek ve onları terbiye etmekle yükümlü kılındı.
Burada muhatap olunan kişinin şartlarına özel dikkat gösterilmelidir; hitap
edilene yük olmayacak ve böylece en etkili olacak metod benimsenmiştir.
"Davet" kelimesi bu anlamı da taşımaktadır, çünkü bir peygamberin
görevi sadece Allah'ın emirlerini nakletmek ve tebliğ etmek değil, aynı
zamanda İnsanları bunları uygulamaya da davet etmektir. Şurası çok açıktır ki,
bu hedefi gözeten bir dâvetçi, insanlara,
nefret veya tiksinti doğuracak bir davranışta bulunmaz, istihzadan ve başkalarını
hor ve hakir görmekten kaçınır.
Bu ayette kullanılan geniş anlamlı ve kapsamlı bir
kelime de hikmettir. Müfessirler arasında bazıları hikmetin Kur'an manasına
geldiğini, bazıları ise Kur'an ve Sünnet manasına geldiğini söylemişlerdir.
Bazıları da tartışmayı şu şekilde sona erdirmiştir: Hikmet, insanın kalbini
mutmain eden hak sözdür. {Ruhu' l-Meâni).
Bu açıklama diğerlerinin tamamını kapsıyor görünmektedir.
Ruhu'l-Meani'nin müellifi aynı açıklamayı yaklaşık şu sözlerle de yapmaktadır:
Hikmet, insanın belli hal ve şartların gerektirdiğinin iç yüzünü kavrayıp ona
göre hareket etmesi; hitabın muhataba ağır gelmeyeceği zamanı ve şartları
bulması; yumuşaklığın gerektirdiği yerde yumuşak, sertliğin gerektiği yerde
sert olmasıdır. Açık konuşmanın, muhatabı incitir veya hakir kılar göründüğü
yerlerde, tebliği, dolaylı yoldan telkin etmek veya hitap edileni utandırmayacak
ve peşin hükümler beslemesine sebep olmayacak bir usul benimsemek şarttır.
el-Mev'ize (öğüt), muhatabın kalbini kabul
etmeye doğru yumuşatacak bir yolla ifade edilen herhangi iyi bir şeydir;
Mesela, öğüdü kabul etmenin mükafat ve faydalan ile beraber, reddetmenin
getireceği kötülük ve cezalardan da bahsedilebilir. el-Hasene (iyilik, iyi
hal, hayırlı iş) kelimesi, hem açıklamanın hem de açıklama usulünün muhatabın
kalbini mutmain kılacak, bütün endişe ve şüphelerini izale edecek şekilde
olması anlamına gelmektedir. Muhatab, karşısındakinin söylediklerinde hiç bir
şahsî menfaati olmadığını ve sadece onun iyiliği için uğraştığını
hissetmelidir.
"Ve onlarla en güzel şekilde mücadele
edin" ifadesi, eğer tebliğ ve davet yolunda muhatabınla tartışmaya veya
münazaraya başvurmak zorunda kalırsan bu, mümkün olan en iyi yol ile olmalıdır,
mantığını ifade etmektedir. Bu ifade, konuşmada davranış olarak nezaketin,
yumuşaklık ve terbiyenin benimsenmesi gerektiğini
kasdetmektedir. Bu çeşit tartışmalar muhatabın anlayabileceği şekilde sunulmalıdır.
Muhatabın şüphelerini izale etmek ve çekingen bir tavır almasını önlemek için
ileri sürülen deliller bilinen ve anlaşılabilir tarzda olmalıdır
(Ruhu'l-Meani). Kur'an'ın diğer ayetleri tartışmalarda ihsan'ın sadece
müslü-manlara değil, fakat herkese şâmil uygulanması gerektiğini
ispatlamaktadır Kur'an, ehl-i Kitab ile iyilik ve ihsan ile tartışılmasını emretmektedir
(29:46) ve Hz. Musa ve Hz. Harun, Firavn'a aynı usûl ile hitap etmekle
em-rolunmuşl ardır: "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya
korkar." (20:44).
Ele aldığımız âyette (16:125) Allah'a davet
hususunda üç noktaya temas edilmiştir. İlk olarak hikmet, İkinci olarak mev'ize
(öğüt) ve üçüncü olarak ei-cidali ahsen (en güzel şekilde mücadele). Bazı
müfessirler bu üç hususun üç değişik türden tebliğin esası olduğunu ifade etmişlerdir.
Hikmetle yapılan çağrı, âlimler ve anlayışlı insanlar içindir; öğütle yapılan
çağrı halk içindir; en iyi yol ile tartışma ise kalplerinde endişe ve şüphe
olanlar veya inatçılıkları ve düşmanlıkları sebebiyle söylenenleri dinlemeyi
ve kabul etmeyi reddedenler içindir. Fakat Mevlana Eşref Ali Tanavî, konunun
genel hatları ele alındığında bu açıklamanın çok uzak bir ihtimal olduğunu
belirt-.mektedir. (Beyanu'l-Qur an).
Bu tebliğ metodunun, hitap edilecek kişinin
şartları hesaba katılarak ve o kişiye uygun olan usulü tatbik ederek bütün
muhatablara karşı kullanılabileceği açıkça görülmektedir. O vakit, mübelliğ o
konuda kalben mutmain olacaktır. Bu gayeye yönelik olarak tebliğ edenin iyi
niyeti hakkında muhatapda itimat oluşturmak için konuşma şekli ve hitab tarzı
yumuşak ve güzel olmalıdır.
Ayetin sistemi ve sırası, aslında davet esaslarının
sadece iki husus; hikmet ve mev'ize (öğüt) olduğunu, üçüncü esasın,
mücade-te'nin davet esaslarından olmadığını ancak, tabiatıyla bazen davetin
metod ve şeklinin gi-
dişatı sırasında lüzumlu olduğunu göstermektedir. Onun bu
konudaki delili şunlardır: Eğer davetin esasları üç tane olsaydı, o vakit üçü
bir arada zikredilirdi (atıf); bil hikmeti ve'l-mev'izeti'l hasene ve'l-cidali
ahsen; fakat Kur'an hikmet ve öğüdü beraberce aynı sırada zikretmiş, mücadele
için ayrı bir cümle kullanmıştır. Bu da mücadelenin, Allah'a davette bir bölüm
veya şart değil, ancak davet esnasında ortaya çıkması mümkün olan meseleler
ile meşguliyette bir rehber olarak zikre-dildiğini gösterir. Bunu takibeden
ayette sabır tavsiye edilmiştir. Çünkü insanlar davet sırasında tartışırlarken
sabır elzem olmaktadır.
Özet olarak,
davetin esasları iki tanedir: Hikmet ve mev'ize (öğüt). Âlimlere ve aydınlara
da yapılsa, halka da yapılsa Allah'a davet on-larsız olmaz. Ancak, Allah'a
davet sırasında, bazen davetçiyle tartışmak ve münazara etmek isteyen endişe
ve şüpheler içindeki insanlarla karşılaşılabilir; bu şartlarda silah olarak
iyi ve güzel tartışma tavsiye edilmiştir. (Mu arif al-Qur'an, c. V, sh. 407-23).
Aslında Allah'a davet peygamberlerin vazifesidir. Ümmetin
âlimleri de peygamberlerin vârisleri olmaları sebebiyledir ki onlar davetin
âdâb ve yollarını peygamberlerden öğrenmeye mecburdurlar. Eğer bir davet bu
tavır ve yollarla olmazsa davet yerine ayrılık, çatışma ve savaş sebebi olur.
Hz. Muhammed @'in davet prensibinin Musa ve Harun
peygamberlerinkine nazaran zikre-dildiği her Allah davetçisinin aklında
bulunmalıdır. Bu peygamberler Firavun gibi müte-kebbir ve zâlim bir adama
gönderilmelerine rağmen onunla konuşurken nazik ve yumuşak bir dil kullanmakla
emredildiler ki, belki böylece onların öğütlerine aldırır ve Allah'tan
korkardı. Bu sebeple halkı Allah'ın dinine çağırırken nâzik ve yumuşak olmak
bizim üzerimize daha fazla düşen bir görevdir. Çünkü halk, Firavun gibi
kibirli, zâlim ve baskıcı değildir; hayatlarım kazanmakla uğraşan kimselerdir.
Kur'an-ı Kerim, kâfirlere Peygamberler vasıtası ile yapılan inzar (uyan,
ihtar) kıssaları ile doludur, fakat onların hiç biri inkâr edicilerin alaylı
sözlerine ve hakir gören davranışlarına karşı kötü söz kullanmamışlardır.
(Mu'arifaî-Qur'an, c. V, sh.
407-423).
A 'raf sûresinde Hz. Nuh ve Hz. Hud'un kıssalarında
söz edildiğine göre, kavimleri bu peygamberlere zalimane ve alaysı üslûb kullanmalarına
rağmen, onlar cevaplarında çok nâzik ve mutedil idiler. Nuh aleyhisselâm onlara
şöyle dedi: "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur, ben âlemlerin Rabbi
tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri
duyuruyorum, size Öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz
şeyleri biliyorum. Korunup da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak
bir adam aracılığı ile bir zikir (sizi ikaz eden bir Kitab size şan ve şeref
verecek bir kanun) gelmesine şaştınız mı?" (7:61-63). Ve Hud
aleyhisselâmın kavmine olan hitabı da yumuşaktı: "Ey kavmim! Ben beyinsiz
değil, âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Size Rabbimin
sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir
öğütçüyüm; sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam vasıtası ile Rabbinizden size
bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?..." (7:67-69).
Buna benzer olarak Şuayb aleyhisselâmın kavmi de onunla
alay etti ve onu hakir gördü. Şöyle dediler: "Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını
bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin
namazın mıdır? Sen, doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin."
(11:87). Hz. Şu-ayb'ın kavminin alay ve istihza dolu bu sözleri şu anlama
gelmekteydi: "Senin namazm sana makul olmayan şeyler öğretiyor; sen, başkasının
mülkiyet hakkına karışamazsın! Sen, iyi davranışları va'zeden, bilgiçlik
taslayan birisin." Bunlann tamamı istihzalı sözlerdi, fakat Şuayb
aleyhisselâm onların bu tür konuşmalarına çok nâzik olarak cevap verdi: "Ey
kavmim! Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir nzık da verdiği halde,
O'na karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aylan
hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim
yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yö-neliyorum."
(11:88). Firavun'un Hz. Musa'ya olan tavn seleflerminkinden hiç de farklı değildi.
O da Musa aleyhisselâma aynı menfî tavırla konuştu. Fakat Hz. Musa ona karşı
çok itici konuşmadı. Firavun büyüklenerek: "...dedi ki: '(Ey Musa)
âlemlerin Rabbi nedir?' (Musa): 'Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan
her şeyin Rabbi'dir, eğer işin iç yüzünü düşünüp gerçeği anlayan kimseler
iseniz (bunu anlarsınız)' dedi. (Firavun) çevresinde bulunanlara 'işitiyor
musunuz?' dedi. (Musa): 'O sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da
Rabbi'dir' dedi. (Firavun; etrafındakilere:) 'Size gönderilen (bu) elçiniz
mutlaka delidir' dedi. (Musa devamla:) 'Eğer düşünürseniz O, doğunun, batının
ve bunlar arasında bulunanların da Rabbi'dir' dedi." (26:23-28).
Bu, Allah'ın rasulü Musa aleyhisselâm ile Firavun
arasında geçen uzun bir konuşmadır. Bu karşılıklı konuşmadan, söz ve
tavırlardaki, hâl ve hareketlerdeki farklılık kolayca anlaşılabilir. Ve bir
peygamberin karakteri, müte-kebbir ve zâlim bir kralınkinden rahatlıkla ayrılabilir.
Hz. Musa Firavun ile aralarında geçen bütün konuşma süresince soğukkanlı, düşünceli,
metin ve nazikti. Hislerine ve öfkesine kapılıp hiçbir suretle kaba söz ve
davranışta bulunmamıştır. Bu; inatçı, nizâcı ve küfürbaz despot bir insana
karşı güzel mücadelenin mükemmel bir örneğidir. Davetçinin tabiatını, mizaç ve
mevkiini hesaba katan, hakikati, inatçı ve nizâcı birine bile tahammül ettiren,
onu tesir altına alabilen, hikmet ve mükemmellikte sunan Allah'a davetin bu
şekli peygamberlerin davet metodudur. Bunlar esasen Allah'a davetin özüdür.
Son Peygamber Hz. Muhammed @'in hayatı, Allah'a davet yolunda böyle
hâdiselerle doludur.
Hz. Peygamber @, insanları Allah'ın
dinine davet ederken daima bu hususlara dikkat etmiş; tebliğin; dinleyenlere
yük olmamasına özen göstermiştir. Bu davranışları, onu seven ve ona
bağlılıklarını ilân eden, anlattıklarım dinlemeye büyük arzu duyan ashabına
karşı da uygulamıştır. Onlarla dinî bahisleri hergün değil, fakat değişik
fasılalarla konuşmuştur. Hz. Peygamber @, onların günlük çalışmalarını
bölmeden ve bu konuşmaları onlar için bir yük hâline getirmeden va'z ediyordu.
Enes b. Mâlik şöyle rivayet etmiştir: Peygamber; "Kolaylaştınnız,
zorlaştırmayınız. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz" buyurmuştur. (Buhari).
Abdullah b. Abbas: "Rabbanî hûkema, ulema ve fukaha olmalısınız"
derdi. Rabbani çağırma, davet ve tebligatla meşgul olurken eğitim esaslarını
dikkate alan ve insanlara önce kolay şeyleri söyleyen kişi demektir. İnsanlar
Ona alı§tığında, onlara daha önceden söylendiğinde zorlarına gelecek olan
diğer emirleri söyler. Bu kişi Rabbanî âlimdir (Buhari).
Hz. Peygamber @ tebliğinde karşısındakinin
durumunu göz önünde tutar, onun haysiyetini rencide etmeden, hakir görülmemesine dikkat ederek
davranırdı. Birisinin hatalı veya kötü bir iş yaptığını gördüğünde doğrudan ona
seslenmek yerine, bütün topluluğa hitap ederek: "İnsanlara ne oluyor ki
böyle böyle iş yapıyorlar" buyurmasının sebebi de budur. Böylece bu
genel hitab ile hatası kastedilen kişi de bunu duyuyor ve kalben tevbe ederek o
işi terketmeye uğraşıyordu. Davet ve tebligatın bu esası Kur'an'da şöyle
belirtilmektedir: "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?.."
(36:22). Burada, muhatabın fiilinin tebliğci ile olan ilgisi, tebliğ edenin
muhatabının hayırda ilerleme ve hatasını kabul etme işlemine aracılık
etmesinden dolayıdır. Davetten, pratikte en iyi neticeyi almak için muhatabı
doğrudan itham etmekten kaçınma usûlü benimsenmiştir; sonraki âyet bu gerçeği
işaret eder: "O'nu bırakıp da tanrılar edinir miyim hiç?.." (36:23).
Peygamberler, herhangi bîrini yanlış bir iş yaparken gördüklerinde, doğrudan
ona işaret etmezler, böylece utandırmaz ve tahkir etmezlerdi. Bu yol,
peygamberlerin sünneti olmuştur. Yapılan yanlış işi genellikle açıklamışlardır.
Böylelikle, o günah fiili bizzat işleyen kadar sonradan gelecek diğer insanlar
da ondan kaçınacaklardır.
Daha ziyade İslâm'a ve Allah'a izafesiyle tebliğ,
İslâm Dini'ni insanlara anlatarak benimsetmek ve tatbikini sağlamaktır. Bu
yapılırken, diğer insanların yanlışlarını ve hatalarını araştırmak tebliğin
kapsamı dışındadır. Da-vetçİ bunlarla meşgul olmayacaktır. Çağıran ve çağrılan
arasında ortak noktalar olduğunda davet daha kolay kabul edilebilir hâle gelmektedir.
Bu sebepten Hz. Peygamber @ tebliğinin başlangıcında "Ey halkım!"
derdi. Bu hitap, onlarla karşılıklı münasebetleri ve yakınlığı hatırlatıyordu.
Onlara davetin esas konularından bahsetmeden önce söylendiği için insanlar
çağrıldıkları hususları hemen reddetmiyorlar, dikkatlice düşünüyorlardı. Çünkü
bu davet, müşterek kardeşliklerinin bir mensubundan hepsinin iyiliği için
geliyordu. Hz. Muhammed @, devrinin devlet başkanlarına, kabile reislerine ve
pek çok kişiye İslâm'a davet için
mektuplar göndermiştir. Bu mektuplarda, onların itibarlarını ve mevki bakımından
yüksek statülerini göz önünde tutmuştur. Rum İmparatoru Hirakl'e bu
mektuplarından birisini gönderdiğinde ona "Rum Kralı Hirakl'e!" diye
hitab ederek onun Rum İmparatorluğunun başı olduğunu dikkate almıştır.
Müteakiben onu şu sözlerle Allah'a davet etmiştir: "Ey ehl-i kitab! Ancak
Allah'a kulluk etmek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, Allah'ı bırakıp
birbirimizi Rabler diye tanımamak üzere, bizimle sizin aranızda müsavi ve âdil
bir kelimeye gelin." (3:64).
Habeşistan kralı Necaşi'ye yazdığı mektuplara benzer olarak
Pers Kralı Kisra'ya, Bahreyn hükümdarı Münzir b. Sâvâ'ya ve diğer kabile
reislerine yazdığı mektuplarda Hz. Muham-med @ onların resmi protokollerini
gözetmiş, mevkilerini dikkate alarak onlara büyük bir rikkat ve nezaketle
mektuplar yazmıştır ki, böylece Allah'ın davetini kabule meyletsinler. Hz.
Peygamber @'m hayatı hakkında yapılan yüzeysel bir çalışma bile O'nun davet ve
tebligatında bu çeşit davranış ve tavırların pek Çok olduğunu gösterecektir.
İmam-ı
Gazali, "bizzat kendisi bir günah olması ve diğer fizikî günahlara vesile
olması sebebiyle, içki nasıl kötülüklerin anası ise; esas konuya gelip gelip
onu unutturduğundan ve şahsî gururu işin içine soktuğundan lüzumsuz tartışma
da nefis için aynı içki gibi kötülüklerin anası hâline gelmektedir",
demiştir. Lüzumsuz tartışma, tebliğ için katlanılan zahmetlerle elde edilen
herşeyi yok eder ve kıskançlık, gurur, nefret, intikam gibi ruhî ve ahlâkî
hastalıklara sebebiyet verir. Böylece kişi, muhatabının ileri sürdüklerini âdil
bir şekilde dikkate almak yerine, kıskançlık dolu bir reddiyecilik ile Kur'ân
ve Sünneti yanlış yorumlarla, tevillerle karşısındakine mukabele etmeye
çalışır. İmam-ı Gazali ilim ehlinin ve hakikatin davetçilerinin doğru
prensiplere uyarak ebedî saadete erişeceklerini ve vahim akıbetten uzak
kalacaklarını veya bu durumlarını kaybedip ebedî azaba duçar olacaklarını
belirtmiştir.
Ortası bir durum yoktur. Bu kişinin ortada kalma ihtimali çok
zayıftır. Çünkü faydası olmayan ilim azab sebebidir. Hz. Peygamber @:
"Kıyamet gününde en elim azaba uğrayacak olan, ilmi kendisine fayda
sağlamayan âlimdir" buyurmuştur. Bir başka hadis ise şöyledir: "Din
ilimlerini; başkalarına karşı üstünlük taslamak için, şan ve gurur sahibi olmak,
tartışmalarda bilgisiz kimselere gâlib gelmek için veya bu ilminizle
başkalarının dikkatini çekmek için öğrenmeyiniz; çünkü bu, böyle yapanlar için
ateştir." (İbni Mâce).
İmam Mâlik;
"İlimde münakaşa ve münazara insanın kalbinden ilmin nurunu alır."
demiştir. Birisi ona, "Hadis ilmine vâkıf bir kimse bunu korumak için
münazara edebilir mi?" diye sordu. İmam Malik; "Hayır! Fakat muhatabına
doğru olanı bildirmelidir. Eğer kabul ederse ne alâ, aksi takdirde
susmalıdır" demiştir. (Muvatta şerhi). İmam Şâfi "Bir kimseyi
hatası konusunda uyarmak zorunda kaldığında, eğer ona izah eder ve yumuşak sözlerle
hatasını anlamasını sağlayabil irsen bu nasihat olur. Fakat, onu herkesin
içinde utan-dırırsan bu kavgaya ve yüz karasına (faziha: edepsizliği, alçaklığı
gerektiren iş) sebep olur.
Hz. Peygamber @ tam manâsıyla tebliğ görevini
yapmak için, en iyi yolu takip ettiği halde, halk bunun tam tersiyle
mukabelede bulunuyordu. Allah'ın emrini yerine getirmesin diye akla hayale ne
gelmiş ise onu yaptılar. Fakat Hz. Peygamber hedefinden asla şaşmadı. İkili
görüşmeler yaptı, Arap kabileleriyle temas ederek konuştu, hakkı tebliğ etmek
üzere yollara düştü. Halkın toplandığı yerlere gidip tebliğ görevini yerine
getirdi, islâm'ı izah etmek için elçiler gönderdi. İslâm'ın ne olduğunu anlamak
ve anlatmak için başka yerlerden heyetler davet etti. Kral ve reislere
mektuplar göndererek onları İslâm'a çağırdı.
Öğrenim ve
öğretim seferberliği ilân etti. islâm'a davet edilmeden önce hiç kimseye karşı
savaş açılmamasını emretti. Duymayan kimsenin kalmaması ve mazeretin ortadan
kalkması için bütün insanları Allah'a davet emânetini her müslümana yükledi.
Karşı taraf da davete son vermek ve davetçiyi ortadan kaldırmak için her çâreye
başvurdu.
Tebliğden vazgeçirmek için kendisine ve rnüslümanlara eziyet
yolunu tuttular. Menfaat teklif ettiler, akrabalarını sıkıştırdılar. Alay
ettiler, ondan yüz çevirdiler, onu zahmet altına aldılar. Ona ve kendisini
destekleyenlere boykot ilân etuıer. Hz. Peygamber @'i öldürmek için karar
verdiler, Her yoıu denedikleri halde bîr türlü Hz. Peygamber @'i davasından
vazgeçiremediler.
Zaman çok ağır geçiyordu. Davete icabet eden çok azdı. Onu
ümitsizliğe düşürmek için çaba gösteriyorlardı. Fakat o yine yoluna devam etti.
Davetine son vermek ve O'nu ortadan kaldırmak için kendisine karşı savaş açtılar.
Bütün bunlara rağmen devam etti ve sonunda muzaffer oldu. Dîni galip geldi.
Müslümanların siyasî durumu çok nâzik olduğu halde İslâm'ın yayılışı günden
güne hızlandı. Bu da ilk davetçinin bereketi idi. O'nun, davasındaki üstün
hakikate olan imanı, sebat ve kararlılığı hareketini kesin zafere götürdü.
Bu sıfatlan O'nun üzerinde gören insanlar, Peygamber @'e imân
edip söylediği sözden başka hak bir söz olmadığına kanaat getirdiler ve O'na
tâbi oldular. Hayatı boyunca doğru olarak tanınan ve hiçbir yalanına şahit olunmayan
bir kimsenin, bir olayı nakledildiği zaman kalben ona ısınılır ve sözüne
inanılır. Peygamber de böyledir. Aynca Rasûlullah @, nefsin arzularına ters
düştüğü halde gereğini yapması, yorucu ve zor olmakla beraber hiçbir
karşılığını beklemeden sadece Allah'a itaat etmek gayesiyle istikametini
muhafaza etmesi, nübüvetine ayrı bir belge teşkil etmektedir. Çünkü Allah
rızasına talip olmayan kimse için başka yollar daha kolaydır.
Peygamberlerin tebliğ ve irşadı, diğer insan larm
herhangi birşey için propaganda yapmalarına ve haber vermelerine benzemez.
Bunun için tebliğ ve irşâdları peygamberliklerine belgedir. Peygamber olmayan
kimseler toplumu, arzulayıp heves ettikleri şeylere davet ederler. Yâni hevâ
ve hevesleri açısından insanları kazanmaya önem verirler. Bu yolda sıkıntı
çekmezler. Herhangi bir fedakârlığa muhtaç değildirler. Fedakârlık yaptıkları
zamanlarda da daha büyük maddî bir kazancı düşünürler. Bu gibi kimseler daima
selâmeti gözönünde bulundururlar. Hayat ve yaşayış onlar için çok mühimdir.
Kazanç ve zaferi ararlar. Yalnız, ümitsiz olduklarında davalarını bir kenara
bırakmaları ve unutmalan gayet kolaydır.
Allah'ın peygamberleri ve onlara tabî olanlar ise imân ruhu ile
hareket ederler. Onlarda ihlâs ve samimiyet heyecanı vardır. Bâtıl bir davaya
sahip olan kimseler için nefsin çıkarını korumak, hakkı tebliğ etmekten daha
mühimdir. Peygamberler için ise hak dava, her-şeyden üstündür. Peygamberler,
nefsi gemlemek ve hayatın doğru yoluna koyulmak için ilâhî risâleti tebliğ
ederler. Zaten her insanın menfî şeylere karşı bir temayülü vardır. Böylece
bütün insanlarla mücadeleye girişirler.
Düşmanlarının elinden bir çok sıkıntılar çektikleri gibi,
inanan kimseleri terbiye etmek hususunda da çok sıkıntı çekerler. Çünkü insan
ne olursa olsun yine insandır. Hz. Peygamber @'in bütün bu safhaları geçmesi;
hak üzere sebat edip hiçbir tâviz vermeden yoluna devam etmesi; herkesin
mükellef olduğu görevi tam manâsıyla eda etmesi için bütün zahmetlere
katlanarak sabretmesi ve bu yoldaki azmi; Allah'a karşı ihlâsmı göstermektedir.
Yaptığı tebliğ görevi ve hâlet-i rûhiyesi, bütün bunları doğrulamaktadır.
Tarih, siyer ve hadîs kitapları Hz. Muham-med @'in
Hakk'a davet yolunda karşılaştığı engelleri anlatan hâdiselerle doludur. Bunlardan
birkaçını burada zikretmekte fayda vardır:
1- Haris b Hâris'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Bir toplulukla karşılaştığımızda babama bunların kimler olduğunu sordum.
Babam: 'Bunlar sapıtmış bir kimsenin etrafında toplanmışlar', dedi. Sonra
Peygamber @'in yanında, bineklerimizden indik. Baktık ki, Peygamber @ insanları
tevhîde ve Allah'a imân etmeye davet ediyor. Topluluk ise, Pey-gamber'in
söylediği sözün tersini söylüyor ve kendisine eziyet veriyorlar. Bu hâl, gün
ortasına kadar devam etti. Topluluk dağılınca, göğsü açılmış bir kadın
kendisine doğru ilerledi. Elinde bir kap ile mendil vardı. Peygamber @ kabı
alıp içindeki sudan içti ve abdest aldı. Sonra başını kaldırıp: 'Ey kızcağızım,
göğsünü kapat. Baban için korkma', dedi. 'Bu kadın kimdir?' diye sorduk.
'Peygamberin kızı Zeynep'tir', dediler." (Taberâni).
Bir başka rivayette de MenbetüT Ezdî'nin şöyle dediği
bildirilmiştir: "Cahiliyyet devrinde Rasûlullah @'ın: 'Ey insanlar!
Allah'tan başka ilâh olmadığını söyleyiniz, felah bulursunuz!' dediğini
işittim. Cemaatin kimisi yüzüne tükürüyor, kimi toprak savuruyor, kimi
sövüyordu. Gün ortasına kadar bu hâl devam etti. Sonra genç r^ir kız bir kap su
getirdi. Peygamber @ yüzünü yıkadıktan sonra şöyle dedi: 'Ey kızcağızım! Baban
helak olacak veya zillete düşecek diye korkma.' 'Bu kimdir?' diye sordum,
'Rasûlullah'ın kızı Zeynep'tir' dediler. O, yeni yetişmiş ve yüzü nûrânî bir
kızdı." (Taberâni).
2- Abdullah b. Cafer'in şöyle dediği rivayet
ediliyor: "Ebû Talip
ölünce, Kureyş serserilerinden birisi Rasûlullah @'in yoluna çıkarak üstüne
toprak serpti. Rasûlullah @ bunun üzerine evine döndü. Kızlarından birisi
geldi, yüzünü silmeğe başlayıp ağladı. Peygamber @: 'Ey kızcağızım! Ağlama.
Allah senin babanı koruyacaktır.' dedi." (Beyhakî).
3- Abdullah b. Amr b. Âs'dan şöyle rivayet
olunmuştur: "Bir kere Abdullah b. Amr'dan Peygamber @ hakkında müşriklerin
irtikap ettikleri rezillik ve alçaklıkların en ağırından (bir şey bildirmesi)
sorulmuştu. Abdullah şöyle anlatmıştır: Günün birisinde Peygamber @ Hıcr-i Kabe
(Kabe'den ayrılmış bir bö-lüm)de namaz kılıyordu. Bunun üzerine Ukbe b. Ebî
Muayt çıkageldi. Ukbe, Rasûlullah @'in ridâsını (toparlayıp O'nun mübarek)
boynuna koyarak O'nu şiddetli bir surette boğmağa başlamıştı ki, bu sırada Ebû
Bekir karşı geldi. Nihayet Ukbe'nin omuzunu tuttu ve onun tecavüzünü Peygamber
@'den uzaklaştırdı. Ve 'Faziletli bir adamı, Rabb'im, Allah! diyor
diye öldürecek misiniz?' mealindeki âyeti
sonuna kadar okudu." (Buharî).
4- Urve b. Zübeyr'in şöyle dediği rivayet ediliyor:
"Ben Abdullah b. Amr'a, Kureyşlilerin, Rasûlullah @'e karşı
düşmanlıklarından senin gördüğün en büyük düşmanlık hangisidir? diye sordum
Bunun üzerine o bana şunları anlattı 'Bir gün Kureyş kabilesinin İleri gelenleri
Hıcr adlı yerde toplanmışlardı. Ben de oralarda bulunuyordum. Kureyşliler
Rasûlullah hakkında konuşmaya başladılar. Aralarında, bu adamın işinde
sabrettiğimiz şekilde hiç bir şeye sabır göstermedik. Bu adam bizi akılsızlıkla
itham etti, atalarımıza sövdü, dinimizi ayıpladı, birliğimizi dağıttı,
ilâhlarımızı inkâr etti. Gerçekten biz onun yaptığı bu kadar kötü şeylere
sabrettik, dediler. Veya buna benzer şeyler söylediler. Kureyşliler böyle
konuşurken birden bire, ileriden Rasûlullah @ göründü. Yürüyerek geldi.
Hacer-i Esved'i öptü. Sonra Kabe'yi tavaf etmek üzere onların yanından geçti.
Kureyşliler Rasûlullah @ yanlarından geçerken
O'na laf attılar. Bu olay Rasûlullah @'e tesir etti, O'nu üzdü; bu üzüntüyü
O'nun yüzünde fark ettim. Tavafa devam etti. îkinci defa Kureyşlilerin yanından
geçerken onlar gene kendisine laf attılar. Rasûlullah @ buna da üzüldü. Üçüncü
defa yanlarından geçerken gene laf attıklarında Rasûlullah @ durdu ve onlara
dönüp: "Ey Kureyşlüer! Beni duyuyor musunuz? Canımı elinde tutan Allah'a
yemin ederim ki, başımza felâket gelecektir." dedi. O'nun bu sözü
Ku-reyşlüer üzerinde büyük bir tesir yarattı. Başlarına kuş konmuş gibi hiç
biri kımıldamadı; sonunda, daha Önce O'nun hakkında en çok konuşup
arkadaşlarını kışkırtanlar bile en iyi sözlerle ve "haydi, güle güle git
ey Ebu'l-Ka-sım. Vallahi sen kendini bilmez bir adam de-ğilsin" diyerek
Rasûlullah @'in gönlünü almaya çalıştılar. O zaman Rasûlullah (3>oradan
uzaklaşıp gitti. Ertesi günü Kureyşlüer gene Hıcr adlı yerde toplandılar, ben
de aralarında bulunuyordum Onlar birbirlerine; 'Muham-med'in size yaptıklarını
ve O'nun hakkında size verilen kötü haberleri sayıp döküp duruyorsunuz, fakat
o gelip karşınıza dikilerek yüzünüze kötü şeyler söylediği zaman O'na dokunamıyor
ve serbest bırakıyorsunuz' dediler Bu sırada onlar böyle konuşurlarken Öteden
Rasûlullah @ çıkageldi. Hemen kalkıp etrafını sardılar ve O'nun kendi
tanrılarını ve dinlerini kötülemesinden söz açarak O'na 'hakkımızda şu şu
sözleri söyleyen sen misin?' dediler. Rasûlullah @: 'Evet, bunları söyleyen
benim'; o zaman onlar arasından bir kişinin Rasûlullah @'in yakasına
yapıştığını gördüm. Bunun üzerine Ebû Bekir Rasûlullah @'i korumak için
onların önünde durdu ve ağlayarak onlara: 'Bir adamı rabbim Allah'tır dediği
için öldürmek mi istiyorsunuz?' dedi. Bundan sonra Kureyşlüer Rasûlullah @'i
bırakıp dağıldılar. Bu olay Kureyş kabilesinin Rasûlullah @'e yaptıklarını
gördüğüm en kötü olaydı1' (Müsned-i Ahmed ve İbni İshak).
İbni İshak,
Ebu Bekir'in kızı Ümmü Gül-süm'ün torunlarından birinin, Ümmü Gül-süm'ün şöyle
dediğini nakleder: "Bu olayın geçtiği gün,
Kureyşlüer'in Ebu Bekir'i saka-landan ve saçından çektiklerinden dolayı, eve
döndüğünde alnından yaralanmış bulunuyordu. Ebu Bekir, saçları çok gür bir
adamdı." (İbni Hişâm).
5- Ümeyye b. Halef, Rasûlullah @'i gördüğü zaman ona söz atıp
kötüleyerek rahatsız ederdi. Bunun için Allahu Teâlâ onun hakkında Hümeze
sûresini indirmişti. Hümeze, birini arkasından çekiştirmek, kötülemek, kırmak,
incitmek anlamlarına gelmektedir. "O çekiştirici ve ayıplayıcı, kaş göz
işaretleriyle alay edicinin vay hâline! O, mal toplayıp sayar durur. O,
malının kendisini sonuna kadar yaşatacağını sanır. Hayır, andolsun ki o
Huta-me'ye atılacaktır; Hutame'nin ne olduğunu sen biliyor musun? Hutame,
Allah'ın gürül gürül yanan bir ateşidir ki o, yürekleri sarıp yakar. O, uzun
direklerle onların (kâfirlerin) üzerine kapatılıp kilitlenecektir." (104:
1-9).
6- Kureyşlüer Allah'ın Rasûlü'nü MÜzem-mem (zemmedümiş-kötülenmiş
adam) laka-biyle anarlardı ve O'na söverlerdi. Bundan dolayı Rasûlullah @
(ashabına) şöyle derdi: "Allah'ın, Kureyşlilerin eziyetini benden
uzaklaştırmasına şaşmıyor musunuz? Bakınız! Kureyşlüer Müzemmem (kötülenmiş
adam) adında birine sövüp onu hicvediyorlar; halbuki ben Muhammed (övülmüş
adam) 'im." (İbni İshak).
7- Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Bir kere Rasûlullah @
Kabe'de namaz kılıyordu;
etrafında da Hişâm'ın oğlu Ebû
Cehil ile ona uyan birtakım Kureyş'in azgınları oturuyorlardı. Ebû Cehü'in
İşareti üzerine Ukbe b. Ebî Muayt elinde yeni boğazlanmış bir devenin işkembesi
ile geldi. Ve Rasûlullah secdeye vardığı sıra getirip içinin muhteviyatıyla beraber Rasûlullah @'m
arkasına koydu. Ben ise hiçbir işe yaramıyarak (bel bel) bakıyordum. (Ah, ne
olurdu o zaman) elimde kuvvet olaydı. Rasûlullah @ ibadetini bozmadı. Kureyşin
bu tecavüzü kâfirlerin pek hoşuna gitmişti. Bu hâle pek eğlenceli bir şeymiş
gibi bakıp bakıp
gülüşüyorlardı. Nihayet Fâtıma gelip pislikleri sırtından alıp bu alçak İşi
işleyene attı. Ve gülüşenlere çıkıştı. Rasûlullah @ secdeden başını kaldırıp
namazını tamamladıktan sonra üç kere: 'İlâhî! Kureyş'i Sana havale ederim!'
diye dua buyurdu. Rasûlullah @'in, aleyhlerinde böyle dua buyurması onlara pek
ağır geldi. Zira o makamda duanın müstecâb olduğuna kail idiler. Ondan sonra
Rasûlullah @ birer birer isim sayarak: 'İlâhî! Ebû Cehl'i sana havale ederim!
Utbe b. Rebîa'yı, Şeybe b. Rebîa'yı, Velîd b. Utbe'yi, Ümeyye b. Halefi, Ukbe
b. Ebî Muayt'ı sana havale ederim.' buyurdu. (İbni Mes'ud der ki): Nefsim
kabza-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki Rasûlullah @'in bu saydıklarının
hepsini Bedir günü katlolunmuş ve bir çukura doldurulmuş gördüm."
(Buharî).
Bu hâdisenin akabinde Ebû'l-Buhterî, Rasûlullah ile karşılaşmış,
O'nun yüz hatlarından birşeyler sezmişti. Ne olup bittiğini sorduğunda
Rasûlullah @, "beni bırak" dedi. Ebû'l-Buhterfnin ısrarı üzerine;
"Ebû Cehil, deve fışkısını üzerime attırdı" diyerek olayı anlattı.
Ebû'l-Buhterî, "gel birlikte Kabe'ye gidelim" dedi ve birlikte
gittiler. Sonra Ebû'l-Buhterî orada Ebu Cehil'i bulup: "Ya Ebû'l-Hakem!
Muhammed'in üstüne deve fışkısını sen mi attırdın?" dedi. Ebû Cehil,
"evet" diye cevap verince Ebû'l-Buhterî elindeki âsâyı onun başına
indirdi. Etrafındakiler hiddetle kalktılar. Ebû Cehil ise şöyle bağırıyordu:
"Bu sizin İçin felâkettir, zaten Muhammed aramızı bozup düşmanlığı
körüklemek ve kendisiyle arkadaşlarının kurtulması için böyle yapıyor"
dedi. (Bezzar ve Tabarânî).
8- Ebû Tâlib'in ölümünden sonra müşriklerin Hz. Peygamber @'e
yaptıkları eziyet ve cefâ daha da arttı. Bunun üzerine Peygamber @,
saldırılardan biraz uzak kalmak için Tâif şehrine gidip Sakîf kabilesiyle
görüşmeye karar verdi. Sakîfin liderliğini yapan üç kardeşten Abdiyalel b. Amr,
Hubeyb b. Amr ve Mes'ud b. Amr ile görüştü. Onlara, Allah'ın kendisini
peygamber olarak gönderdiğini ve kavminin ona
verdikleri eziyet ve cefayı anlattı. Bunun üzerine onlardan biri: "Kabe'nin
Örtüsünü çalmış olayım, eğer sen de peygambersen...", diğeri ise:
"Allah, senden başka peygamber edecek kimseyi bulamadı da, seni mi gönderdi?...",
üçüncüsü de: "Seninle konuşmam iki suretle caiz olmaz: Eğer sen, sahiden
peygamber isen, merteben pek yüksektir, biz seninle konuşamayız. Yok eğer
yalancı isen, bu hâlde seninle konuşmak hiç caiz değildir." dedi.
Bunlar, imana gelmedikleri gibi Rasûlullah @
ile alay etmeye kalkıştılar. Rasûlullah @'in geçtiği yolu tutarak O'na taş
atmaya, hakaret dolu sözler söylemeye başladılar. Rasûlullah @'in ayakları kan
içerisinde kaldı. Bu zâlimlerin elinden kurtulmak için bir bağa sığındı.
Takatsiz ve dermansız bir hâlde, bir ağacın gölgesine oturdu. Ayakları hâlâ
kanıyordu. O gün, uzaktan akrabası olan Utbe b. Rebîa ile Şeybe b. Rabîa da
bağda dinleniyorlardı. O'nun hâlini uzaktan görmüşlerdi. Akrabalık gayretleri
uyandı, üzüldüler. Bir tabağın içine bir salkım üzüm koyup Addas isminde
Hristiyan köleleri ile gönderdiler. Rasûlullah @ Bismillâhirrahmanirrahîm dedikten
sonra, üzümü yemeye başladı. Addas bunu işitince hayret etti: "Bu yer
halkı bunu bilmez, Allah'ı tanımaz" dedi. Rasûlullah @, Addas'a nereli
olduğunu sordu. Addas "Nino-va (Musul)'lıyım." dediğinde; "Demek,
sarihlerden Yunus b. Metta'nın şehrindensin." buyurdu. Hayretle
"Yunus'u sen nereden tanıyorsun?" diyen köleye Rasûlullah @, Hz. Yunus
hakkında gelen vahyi anlattı. Rasûlullah @, hiçbir kimseyi hakir görmez, her
hâl ve şartta dahi herkese Allah'ın emrini tebliğ ederdi. Rasûlullah @, Addas'a
İslâmı tarif etti, o da müslüman oldu. Bunun üzerine Addas O'nun eline
sarıldı, öptü. Hristiyan kölenin bu hareketlerini oturdukları yerden gören Utbe
ve kardeşi Şeybe, hayret içinde kalmışlardı. Döndüğünde köleye sordular:
"O adamda ne gördün ki ellerini öptün?" Addas cevap verdi: 'O sâlih
kimse bana öyle sözler söyledi ki, onları peygamberlerden başkası bilmez."
Buum üzerine, güldüler ve: "Yazık
sana. Mu-nammed sonunda seni de aldatıp bunca yıllık dininden etti!"
dediler. Rasûlullah @, oradan kalkıp tekrar yola koyuldu. (Delâilü'n-Nübüvve).
Mûsâ b. Ukbe'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Tâif halkı Rasûlullah @'in önünde iki saf oldular. Aralarından geçince,
ayaklarını her basıp kaldırmasında taşlıyorlardı. Bu saldırıyı, ayaklan
kanayıncaya kadar sürdürdüler. Rasûlullah @, kan revan içinde bir çok zorlukla
kurtulabildi." (Bidâye).
Tâif'te uğradığı ezâ ve cefa üzerine Rasûlullah @, Allahu
Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu: "İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğradığını,
pek çaresiz kaldığımı yalnız sana şikâyet ederim. Ey merhameti bol olan Rabbim!
Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabb'i sensin. İlâhî! Huysuz,
yüzsüz bir düşman eline beni bırakmayacak kadar kerîmsin. Hayatımın
dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta muhtaç etmeyecek kadar beni
esirgersin. İlâhî! Gazabına uğ-ramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara,
musibetlere aldırmam. Fakat senin af ve mağfiretin bana bunları göstermeyecek
kadar geniştir. İlâhî! Gazabına uğramaktan, hoşnutsuzluğuna çarpmaktan, senin
o karanlıkları parlatan nuruna sığınırım. Dünya ve âhiret yolunu aydınlatan
sensin. İlâhî! Sen razı oluncaya kadar affımı diliyorum. Her kudret, her kuvvet
seninle kaimdir." (Sîret-i îbni Hişam).
Bu hâdiselerden, insanları Allah'ın yoluna çağırırken Hz.
Peygamber@'in karşılaştığı sıkıntı ve eziyetleri anlıyoruz. Bu durum bir-iki
gün değil, aralıksız onüç yıl sürdü. Sonunda yurdundan çıkarıldı. Ama gittiği
yerde dahi rahat yüzü görmedi. Sığındığı Medine'de de değişik yollardan eziyet
gördü. Bütün Arabistan kendisine karşı kışkırtıldı. Orada tam sekiz yıl
sürekli sıkıştırıldı, izlendi. Kendisiyle beraber müslümanlara da eziyet
veriliyordu. Bir kısmı işkence gördü, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı
yurtlarından kovuldu. Fakat O, bun-
lara sabretti, ashabına da sabırlı olmalarını
tavsiye etti. Hak davaya çağırdığı insanlara işkence yapıldığını gören bir
kimsenin muhakkak ki içi yanacaktır. Ancak davası, şüphesiz hak bir dava olup
devam mecburiyeti olduğundan olanlara katlanır. Böyle olmasaydı durum çok daha
vahim olurdu. Allah'ın hakkını edâ ederken azimli ve sabırlı olmak İlâhî
risâletin icâbıdır.
Yezîd b. Ebî Ziyâd, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden ve
Ebû'l-Velid diye tanınan Utbe b. Rebîa bir gün Kureyşlilerin bir toplantı
yerinde oturuyordu. O sırada Peygamber @ de yalnız başına Mescid-i Haram'da
bulunuyordu. Utbe, Kureyşlilere dönüp şöyle dedi: "Ey Kureyşli-ler!
Muhammed'in yanına gidip onunla ko-nuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam
ne dersiniz? Belki o tekliflerin bir kısmını kabul eder biz de bunlardan
istediğini kendisine veririz, O da bize karşı yaptıklarından vazgeçer."
Utbe'nin bu teklifi, Hamza'nm İslâm'a girdiği ve müslümanların sayısının
çoğaldığı sıralarda yapılmıştır. Toplantı yerinde bulunan Kureyşliler Utbe'ye:
"Olur ey Ebû'l-Velid. Kalk git, onunla konuş" dediler. Bunun üzerine
Utbe kalkıp Peygamber @'in yanma varıp oturdu. Sonra kendisine: "Ey
kardeşimin oğlu! Sen aramızda kabile içinde şeref bakımından ve soy üstünlüğü
yönünden bildiğin derecedesin. Sen, kavminin başına büyük bir iş aştın. Bu
yüzden onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin, gene bu işle
onların ilahlarını ve dinlerini kötüledin ve onların göçüp gitmiş babalarını,
dedelerini kâfir saydın. Beni dinle. Sana bazı tekliflerde bulunacağım. Bunları
düşünüp incele, belki bunlardan bir kısmını kabul edersin." dedi. Hz.
Peygamber @: "Peki söyle ey Ebû'l-Velid! Seni dinliyorum" dedi. Utbe
ona: "Ey kardeşimin oğlu! Sen ortaya attığın bu mesele
ile eğer mal istiyorsan, mallarımızdan
sana hisse ayıralım; hepimizin en zengini olasın. Bir şeref peşinde isen, seni
başımıza lider yapalım; sen olmadıkça hiçbir işimize karar vermeyelim. Yok,
saltanat istiyorsan seni kendimize hükümdar yapalım. Yok, şu sana gelen cini
kendinden uzaklaştıramıyorsan seni tedavi ettirelim. Bu uğurda seni iyi
edinceye kadar mallarımızı harcayalım; zira böyle cinler insanın içini kaplar
ve ondan ancak tedavi ile kurtulunur." Utbe sözlerini bitirmiş, Rasûlullah
@ onu dinledikten sonra kendisine dönüp: "Söyleyeceklerin bu kadar mı ey
Ebû'l-Velid?" dedi. O da "evet" deyince, Rasûlullah @:
"Öyleyse, dinle." dedi ve "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Hâ mim. (Bu) Rahman, Rahîm'den indirilmiştir. Bilen bir toplum için âyetleri
açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak
(gönderilmiştir). Fakat çokları (onu düşünüp kabul etmekten) yüz çevirmiştir;
onlar işitmezler. Dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz örtüler
içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde var.
Sen (istediğini) yap, biz de (istediğimizi) yapıyoruz." (41:1-5) âyetlerim
okudu. Secde âyeti gelince secde etti, sonra ona dönüp: "Ey Ebû'l-Velid!
Okuduklarımı duydun; artık Ötesini sen düşün" dedi. Bundan sonra Utbe
kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Onlar (Utbe'nin öteden geldiğini görünce)
birbirlerine: "Vallahi, Ebû'l-Velid çehresi değişik olarak dönüyor"
dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca: "Ey Ebû'l-Velid! Ne haberler
getirdin bakalım?" diye sordular. Utbe onlara: "Getirdiğim haberler
şunlardır ki, vallahi ben ömrümde benzerini hiç işitmediğim sözler duydum.
Allaha andol-sun, bu sözler ne şiir, ne büyü, ne de bir kâhinin söylediği
sözlerdir. Ey Kureyş cemaatı! Beni dinleyin de hatırım için bu işin ardına
varmayın, bu adamdan vaz geçin, kendi hâline bırakın. Ondan uzak durun, ona
dokunmayın. Vallahi, işittiğim sözlerin büyük bir sonucu olacaktır. Araplar onu
ortadan kaldı-rırlarsa siz de başkalarının eliyle ondan kurtulmuş olursunuz; yok, kendisi, Arapları idaresi altına alırsa
onun saltanatı sizin saltanatınız ve onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Siz
onunla insanların en mesudu olursunuz." dedi. Müşrikler, Velid'den bu
cevabı alınca: "Ey Ebû'l-Velid! Gene o seni diliyle büyülemiş"
dediler. (İbni İshak, îbni Hݧâm),
İslâm,
Mekke'de Kureyş kabilesi boylarında erkek ve kadınlar arasında yayılmaya
başladığında, Kureyş kabilesi müslüman olanlardan güçleri yettiğini sıkıştırıp
müslümanliktan döndürüyor ve gene güçleri yettiğine eziyet ediyordu. Abdullah
b. Abbas'dan rivayet edildiğine göre, Kureyş ileri gelenleri toplanıp Hz.
Muhammed @ ile konuşmaya karar vermişlerdi. Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Ebû
Süfyan b. Harb, en-Nadr b. Haris (Benî Ab-di'd-Dâr soyundandır), Ebû'l-Buhterî
b. Hişâm, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velîd b. Muğîre, Ebu Cehil b.
Hişâm, Abdullah b. Ebû Umeyye, As b. Vâil, Haccâc'm iki oğlu Nebîh ile
Münebbih ve Umeyye b. Halef bir araya geldiler. Bunlar, birgün güneş battıktan
sonra Kabe'nin arka tarafında toplanarak birbirlerine, "Muhammed'e haber
yollayıp konuşalım ve ileride mazur ve haklı olmak için kendisiyle münakaşa
edelim" dediler, Bunun üzerine Rasûlullah @'e: "Kavminin ileri
gelenleri seninle konuşmak üzere toplandılar, onların yanına gel!" diye
haber yolladılar. Rasûlullah @ de hemen yanlarına geldi; kendilerine söylemiş
olduğu sözler hakkında iyi bir şey düşündüklerini sanıyordu. Zira O, onların
müslüman olmalarını çok istiyor, doğru yola gelmelerini candan arzu ediyor,
ayak direyip durmaları gücüne gidiyordu. Kureyş-liler kendisine şöyle dediler:
"Ey Muhammed! Konuşmak için sana haber yolladık. Allah'a yemin olsun ki
biz, Araplar arasında, senin kavminin başına getirdiğin meselenin benzerini
kavminin başına getiren bir adam bilmiyoruz. Sen babalarımıza ve dedelerimize
sövüp saydın, dinimizi kötüledin, Tanrılara dil uzattın, bize akılsızlar dedin,
birliğimizi dağıttın. Sonra, aramızda yapmadığın kötü iş kalmadı. Ortaya
attığın bu sözlerle mal ele geçirmek
istiyorsan mallarımızdan sana bir şeyler toplayalım, hepimizin en zengini olasın.
Yok, sen bu hareketinle şeref peşinde isen seni kendimize başkan yapalım. Sen
bir saltanat istiyorsan seni kendimize melik edinelim. Yok, şu sana gelen cin
içini kapladıysa ki bu bazen olabilir, seni tedavi ettirmek için mallarımızı
harcayalım, seni iyi ettirelim veya vazifemizi yapmış olup sorumlu durumdan
kurtulalım."
Bu sözleri duyan Rasûlullah @, onlara: "Dediğiniz şeyler
bende yok; beni cin de kaplamış değildir. Sonra sizin için ortaya attığım
mesele ile ne mallarınızı ne de aranızda şeref sahibi olmayı, ne de başınıza
hükümdar bulunmayı istemiyorum. Ancak Allah beni size elçi olarak yolladı, bana
bir kitab indirdi; sizin için müjdeleyici ve korkutucu olmamı bana emretti.
Ben de Rabbimin bana yüklediği peygamberlik vazifelerini size bildirdim. Size
öğüt verdim; şimdi siz, size bildirdiklerimi benimserseniz dünyada ve ahirette
saadete ulaşmış olursunuz, yok istemezseniz Allah'ın emrini yerine getirmek
uğrunda herşeye katlanacağım. Allah benimle sizin aranızda hükmünü
verecektir." dedi veya buna benzer şeyler söyledi.
Rasûlullah @'in sözlerini işiten Kureyşliler kendisine:
"Ey Muhammedi Sana yaptığımız tekliflerden birini veya bir kısmını kabul
etmiyorsan sen, insanlar arasında memleketimizin en dar memleket olduğunu,
suyumuzun en az olduğunu, geçimimizin en güç olduğunu bilirsin. Bunun için
seni bize gönderen Rabbine söyle de, bizi sıkıştıran şu dağlan kaldırıp uzaklaştırsın.
Memleketimizi genişletsin, bu memlekette Şam ve Irak ırmakları gibi ırmaklar
akıtsın, babalarımızdan, dedelerimizden bu dünyadan göçüp gitmiş olanları
diriltsin ve dirilenler arasında Kusayy b. Kılâb da bulunsun. Çünkü o doğru bir
başkan idi. Onlar dirilince kendilerine senin bu söylediklerinin doğru olup
olmadığını soralım; onlar seni tasdik ederse, ve sen de istediklerimizi yerine
getirirsen sana inanırız. Bu şartların
yerine gelmesiyle Allah'ın yanındaki durumunu, değerini anlarız; O'nun, seni,
dediğin gibi bir elçi olarak gönderdiğini bilmiş oluruz," dediler.
Rasûlullah @ onlara: "Ben bunları yapmak için size
gönderilmedim. Ben ancak Allah'ın bana emrettiği şeyleri size bildirdim. İşte
bildirilmesi için gönderildiğim şeyleri size haber veriyorum. Siz bunları
benimserseniz dünya ve ahirette mesut olursunuz, yok istemezseniz Allah'ın
emrini yerine getirmek uğrunda herşeye katlanırım. Allah sizinle benim aramda
hükmünü verecektir." dedi. Onlar: "Bunları yapmazsan kendin için
birşeyler iste (meselâ) Rabbinden dile de, sana bir melek göndersin, bu melek
senin söylediklerini tasdik etsin, seni bizden korusun. Gene Rabbinden sana
bağ, bahçe, saraylar ve altın ile gümüşten hazineler vermesini iste. Rabbin
bunlarla hayatını kazanmak için çalışmaktan seni kurtarmış olur; zira sen bizim
yaptığımız gibi çarşılarda alış veriş ediyorsun, gene bizim gibi maişetini
temin etmek istiyorsun. (Halbuki Rabbin istediğini verirse) o zaman eğer sen
dediğin gibi gerçek bir Allah elçisi isen Allah'ın yanında değerini anlamış
oluruz." dediler. Rasûlullah @ Kureyşlilere: "Bunları yapmayacağım.
Ben, Rabbinden bunları isteyecek bir kimse değilim. Zaten size bunlar için
gönderilmedim, ancak Allah beni bir müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi.
Eğer size bildirdiklerimi kabul ederseniz, dünya ve ahirette mesut olursunuz.
Yok kabul etmiyecek olursanız ben, Allah benimle sizin aranızda hükmünü
verinceye kadar Allah'ın emrini yerine getirmek uğrunda herşeye
katlanacağım." dedi.
Kureyş'in teklifleri bitmek tükenmek bilmiyordu: "Öyleyse
göğü parça parça üstümüze yık, hani Rabbim isterse bunu yapar demiştin. Zira
bunu yapmadan sana inanmayız." dediler. Rasûlullah @ Kureyşlilere:
"Bu iş Allah'ın elindedir. O, göğü üzerinize yıkmak isterse yapar"
cevabım verdi. Kureyşliler de: "Ey Muhammedi Allah, bizim seninle oturup
bunları sana soracağımızı ve biraz evvel senden
istediklerimizi isteyeceğimizi bilmiyor muydu? Niçin bize vereceğin cevaplan daha
önceden sana öğretmedi? Bize bildirdiğin şeyleri kabul etmediğimiz takdirde
Kendisinin bize ne yapacağını niçin sana söylemedi? Duyduğumuza göre bunları
sana Ye-mame'de bulunan ve Rahman adı verilen bir adam öğretiyormuş. Allah'a
yemin ederiz ki, biz asla Rahman'a inanmayız. Ey Muham-med! Bil ki sana karşı
sorumluluğumuz kalmadı (vebal bizden gitti). Allah'a yemin olsun, bir daha
bize birşey yapmana müsaade etmiyeceğiz. Gene aynı şekilde hareket etmeye
devam edersen ya seni öldürürüz, yahut da sen bizi yok edersin" dediler.
İçlerinden biri: "Biz meleklere tapıyoruz, onlar da Allah'ın
kızlarıdır." dedi. Gene içlerinden biri: "Allah İle melekleri bir
arada önümüze getirmezsen sana inanmayız." dedi.
Kureyşliler Allah'ın Rasûlü'ne bunları söyledikleri zaman O,
yanlarından kalkıp uzaklaştı. Halası Atike'nin oğlu Abdullah b. Ebû Umeyye de
Rasûlullah @ ile birlikte kalktı. Abdullah, Rasûlullah @'e şöyle dedi: "Ey
Muhammed! Kavmin sana bazı tekliflerde bulundu, kabul etmedin. Sonra dediğin
gibi Allah'ın katındaki değerini anlamak ve sana inanıp uymak için senden
kendileri için bir şeyler istediler, gene kabul etmedin; kendilerine karşı
senin üstünlüğünü ve Allah yanındaki değerini anlamak için kendi şahsına ait
olacak bir şeyler edinmeni istediler, sen gene kabul etmedin; sonra kendileri
için sonucundan korktuğun azapların bir kısmını şimdi başlarına getirmeni
istediler, gene kabul etmedin. Vallahi, sen göğe bir merdiven kurup ona
tırmanıp ve gözümün önünde göğe çıkıp oradan, dediğin gibi peygamber olduğuna
şahitlik edecek dört melek getirmeden asla sana inanmam. Allah'a yemin olsun
ki, bunu yapsan dahi inanacağımı sanmıyorum."
Abdullah bunları söyledikten sonra Rasûlullah @'i
bırakıp uzaklaştı. Rasûlullah @ de, kavmi kendisini çağırdıklarında kendilerini
yola getirebileceği ümidinin boşa çıkması ve onların kendisinden uzaklaşmalarından dolayı üzüntü ve gönül
kırgınlığı içinde evine döndü. (İbni Hişâm).
Bir gün Rasûlullah @ Kabe'yi tavaf ederken Abdüluzza oğlu Esved
b. Muttalib, Velid b. Mugîre, Umeyye b. Halef ve Sehm boyundan Âs b. Vail
karşısına çıktılar. Bunlar kavimleri arasında yaşlı kimselerdi. Rasûlulah @'e:
"Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım; sen de bizim
taptıklarımıza tap. Böylece biz ve sen bu konuda ortaklık yapmış oluruz. Senin
taptığın bizim taptıklarımızdan daha iyi ise biz bundan hissemizi almış oluruz;
yok, bizim taptıklarımız senin taptığından iyi ise sen bundan nasibini almış
olursun" dediler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu kimseler hakkında şu
sûreyi indirdi: "De ki: 'Ey kâfirler! Ben, sizin taptıklarınıza tapmam.
Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptığınıza
tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size,
benim dinim banadır." (109: 1-6). Bu âyetle kâfirlere; 'siz, ancak benim
sizin taptıklarınıza tapmamla Allah'a tapacaksanız, sizin bu teklifinize
ihtiyacım yoktur. Sizin dininiz sizin olsun, benim ayrı dinim vardır' denmektedir.
Rasûlullah @, hakka davet yolundan alıkoymaya yönelik
kendisine yapılan her türlü teklif ve tehditlere rağmen ısrarla vazifesini
yerine getiriyordu. Müşriklerin baskıları O'nu tebliğ görevinden vaz
geçiremediği gibi, kandırma teşebbüsleri de yönünü değiştiremedi. O'nun bu
davranışı, hakikaten Allah'ın Rasûlü ve hak bir dava sahibi olduğunu belgeledi.
Akîl b. Ebî Talib'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Kureyş eşrafı Ebû Tâlib'e gelerek: "Ey Ebû Tâlib, senin kardeşinin oğlu
mahfel-lerimize ve oturduğumuz yerlere gelerek bizi rahatsız eden sözler
sarfediyor. Onu bu işten menedebilirsen men et." dediler. Bunun üzerine
Ebû Tâlib bana, "amcan oğlunu ara, O'nu bana bul" dedi. Gittim O'nu küçük bir
odadan çıkardım. Gölgeyi takib ederek benimle birlikte yürüdü. Tam gölgeden
istifade edemedi. Yanma varınca Ebû Tâlib kendisine şöyle dedi: "Ey
kardeşimin oğlu! Allah'a yemin ederim ki ben her zaman seni sözüme itaat eden
bir kimse gördüm. Senin kavmin şu iddiayı ileri sürüyor. Onların Kabe'lerine ve
oturdukları yerlere giderek onları rahatsız eden sözler söylüyorsun. Bundan
vazgeçsen iyi olur."
Hz. Peygamber @, bunun üzerine gözlerini göğe doğru
kaldırarak şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz güneşten
bir meş'ale yakıp getiremediği gibi, ben de bu hak davayı bırakamam."
Bunun üzerine Ebû Tâlib: "Allah'a yemin olsun ki, kardeşimin
oğlu asla yalan söylemedi. Dönünüz, doğru yola devam ediniz" dedi.
(Heysemî, c. V, sh. 14. Taberânî ve Ebû Ya'lâ
hadisin başını biraz kısaltarak rivayet etmişlerdir).
Beyhâkî'nin rivayeti de şöyledir: Ebû Tâlib kendisine: "Ey
kardeşimin oğlu! Kavmin bana geldiler (ve şöyle şöyle dediler). Hem bana, hem
kendine acı. Ne benîm ne de senin güç yetiremiyeceği bir yükü bana yükleme.
Kavminin sevmedikleri sözleri onlara söyleme." dedi.
Rasûlullah @ amcasının bu sözlerinden bir şeyler sezdi. Artık
kendisine yardım etmeyeceğini ve onun safında durmayacağını tahmin etti.
Rasûlullah @ buna karşılık: "Ey amca! Bir elime güneşi, bir elime ayı
koysalar Risa-letten zerre kadar ayrılmam. Ya Allah onu (o dini) îfâya kuvvet
verir, yahut onun uğrunda canımı feda eder giderim." dedi. Bu sözleri
söyledikten sonra kalkıp yürüdü. Rasûlullah @'in böyle mahzun, gözleri dolu
dolu kalkıp gitmesine üzülen amcası: "Sen işine bak oğlum! Ben sağ
oldukça onlar sana bir şey yapamazlar. İstediğini söyle, dilediğin gibi
ko-nt*Ş!" dedi. (Bidâye, İbni Hişâm).
büyüklerine
karşı gösterilen saygı adetini ve liderlerine itaat geleneklerini bilen
kimse, benî Hâşim'in büyüğü olan Ebû
Ta-lib'in, kavminin zorlaması neticesinde yaptığı müdahalenin ne kadar büyük
bir etki yapacağını anlar. Hele o haya sahibi ve pâk olan Hz. Muhammed @,
amcasının emrine ve arzusuna asla muhalefet etmezdi. Fakat dâva, şahsî bir
davanın daha Ötesindedir, Allah'ın emridir. Bütün âdet ve geleneklerden
büyüktür. Bu hâl, Arap kabilelerinin âdetlerini bilen kimse için Hz. Muhammed
@'in Allah'ın rasûlü olduğuna dair bir belgedir.
Hacc mevsimi geldiği sırada Kureyş kabilesinden bir
grup, yaşlılarından Velîd b. Muğîre'nin evinde toplandılar. Velîd onlara
hitaben şöyle dedi: "Ey Kureyş cemaatı! Hacc mevsimi gelip çattı.
Araplardan birçok heyet gelecek. Adamınızın haberi oralara ulaşmıştır. Ne
yapacağız? Bir esas üzerinde anlaşalım, birbirimizi yalancı çıkarmayalım,
söyliyeceklerimizi kararlaştıralım." Müşrikler, ayrı ayrı görüş beyan
ederek; Hz. Muhammed @ için "kâhin, deli, şair veya sihirbaz diyelim"
dediler. Velîd bu yakıştırmaları beğenmeyerek: "Hayır Allah'a yemin ederim
ki, O kâhin, deli, şair veya sihirbaz değildir. Biz bunları çok gördük. F^kat
O'nda ne kehânet mırıldanması, ne de sesi vardır. Onda ne deliliğin sıkıntısı,
ne de vesvesesi vardır. O'nun sözü şiir değildir. Sihirbazları ve onların
sihirlerini de gördük. Onun ne üfürmesi, ne düğüm çalması vardır." dedi.
Bunun üzerine: "Ey Ebû Abdi'ş-Şems! Sen ne diyorsun?" diye sordular.
O da: "En çıkar yol, en yakışan O'na sihirbaz, büyücü demektir. Kişiyi
babasından, kardeşinden, eşinden ayıran bir sihir getirmiştir,
diyeceğiz." Buna karar verip dağıldılar.
Hacc mevsiminde gelen hacıların
yolunda oturup, iftiralarını dile getirip O'ndan sakınmalarını tavsiye etmeye
devam ettiler. (İbni Hişâm).
Bir gün Ubey b. Halef eline çürümüş ve ufalanmak üzere bulunan bir kemik parçası alarak
Rasûlullah @'in yanına gitti. Ona: "Ey Muhammedi Çürüdükten sonra şu
kemiği Allah'ın yeniden dirilteceğini söyleyen sen değil misin?" dedi.
Sonra kemiği elinde ufalayarak Rasûlullah @'in bulunduğu yere doğru ağzıyla
üfürdü. .Rasûlullah @ Ubey'e: "Evet, öyledir. Ben böyle dedim. Allah bu kemiği
de, seni de bu duruma geldikten sonra diriltecek, seni de Cehennem ateşine
atacaktır" dedi. Bunun üzerine AUahu Teâlâ, Ubey hakkında Yasin sûresinin
şu âyetlerini indirdi: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi:
'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' dedi. De ki: 'Onları ilk defa yaratan
diriltecek. O, her yaratmayı bilir. O ki size yaş ağaçtan ateş (olacak odunu
verdi) yaptı da siz (de bu) o(du)ndan (ateş) yakıyorsunuz." (36: 78-80).
İbni İshâk
şöyle kaydetmektedir: Hz. Peygamber @ ile müslümanların düşmanlığı Ku-reyş'i
iyice rahatsız ettiği için şiddete baş vurmaya başladılar. Ayak takımlarını
Peygamber @'e karşı kışkırttılar. O'nu yalanladılar. Eziyet ettiler, şair,
sâhir, kehânet ve delilikle itti-ham ettiler. Fakat Allah'ın Rasûlü @, Cenab-ı
Hakk'ın emrini gizlemeksizin davetini sürdürdü. Onların dinlerini ayıplamak,
putlarını bırakıp küfürden uzak kalmak suretiyle karşılık verdi.
İbni Hişam,
siyerinde Muhammed b. İshâk'm bir rivayetini nakletmektedir: Abdüddâr oğullarından
Nadr b. Haris, Kureyş'in şeytan ruhlu ve Rasûlullah @'e eziyet verip düşmanlık
yapan bir kimse idi. Hîre şehrine gidip orada Rüstem Sindid, İsfendiyâr ve öbür
Fars hükümdarları hakkında söylenen hikâyeleri Öğrenirdi. Bu ilginç hikâye ve
fıkralarla halkın dikkatlerini Kur'an-ı Kerîm'den çekmeyi umuyordu. Rasûlullah
@, bir yerde oturup insanları Allah'a inanmaya çağırıp Kur'an
âyetlerinden
okuyup Kureyşlileri daha önceki imân etmiyen kavimlerin başlarına gelen belâ ve
musibetlerden korkuttuktan sonra oradan ayrılınca Nadr gelir, Allah'ın Rasûlü
@'nün kalktığı yere otururdu. Nadr, orada bulunanlara hikâyelerini anlatır,
sonra etrafına dönüp: "Ey Kureyş cemaati! Vallahi Muhammed'in konuşması
benim konuşmamdan daha iyi değildir. Onun söyledikleri, eskilerin birtakım
uydurulmuş hikâyelerinden başka bir şey değildir. Ben nasıl size anlattığım
hikâyeleri başkalarından yazıp aldıysam o da bu hikâyeleri başkalanndan yazıp
almıştır" derdi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onun hakkında şu âyetleri
indirmiştir: "Derler ki: 'Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış, sabah
akşam onlar kendisine okunuyor.' (Onlara) De ki: '(Hayır) onu, göklerdeki ve
yerdeki gizlilikleri bilen (Allah) indirdi. O, çok bağışlayan, çok
esirgeyendir." (25: 5-6). Yine Nadr hakkında şu âyetler indirilmiştir:
"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: 'Eskilerin masalları' derler." (83:
13). "Her yalancı, günah yüklü kimseye veyl! Allah'ın âyetlerinin kendisine
okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları işitmemiş gibi
(küfründe) direnir. Onu, acı bir azâb ile müjdele." (45: 7-8).
Aynı rivayet Vahidî tarafından nakledilmiştir. İbni Abbas bu
rivayete bazı ilaveler yapmış ve Nadr b. Hâris'in halkı kandırmak, eğlendirmek
ve saptırmak için şarkı söyleyen ve rak-seden cariye ve fahişeler getirdiğini
kaydetmiştir. Rasûlullah @'in tebliğ ve telkinlerinden kimin etkilenmekte
olduğu haberi almıyorsa Nadr b. Haris ona cariyelerinden birini musallat
ederdi. Nadr, gönderdiği cariyesine şöyle tenbihte bulunurdu: "Bu adama
yedir, içir, eğlendir ki Muhammed'in telkinlerine uymasın."
(Esbâbu'n-Nuzûf).
İbni İshâk
diyor ki: Hz. Peygamber @ hak olarak
bildikleri şeyi
getirince, söylediği sözlerin doğru olduğunu ve sorulan soruları gaybî
bilgileri cevaplandırmasından nübüvvetini anlayınca ona imân edip onu
tasdiklerine kased mâni oldu. Böylece hakkı tecavüz edip açıkça Allah'ın emrine
âsî oldular ve küfür üzerine ısrar ettiler. "İnkâr edenler dediler ki: 'Bu
Kur'ân'ı dinlemeyin, (okunurken) onun hakkında gürültü edin, (gürültüyü
Kur'an'm sözlerine karıştırın, böylece onun anlaşılmasına engel olun); belki
(böylece) ona gaalip gelirsiniz, (başka türlü onunla başa çıkmanıza imkân
yoktur)." (41: 26.)
Rasûmllah @ konuşmaya başladığında, kimse O'nun sesini duymasın
diye gürültü yapmak kâfirlerin bir taktiğiydi. Onlar Kur'an'ın etkili bir kelâm
olduğunu, onu tebliğ eden kimsenin de yüce bir şahsiyete ve etkileyici bir
hitabet yeteneğine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dinleyenlerin mutlak surette
onun tesiri altma gireceğini biliyorlardı. Bunu Önlemek için Hz. Muhammed @'in
söylediklerini dinlememek ve başkalarının da dinlemesine engel olmak için
karar almışlardı. Bu yüzden Rasûlullah @ konuşmaya başladığı zaman gürültü
çıkarıyorlar ve anlamsız seslerle O'nun mesajını Örtmeye çalışıyorlardı. Böyle
bir metod sayesinde Allah'ın gönderdiği yüce Peygamber'in davetini önlemeyi
umuyorlardı. (The Meaning ofîhe Qur'an).
Müddesir sûresi'nin 16-31. âyetlerinde ifade edildiği üzere
Kureyşliler Rasûlullah @'den cehennemin bekçilerinin ondokuz tane olacağını
duymuşlar ve bununla alay etmeye başlamışlardı: "Hem bize Âdem'den
kıyamete kadar dünyada ne kadar inkarcı ve büyük günah işlemiş insan geçmişse
hepsi cehenneme atılacak diyor, hem de cehenneme dolacak bunca insana azap
vermek için sadece ondokuz görevli bulunacakmış" diyerek Kureyşin ileri
gelenleri dalga geçmeye başladılar. Ebû Cehil: "Ey Kureyş cemaatı! Onar
onar cehennemdeki bir askerin üstesinden gelemeyecek kadar âciz miyiz?"
dedi. Bunun üzerine Cum-na oğullarından güçlü kuvvetli birisi: "Onyedisini tek başıma hallederim, geriye kalan ikisini
de siz hep beraber halledi verir siniz" diye alay etmişti.
Aralarında böyle konuştuktan sonra Rasûlullah @ namazda Kur'ân-ı
Kerîm'i cehren okumaya başladığı zaman dağılıyor ve onu dinlemekten
kaçınıyorlardı. Peygamber @ namazda seslice okuduğu Kur'ân âyetlerini dinlemek
istiyen kimse, korkudan ancak gizlice dinleyebilirdi. Dinlediğinin farkına
vardıklarını tahmin ettiği zaman kendisine kötülük yapmasınlar diye uzaklaşıp
gidiyordu. Sesini alçalttığı zaman O'nu dinlemek istiyen kimse, sesi duyulmuyor
diye korkmadan kulağını iyice veriyordu.
Ayrıca Kureyşliler, her sene hacca gelen Araplarla temas
kurarak Hz. Muhammed @'in ismini lekelemeye çalıştılar. Söz silâhının bütün
çeşitlerini O'nun aleyhinde kullandılar. İnsan fıtraten haysiyet kırıcı töhmetler
altında kalmayı asla istemez. Fakat bununla beraber Rasûlullah @ onüç yıl
kadar devam eden bu amansız propagandaya karşı dayandı. Asla bir gevşeklik,
bıkkınlık göstermedi. Tebliğ görevini dosdoğru-emrorunduğu gibi îfa etti. Bu
kızgın atmosferin içinde davaya sarılmak tek başına Peygamber @'in nübüvvet
ve doğruluğuna bir delildir. Yoksa nasıl dünyanın her çeşit metâı ona teklif
edilsin de kabul etmesin? Baskılara rağmen davetine devam etsin ve halkı
tuttuğu yola davet etmekten başka her şeyi reddetsin. Bunun yegâne sebebi,
davasında sıdku sebatı ve Allah tarafından vazifeli oluşudur. O, bu yoldan
dönmenin neticesinin vehametini ve büyük bir azaba duçar olacağını biliyordu.
(Sîreî-İ îbni Hişâm).
Kureyş ileri gelenleri, müslümanlann günden güne kuvvet
bulduğunu, bir kısmının huzurlu bir beldeye gidip yerleştiklerini, Necâşî'nin
Habeşistan'a iltica eden kimseler için iltica hakkını tanıdığım ve onları
himayesi altına aldığını,
Hamza'nın ve Ömer'in de tslâm dinini kabullendiğini görünce Ebû Cehil başkanlığı
altında toplandılar. Hâşim ve Muttalib oğullarına boykot uygulamak üzere bir
anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre; Kureyşli-lerin, onlarla kız alıp, kız
vermesi ve onlarla alış-verişte bulunmaları yasak ediliyordu. Yazılan
anlaşmada Kureyş reis ve eşrafından kırk kişinin imzası vardı. Sonra bu
anlaşmayı Kabe'nin duvarına astılar. Anlaşmayı yazıya geçiren Mansûr b. Ikrime
b. Amir b. Hâşim b. Abdi Menâf b. Abdiddâr b. Kusayy idi.
İbni Hişâm'm
naklinde, yazarın, Nadr b. Haris olduğu, bunun için Rasûlullah @'in kendisine
beddua ettiği ve bazı parmaklarının felç olduğu kayıtlıdır.
Kureyş bunu yapınca, Hâşim ve Muttalib oğulları, Ebû Tâlib'İn
yanına gittiler ve evi etrafında yer aldılar. Yalnız Ebû Leheb b.
Ab-dülmuttalib, Benî Haşim'den ayrılıp Kureyş'e iltihak etti ve onları
destekledi. (Ibni İshâk).
Hacc mevsimi dışındaki günlerde müslü-manlar Ebû
Tâlİp mahallesinden dışarı çıkamaz olmuşlardı. Müşrikler, şehre inenlere hatıra
gelmez ezâ ve cefalarda bulunuyorlardı. Gitgide müslümanlar kuşatılmış duruma
düştüler.
Kâfirler, hacca gelenleri yollarda bekleyip, onlara Peygamber
@ aleyhinde propaganda da bulunuyor, çarşı halkına, Muhammed taraftarlarına
yiyecek satmamalarını söylüyor, dinlemeyenleri tehdit ediyorlardı.
Ebû Nu'aym, şöyle rivayet ediyor:
"Biz Hz. Peygamber @ ile birlikte bulunan bir
kavim idik. Geçim sıkıntısı bize isabet ediyordu. Belâ ve musibet bize
çattığı zaman dayanabilir ve sabrederdik. Peygamber @ Mekke'de iken bir gece su
dökmek için dışarıya çıktım. İdrarın isabet ettiği yerde bir şeyin tıkırtısı
geldi. Baktım ki bir devenin deri parçasıdır. Onu alıp yıkadım. Ateşe verdim.
Sonra iki taş ile dövdüm ve ağzıma koyup üzerine su içtim. Böylece onunla üç
gün idare ettim."
Kuşatmada kalanların hâli, gitgide güçleşmekte idi. Yiyecek
bulunmuyor, büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bir aralık bu bölgede, çoluk
çocuğun feryadından geceleri kimsenin gözüne uyku girmez olmuştu. Müslümanlarla
birlikte Hâşim ve Muttalip oğullan üç yıl kuşatma altında kaldılar.
Süheylî diyor ki: Yiyecek maddeleri Mekke'ye geldiği zaman
sahabeler evlerine yiyecek almak için çarşıya iniyorlardı. Ebû Leheb:
"Ey ticaret ehli! Muhammed'in arkadaşları bir şey almasın diye çok pahalı
söyleyiniz. Biliyorsunuz ki mâlî durumum müsaittir. Aynı zamanda zimmetinde
bulunan hakkı ifâ eden bir kimseyim. Üst tarafını ben ödeyeceğim." Bunun
için sahabe, bir şey almak istediklerinde değerinin bir kaç katı isteniyordu.
Ashâb, açlık içindeki çocuklarına yiyecek bir şey alamadan elleri boş, evlerine
dönüyorlardı. Sonra tüccar, sahabeye satmadıkları şeyin kârını gidip Ebû
Leheb'den alıyorlardı. (Sîret-i îbni İshâk).
Yaşları epeyce ilerlemiş olan Peygamber @'in hanımı Hz. Hatice
ile amcası Ebû Tâlib ve akrabaları bu sıkıntılı günleri geçirdiler. Rasûlullah
@ de bu hazin manzarayı görüyor, ama sabrı tavsiye ediyordu. Tebliğ vazifesini
ve hakikatin ilânım ertelemeyi asla düşünmedi. Görünüşte Kureyş'in imânı
hususunda hiç bir ümit ışığı yoktu. Bütün Arap yarımadası Kureyş'in safında
Peygamber @'e karşı yer almışlardı. Ama Rasûlullah @ yoluna devam etti. Ne
tâviz verdi, ne de Allah'ın emri hilâfına bir şey yaptı.
Allah'a imân ve güven olmazsa kim buna katlanabilir?
Verdiği va'd ve vaîdin doğruluğunu bilmez, emrine teslimiyeti gerektiren Allah
ile tam bağlılık olmazsa kim buna tahammül edebilir. Bunlar Hz. Peygamber @'in
üstün vasıflarıdır. Bunların sahibine, gerçekten 'Allah'ın Rasûlüdür!'
demekten başka hiç bir sebep gösterilemez. (S. Havva, er-Rasût).
Ebû Tâlib'in Hz. Muhammed @'i himaye etmekten hiçbir şekilde
vaçgeçmediğini gören Kureyşliler son bir gayret daha sarfetmek istediler ve bu
defa Velîd b. Muğîre'nin.oğlu Umâre'yi yanına götürüp şöyle dediler: "Ey
Ebû Tâlib! Bak, şu Umâre b. Velîd'i görüyor musun? Bu, Kureyşin en tanınmış, en
yakışıklı gencidir. Bunu al ve kendine evlat edin. Karşılığında, senin ve
ecdadının dinine karşı gelen ve kavmini tefrikaya düşüren, akıllarını
küçümseyen şu kardeşin oğlunu bize ver. Biz bir kişiyi sana verip başka bir
kişiyi öldürmek için alıyoruz." Ebû Tâlib kendilerine şu cevabı verdi:
"Vallahi, siz benimle pazarlığın en iğrencini yaptınız. Siz evlat edinmem
için kendi çocuğunuzu veriyor ve benim evladımı öldürmek için almak
istiyorsunuz. Buna asla razı olamam." Bunun üzerine Hâşim'in kardeşi
Nevfel'in evlatlarından Mut'ım b. Adiyy şöyle dedi: "Vallahi, Ebû Tâlib,
kavmin sana adaletli ve insaflı davranmıştır ve seni, içinde bulunduğun
çıkmazdan kurtarmak istiyor. Fakat bakıyorum ki, sen onlara itibar etmiyorsun."
dedi. Ebû Tâlib'in cevabı şöyle oldu: "Yemin ederim, onlar bana adaletli
ve insaflı davranmamıştır. Fakat bakıyorum ki sen beni bırakıp onlardan yana
çıkıyorsun. Neyse, ne istersen yap, bu senin bileceğin iştir." Tartışma
büyüyerek kavgaya dönüştü ve iki taraf birbirine söz atıp düşmanlıklarını açığa
vurdular. (İbni Hişâm, îbni Cerîr Taberî, İbni Sa'd).
İbni
İshak'ın ifadesine göre bundan sonra, Peygamber @ yanlarından ayrılınca Ebû Cehil
kalkıp şöyle dedi: "Ey Kureyş cemaatı! Gördüğünüz gibi Muhammed dinimizi
kötülemek, babalarımıza ve dedelerimize sövmek, bize akılsızlar demek ve
ilâhlarımıza dil uzatmaktan başka hiçbirşey kabul etmedi. Allah'a söz
veriyorum ki yarın, kaldırabileceğim kadar büyük bir taş alarak oturup onu
bekleyeceğim. Muhammed gelip secdeye kapandığı zaman bu taşla kafasını ezeceğim. Ondan sonra
siz beni ister ele verin, ister koruyun. O zaman Abdumenâf oğulları
bildiklerini yapsınlar." Kureyş kabilesinin büyükleri Ebû Ce-hü'e:
"Vallahi, seni asla ele vermeyiz.Dilediğini yap." dediler.
Ertesi gün sabah olunca Ebû Cehil, dediği gibi
bir taş alıp oturup Rasûlullah @'i bekledi. Rasûlullah @ hergün yaptığı gibi
sabahleyin mescide geldi. O Mekkede iken kıble olarak Suriye'ye (Kudüs'e) doğru
yönelirdi. Bunun için namazı Yemen köşesi İle Hacer-i Esved arasında kılar ve
Kabe'yi, Suriye tarafı ile kendi durduğu yer arasına alırdı. O gün Rasûlullah @
gelip namaza durdu. Kureyşliler toplantı yerlerine gelip oturmuş ve Ebû
Cehil'in ne yapacağım beklediler. Rasûlullah @ namazda secdeye kapandığı zaman
Ebû Cehil taşı kaldırıp O'na doğru ilerledi. Yanma yaklaşınca kaçarak benzi
sarardı, korktu, elleri sanki taşa bağlı gibi geri döndü. Sonra taşı elinden
attı, bütün Kureyş kabilesi halkı ona doğru koşup "Ey Ebu'l-Hakem, sana ne
oldu?" diye sordular. Ebu Cehil onlara: "dün size anlattığım gibi
Muhammed'i öldürmek üzere kalktım. Yanına yaklaştığımda onunla benim aramda
önüme bir erkek deve çıktı. Allah'a andolsun ki bu devenin kafası, boynu ve
dişleri gibi, hiçbir devede görmedim. Deve beni yemek istedi." dedi. (İbni
Hişam).
İbni İshak
şöyle diyor: Hz. Ömer'in İslâm'a giriş sebebi, kız kardeşi Hattab'ın kızı
Fâtıma idi. O, zeyd b. Amr b. Nufeyl'in oğlu olan Saîd ile evliydi. Fâtıma ve
kocası müslüman olmuşlardı. İslâmiyetlerini Ömer'den gizliyorlardı. Ömer'in
akrabasından Ka'b oğlu Adiyy oğullarından Nu'aym b. Abdillah da müslüman
olmuştu. O da müslümanlığını gizliyordu. Habbab b. Eret, Hattab'ın kızı
Fatı-ma'nın evine gidip gelir, karı kocaya âyetleri öğretirdi. Bir gün Ömer
silâhlanıp Safa tepesinin yanında bir evde toplanan Peygamber @ ile erkekli
kadınlı kırka yakın müslümanı kastederek yola çıktı. Rasûlullah'm yanında
amcası Hamza b. Abdulmuttalib, Ebu Bekir b.
Ebî
Kuhâfe, Ali ve Habeşistan'a hicret etmeyip Mekke'de kalan bazı müslümanlar bulunuyordu.
Yolda Nu'aym b. Abdillah'a rastladı. Nu'aym: "Ey Ömer, nereye gidiyorsun
böyle?" diye sordu. Ömer: "Kureyş'i tefrikaya düşüren, akıllarını
küçümseyen, dinlerini ayıplayan, ilâhlarını kötüleyen şu sapık Muhammedi
öldürmeye gidiyorum" dedi.
Nu'aym: "Vallahi, nefsin seni aldatmıştır ey
Ömer. Muhammed'i öldürecek olursan Abdi Menâf oğullarının seni serbest
bırakacaklarını mı sanıyorsun? Önce kendi ailene bak. Onların işini düzelt,
sonra başka şeyler düşün." dedi.
Ömer öfkeyle
sordu: "Neden söz ediyorsun sen?" Nu'aym: "Kız kardeşin, enişten
ve amcan oğlu Saîd b. Zeyd b. Amr müslüman olmuşlar, Muhammed'in dinine
girmişler, önce onlara bak!" dedi. Bunun üzerine Ömer, kız kardeşi
Fâtıma'nın evine gitti.
İbni
İshak'ın ifadesine göre; Kureyş kabilesi bir araya gelip Rasûlullah @ hakkında
istişarede bulunup birbirine şöyle dediler: "Bu adamın durumunun hangi
raddeye geldiğini görüyorsunuz. Allah'a yemin olsun kendisi ve O'na tâbi olan
kimseler her an bize baskın yapabilirler, asla O'na güvenmiyoruz. Bu hususta söz
birliği yapınız." Bunun üzerine müzakereye başladılar. İçlerinden biri:
"O'nu bir yere hapsedelim, kimse ile görüşmesine de meydan vermeyerek
ölünceye kadar oradan çıkarmayalım! Kendisine ölmeyecek kadar yiyecek
verelim!..."
Fakat bu teklif itirazlara uğradı. Böyle
bir hareket kargaşalık çıkarabilir; arkadaşlarmın âni bir baskınına sebebiyet
verebilirdi. Onlardan birisi: "Onu hapsetmeyelim, O'nu Mekke'den
çıkaralım..." dediyse de bu da uygun görülmedi. Çünkü: "Muhammed
Arapların herhangi bir aşiretine gider, o güzel sözleriyle onları kandırır ve
kendine ilhak ettirir, onları arkasından sürükler ve bizden intikam
alır..." de-nildî. Bunun üzerine Ebu Cehil şöyle dedi: "Muhammed'i
öldürmekten başka çare yok.
Abdumenâf oğullarının buna engel olabileceğini
söylerseniz buna da bir çâre düşündüm. Her bir kabileden kuvvetli, soylu ve
şerefli birer genç alacağız. Her birinin eline birer kılıç vereceğiz. Hep
birlikte kendisini vuracaklar. O'nu öldürmek suretiyle kurtulmuş olacağız.
Böyle yapınca kan sorumluluğu bütün kabilelere dağılır... Abdumenâf oğullan onlarla
savaşa giremiyecek ve çaresiz diyete razı olacaklar, biz de diyetini
vereceğiz." Ebû Cehil'in bu teklifi, toplantıya iştirak edenler tarafından
beğenildi. (Sîret-i İbni İshâk).
Bu hâdiseler, Hz. Peygamber @'i öldürmek için Kureyş'in verdiği
kararlardan birkaç misaldir.
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, Peygamber @'in
Mekke'de geçirdiği günler her yönden emniyetli sayılmazdı. Birbirini takip eden
bu tehditler ve ashabın moralini bozan havaya rağmen, Rasûlullah @'in hiç bir
zaman tebliğ görevinden ve açıkça halkı davet etmekten geri kaldığı
görülmemiştir. Bütün bu hâller, Araplar arasında yaşayan bir kimse için normal
değildir. Vahiy ve İlâhi bir emir olmasaydı tahammül edilemezdi.
Ubbad'ın oğlu Rebîa'nın şöyle dediği rivayet ediliyor: Ben, genç
bir delikanlı iken efendimle birlikte Mina'da idim. Rasûlullah @, kabilelerin
çadırlarına yakın bir yerde durarak şöyle diyordu: "Ey falan oğulları, ben
Allah'ın elçisiyim. Size gönderildim. Allah'a kulluk edip şirk koşmayınız.
Ondan başka bütün taptıklarınızı bırakınız. Bana inanıp, beni tasdik ediniz ve
Cenab-ı Allah'ın bana gönderdiği emirleri tebliğ etmek için beni koruyunuz."
Arkasında da gözü şaşı, parlak saçı örgülü bir kimse vardı. Aden işi bir elbise
giymişti. Rasûlullah @ sözünü bitirince, o: "Ey falan oğulları! Bu adam
Lât ve Uzzadan uzaklaştırmak ve cinnîlerden müttefikimiz olan Mâlik b.
Akyeş'in oğullarından ayırıp
getirdiği bid'at ve sapıklığa sizi düşürmek
istiyor. Kendisine uyup O'nu dinlemeyiniz." diyordu. (Rebîa,) babama:
"Bu adamın peşini takip edip sözünü yalanlıyan kimdir?" dedim. Babam:
"Bu, amcası Abduluzza b. Abdul-muttalib'in oğlu Ebû Leheb'tir" dedi.
Ebû Nu'aym, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasulullah @, her mevsimde çıkıp kabileleri İslâm'a davet ederdi. Fakat hiç
bir kimse, davetine icabet etmedi. Evet Me-cenne, Ukaz ve Mina'da çeşitli
mevsimlerde toplanan kabilelerle görüşürdü ve bu hâl senelerce devam
ettiğinden, bazı kimseler: "Halâ usanmadı, yetmez mi artık?" derdi.
Bu sıkıntılı hâllere rağmen Rasulullah @, bir üslup üzerine tebliğ işine devam
etti. Halbuki normal bir insan böyle hallerde ye'se düşer, bıkar. Ama bunlardan
hiç birisi olmadı. Gerçekten peygamber olmasaydı, devam etmesine imkân yoktu.
Tebliğ görevini yaparken karşılaştığı engelleri nasıl aştığına dair getirdiğimiz
bu misallerle iktifa edeceğiz ve ardı kesilmeyip devam eden tebliğ için yapılan
sürekli çalışmalardan da birkaç misal vereceğiz.
İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"(Önce) en yakın akrabanı uyar." (26: 214) âyet-i kerimesi nazil
olunca, Hz. Peygamber @, bir gün en yakın akrabası olan Kureyş'in büyüklerini
davet etti ve onlarla birlikte Safa tepesine çıktı. Kureyş kabilesi de, takım
takım, arkasından geldi. Rasulullah @, etrafında bulunanlara şöyle
hitâbederek: "Ey Abdul-muttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Ka'b
oğulları! Size şu tepenin arkasından bir düş-man ordusunun geldiğini haber
versem bana inanır mısınız?" diye sordu. "Evet, inanırız!"
dediler. "Öyleyse biliniz ki, ben şiddetli azap ıle uyarmakla emrolunan
Allah'ın elçisi-yım!"dedikten sonra "Sizi hiç bir şey Allah'tan
müstağni kılmaz" âyetini okudu. Bu hak yoluna daveti kavmini
heyecanlandırdı. Orada bulunan Hz. Peygamber @'in amcası
Ebû Leheb ise kızgınlıkla: "Helak
olasın! Bizi bunun için mi buraya topladın?" diye bağırdı ve yerden bir
taş alarak Hz. Peygamber @'e attı. Daha sonra nazil olan Tebbet sûresi 'nde bu
azılı İslâm düşmanı ile karısının adları zikredilmiştir. (Müsned-i Ahmed). Ebû
Le-heb'in karısı Ummu Cemil, dikenleri toplayıp Rasulullah @ 'in geçtiği
yollara attığından Allah ona odun taşıyıcısı (hammalet el-hatab) lakabını
vermiştir, {tbni Hişâm).
tbni İshak'ın ifadesine göre, Ummu Cemil, kendisi ve eşi hakkında
indirilen Kur'an âyetlerini işittiği zaman eline bir taş alıp Rasulullah @'in
yanına varmış. Bu sırada Rasulullah @ yanında Ebu Bekir bulunduğu halde Kabe
yakınında oturuyormuş. Ummu Cemil onların yanına geldiğinde Allah, onun
gözlerini, Elçisini göremez bir hâle getirmiş. Bunun için o, ancak Ebu Bekir'i
görebilmiş. Ebu Bekir'e: "Ey Ebu Bekr! Hani arkadaşın? Nerede o? Duyduğuma
göre o beni hicvedi-yormuş. Allah'a yemin olsun ki onu görsey-dim şu taşla
ağzına vuracaktım. Vallahi ben bir şairim" demiş. Bundan sonra şu
beyitleri söylemiş: "Biz, kötülenmiş (zemmedilmiş) bir adama itaat
etmiyoruz; onun ortaya attığı şeyleri istemiyoruz; dinini de sevmiyoruz."
ve çekip gitmiş. Ebu Bekir, Rasulullah @'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Acaba o
seni görmedi mi?" diye sormuş. O da: "Hayır! Beni göremedi; Allah
onun gözlerini beni göremez bir hâle getirdi." demiş {İbni Hişâm).
Müsned-i Ahmed'de, Mâlik b. Kinârie oğullarından şöyle
dedikleri rivayet edilmiştir: Rasûlullah'ın, Zü'1-Mecâz panayırında gezdiğini
ve şöyle dediğini görüp işittim. "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz.
Felah bulursunuz!" dedi. Ebû Cehil de üzerine toprak serperek şöyle
diyordu: "Bu adam sizi dininizden çevirmesin, ilâhlarınızı, Lât ve Uzzayı
bırakmanızı istiyor." Rasulullah @, onun bu sözlerine iltifat etmiyordu.
Ahmed, Benî ed-Delîl kabilesinden Rebia b.
Ubbad'ın (henüz müslüman olmamıştı, sonra oldu) şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Cahİliy-yet devrinde Rasûlullah @, Zü'1-Mecâz panayırında şöyle
diyordu: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz, felah bulursunuz."
Halk da başına toplanmıştı. Bu arada parlak yüzlü, şaşı gözlü, saçlarını iki
örgüyle ayırmış bir kimse, sözüne karışarak şöyle diyordu: "O, sapık ve
yalancıdır." Nereye gidiyorsa, o da arkasından giderdi. "Bu
kimdir?" diye sordum. "Amcası Ebû Lehep'tir" dediler.
Haris b. Hâris'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Minâda iken babama, bir topluluğu göstererek "bu hangi cemaattir?"
diye sordum. Babam, "bunlar bir sapığın etrafında toplanmışlar"
dedi. Baktım ki Hz. Muhammed @, insanları Allah'ın birliğine davet ediyor.
Onlar da sözünü reddediyorlar. (Tabarânî). Yine Taberânî'de, Müdrik'den
rivayetle şöyle bir kayıt vardır: Babamla beraber hacca gittim. Minâya
indiğimizde bir toplulukla karşılaştık. Babama, onların kim olduğunu sordum. O
da: "Bu bir sapıktır, etrafında toplanmışlar." dedi. O sırada
Rasûlullah @, etrafındakilere şöyle diyordu: "Ey insanlar, Lâ ilahe
illallah deyiniz, felah bulursunuz."
İbni İshak,
Zuhrî'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Bir defasında Rasûlullah @ Kinde kabilesinin
toplantı yerine gitmişti. Kabilenin başında Melih adlı bir kimse vardı. Onları
İslâm'a davet etti, kendisinin de Allah'ın Rasûtü olduğunu söyleyerek
Kindelilerin yardımını talep etti. Fakat onlar kabul etmeyip geri çevirdiler.
Muhammed b. Abdurrahman b. Hüseyn'den
rivayet edilmiştir: Rasûlullah @, Kelb kabilesinin bir boyu olan Benî
Abdullah'a giderek onlan Allah'a davet etti. Kendisinin de Allah'ın elçisi
olduğunu belirterek: "Ey Abdullah Oğullan! Allahu Teâlâ atanıza iyi bir
isim bahsetmiştir. Siz bana yardım edin." dedi. Fakat onlar da bu isteği
reddettiler.
el-Bidâye'de kaydedildiğine göre, Abdullah
b. Kaab b. Mâlik'den
şöyle rivayet olunmuştur: Rasûlullah @, Benî Hanife kabilesinin evlerine
giderek onları Allah'a davet etti ve peygamber olduğunu söyledi; fakat Araplardan
hiç bir kimse bunlar kadar kötü davranmamıştı. Oradan Rasûlullah @'i kovdular.
İbni
İshak'ın, İmam Zührî'ye dayanarak naklettiğine göre, bir gün Rasûlullah @,
Benî Amir b. Sâsâ'nm oturdukları bölgeye giderek, onları Allah'a davet etti.
Buna karşılık, Beyhâre b. Firâs adında biri arkadaşlarına: "Vallahi, bu
Kureyşli genci yanımıza alabilirsek bütün Arabistan'ı elimize
geçirebiliriz." dedi. Sonra Peyggamber @'e dönerek: "Biz, bu iş için
sana destek olursak ve Allah da seni düşmanlarına galip kılarsa, bundan sonra
hükümdarlık bize geçer mi?" diye sordu. Hz. Peygamber @: "Bu,
Allah'ın elindedir, O kime dilerse verir." dedi. Bunun üzerine İbni Firâs
şöyle dedi: "Biz, senin uğrunda Araplara karşı göğüs gereceğiz ama, Allah
seni gâlib kıldığında hükümdarlığı başkasına verecek?! Git, seninle işimiz
yok." Benî Âmir b. Sâsâ mensupları haccdan sonra kabilelerine dönünce,
hacda olup biteni yaşlı bir zâta anlattılar: "Abdulmuttalib oğullarından
bir genç bize geldi. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu, bizden
kendisini korumamızı talep etti ve bizimle birlikte diyarımıza gelmek istedi.
(Onunla şunları şunları konuştuk ve sonra) O'nu geri çevirdik." Yaşlı zât
bunları duyunca başını elleri arasına aldı ve şöyle konuştu: "Ey Amir
Oğulları! Bunun telâfisi mümkün müdür? Büyük bir fırsatı kaçırmışız. Ruhum
elinde olan Allah'a yemin olsun, İsmail'in soyundan hiç bir kimse böyle birşey
uydurmamıştır. Bu mutlaka doğrudur. Nasıl düşünemediniz?"
Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah @ ile beraber çarşıya çıktık. Halkın
toplandığı bir yerde durunca kendisine, "bu Kinde kabilesinin büyük bir
cemaatı ve hacca gelenlerin en iyisidir. Benî Bekr b. Vâil'in kaldıkları evler
şunlar, Benî Amir b. Sâsâ'nın evleri de bunlardır. Hangisini istiyorsan oraya gidelim." dedim. Önce Kinde
kabilesinden başladı. Onlara "Hangi kavimdensiniz?" deyince:
"Yemenliyiz." dediler. "Yemenden kimlerdensiniz?"
"Kinde kabilesindeniz." "Kinde kabilesinden kimlerden
oluyorsunuz?" "Amr b. Muâviye oğulla-niıdanız" dediler. Bunun
üzerine: "Size hayırlı birşey göstereyim mi?" dedi. "Nedir bu
hayırlı şey?" "Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet getirmeniz,
namaz kılmanız ve Allah tarafından gelen hükümlere imân etmeniz-dir." (Ebû
Nuaym, Hakim, Beyhakî).
Abdullah b. Ecleh anlatıyor: Babam, akrabalarının
yaşlılarından şöyle rivayet etmiştir: Kinde kabilesi kendisine dedi ki:
"Gâlib gelirsen hükümdarlığı bize bırakır mısın?" Peygamber @
buyurdu ki: "Hâkimiyet Allah'ın elindedir, dilediğine verir." Kirfde,
"öyle ise bize söylediğin şeye ihtiyacımız yoktur" dedi. Kelbî diyor:
Kinde kabilesi kendisine; "Bizi ilâhlarımızdan çevirip Araplarla başbaşa
bırakmak mı İstiyorsun? Sen kavmine git, biz dediklerine muhtaç değiliz."
Bunun üzerine Bekr b. Vâil kabilesine gitti. Aralarında şöyle bir konuşma
geçti: "Kimlerdensiniz?" "Bekr b. Vâil kabilesindeniz."
"Bekr b. Vâil'den kimlerdensiniz?" "Kays b. Selabe'nin
oğulla-nndanız." "Sayı bakımından çok musunuz?" "Toprak
kadar çoğuz." "Gücünüz nasıldır?" "Pek güçlü değiliz,
İran'a komşuyuz, kendimizi onlardan koruyamıyoruz." Rasûlullah @:
"Bir gün gelecek, siz onların menzillerine ineceksiniz, onların
kadınlarıyla evleneceksiniz ve onların evlatlarını esir alacaksınız." dedi.
"Sen kimsin?" dediler. Rasûlullah @: "Ben Allah'ın
rasûlüyüm" dedi. Bu görüşmeden sonra onların yanından ayrıldı. Arkasından
oraya amcası Ebu Leheb geldi ve halka: 'Sözünü kabul etmeyin" diyordu.
Ona: "Sen bu adamı tanıyor musun?" diye sordular. Evet, bu adam
eskiden çok iyi idi, ama şimdi aklım kaçırmıştır, saçmalıyor." deyince,
onlar da: "Iran hakkında söylediklerini duyunca biz de aklî dengesinin
yerinde olmadığını anlamıştık." dediler.
Ebû Asım, Ahnef b. Kays'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hz. Osman'ın Hilâfeti zamanında Kabe'yi tavaf ederken, Benî Kays kabilesinden
birisi elimden tuttu ve "Beni hatırladın mı?" dedi. "Hani, Allah'ın
Rasûlü @ j beni senin kavmine göndermişti de size İslâm'ı beyan edip, İslâm'a
inanmaları için davet etmiştim." Bunun üzerine ben de: "Sen, bizi
hayra davet edip iyliği emretmiştin. Şimdi ben de iyiliğe davet ediyorum."
dedim.
Darekutnî, İbni Ömer'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Hz. Peygamber @ Abdurrah-man b. Avfı çağırttı;
"Hazırlığını yap, bir se-riyye İle beraber seni göndereceğim..."
dedi. Hadis şöyle devam ediyor: Abdurrahman yola çıktı ve arkadaşlarına
yetişti. Dûmetu'l-Cendel'e vardılar. Şehre girince halkı İslâm'a davet ettiler.
Bu tebligat üç gün sürdü. Üçüncü gün, Hıristiyan reisleri el-Esbağ b. Amr
el-Kelbî müslüman oldu. Abdurrahman, bu durumu, Cüheyne kabilesinden Rafi' b.
Mükeys vasıtasıyla gönderdiği bir mektupla Hz. Peygamber @'e bildirdi.
Peygamber @, "Es-bağ'ın kızıyla evlen" diye mektubu cevaplandırdı.
Bunun üzerine kızıyla evlendi. Ki bu kız, Ebu Seleme b. Abdurrahman'ın annesi
olan Tema'dır.
İbni îshak,
Muhammed b. Abdurrahman Temîmî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
@, Arapları İslâm'a davet için Amr b. As'ı gönderdi. O'nu bu iş için seçmekten
maksadı, Ümmü'1-As b. Vâil'in, Benî Bilâl kabilesinden olmasıydı. Onlarla uyuşabilmek
İçin onu gönderdi.
Beyhakî, Berâ'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah @,
Yemen halkını İslâm'a davet etmek için Hâlid b. Velid'i gönderdi. Berâ diyor
ki: Ben de Hâlid b. Velid ile gidenlerden
idim. Altı
ay kadar orada kaldık, fakat hiç kimse davete icabet edip müslüman olmadı.
Sonra Rasûlullah @, AH b. Ebû Tâlib'i göndererek, Halid'in geri dönmesini
emretti. Yalnız Halİd ile beraber bulunanlardan, kalmak isteyenlerin Ali'nin
maiyyetinde kalmasını tavsiye etti. Berâ diyor ki: Ben de Ali ile birlikte
kaldım. Kavme varınca toplandılar. Ali, cemaatin önüne geçerek namaz kıldırdı.
Sonra onları bir tek safta topladı. Cemaatın önünde oturup, Rasûlullah @'m kendilerine
gönderdiği mektubu okudu. Bunun üzerine bütün Hemedân kabilesi müslüman oldu.
Hz. Ali, olup bitenleri bir mektupla Rasûlullah @'e bildirdi. Rasûlullah @
mektubu okuduğunda secdeye kapandı. Başını secdeden kaldırınca, "Hemedân
kabilesine selâm olsun, Hemedân kabilesine selâm olsun!" dedi.
Ebû Nuaym Hilye adlı kitapta, Urve b. ez-Zübeyr'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Ensâr, Rasûlullah @'in sözünü duyduktan sonra, doğru
olduğunu anlayarak, dâvetine gönülleri yatıştı, imân ettiler ve hayra vesile
oldular. Gelecek hac mevsiminde buluşmak üzere memleketlerine döndüler.
Medineye varınca Rasûlullah @'den şu talepte bulundular: "İnsanları
Allah'ın Kitabına davet etmek üzere, bir kimseyi seni temsilen buraya gönder,
halk ona daha iyi ısınır." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah @, Benî
Abduddar kabilesinden Mu'sab b. Umeyr'i gönderdi. Mus'ab, Medine'ye vardığında
Benî Gunem kabilesinden Es'ad b. Zürâre'nin misafiri oldu. Onlarla sohbet edip
Kur'ân-ı Kerîm okuyordu. Mus'ab sonra, Sa'd b. Mu'âz'ın yanında kaldı. Halkı
İslâm'a davet etmeye devam etti. Allah da onun vasıtasıyla pek çok kimseyi
hidayete erdirdi. Öyle oldu ki, bir kaç müslüman erkek veya kadının
bulunmadığı tek bir Ensâr mahallesi kalmadı. İleri gelenler de müslüman
oldular. Amr b. el-Cemûh da İslâm'ı kabul etti. Ve putlarını kırdılar. Bilahare Mus'ab b. Umeyr, Mekke'ye, Rasûlullah @'in
yanına döndü.
Taberânî Kebîr adlı kitapta, Bükeyr b. Ma-rufdan, o da
Alkade'den, o da Rasûlullah @'den şöyle rivayet etmiştir: "Bazı kimselere
ne oluyor ki, komşularını tanımaz, öğretmez, onlara öğüt vermez ve onlar için
emr bi-l-ma'rûf ve nehy ani'l-münkerde bulunmazlar. Hem ne oldu bazı kimslere
ki, komşularından öğrenmez, İslâmî bilgileri almaz ve öğüt de kabul etmezler.
Allah'a yemin olsun, insanlar ya komşularına öğretecek, onlara İslâmî bilgi
verecek ve onlar için emr bi-1-ma'rûf ve nehy ani'l-münkerde bulunacaklar, hem
de insanlar komşularından öğrenecek, İslâmî bilgileri onlardan alacak,
öğütlerini kabul edecek. Yoksa, çabucak onlara azab gönderilmesi için
münacatta bulunacağım." Sonra minberden inip gitti. Sahabelerin bir kısmı,
"Rasûlullah @ kimi kasdetti? Herhalde Eş'arileri kasdetti. Onlar İslâm'ı
bilen kimselerdir. Suyu arayıp bâdiyede yaşıyan komşuları vardır."
denildi. Bu söz Eş'arilere ulaştı, bunun için Rasûlullah @'e geldiler: "Ya
Rasûlullah! Bir kavmi med-hü sena ettin ama bizi de kötüledin, bizim suçumuz
nedir?" dediler. Rasûlullah @ buyurdu ki: "İnsanlar komşularına
öğretip öğüt versinler. Onlar için emr bi-1-ma'rûf ve nehy ani'l-münkerde
bulunsunlar. Hem de insanlar onlardan öğrensin, öğüt alsın, bilgilerini alsınlar.
Yoksa üzerine azabın inmesi için ne lazımsa yapacağım." Bu sözlerden
sonra: "Başkasına öğüt verecek miyiz ya Rasûlullah" dediler. Allah'ın
Rasûlü, sözünü tekrar etti. Onlar aynı şeyi üç kez sordular. Allah'ın Rasûlü de
her defasında aynı cevabı verdi. Bunun üzerine "Öğrettiklerini anlatmak
ve öğüt vermek için bize bir yıl müsaade et" dediler. Rasûlullah @ müsaade
etti ve sonra şu ayeti okudu: "İsrailoğullarından inkâr edenler, Dâvûd ve
Meryem oğlu İsâ diliyle lanetlendiler.Çünkü (onlar) isyan ediyorlar ve sının
aşıyorlardı, işledikleri kötülükten dolayı birbirlerine mâni olmuyorlardı. Ne
kötüydü işleyip durdukları." (5: 78-79).
Hz. Peygamber @'in komşu devletlerin reislerini ve
Arap kabile başkanlarını İslâm'a davet etmek için yazmış olduğu davet mektupları,
İslâm'ın hükümranlık haklarına sahip olacak şekilde teşkilatlanmasından sonraya
aittir. Bu da hicreti müteakip Medine devrinde kendini gösterir. (Âbidin
Sönmez, Rasû-lullah'ın İslâm'a Davet Mektupları, sh. 58).
Hudeybiye antlaşmasından sonra (Milâdî 627) durumun
kısmen sakinleşmesi, komşu kabile ve devletlerle münasebetlere imkân verdi.
Böylece yirminin üzerinde hükümdar, kabile reisi ve din adamı Rasûlullah @'in
gönderdiği mektupları ve elçileri vasıtasıyla islâm'a davet edildi. Her ülkeye
oranın dilini bilen kimseler gönderildi. (İbni Sa'd).
İbni Sa'd'ın
bildirdiğine göre, sahabe-i kiram arasından seçilerek görevlendirilen elçiler
gidecekleri yerlere aynı günde hareket etmişlerdir. Buna göre:
1- Amr b. Umeyye ed-Damrî, Habeşistan
kralı Necâşi'ye;
2- Dıhye b. Halîfe el-Kelbî, Bizans imparatoru Hirakl'e;
3- Hâtib b. Ebî Beltea, İskenderiye kralı
Mukavkıs'a;
4- Abdullah b. Huzâfe es-Sehmi, Fars kralı Kisra'ya;
5- Şücâ b. Vehb el-Esedî, Haris b. Ebî Şemir el-Gas saniye;
6- Salît b. Amr el-Amirî, Yemâme reisi Hevze b. Ali'ye
gönderilmişlerdir.
Aynı tarihte hareket eden bu elçilerden başka değişik
tarihlerde Hz. Peygamber @ tarafından diğer bazı elçiler daha gönderilmiştir
ki bunların bazılarını şöylece sıralamak mümkündür:
7- Amr b. el-As, Uman yöneticilerinden
Ceyfer ve Abd el-Cülendâ
kardeşlere;
8- Alâ b. el-Hadremî,
Bahreyn meliki Münzir b. Sava'ya;
9- Muhacir b. Ümeyye el-Mahzumî, Him-yer
reisi Haris b.
Abdi Külâl el-Hımyerî'ye;
10- Ali b. Ebî Tâlib,
11- EbuMusael-Eş'arî,
12- Muâz b. Cebel, Yemen'e gönderilmişlerdir. Her bir elçi
üzerine aldığı görevi kusursuz olarak yerine getirmiştir. (A. Sönmez, a.g.e.,
sh. 60).
Beyhâki, İbni İshak'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah @, Cafer b. Ebî Tâlib ve arkadaşları hakkında Habeşistan kralı Necâşiye
bir mektup gönderdi. Amr b. Umey-ye'nin götürdüğü bu mektubun metni şöyledir:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Rasûlullah Muhammed'den, Habeş Meliki Asham Necâşi'ye.
İslâm'ı
kabul et. Ben, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'ın sana olan
nimetinden dolayı mesrurum. O Melik'tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır).
Kuddûs'tür (O, her türlü ayıplardan ve noksanlardan beridir). Selâm'dır (bütün
âfet ve kederlerden salimdir). Mü'min'dir (emniyet verendir). Müheymin'dir
(her-şeyi gözetip koruyandır).
Ben şehadet ederim ki, İsa bin Meryem Allah'ın Ruhu ve
Kelimesi'dir. Onu iffetli, her türlü dünya kirinden ve fitnesinden temizlenmiş
olan Meryem'e ilkâ etmiştir ve o, İsa'ya hamile kalmıştır. Allah onu, tıpkı
Adem'i kendi eliyle ve nefhi ile yarattığı gibi kendi ruhundan ve nefhinden
yaratmıştır. Ben seni, eşi ortağı olmayan Allah'a davet ediyorum. Taatına devam
etmeye ve bana tâbi olmaya çağırıyorum. Bana gelene iman etmeye davet ediyorum.
Ben, Allah'ın rasûlüyüm. Sana
(daha önce)
amcam oğlu Ca'fer'i ve onunla birlikte müslümanlardan bir grubu göndermiştim.
Sana geldikleri zaman onları misafir et. Cebbârlığı bırak. Ben seni ve
askerlerini Allah'a davet ediyorum. Şüphesiz ki ben tebliğ ettim ve nasihat
ettim. Nasihatimi kabul ediniz. Selâm, hidayete tâbi olan kimselere olsun."
Abdullah b. Abbas'm Ebu Süfyan'a
dayanarak bildirdiği, Bizans imparatoru Hirakl ile arasında geçen muhavere
belli başlı hadis mecmualarında yer almaktadır. Bu rivayette, Rasûlullah @'in
Hirakl'e gönderdiği mektubun tam metni de yer almaktadır:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Allah'ın kulu ve rasûlü Muhammed'den, Rum kralı Hirakl'e,
Hidayete tâbi olanlara selâm olsun.
Bundan sonra; ben seni İslâm'ı kabul etmeye davet
ediyorum. İslâm'ı kabul et, selâmet bulursun. Müslüman ol ki, Allah sana iki
kat ecrini versin. Şayet yüz çevirirsen, bütün tebeanın vebali de sana aittir.
"Ey ehl-i kitab, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi (ve âdil) bir
kelimeye gelin. Şöyle diyerek: Allah'dan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir
şeyi eş tutmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler (diye)
tanımıyalım. Buna rağmen eğer yine yüz çeviririlerse (o halde) deyin ki,
şa-hid olun, biz muhakkak müslümanlanz."
Rasûlullah @, elçisi Dıhye ile Bizans imparatoruna zikredilen
davet mektubunu ulaştırırken, aynı zamanda Rumların ruhanî lideri olan ve
devlet yönetiminde müessir rol oynayan patriğe de bir mektup göndermiştir.
Şöyle ki:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Duğâturu'l-Üskufa, Selâm, iman
eden kimseler üzerine olsun, Bunun eserine gelince, Meryem oğlu İsa,
Allah'ın afîfe olan temiz ve nezîh Meryem'e ilka ettiği Ruh'u ve
Kelime'sidir. Şüphesiz ki ben, Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e ve
İsmail'e ve îshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene ve (bütün) peygamberlere
Rableri katından verilenlere iman ederim. Onların hiçbirinin arasını ayırmayız
ve biz O'na teslim olmuş müslümanlanz.
Selâm, hidayete tâbi olan kimseler üzerine olsun."
(îbni Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, c. I,
sh. 274).
İbni Cerîr,
İbni İshak tarikiyle Hz. Peygamber @'in Kİsrâ'ya gönderdiği mektubun tam metnini
rivayet etmiştir:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Rasûlullah Muhammed'den, Fars kralı Kİsrâ'ya, Selâm, hidâyete tâbi olan kimseler üzerine olsun. Allah'a ve
Rasûlüne tâbi olan, Allah'dan başka ilâh olmadığına, eşi ortağı bulunmadığına
şehadet eden, Muham-med'in, O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna iman eden kimseler
üzerine olsun.
Seni, Allah'ın hak dinine davet ediyorum.
Şüphesiz ki ben, bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın elçisiyim. (Bu da) hayatı
olan kimseleri (gelecek tehlikelerle) korkutmam ve kâfirlere o (azâb) söz(ü)
hak olması içindir.
İslâm'ı
kabul et, selâmet bulursun. Şayet kaçınırsan mecûsîlerin vebali sana
aittir."
Beyhakî'nin metnini bildirdiği, Necran halkına gönderilen mektup da
şöyledir:
"İbrahim, İshak ve Yakub'un İlâhı adıyla,
Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed'den Necran Başpiskoposu'na ve
Necran halkına;
Siz barışsever insanlarsınız. Ben; İbrahim,
İshak ve Yakub'un İlâhına olan hamdirni size bildiririm. Bundan sonra, sizi kullara
kulluğa değil, (yalnızca) Allah'a kulluk
.yapmağa ve kulların dostluğuna değil, Allah'ın dostluğuna çağırıyorum. Bunu
kabul etmediğiniz takdirde size cizye lâzım gelir. Bunu da kabul etmezseniz
size karşı savaş açmayı haber veriyorum. Vesselam."
Bu misaller, Hz. Peygamber @'in Allah'ın
emirlerini, din ve şeriatını nasıl tebliğ ettiğini gösteren örneklerdir. (Geniş
bilgi için bkz.: Stret Ansiklopedisi, c. I, 3. bölüm).
Muhataplar, elçilerin davetini duyduktan sonra,
dinlerinden dönmeyi kabul etmezlerse; insanların inanç ve düşüncelerinde hür
olduğu, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel ve hatta silahlı güçlerinin
dokunulmazlığı korunurken hakikate inanmaları ve inandırılmalarının kendi
iradelerine bağlı olduğu uluslararası barış düzeni olan Pax Islamica-îslâm
barışına katılmaya davet edildiler. Rasûlullah @ (İslâm Devleti) bütün
insanları İslâm'a davet etme fırsatlarını araştırdı ve onların şahsî kararlarına
saygı gösterdi. Onları boyun eğdirmeye çalışmadığı gibi herhangi bir şekilde
de sömürmedi. Yalnız kendi menfaatlerini değil, eşit haklara sahip, Allah'ın
indirdiği vahyine muhatap eşit kullan olarak onların haklarını da gözetti.
Rasûlullah @'İn (İslâm Devletinin) görevi Allah'tan gelen mesajı nakletmekle sınırlandırılmıştı.
Bu daveti kabul veya red etmek, Allah'ın buyurduğu
gibi (18: 19) kişinin kendi tercihine kalmıştı. Fakat hiç bir güç, kurum veya
gelenek insanları ilâhî çağrıyı duymaktan ve ona icabet etmekten alıkoyamazdı.
Onları mahkûm etmek, bunu onların yetersizliklerine yorumlamak yanlış ve onur
kinci olmasının yanında, aynı zamanda bir çeşit manevî zulümdü.
Hz. Peygamber @'in elçilerine, krallara ve kabile
başkanlarına "her yöneticinin maiyye-tindekilerin manevî refahı için
sorumluluk taşımaları gerektiğini" söylemelerinin sebebi budur. Bizans
imparatoru, Mısır hükümdarı ve Habeşistan kralı bu daveti nezaketle cevaplandırdılar. Fars kralı \e Kuzey Arabistan'daki
uydu devlet ve kabile başkanları daveti hor görerek, küstahlıkla reddettiler.
Bir Bizans derebeyi olan Zatû'l-Taleh'in valisi, kendisine ve halkına İslâm'ı
tebliğ için gönderilmiş Rasûlullah @'in onbeş sahabisini şehit etti. Bir
başka Bizans vekili olan Busra valisi, müslüman elçinin davetini yaydığını
duyması üzerine onu öldürdü. Bazı müslüman tarihçiler, İmparator Hirakl'in
bizzat eyalet yöneticilerine bu kıyımı emrettiğini belirtirler. (M. H. Heykel,
The Life of Muhammed, sh. 338-339).
Bizans ve ona bağlı bölgelerden gelen bu tepki,
müslümanlan, İlâhî mesajın duyurulmasını engelleyen bu otoriteyi kırmaya
yöneltti. Bu küstah yöneticiler, düşmanca tavırlarıyla müslümanlara başka çare
bırakmadılar. Müslüman orduları, onlara üç şarttan birini tercih etmelerini
isteyerek kapılarına dayandılar: İslâm'ı kabul etmek; içinde dinlerini yaşamakta
hür olacaklan, mensuplarım ve toplu haklarım teminat altına alacak şekilde bir
ümmet olarak yaşayabilecekleri İslâm'ın dünya düzenini kabul etmek; veya
savaş.
Müslümanların bu konudaki tavrı, Rasûlullah @'in ashabı, Ölü
Deniz'in güneydoğusundaki Maan ordularının komutanı Abdullah b. Revâha
tarafından simgelenmekteydi. Düşmanla karşılaşmadan Önce, adamlarına şöyle
dedi: "Kardeşlerim! Bazılannm başımıza geleceğinden korktukları şey,
bizim buraya gelmemizin kat'i sebebidir; yani şehitlik. Biz müslümanlar ne
sayıca, ne de silahça üstünlükle savaşırız. Bizim tek dayanağımız, Allah'ın
bir merhamet olarak bize lütfettiği ima-nımızdır. Cihad için kalkın ve
ilerleyin! En büyük iki nimetten birisi bizim olacak: Zafer yahut şehâdet. Her
iki hâlde de kazanan bi-ziz!"
Müslümanları İran (Fars) imparatorluğuyla savaşırken harekete
geçiren de aynı ruhtu. İran'ın komutanı, oldukça şâşâlı, debdebeli ve içinde
zorlukla hareket ettiği altın işlemeli süslü giysileriyle; günlük çöl kıyafeti
içindeki müsl'iman
komutanını gördükten sonra şunu sordu: "Seni buraya bizimle savaşmaya getiren
nedir?" Müslüman komutan şöyle cevapladı: "Bu insanlar, kullara
ibadet etmeyi bırakıp, insanların Yaratıcısına ibadet edebilirler. Bunun
gerçekleşmesi için adamlarımız, senin adamlarının yaşamaya istekli oldukları
kadar, ölmeye isteklidirler." (Farukî, İslâm Kültür Atlası, sh. 157).
Hz. Muhammed @, yirmi üç senelik peygamberlik
hayatının her ânında ve her fırsatta insanları Allah'ın yoluna çağırmıştır.
Savaşta, barışta, ikili görüşmelerde ya bizzat ya da mü'minler vasıtasıyla
tebliğ görevini yerine getirmiştir.
Hz. Peygamber @, ayrıca, bütün mü'minlerin tebliğ
ile mükellef olduğunu bildirdi. Tâ ki, yeryüzünde davetini duymayan kimse kalmasın.
Bunun neticesinde, Rasûlullah @ henüz hayatta iken Arap Yarımadası, Allah'ın emrine
baş eğip dâvetine icabet etti.
Yarımada'ya komşu devletlerin büyükleri de ilâhî daveti elçiler
ve mektuplar vasıtasıyla tebellüğ ettiler. Böylece Hülefâ-i Râşidîn zamanında
yeryüzünde yaşayan insanların çoğu İslâm hakkında bilgi edinip tebellüğ etmişlerdi.
Kimi İslâm'ı kabul edip davete icabet etti, kimi de yüz çevirip küfründe ısrar
etti. Benzeri olmayan ve içten gelen bu tebliğin davet ve dâvetçinin
doğruluğunun neticesi olduğu bir gerçektir. Doğruluğun en yüksek zirvesinde
bulunan dâvetçi, tam görevini yapıp Allah'a karşı sorumluluğunu idrak
etmeseydi bu aşk ve heyecanı kendisine inananlara veremezdi.
Henüz hayatta olan bir insanın davetinin bu tarzda benimsenip
herkesçe sahip çıkıldığına dair tarihte bir başka vakıa yoktur. Bu ancak
Rasûlullah @'e nasib olmuştur. O, henüz hayatta iken onbinlerce mü'min, nazil
olan Kitâb'ı ve çok sayıda hadisini ezberlemiş, sonra Kitâb'ı harfiyyen sonraki
nesillere devretmişlerdir. Bu, onların imân etmekle mükellef olmaları gibi
tebliğ hususunda da Allah'a karşı
mükellefiyetlerinin bir neticesi olmuştur. İslâm, davetin ulaşmadığı insanları
sorumlu saymamaktadır. Ancak, tebliğ için gösterilen çabalar sayesindedir ki,
asırlardır Hakk'ın mesajından haberdar olmayan kimse çok nâdirdir. Allah'ın
Rasûlü @, tebliğ vazifesini gereği gibi yerine getirdi. Bugün de dünyanın her
köşesinde Allah'a davet eden mü'minler vardır.
Peygamberler, davet için gerekli zekâ ve fetânete
sahip kimselerdir. Onlar, risalet görevlerini yerine getirirken hasımlarıyla
münakaşaya mâruz kalabilecekleri gibi, taraftarlarının sorularını
cevaplandırmak, yapılan itiraz ve tenkitleri izale etmekle de karşı karşıya kalacaklardır.
Öyle ise böyle bir vazife için zeka, fesahat ve münazara gücü lüzumludur ki,
muhatablarını ikna etsin ve mağlup düşmesinler. Mağlubiyetleri, onlara karşı
üstünlüklerini sağlayamaz. Bu da, Peygamberlerin bütün davasının hak olduğuna
bağlıdır. Çünkü, bâtıl olan bir davanın üstün gelmesine imkân yoktur. O, daima zevale
mahkûmdur. Hakkın üstün gelebilmesi için davasını delîl ile isbat edebilecek
bir akla ihtiyaç vardır. Aklî izahları bulunmayan haklar kaybolup ortadan kalkmıştır.
Delili gereği gibi açıklamak için fesahat ve konuşma kabiliyeti lâzımdır. Bu da
ancak en bilgili, en zeki ve en fasîh olan kimse için mümkündür.
İnsanların
ilim ve meslekleri farklı farklıdır. Kimi din adamıdır, kimi siyasetçidir, kimi
iktisatçı, kimi doktor, kimi felsefeci... Bunlardan herhangi biri kendi
branşı açısından bir tenkitte bulunacak olursa onu ikna etmek gerekir.
Peygamber davasıyla ilgili her konuda herkesten daha bilgili olmazsa davasını
ispat-layamaz.
insanlar zekâ, fesahat ve konuşma kabiliyyeti
yönünden de farklılık gösterir. Peygamberin bir vazifesi de bütün insanları
ikna edip davasını ispatlamaktır. Herkesten zeki olması da bunu ispatlamaya
yetmez. Bunlara sahip olan kimse, açık bir ifadeye ve fasîh bir lisâna da
muhtaçtır. Allahu Teâlâ, peygamberi Musa'yı tebliğ ile görevlendirdiği zaman
Hz. Mûsâ Ş°yle dedi: "...Rabb'im, benim göğsümü aç
(risalet görevini yüklenebilmesi için
yüreğimi genişlet), bana işimi kolaylaştır, dilimden (şu) düğümü çöz ki, sözümü
anlasınlar." (20: 25-28). Yani, "kalbimi bir rasûlün büyük görevi ile
ilgili zorluklan yerine getirmeme yarayacak cesaretle doldur ve bu görevin
yerine getirilmesi için bana güven ver." Hz. Musa böyle dua etti, çünkü
görevinin büyük sorumluluklarının şuurundaydı. Ayrıca akıcı bir dile sahip
olması niyazında da bulundu,
Bu hususiyetler Allah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü
Hz. Muhammed @'in şahsında toplanmıştı. O, zihin açıklığı, anlama ve kavrama
yeteneği ve üstün bir zekâ ile teçhiz edilmişti. Ne önden ve ne de arkadan
bâtıla mâruz olmayan tam ve açık bir burhan, mükemmel ve düzgün bir üslûp ile
hakkı ifade etmek; hasmı susturup onu teslim olmağa zorlamak, ancak her şeyi
bilgisiyle ihata eden Allah'ın davet ve risalet yükünü yüklenen Rasûl için mümkün
olabilir.
"Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler
seçer..." (22: 75).
"...Allah, elçiliğini nereye koyacağını
(risale-tini kime vereceğini) daha iyi bilir..." (6:
124).
Bu hususiyetleri gözden geçirince, Hz. Muhammed @'in
bunların her birinde zirve olduğunu göreceğiz. Peygamber @ en büyük -gerçekten
de mucizevî ve karşı konulamaz- bir silâhla yani Kur'an'ın belagatİ ve
fesahatiyle silahlandırılmıştı. İnandırmak ve ikna etmek için Kur'an'ın gücü,
eşi olmayan büyük bir "tremendum" ve harekete sevkeden bir tesirdir.
Peygamber @ her fırsatta İslâm'ın üstün bir sunucusu olarak İlâhî kelâmın
müessir gücüyle insanları Allah'a çağırdı. Kur'ân'dan yaptığı iktibasların
yanında Hz. Muhammed @'in kendi konuşması da etkileyiciydi. Benî Sa'd b.
Bekr'in kampında yetiştirildiğini söylerdi. Arapçayı mükemmel ve belagatla
konuşurdu. Konuşmada belagat ve fesahatin kıymetini çok iyi takdir ederdi.
Dinleyenlerin kalplerinde tesir uyandıracak ve onların hayallerini harekete geçirecek yetenekte Arap diline
hâkimdi. İnsanları hakikate inandırmakta fevkalâde başarılıydı. O'nun
ifadeleri Hz. Aişe'nin belirttiğine göre, ilk duyuşta ezberlenebilecek kadar
açık-seçik ve tane tane idi. Hz. Muhammed @'in daveti aynı zamanda insanların
gönüllerine hitap ediyor ve onların fıtratlarındaki duyguları aydınlığa çıkarıyordu.
(Farukî, a.g.e., sh.135-136).
Dâva yönünden, davasının hak ve doğru olduğunda şüphe
yoktur. Bunu isbat etmek için kitabın konularını incelemek kâfidir. Fesahat
yönünden ise O, bütün Araplardan daha fasih ve açık bir ifadeye sahipti. Burhan
ile davasını isbat etmek yönünden de, bir başkasında görülmeyecek şekilde,
Rasûlullah @'in her insanın seviyesine inip, sâde bir ifade ile onu iknaya
kabiliyetli olduğu görülür. Böylelikle bütün insanlara inanç, ibâdet, yaşayış
ve hayat yolunu gösterip Kur'ân-ı Kerim'in her şeyi açıkladığını isbat etmiş
ve herkesi susturmuş-tur. Kur'ân-ı Kerîm kıyamete kadar her devirde insanlar
için Allah'tan birer belgedir. O'nun rasûlü Hz. Muhammed @'in sahîh sünneti de
bu dinin tatbiki için en güzel bir misaldir.
Bütün bu hususiyetleri açıklamak için Hz. Peygamber @'in
serdettiği hüccetlerden ve İslâm'a davet etmek için okuduğu hutbe ve
mektuplardan ve emr-i bil mâruf ve nehy-i ani'I münker meyamnda söylediği delil
mahiyetindeki sözlerinden de bir kaç misâl vereceğiz. Bunlan gördüğümüzde,
Allah'ın, Rasû-lüne verdiği ikna kabiliyetinin ne kadar kuvvetli olduğunu ve
her yönden mahlûkâtın en mükemmeli bulunduğu anlaşılacaktır:
Abdullah b. Ahmed ve Ebû Ya'la. Saîd Ebî Râşid'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hi-rakl'in Hz. Peygamber @'e elçi olarak gönderdiği
(Arap) Tenûh kabilesine mensup zâtı Humus'ta gördüm. O, benim komşum idi. Çok
yaşlanmış, pîri fâni olmuştu. O'na: "Hi-rakl'in Hz. Peygamber @'e,
Peygamber'in Hi-rakl'e gönderdikleri mektuplar hakkında bana bilgi verebilir
misin?" dedim. Tenûhî: "Evet." dedi ve söze başladı.. "Hirakl'in mektubum
alıp götürdüm. Tebük'e varınca baktım ki Peygamber ashabı ile birlikte suyun
kenarında oturuyorlar. 'Adamınız nerededir?' dedim 'İşte budur!' dediler. Ben
de kendisine yaklaşıp oturdum ve mektubu eline verdim. O dt mektubu alıp
eteğinin üzerine koydu. Bana: 'Kimlerdensin?' dedi. Ben de: 'Tenûh
kabile-sindenim' dedim. Peygamber @: 'İbrâhim'ir hanif dinini ister misin?'
diye sorunca: 'Ber bir kavmin elçisiyim ve onun dinine mensubum. Onlara
dönmedikçe ondan (dinimden^ dönmem.' dedim. Bunun üzerine şu ayeti (28; 56)
okudu: "Sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini
doğru yola iletir. O, yola gelecekleri daha iyi bilir."
Tenûhî dedi ki: "Sonra mektubu sol yanında bulunan birine
verdi. 'Mektubu okuyan arkadaşınız kimdir?' diye sordum. 'Muâviye'dir'
dediler. Benimkinin (Hirakl'in) mektubunda şu vardı: 'O, muttakiler için
hazırlanmış, eni gökler ile yer kadar olan cennete beni davel ediyor, ya
cehennem nerededir?'
Peygamber @ buna karşılık: 'Subhanallah! Gündüz
gittiği zaman gece nerededir?' dedi."
İbni
Huzeyme, İmran b. Hâlid b. Talayk b. Muhammed, İmran b. Husayn babasından, 0 da
dedesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kureyşliler Husayn'a gidip
(onu sayıyorlardı) dediler ki: 'Sen bu adamla görüş. O, bizim ilâhlarımıza
sövüyor.' Birlikte gittiler, Peygamber @'in kapısına yakın bir yerde oturdular
ve birbirlerine şöyle dediler: 'Bu yaşlı zâtın konuşmasına müsaade ediniz.'
İmran ile arkadaşlan epeyce vardı. Sonra Husayn konuşmaya başladı: 'Nedir bu
kulaklarımıza gelen şu sözler? Sen bizim ilâhlarımıza sövüp kötülüyorsun.
Halbuki senin baban kal'a gibi ve iyi bir insandı.' Hz. Peygamber @ de şöyle
dedi: 'Ey Husayn! Benim babamla senin baban ateştedirler! Ey Husayn, kaç ilâha
tapıyorsun?' Husayn: 'Yer yüzünde yedi, gökte bir olmak üzere sekiz ilâha
tapıyorum' dedi. Peygamber @: 'Sana bir musibet gelirse kime yalvarıp dua
ediyorsun?' 'Gökte olan Allah a yalvarıp duâ
ediyorum.' 'Malın helak olursa kime duâ ediyorsun?1 'Gökte olana yalvarıp dûa
ediyorum.' 'Yalnız o senin duam kabul ettiği halde neden diğerlerini ortak
ediyorsun? Acaba şükretmek hususunda rızasını mı aldın, yoksa sana galebe
çalmaktan mı korkuyorsun?' 'Hayır bunlardan hiç birisi değil.' dedi- (Husayn,
şimdiye kadar böyle bir kimse ile konuşmamıştım, dedi). Peygamber @: 'Ey
Husayn! Müslüman ol, selâmet bulursun.' Husayn: 'Benim kavmim ve aşiretim
vardır, onlara ne diyeceğim?' "De ki: 'Allah'ım benim için en doğru yolu
göster, bana faydalı bir ilim ver?"
Husayn I unları söyledi. Bunun için kavminden
İslâm'a girmeyen kimse kalmadı. Sonra İmran kalkıp onun başını, elini ve
ayaklarını öptü. Hz. Peygamber @, bu hâli görünce gözleri yaşardı. Husayn,
kâfir olarak Peygam-ber'in yanma girdiğinde, İmran onun için ne ayağa kalkmış
ne de O'ndan tarafa bakmıştı. Müslüman olunca hakkım Ödedi. Husayn çıkmak
istediği zaman, Hz. Peygamber @, ashaba: 'O'nu evine kadar yolcu ediniz.' buyurdu.
Kapıdan çıkar çıkmaz onu gören Ku-reyş: 'Sapıttı!' dediler ve dağıldılar."
(el-İsâbe).
Ebû Temime Hüceymî'nin rivayetine göre, kendi aşiretinden bir
zât, Peygamber @'e gitti (veyahut Peygamber @'in yanında iken birisi geldi) ve:
"Allah'ın Rasûlü (veya Muham-med) sen misin?" dedi. Peygamber @:
"Evet." "Kime yalvarıp duâ ediyorsun?"
'Ben yalnız Allah'a yalvarıp duâ ediyorum. O,
öyle bir zattır ki, başına gelen musibetin kalkması için duada bulunsan onu
kaldırır; sana çatan kıtlığın kalkması için duâ edersen bitki ve ekinlerini
bitirir. Bir çölde kaybettiğin bineğinin geri dönmesi için duâ edersen U, sana
geri çevirir." Bunun üzerine adam Müslüman oldu. Sonra: "Ey Allah'ın
Rasûlü, bana bir vasiyette bulun" dedi. Peygamber @:
Wıç bir şeye (veya kimseye) sövme." dedi. Râvî dedi ki:
"Peygamber @ bana vasiyet ettikten
sonra, ne bir deveye ne bir koyuna ve ne
de bir keçiye
sövmedim." (Müsned-i Ah-med).
Adiy b. Hatem'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Peygamber'in ortaya çıktığını duyunca hiç
hoşlanmadım, nefret ettim. Bunun için Bizans Devleti(Kayseri)nin tarafına
geçtim. Bulunduğum yerde de yalnızdım, bu yalnızlık ise bana fazlasıyla
sıkıntı veriyordu. Sonra şöyle düşündüm: 'Bu adama gideyim. Yalancı çıkarsa
bana zarar vermez, doğru ise ben de durumu öğrenmiş olurum.' Geri dönüp yanına
gittim, yanına varınca etraftakiler: "Bu, Adiy b. Hatem'dir" diye
takdim ettiler. Rasûlullah @ bana: "Ey Adiy b. Hatem! Müslüman ol, selâmet
bulursun." dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Adiy: "Ben bir dine
mensubum." Peygamber @: "Dinini senden iyi bilirim." "Benden
iyi mi bilirsin?" "Evet, sen Rükûsiye (Hıristiyanlığın bir kolu)
dinine müntesip olup kavminin elde ettikleri ganimetin dörtte birini yiyen bir
kimse değil misin? "Evet." "Bu senin dininde caiz
değildir." "Evet." dedim, bir kaç defa tekrar etti. Ben de buna
tevazu gösterdim. "Haberin olsun! Senin müslüman olmanı önleyen şeyin ne
olduğunu bilirim. Sen diyorsun ki, etrafında bulunanlar zaif ve güçsüz
kimseler; onları da Araplar safdışı etmiştir. Sen Hire şehrini bilir
misin?" "Görmedim, sadece işittim." "Nefsim kudret elinde
olan Allah'a yemin olsun ki, bu iş tamam olacaktır. Öyle ki, Hire'den deve
üstünde yola çıkan bir kadın, tek başına, kimseden çekinmeden, rahatça gelip
Beyti (Kabe'yi) tavaf edebilecektir. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazîneleri fethedilecektir."
"İbni Hürmüz'ün hazineleri mi?" "Evet! Kisrâ b. Hürmüz'ün
hazineleri. Mal ve servet öyle çoğalacaktır ki, onu kabul edecek kimse
bulunmayacaktır?" dedi.
Adiy b. Hâtem şöyle diyor: Gerçekten de böyle
oldu. İşte Hîre'den kalkan bir kadın, hiç bir kimsenin himayesine girmeden tek
başına gelip Beyti tavaf ediyor. Kisrâ'nın hazînelerinin fethine gelince, ben
bizzat onu fethedenlerle beraber idim. Nefsim kudret elinde
olan Allah'a yemin olsun, üçüncüsü de
olacaktır. Çünkü Rasûluilah @ haber vermiştir. (Müsned-i Ahmed).
Adiy b. Hâtem'in rivayetine göre, kendisi
Ak-rap'ta bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber @ 'in seriyyeleri gelip halasını
ve bazı kimseleri alıp götürmüşlerdi. Onları Peygamber @'in yanına çıkarınca
iki saf haline getirmişlerdi. Halam şöyle dedi: "Bize bakan uzaklarda,
kimsem yok. Ben de yaşlı bir kadınım, artık hizmet edecek bir hâlim kalmadı.
Beni ba-ğiŞİa ki, Allah da seni bağışlasın." Hz. Peygamber @: "Sana
bakan kimdi? "Adiy." "Şu, Allah ve Rasûlünden kaçan kimse
mi?" Sonra Peygamber @ halamı bağışladı. Hatta o, bir binek de isteyince
çevresindekilere verilmesini emretti. (Adiy diyor ki,) Halam sonra bana gelip
şöyle dedi: "Sen öyle bir şey yaptın ki, baban olsa onu yapmazdı. Hoşuna
gitsin veya gitmesin, O'nun yanına gitmelisin. Falan ve filan yanına gittiler,
pek çok şey elde ettiler."
Bunun üzerine Peygamber @'in yanına gittim, yanında bir kadın ve
bir kaç çocuk (veya bir çocuk) vardı. Onların Peygamber @'e bağlılıklarından
sözetti. O zaman anladım ki, ne Kisrânın ne de Kayser'in hükümdarlıkları
kalmayacaktır. Peygamber @ bana: "Ey Adiy b. Hâtem! Neden kaçtın, yoksa Lâ
ilahe İllallah demekten mi? Neden? Yoksa Allahu ekber demekten mi? Allah'tan
büyük ne var?" Bunun üzerine müslüman oldum. O zaman Peygamber @'in
yüzünün sevinçten par-ladığını gördüm. (Müsned-i Ahmed).
Ebû Ya'lâ, Harb b. Süreyc'den, o da Belade-viye kabilesine
mensup birisinden, o da dedesinden şöyle rivayet etmiştir: Medine'ye gittim,
Vâdi'nin kenarına gelince baktım ki, bir keçiyi tutan iki kişi müşteri ile
pazarlık yapıyordu. Müşteri satıcıya; "bana ikram et", diyordu.
Kendi kendime, "Bu adam, halkı dalâlete sürükleyen Haşimî değil mi?"
dedim. Dikkatlice baktım; yakışıklı, zarif, geniş alınlı, ince kavisli kaşları
vardı. Göğüs kılları seyrekti. Üzerinde iki parçadan ibaret eski bir elbise
vardı. Bize doğru geldi ve esselâmû aleykûm dedi. Biz
de selâmını aldık. Müşteri hemen durmadan: "Ya Rasûluilah! Ona (satıcıya)
söyle, bana ikram etsin." dedi. O da elini uzatıp şöyle dedi: "Siz
mal sahibisiniz. Ben hiç kimsenin malına, kanına ve ırzına haksızlık etmeden
Allah'a kavuşmayı arzu ediyorum. Allah'ın hakkı hâriç. (O zâlim değildir)
Allah, dürüst alış-veriş yapana, borcunu eda edene ve alacağını isterken nazik
olan kimseye merhamet etsin." Sonra gitti. Ben de kendi kendime;
'vallahi, bu adamın tatlı bir dili var. Onu takip edeyim' dedim ve peşinden
gidip: "Yâ Muhammedi" deyince, Peygamber <Ş> bütün bedeniyle
dönüp: "Bir arzun mu var?" diye cevap verdi. Ben: "Halkı
dalâlete sürükleyip helak eden ve ecdadın yaptıkları ilâhlardan çeviren sen
misin?" dedim. Peygamber @: "O, Allah'tır." Ben: "Neye
davet ediyorsun?" "Allah'ın kullarını Allah'a davet ediyorum."
"Ne diyorsun?" Peygamber @ şöyle dedi: "Allah'tan başka ilâh
olmadığına, benim, Allah'ın Rasûlü olduğuma ve bana gelene imân edip Lât ve
Uzza putlarını inkâr etmeye, namaz kılıp zekat vermeye davet ediyorum."
"Zekât nedir?" diye sordum. Peygamber @: "Zenginlerimizin,
mallarından bir kısmını fakirlerimize vermesidir." "Çağırdığın şey
güzeldir" dedim. (Râvi, anlatmaya devam ediyor:) Daha önce yeryüzünde
herkesten ziyade nefret ettiğim bir adam iken, sonra evladımdan, babamdan ve
bütün insanlardan daha fazla bana sevimli oldu. Peygamber @: "Dediğimi
anladın mı?" dedi."Evet dediğinizi anladım" dedim. "Öyle
ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuma
şehadet eder ve bana gelene imân eder misin?" Ben de: "Evet, ey
Allah'ın Rasûlü! Ayrıca bir çok kimsenin uğradığı bir yere, beni davet ettiğin
şeye onları da davet edeceğim, sana tâbi olacaklarına umutluyum." dedim.
Peygamber @: "Evet, onları davet et." Daha sonra dediğim yerde
davetimi yaptım. Erkekli kadınlı hepsi müslüman oldular. Allahın Rasûlü, beni
taltif etmek için başımı okşadı.
Buhârî ve Ebû Dâvûd, Uhud savaşında müslümanlar yenilgiye uğradıktan sonra, mü'minlerle müşrik
ordusunun başı Ebû Süf-van arasında cereyan eden muhaverenin bir kısmını
naklettiler. Geri kalanını da Râzî zikretti. Rivayetlerine göre, muhaverenin
tam metni şöyledir: Ebû Süfyân, savaş meydanından döneceği zaman bir tepenin
üzerine çıktı ve yüksek sesle şöyle bağırdı: "Muhammed içinizde
midir?" Peygamber @, yanındakilere cevap vermemelerini tembihledi. Ebû
Süfyân cevap alamayınca: "İçinizde Ebû Kuhâfe (Ebû Bekir) var mıdır?"
diye seslendi. Peygamber @ yine sus işareti verdi. Bu sefer Ebû Süfyân:
"Yâ Hattab oğlu Ömer!" diye bağırdı. Peygamber @ yine cevap vermemelerini
emretti. Ebû Süfyân haykırmalarına cevap alamayınca çevresindekilere:
"Anlaşıldı, hepsi ölmüş. Hayatta olsaydılar mutlaka cevap
verirlerdi." dedi. Ömer kendini tutamayıp şöyle seslendi: "Ey
Allah'ın düşmanı! Yalan söylüyorsun, seni üzenleri Allah korumuştur!" Ebû
Süfyân da: "Yaşasın Hübel!" diye bağırdı. Bunun üzerine Peygamber @:
"Kendisine cevap veriniz." dedi. "Ne diyelim?" dediler.
Peygamber @: "Allah her şeyden büyük ve yücedir! deyiniz" dedi. Ebû
Süfyân: "Bizim Uzzâ'mız var, sizin ise yok!" deyince Peygamber @ şu
cevabı verin, buyurdu: "Allah bizim mevlâmız(dost ve yardımcımız)dır,
sizin ise mevlânız yok!"
Ebû Süfyân dönerken: "Savaşta yenmek nöbetledir. Bugün
Bedir (savaşının) karşılığıdır. Cesedleri görüyorsunuz." diye seslendi.
Peygamber @: "Kendisine söyleyiniz" dedi. "Bizim şehitlerimiz
cennette, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir!"
Ebu İshak, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet ediyor:
Allah'ın Rasûlü @, Hu-neyn günü ele geçirdiği ganimetleri Kureyşin yeni
müslümanlan ve diğer Araplar arasında bağıttı. Ensâra hiç bir şey vermedi.
Bunun üzerine Ensar'm bir kabilesinin kalbinde bazı Şüpheler uyandı. Hatta
onlardan birisi "Vallahi, Peygamber kendi kavmiyle anlaşmış ir"
dedi. Bu sebeple Sa'd b. Ubâde, Peygamber @'e
giderek: "Yâ Rasûlullah! Ensâr ganimet mallarının bu suretle
taksiminden dolayı zâtınıza karşı gönüllerinde teessür duymuşlardır. Ganîmet
malını Rasûl-i Ekrem kendi kavmi arasında bol bol dağıttı, kavmine büyük
hediyeler verdi de Ensâr'a bir şey vermedi, diyorlar." dedi. Hz.
Peygamber @: "Ey Sa'd, sen de bu fikirde misin?" diye sordu. Sa'd b.
Ubâde: "Yâ Rasûlullah! Ben de kavmimden bir fert olmaktan başka bir şey
değilim." diye son derece edibâne cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber @:
"Öyle ise haydi kavmini şurada topla!" diye emretti. Sa'd çıkıp
Ensâr'ı orada topladı. Muhacirlerden bazı kimseler gelmişlerdi. Bunları da
içeri aldı. Başka gelenleri kabul etmedi. Sonra gelip: "Yâ Rasûlullah!
Ensâr toplandı. Teşrifinize hazırdır." diye cevap verdi. Rasûlullah @ de
hemen kalkıp geldi. Ve şu şekilde en heyecanlı hitabelerinden birisini irad
etti: Allahu Teâlâ'ya hamdü senadan sonra: "Ey Ensar cemaati! Hakkımda
gönlünüzde duyduğunuz teessürü işittim. Siz dalâlet içinde iken ben size
gelmiş değil miyim ve benim vasıtamla Allah'ın hidayeti erişmiş değil midir?
Siz fakir iken benim hicretimle Allah sizi zengin kılmadı mı? Aranızdaki
düşmanlık ateşi sizi kemirirken, gelişimle, Allah kalblerinizi birleş-tirmedi
mi?" buyurdu. Ensar bu soruları: "Evet! Allah ve Rasûlullah'ın
üzerimizdeki minnet ve şükranı daha yücedir." diye tasdik ve teyit
ettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: "Siz benim suallerime şöyle cevap
verseydiniz daha doğru söylemiş ve tarafımdan daha ziyade tasdik edilirdiniz!
Siz bana: 'Ey Muhammed, herkes sana yalancı derken sen aramıza geldin. Biz,
sarsılmaz bir kanaatle senin peygamberliğine inandık! Herkes seni terk ettiği
sırada biz sana müzaheret ettik! Vatanından kovdukları zaman seni yurdumuza
sığındırıp evimize misafir ettik. Sen bize fakir geldin, biz sana yardım
ettik!' deseydiniz, ben de 'çok doğru söylüyorsunuz!' derdim. Ey Ensâr cemaati!
Bir takım kimselerin kalbleri-ni telif ile müslüman olmaları için verdiğim ve
müslümanlığımızın kuvvet ve kemâline güvenerek
sizi mahrum ettiğim önemsiz dünya metamdan dolayı canınız mı sıkıldı, nefsinizde
bir endişe mi buldunuz? Halk aldıkları develerle, koyunlarla evlerine dönerken
siz de Rasûlullah ile yurdunuza dönmek istemez misiniz ey Ensar cemaati?
Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer hicret
fazileti olmasaydı, muhakkak ben Ensâr'dan bir fert olmak isterdim. Halk bir
vadiye yönelse, Ensâr da bir vadiye seyr edip gitse, hiç şüphesiz ben de Ensâr
vadisine yönelirdim. Allah'ım! Sen Ensâr'a, Ensâr'ın evladına, evladının
evladına rahmet eyle!" buyurdu.
Bu heyecanlı hutbeden sonra Ensâr hüngür hüngür
ağladı. Sakallarını gözyaşları ıslatıyordu. Ve bir ağızdan: "Biz nasip,
sevinç ve saadet vesilesi olarak Rasûlullah'ı isteriz!" diye
bağırıştılar. Sonra Rasûlullah @ mekânına döndü, onlar da dağıldı. (Buharî).
Atâ b. Yesâr anlatıyor: Birisi, Hz. Peygamber @'e gelerek
sordu: "Yâ Rasûlullah! Annemin yanına girerken izin istemem gerekir
mi?", "evet" cevabını verince adam tekrar: "Eğer ben evde
onunla berabersem?" Hz. Peygamber @ tekrar: "izin iste" dedi.
Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekteyim." dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah @ (öfkeyle): "Annenden izin iste, onu üryan olarak görmekten
hoşlamr mısın?" dedi. Adam: "Hayır" deyince; "Öyleyse (her
seferinde yanına girerken) annenden izin iste!" buyurdu. (Muvatta).
Ebû Ümâme'nin rivayetine göre, bir genç Hz. Peygamber'e
gelerek: "Yâ Rasûlullah! Bana zina yapmak için izin ver" der. orada
bulunanlar gencin üzerine yürüyerek onu ayıplarlar ve hırpalamağa başlarlar.
Hz. Peygamber @: "Bana getirin" der. Yaklaşınca: "Bu fiili annen
için kabul eder misin?" diye sorar. "Vallahi, hayır" cevabı
üzerine: "Başkaları da anneleri için buna razı olmazlar" der ve aynı
şekilde "kızın için kabul eder misin?...", "kız kardeşin
için...", "halan için...", "teyzen için... kabul eder
misin?" diye sorar ve her seferinde: "Vallahi hayır" cevabını
alınca
Rasûlullah @ da: "Başkaları da buna razı olmazlar"
der. Sonunda elini üzerine koyup: "Yâ Rabbi, günahlarını affet, kalbini
paket, fercini hıfzet" diye dua eder ve genç bundan böyle hiçbir menfî
temayül göstermez. (Müs-ned-i Ahmed).
Siyer kitaplarının rivayet ettiklerine göre,
Medine'ye gelen Necrân Hıristiyanları Rasûlullah @ ile tartışmaya girmişlerdi.
"O'nun (İsâ aleyhisselâm'ın) babası kimdir?" diye sordular. Akılları
sıra bu soruyla, Hz. Pey-gamber'i susturup -hâşâ- İsa'nın Allah'ın oğlu
olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm, onların sorularını şöyle
cevaplandırıyor: "Allah yanında İsâ'nm durumu, Âdem'in durumu gibidir:
Onu topraktan yarattı, sonra ona 'Ol' dedi, o da oldu." (3: 59).
Peygamber @ onlara şöyle cevap verdi: "Allah'ın
Ölmeyeceğini ve İsa'nın ölmeye mahkûm olup öleceğini bilmiyor musunuz?"
"Evet biliyoruz." "Rabbimizin herşeyin koruyucusu ve
rızıklandıncısı olduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ,
bunlardan herhangi birini yapabilir mi?" "Hayır." "Ne
yerde, ne gökte hiç bir şeyin Allah'a gizli kalmadığını bilmiyor musunuz?"
"Evet." "İsâ, bunlardan hiç bir şey bilir mi?"
"Hayır." "Rabbimiz dilediği şekilde İsa'yı ana rahminde
suretlendir-diğini, ne yemek yediğini ne su içtiğini, ne de abdest bozduğunu
bilmiyor musunuz?" "Evet." "Her anne gibi, İsa'nın
annesinin de ona hamile olduğunu; sonra her annenin yavrusunu doğurduğu gibi
onu doğurduğunu; sonra her çocuk gibi emzirildîğini; yemek yiyip su içtiğini
ve abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Öyleyse
iddia ettiğiniz gibi nasıl olacaktır?" dedi.
Hudeybiye günü, Kureyş kabilesi müslüman-lara
karşı savaşa hazırlanmıştı. Hz. Peygamber ise bu niyetle gelmemişti. Müslümanların
Hacc için Mekke'ye girmelerine müsaade etmeyen Kureyş'e şöyle söyledi:
"Siz de bilirsiniz ki, biz Kureyş ile cenk etmek için buraya gelmedik.
Fakat Kureyşlileri bizimle savaşa girmeye pek arzulu görüyorum. Beni dinlerlerse, onlara şöyle bir teklifim var: Aramızda bir
mütareke yapalım. Onlar beni diğer Arap-jarla başbaşa bıraksınlar; yenilirsem,
zaten maksatlarına ererler. Allah beni galip kılarsa onlar da ötekiler gibi
ister İstemez İslâm'a girerler. Ya Allah dinini galip kılacak, yahut şu cah
daman kesilecektir."
Bunlar, açık ve fasih bir uslûbla, Hz. Peygamber
@'in başkalarıyla yaptığı tartışma, nasihat ve hutbelerinden bir kaç misaldir.
Veda haccında Peygamber @ uzun bir hutbe irâd
etti. Yüksek bir sesle bunu cemaate duyuran, Rebî'a b. Ümeyye idi. Aşağıda
zikredilen metin, bunun bir bölümüdür.
Rasûlullah @, Rebî'a b. Ümeyye'ye: "Ey insanlar!
Peygamber şöyle diyor, de" dedi. Rebî'a bunu aktardıktan sonra: "Bu
ay hangi aydır?" diye seslendi. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir"
dediler. "Zilhicce (ayı) değil midir?" buyurdu. "Evet
Zilhiccedir!" dediler. "Bu içinde bulunduğumuz hangi beldedir?"
buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Sustu,
arkasından: "Mekke şehri değil midir?" buyurdu. "Evet,
Mekke'dir!" dediler. "Bugün hangi gündür?" buyurdu. "Allah
ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah @: "Yevmü'n-nahr
(kurban kesim günü) değil midir?" buyurdu. "Evet,
yevmü'n-nahr'dır!" dediler. Bundan sonra Rasûlullah @: "Ey insanlar!
Şu hâlde iyi biliniz ki, bu aylarınız, bu şehriniz, bu gününüz nasıl mübarek ve
mukaddes ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir; her
türlü saldırıdan masundur." buyurdu. (Buharî).
Konuşmalarından biri de şudur: "Rabbim bana dokuz emir
vermiştir: Gizli ve açıkta Allah'tan korkmak; öfke ve rıza halinde hak sözü
söylemek; yoklukta ve bollukta iktisada riayet etmek; bağı koparan kimseyle
irtibatı sağlamak ve beni mahrum bırakan kimseyi mahrum bırakmayıp yardım
etmek; bana haksızlık edeni affetmek; ayrıca, susmamın te-kkür; konuşmamın
zikir; bakışımın da ibret olmasını ve iyiliği emretmemi dilemiştir."
Vasiyetlerinden biri de şudur; "Evlâd, Allah'ı
(yani emir ve nehyini) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki, O'nu
karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah'tan iste. Yardım dilediğin
vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün mahlûkat toplanıp el birliğiyle sana
bir fayda ve menfaat bahşetmek isteseler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir
şey bahsedemezler. Yine bütün mahlûkat el birliğiyle sana bir zarar vermek
isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan ziyadesini yapamazlar.
Kalemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sahifeler de (üzerlerindeki yazılar
tamam olup) kurumuştur. Rıza ve imanla Allah için çalışabilirsen çalış. Buna
gücün yetmezse, arzu etmediğin şeylere karşı sabretmende büyük bir fayda
vardır. Bil ki, Allah'ın yardımı sabır iledir, kolaylık da sıkıntısıyla
birliktedir. Her güçlükle beraber mutlaka birer kolaylık vardır."
(Tirmizî).
Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Peygamber @'in uzun bir hutbesinden
ezberlediği şu sözleri nakleder:
"Şüphesiz dünya güzel ve tatlıdır. Allah bu dünyada sizi
halife kılacak ve yapacağınızı da görecektir. Dikkat ediniz, dünya(mn zevk ve
eğlenceleri) ve kadın(lar) sizi Hakk'tan uzaklaştırmasın. Yine dikkat ediniz:
Kınayanların kınaması, sizleri, hakkı söylemekten alıkoymasın. Biliniz ki:
Ahdini bozup hıyanet eden herkes için hiyaneti nisbetinde birer sancak
dikilecek. Müslümanların hükümdarına karşı hıyanet yapmaktan daha büyük bir
hainlik yoktur. Hâinin sancağı, arkasında dikilecektir. İnsanlar çeşit çeşit
yaratılmışlardır. Bir kısmı mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, mü'min
olarak Ölür. Bir kısmı da mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir
olarak ölür. Bir başka çeşit de; kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve
mü'min olarak ölür. Diğer bazıları da, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar
ve kâfir olarak ölür. Bilmiş olun ki, bir sınıf insan var ki, alıngan değildir.
Kolay kolay öfkelenmez, öfkelense de öfkesi çabuk geçer. Bir sınıf da var ki,
çabuk öfkelendiği gibi çabuk
da yumuşar. Bİr başka sınıf da var ki, kolay kolay öfkelenmez, öfkelendiğinde
geç yumuşar. O, onun dengidir. Diğer başka bir sınıf var ki, çabuk öfkelenir,
geç yumuşar. Bilmiş olun ki, bir sınıf var; vereceğini güzel verir, alacağını
güzel İster. Bir sınıf da vardır ki, vereceğini güzel vermez, ama alacağını
güzel ister. Diğer bir sınıf var ki, alacağını güzel istemez ama vereceğini
güzel verir. Başka bir sınıf var ki hem vereceğini güzel vermez, hem alacağını
güzel istemez. Bunların en iyisi, hem vereceğini güzel veren, hem alacağını
güzel isteyen kimsedir. Şerlileri de; vereceğini güzel vermiyen ve alacağını
güzel istemeyen kimsedir. Bilmiş olun ki, öfke insanın kalbinde bir ateş
parçasıdır. Siz gözün kızartısını ve boyun damarlarının kabarmasını görmediniz
mi? Onun için onu hisseden yere yapışıp kalkmasın.
Muaz b. Cebel'den şöyle rivayet olunmuştur: Demiştir
ki, Hz. Peygamber @ ile Tebük gazasına çıkmıştık. Sıcak bastı. Herkes birer
tarafa dağıldı. Bir de baktım ki, Rasûlullah @ yanı basımdadır. Hemen yaklaşıp:
"Yâ Rasûlullah, beni cennete sokacak ve cehennemden uzaklaştıracak bir
ameli bana haber ver" dedim. Peygamber @ buyurdu ki; "Sen çok büyük
bir şey sordun.Böyle olmakla beraber, Allahu Teâlâ'nın müyesser kıldığı kimseye
göre herhalde asandır. Allah'a hiç bir şeyi şerik etmemek üzere ibadet
edersin. Namazı kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar, Beytu'llâh'ı hacc
edersin.." Peygamber @ şöyle devam etti: "Sana hayır kapılarına
delâlet edeyim mi? Oruç siper ve kalkandır. Sadaka günahı, suyun ateşi
söndürdüğü gibi söndürür. Gece ortasında kişinin namaz kılması da
böyledir." (Sonra şu âyeti okudu:) "Yanlan yataktan uzaklaşır, korku
ve ümit içinde Rab'lerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
(hayır) için harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler
aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!" (32: 16-17).
Sonra: "İşin (dînin) başı, direği, en yüce tarafı nedir, sana haber vereyim
mi?" dedi. "Evet
yâ Rasûlullah!"
dedim. "İşin başı İslâm'dır. Direği namazdır. En yüce tarafı da
cihaddır." Sonra şöyle devam etti: "Bu dediklerimin hepsini tutan,
işin esası nedir, sana söyliye-yim mi?" "Evet yâ Rasûlullah"
deyince mübarek dilini (eliyle) tutup: "İşte şunu tut" buyurdu.
Dedim ki: "Yâ Nebiyya'llâh, biz söylediğimiz sözlerle de mi muâhaze
olunacağız?" Buyurdu ki: "Herkesi cehennemde yüzükoyun düşüren,
dillerinin biçtiklerinden (yani kazandıklarından) başkası mı zannedersin."
(Tirmizî).
Ebû Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Allah'a ve âhiret gününe imanı olan, ya hayır söylesin, ya
ağzını mühürlesin. Allah'a ve âhiret gününe imanı olan, komşusuna ikram etsin.
Allah'a ve âhiret gününe imam olan, misafirine ikram etsin." (Buhârî ve
Müslim).
Ebû Zerr, Rasûlullah @'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Allah üç kişiyi sever ve üç kişiye de buğz eder. Sevdikleri:
1- Aralarında akrabalık bağını vesile yapmadan sadece Allah'ı
vasıta kılmak suretiyle bir kavme baş vurarak yardım isteyen ve mahrum
bırakılan kimseye yardım etmek için geriye kalıp gizlice Allah ve ondan başka
hiç bir kimsenin haberi olmadan yardım edendir.
2- Gece yürüyüşü yapıp devam eden ve uyku her şeyden hoş
gelince konaklayan kavimden birisi, kalkıp benim hoşuma giden söz ve
hareketlerde bulunup âyetlerimi okuyan kimsedir.
3- Düşmanla karşılaşıp çarpışan ve hezimete uğrayan
birlikten birisi, göğsünü gererek ölünceye veya galip gelinceye kadar savaşa
devam edendir. Allah'ın buğz ettiği kimseler de şunlardır:
1- Zina eden yaşlı,
2- Kibirli fakir ve
3- Zâlim zengindir.
Ebû Hureyre, Peygamber @'den şöyle rivayet etmiştir: Allahu
Teâla kıyamet günü şöyle diyecektir: "Ey Âdem oğlu! Hastalandım, benim
ziyaretime germedin." Âdem oğlu: "Nasıl ben senin ziyaretine
gelebilirim. Halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Sen bilmiyor musun
ki, filan kulum hastalandığında ziyaretine gitmedin.
Sen bilmiyor musun ki, onun ziyaretine gitseydin beni orada bulurdun."
"Ey Âdem
oğlu! Senden yemek istedim. Sen bana yedirmedin." "Rabbim, nasıl sana
yemek yedireceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum
senden yemek istediği halde kendisine yemek yedirmedin.. Sen bilmiyor musun ki,
kendisine yemek yedirseydin onu (mükâfatını) yanında bulacaktın." "Ey
Âdem oğlu! Senden su istediğim halde bana su içir-medin." Adem oğlu:
"Nasıl ben sana su içire-ceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin."
"Filân kulum senden su istediği halde kendisine su içirmedin. Sen
bilmiyor musun ki, ona su içirseydin, onu (mükâfatını) yanında bulacaktın."
Hz. Peygamber @'in fasih olmasının sırrı;
öz söyleyip, sözün bütün ufuklarını ve muhtemel mefhumlarını kapsayıp,
mes'elenin derinliklerine inmesidir. İnsanlar ilimleri ve kavrayış
derecelerine göre O'ndan
faydalanabilir.
Rasûlullah @'in tavrmdaki yumuşaklığı, söze başlamasındaki
tatlılığı, bitirmesindeki güzelliği, sözlerindeki açıklık ve netliği, kolay anlaşılır,
güçlü ifadelerle konuştuğu herkes tarafından bilinirdi. Allah O'na özlü
kelimelerle üstün hikmetle konuşan güçlü bir natıka vermiş ve Arap
kavimlerinin lehçelerini öğretmişti. Onlar Peygamber @'e kendi dilleri ile
konuşuyorlar, Peygamber de onların kendi dilleri ile cevap veriyordu. Her
kavmin dilini öyle ustalıkla konuşuyordu ki, çoğu defa ashabı O'nun ne
konuştuğunu ve ne demek istediğini sormak zorunda kalırdı. Rasûlullah @'m
hadislerini ve sîretini inceleyen bunu anlayacaktır. (Kadı Iyaz, Şifâ-i
Şerîf).
Büyük mânâları ve bütün siyaset ilmini içine alan kısa
sözlerinden birisi şudur: "Nasılsa-nız, öyle idare edilirsiniz."
Yani, her millet, başında bulunan idareden sorumludur. Yolsuzluğunu bilmezse
mazur sayılmaz ve mes'uliyetten kurtulamaz. Çünkü cehalet cezayı gerektiren
bir suç olduğu gibi, yönetimin zor kullanması ve baskıda bulunması cezayı
gerektiren aczİyet suçunun
neticesidir. Ayrıca, mevcut düzen ve yönetimin İlân ettiği programın pek
değeri yoktur. Önemli olan milleti meydana getiren fertlerin ahlâkıdır.
Yönetici her ne kadar kanun ve nizama bağlı değilse de baskıya boyun eğmeyen
bir milleti istibdad ile yönetmek mümkün değildir. Hürriyetin mânâsını
bilmeyen bir milletin hür olmasına imkân olmadığı gibi, hükümdar, bir kanun ve
nizama bağlı kalsa da durum değişmez. İdare asıl değil, tâbidir. Bir toplum,
hâlini değiştirmedikçe Allah onun halini değiştirmez. Biliniz ki, toplum kendi
durumunu düzeltmedikçe idare onu düzeltmez. Ve, insanlar bir idareye müstehak
oldu mu ona katlanır; isterse yönetim iyi olmasın ve millet hürriyetten mahrum
kalsın. İşte bu, her tarafa ulaşan en etkin bir tebligattır.
Siyâset, ahlâk ve sosyal hayat kurallarına dair bu hadisin
benzerleri sayılamayacak kadar çoktur. Hz. Muhammed @'in sözü, lisanı ve
ifadesi fasihdi. Nezaket ve yeterlilik yönünde belagatın en akıcı bir üslûbu
üzerinde idi ve böylece bir belagat ile görevini edâ eti. O'nun vefatından
sonra mü'minler tarafından günümüze kadar İslâm'a davet faaliyetleri
yürütü-legeldi. Kıyamete kadar İslâm davetini sürdürecek, Hakk uğrunda
mücadele ve mukatele edecek bir topluluğun bulunacağı yine Rasûlullah @'in
belirttiği bir husustur.
Kur'an-ı Kerîm'de yer alan: "Siz
insanları doğru yola ulaştırmak için çıkarılmış en hayırlı Ümmetsiniz..."
(3: 110) ilâhî kelâmı aynı zamanda müslümanlara görevlerini hatırlatmaktadır.
Bu yoldaki gayretler bazen mücadele, bazen anlatarak ve ikna ederek, bazen de
daha değişik vasıta ve usûllerle yürütülmelidir. Bu konuda da önderimiz
elbette ki, Allah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Muhammed @'dir.
Rasûlullah @'in ulaşılmaz
fesahat ve
belagatına, O'nun hadislerinden
birçok misal göstermek mümkündür:
"Müslümanların kanları birbirine
denktir. Onların
zimmetinde en zayıfların bile sözü ge-Çerlidir. Onlar kendi dışındakilere karşı
tek eldirler."
"İnsanlar bir tarağın dişleri gibidirler." "Kişi
sevdiği ile beraberdir."
"Onun hakkım senin gözettiğin gibi, senin
hakkını gözetmeyen kimse ile arkadaşlık etmekte hayır yoktur."
"İnsanlar madenlerdir."
"Kendi kıymetini bilen helak olmaz."
"İstişare edilen kimse güvenilir olmalıdır. Konuşmadığı
sürece de serbesttir."
"Allah o kuluna rahmet etsin ki, hayır söyler
fayda bulur; sükût eyler selâmet bulur."
"Müslüman ol, selâmete çık."
"Müslüman ol, Allah mükâfatını iki kat
versin."
"Allah'a en sevimli ve kıyamet
gününde bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olan ile çevresi güvenli
olandır ki, onlar insanlarla, insanlar da onlarla iyi geçinirler."
"Belki kendini ilgilendirmeyen şeyleri konuşuyor
ve kendine faydası olacak fiil ve sözlerden kaçmıyordu."
"İki yüzlü olanın Allah katında yüzü olmaz."
"Nerede olursan ol, Allah'tan kork."
"Kötülüğün arkasından iyilik yap ki
onu yok etsin."
"İnsanlara iyi ahlâkla muamele et." "İşlerin en
hayırlısı orta olanıdır."
"Sevdiğini normal ve ihtiyatlı sev; olur
ki, bir gün kızdığın birisi oluverir."
"Zulüm, kıyamette zulümattır."
"Yâ Rabbi! Senin katından öyle bir
rahmet diliyorum ki, onunla kalbimi düzeltesin; onunla işimi düzene koyasın;
onunla zihnimi toplayasm; bana gizli olan işlerimi düzeltesin; görülen İşlerimi
yüceltesin; amelimi tezkiye edesin; onunla bana olgunluğumu ilham edesin; iyi
kimselerle kaynaşmamı sağlayasm ve onunla bütün kötülüklerden beni
koruyasın."
"Yâ Rabbi! Senden hüküm ânında
kurtuluşu, şühedanın makamım, süedamn (mutluların) hayatını ve düşmana karşı
nusretini istiyorum."
"Mü'min, aynı yılan deliğinden iki
defa sokulmaz."
"Bahtiyar kişi başkasından ders alandır."
Ümmu Ma'bed,
Rasûlullah @'i anlatırken diyor ki: "Tatlı sözlü, tane tane konuşur, çok
ve anlaşılmaz söz söylemez. Kelimeleri sanki itinayla dizilmiş inci taneleri
gibiydi. Sesi açık ve güzeldi. O'na salât ve selâm olsun."
.
Bu bölüm Inkılâb yayınları tarafından hazırlanmıştır.
Allah Rasûlü Muhammed @, Rabbi tarafından
beşeriyetin hidayeti için gönderildi (7:158). O'nun tebliğ ve uygulamaları her
devir ve yerde insanlığın hayrını gözetmektedir (4:170). Bu sebepten dolayı
O'na vahyedilen "insanlık rehberliğinin esasları" tamarnıyle
anlaşılır, tam ve mükemmeldir. Hayatın ruhî, ahlâkî, iktisadî, sosyal ve siyasî
bütün yönlerini kuşatmaktadır. Bu önderliğin daha müessir olabilmesi için Hz.
Muhammed @, her durumu büyük bir zekâ ve yetenekle göğüslemek, başarı ve
etkisini kolaylaştırmak üzere lâzım olan çeşitli vasıf ve seciyelerle (21:107;
3:159) beraber, kendisiyle karşılaşma fırsatı bulan herkesin gönlünü fetheden
ahlâkî zera-fet ve mükemmelliği (68:4), hâl ve davranış-lanndaki güzelliği ve
asîl karakterindeki pek çok yönlerin tezahürü sadedinde muhtelif mevki, hâl ve
vazifelerle teçhiz edilmiştir. Bir Çok kimse O'nun basit, sâde ve mütevazi hayat tarzından bir hayli etkilenirken pek
çoğu da üstün ve nüfuzlu kişiliğinin tesirinde kalmıştır.
İşte, bu
çok-yönlü tâlim ve terbiyesi vasıtasıyla Allah, O'nun örnek hayatını ve güzel
davranış tarzını bütün zamanların insanları için bir model hâline getirdi.
Bu bölümde kısaca, O'nun siyasî, sosyal ve iktisadî sahalardaki
ıslahatlarının mahiyetinden ve faaliyetlerinden bahsedeceğiz.
Rasûlullah @ insanlığın hidayeti için gönderildi. İnsanlar,
cahiliyyenin karanlığından, ilmin ve İlâhî Hikmet'in aydınlığına çıkarılmakla
iffetli, temiz ve dürüst bir hayata sev-kediliyor; böylece kendilerini kötülük,
yalan ve günahtan koruyorlardı. Bundan dolayı, O'na insanlığın tümüyle ıslah
edilmesi ve refaha kavuşması için rehberliğin genel prensipleri vahyedildi.
O'nun rehberliğindeki bir kimse sadece siyasî, iktisadî, sosyal, ahlâkî veya
ruhî bir varlık olarak düşünülmemiş, bütün yönleriyle dikkate alınmıştır.
Bunların her biri mükemmel bir insanın farklı yönleridir. Fakat insanlar
bunları "ekonomik insan", "sosyal insan" veya "politik
insan" türünden varlıklar varmış gibi değişik bölümlere ayırmıştır. Tabiî
ki, durum bundan ibaret değildir. Her insan bir çok parçadan oluşan bir bütündür.
Bir kimse tek bir vücuda sahiptir; fakat iki ayağı, iki kolu, iki gözü vs. bir
araya gelerek onun vücudunu oluşturmaktadır. Hiç bir kimse bunlardan herhangi
birine, vücuttan ayrı olarak sahip olamaz.
Tıb mesleğinde, tedavide kolaylık sağlamak ve etkinliği
arttırmak maksadıyla, insan vücudunun her bölümüyle ilgili değişik klinikler
kurulabilir. Fakat bu bölümlerle ilgilenirken, herbirinin bütüne ait olduğu
gözönünde bulundurulmalı ve bütünle olan alâkası dikkatlerden
kaçırılmamalıdır. Vücudun muhtelif kısımlarındaki hastalıkları tedaviye çalışırken,
bunların tek bir vücut mekanizmasına ait parçalar olduğu gerçeği esas
alınmalıdır. Aynı şekilde, toplumda da, insan hayatının muhtelif yönleri
mevcuttur. Fakat bu hususların, işin temel noktası olan ferdin hayatını bir çok
bakımdan etkilediği gerçeği dikkate alınmadan bu meseleleri münferiden ele
almak pratik bir yol değildir. Bu sebeple, siyasî, sosyal, iktisadî ve benzer
meselelerin hepsi birbiriyle tamamen alâkalı ve bağımlıdır. Gerçekte, insan
için sadece ekonomik, sosyal veya politik mesele veya durum yoktur; bütün
mesele, onun diğer taraflarıyla olan münasebetlerinde aranmalıdır.
Çağdaş
insanın ahlâkî, sosyal ve iktisadî hastalık ve problemleri; temelde onun,
kendi mukadderatının tayin edicisiymiş gibi hareket etmesi ve neticelere
tahammül etmeksizin kendi prensip ve istekleri ne olursa olsun, onları yapabilirmiş
gibi davranması gerçeğine dayanır. Ne var ki gerçekler, biyolojiden tarihî
hikâyelere kadar muhtelif manâlar taşır. İnsan, tamamen yardımsız olduğu yerde
bizzat "tabiat kanunlan"na bağımlı ve kendi vücûdunun dahi sahibi
değilken, kâinata olan üstünlüğü hususunda oldukça kibirlidir. Onun evrensel
oluşumu etkileyebileceğini söylemenin yanlışlığı bir yana; ne düçâr olduğu bir
hastalığa mâni olabilir, ne ölüm zamanım se-Çebilir, ne de ölümden kaçabilir
veya ölümsüzlüğe ulaşabilir.
Her insan maddî ve manevî yapısıyla bölünmez bir
bütündür; hayatının farklı yönlerine bu zaviyeden bakılarak mütâlâa
edilmelidir. Bu farklı yönlerin ayrı ve bağımsız olarak mütalaa edilmesi etkili
çalışma, araştırma ve tetkik için gerekiyorsa da, işin ehli, bu yönlerin hakikatte bir öze ait olduğunu asla gözardı etmez.
îslâm, insanın bütün meselelerine bu şartlarla çözümler sunar. Neticede insanın
refahına yönelik her tür tasnif ve uzmanlıkların bütün tavsiyelerine aynı
derecede önem verilmelidir.
Tarihin bütün bu dallarındaki merkezî değer,
araştırmanın bizatihî kolu veya konusu değil, insan ve onun refahıdır. Bu bakış
açısıyla İslâm, hayatın farklı yönlerine sadece uzmanların tasnifleriyle
yaklaşmaz; aynı zamanda muhtelif meselelere de temas eder; sonuçta sosyal, siyasî
ve iktisadî yönleriyle hayatın bütün bünyesini bozan kötülük ve zararlardan
uzak olan insan hayatını korumak için değişik yol ve metodlar tavsiye eder. Biz
de bu bölümde her yönüyle insana ve hayatının farklı alanlarındaki
problemlerine temas edecek; birer numune olmaları bakımından, Kur'an'ı ve Hz.
Peygamber @'in uygulamalarının insan hayatının keyfiyetini artırmada ne gibi
faydalar sağladığını inceleyeceğiz.
Rasûlullah @, Medine İslâm Devleti'nin yöneticisi olarak, iç
ve dış güvenliğin sağlanması, diğer kabile ve devletlerle anlaşma yapma,
adaleti tesis, barış siyaseti, savaş esirleriyle ilgili hükümleri dahil bütün
devlet işlerinde hükümet ve yönetimin tarihteki en güzel örneğini vermiştir.
Burada O'nun liderliğini örneklendiren olaylardan bir kaçma temas edeceğiz.
(Daha fazla bilgi için bkz.: Sîret Ansiklopedisi, c. I ve II).
İslâm'ın
Arap yarımadasındaki etkisi yayılıp daha geniş bir bölge Medine merkezî hükümetinin
doğrudan yönetimi altına girince, Rasûlullah @ halkın işleriyle ilgilenmek üzere
bir çok vali, zekat tahsildarı ve hâkim (kadı) tayin ederek onları muhtelif
yerlere gönderdi. Bu devlet memurlarım tayinde Rasûlullah @'in aradığı özellikler
genel olarak şunlardı:
a- O bölgenin ilk memuru veya orada ikamet eden biri olması;
b- Dürüst olması;
c- Sağlam karakterli ve güzel ahlâklı olması; ve
d- Müslüman olmakla beraber idareye ehil olması.
Memurların tayininde sosyal statülerine bakılmadığı
gibi kabile ve kavimleri de asla dikkate alınmazdı. Bir Arabın, bir Farslıya
yahut zenciye arap olduğu için tercih edildiği görülmemiştir. İnsanlar ancak
ehil olmalarıyla sorumluluk makamlarına getirilmişlerdir.
Bahreyn, îslâm Devleti'nin yönetimi altına girince,
Rasûlullah @, bu devletin müslüman olan hükümdarını yönetim tecrübesi olması
dolayısıyla devlet merkezinde tuttu. Bahran Gûr'un aile efradından Bâzân b.
Sâsân, Pers-lerin Yemen'deki son valisiydi. Bâzân ve tebâsı da müslüman olunca
Peygamber @ onu yönetim ve
hükümet işlerinde tecrübe sahibi olması hasebiyle bu vazifede bıraktı. Bâzân
b. Sâsân ölünce, aynı esasa dayanarak oğlu Sher b. Bâzân da Yemen'in bir bölümü
olan Safa'ya vali olarak tayin edildi.
Bu memurlar değişik görevler îfa ettiler. Sorumlu
oldukları bölgelerde etkili bir yönetim sürdürdüler; haraç ve zekât gibi
vergileri topladılar ve ihtilafları karara bağladılar. Bu Önemli
vazifelerinden başka, İslâm'ı tebliğ etmekle ve diğer müslüman memurların
tâlim ve terbiyelerinden de sorumluydular.
Rasûlullah @, memurları göreve sevkederken onlara sık sık öğüt
verirdi. İbni Abbâs'dan rivayetle, Peygamber @ Muâz b. Cebel'i Ye-men'e vali
ve kadı olarak gönderirken şu tavsiyelerde bulunmuştu: "Ey Muâz!
Yemenlileri (öncelikle) Allah'tan başka ibadete lâyık bir tanrı olmadığını ve
benim de Allah'ın Peygamberi olduğumu bilmeğe ve tanımağa davet et! Eğer bu
iki şehadeti kabul ederlerse bu defa onlara her gece ve gündüz üzerlerine beş
vakit namaz farz kılındığını öğret. Eğer namazın vücubunu namaz kılarak itiraf
ederlerse, bu defa da onlara bildir ki, Allah, kendilerine mallarında zekat
farz kılmıştır. Bu zekat, zenginlerinden alınır ve onların fakirlerine
verilir." (Buhari ve Müslim).
Devlet memurlarının, herhangi birinden her ne
suretle olursa olsun hediye ve bahşiş almaları kesinlikle yasaklanmıştı. Bu
hususta Rasûlullah @ tarafından sıkı bir İmtihana ve muhasebeye tâbiydiler.
Bir defa Peygamber @, Benî Süleym
kabilesinin zekâtlannı toplamak üzere Îbni'1-Lüte-biyye isimli zâtı memur
tayioı buyurdu. Bu zât, memuriyet görevini yerine getirip dönünce, zekat mallarından bir kısmını işaret ederek:
"Bu sizin içindir. Bu kısım da bana hediye edilmiştir." demesi
üzerine Rasûlullah @ derhal minbere çıkarak Allahu Teâlâ'ya ham-dü sena
eyledikten sonra: "Bir âmil (zekat tahsildarı) ki, onu ben göndereyim de,
o da 'bu sizindir, bu da bana hediye edilmiştir' desin. Bunun düşüncesi nedir?
Babasınm, anasının evinde oturaydı da göreydi ki kendisine bir şey hediye edilir
miydi, yoksa edilmez miydi? Nefsim yed-i kudretinde olan Cenâb-ı
Vâcibü'l-Vücûd'a yemin ederim ki, bu zekat malından her kim bir şey alırsa,
aldığı şey, kıyamet gününde boynu üzerine yüklenmiş olarak gelecektir.
Yüklendiği şey de ağzı köpürmüş devedir veya kendisine has sesiyle bağıran
inektir veyahut da meleyen bir koyundur." buyurdu. Daha sonra ellerini
kaldırarak dua etti ve "işte Yâ Rabbî, emrini tebliğ eyledim!"
diyerek hutbeyi bitirdi (Buharı ve Müslim).
O'nun kasteddiği, zekât toplayıcılarının hediye
olarak aldıklarının rüşvet olduğu ve bunların hizmet süresince herhangi bir
devlet memuru tarafından asla kabul edilmemesiydİ.
Adiy b. Adiy; "Rasûlullah @ Efendimizin şöyle
buyurduğunu işittim" diyerek rivayet ediyor: "Bizim, kendisini bir
vazife ile gönderdiğimiz her şahıs, (vergi cinsinden) ne almışsa, onun azını,
çoğunu yani hepsini teslim etsin. Kim bir ipliği dahi saklayarak İhanet ederse,
kıyamet gününde onu boynunda taşır ve hesabını verir." (Müslim).
Burada Al-i İmrân Sûresi'nin 161. âyetine işaret
edilmektedir. Âyette Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Bir peygamberin,
ganimet malını gizlemesi (emanete hıyanet etmesi) asla (doğru) olamaz. Kim
emanete hiyânet eder, aşırırsa kıyamet günü aşırdığım boynuna yüklenip
getirir. Sonra herkese kazandığı tastamam verilir, hiç haksızlığa
uğratılmazlar." (3: 161).
İnsanların
yakınlarına haksız kazanç temin ettikleri bu tür uygulamaları sona erdirmek
için Rasûlullah @,
kendi aile fertlerine sadaka ve zekât verilmesini yasakladı. Hatta herhangi bir
aile ferdini vergi veya zekât toplayıcısı olarak asla tayin etmedi. Çünkü bu
memurla-n ücretleri vergi gelirlerinden ödeniyordu, pu kuralı, kendine olan
yakınlıkları sebebiyle aile efradının haksız menfaat elde etmemeleri için
koydu. Resmî vazifelerinden dolayı kendilerine ve yakınlarına hediye ve rüşvet
gibi adlarla haksız kazanç elde etmenin yollarını kapayan bu uygulama diğer
Müslüman yöneticiler ile üst makamlardaki memurlara da bir hatırlatma ve
haleflerine bir numuneydi.
Ayrıca Rasûlullah @, hakkından fazla ücret alan herhangi bir
devlet memurunun, itimadı sarsması ve emanete ihanet etmesi sebebiyle günahkâr
olacağı hususunda önemle durdu. (Ebû Dâvud). Devlet memuriyetini arzu edene
veya istekte bulunana vermemeyi bir kural hâline getirdi. (Buhari ve Müslim).
Rasûlullah @, devlet memurlarının yönetim işlerinde halka karşı
sert muamelede bulunmalarını yasaklayarak herkese karşı nâzik ve kibar
olmalarını tavsiye etti. Özellikle zekat tahsildarlarından zekât toplarken
yumuşak ve tatlı dilli olmalarını istedi. Görevleri süresince, halka nezaketle
davranmaları, işlerini kolaylıkla halletmeleri ve onlarla asla münakaşa
etmemeleri üzerinde ısrarla durdu (Buhari ve Müslim). Zekât veya vergi toplayan
memurlara, âdil olmalarının karşılığı olarak elde ettikleri güven ve itibar
ile haksız bir muameleye girişirlerse mesul tutulacaklarını da hatırlattı
(Ebû Davud), Rasûlullah
@'in, cizye vergisi toplanırken gayri müslimlere haksız ve hatalı muamele
yapılmaması hususunda kesin emri vardı. Ayrıca ödeme esnasında onlara yumuşak
davranmalarım ve mümkün olan her kolaylığı sağlamalarını öğütledi. Rasûlullah
@'den rivayet edildiğine göre, dünyada insanlara ezi yet edenler sonuçta
Allah'ın kendilerine vereceği daha
şiddetli bir eziyet ile karşılaşacaklardır (Müslim).
Bu hususta Hz. Peygamber @'İn duası
şöyledir: "Ey Allah'ım! Her kim ümmetimin bir işi üzerine tayin olunur da
onları meşakkate dü-şürürse, sen de onu meşakkate düşür. Ve her kim ümmetimin bir
işi üzerine tayin olunur da onlara rıfk ile muamele ederse, Sen de ona
yumuşaklık göster."
Herhangi bir devlet işinde veya adalet mekanizmasında
meydana gelen iltimas, haksız muamele kesinlikle yasaklanmıştı.
Beni Mahzûm kabilesinden hırsızlık eden bir
kadın Kureyş'i bir hayli meşgul etmiş, onun hakkında Rasûlullah @ ile konuşmak
üzere Üsame b. Zeyd'i aracı kılmışlardı. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre
Rasûlullah @ Üsâme'ye: "Allah'ın hududundan bir hadd hakkında şefaat mı ediyorsun?"
demiş; bundan sonra ayağa kalkarak hutbe okumuş ve: "Ey insanlar! Sizden
Öncekiler ancak ve ancak şu sebeple
helak olmuşlardır: Aralarından şerefli biri hırsızlık ederse onu bırakırlar; zayıf
bir kimse çalarsa ona emredilen cezayı tatbik ederlerdi... Allah'a yemin olsun
ki, Muhammed @'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsa onun da eli kesilir."
buyurmuştur. (Bu-hari ve Müslim).
Adaletin her halükârda insanlar arasında uygulanması
İslâm'ın önemli bir prensibidir. Rasûlullah @, etki ve sonuçlarını dikkate almaksızın
bu hükmü uyguladı. İnsanlar arasında adaletle hükmetmesi Allah tarafından kendisine
emredilmişti. (42:15). Rivayet edildiğine göre, Rasûlullah @'e, öfkeli ve
sevinçli olduğu zamanlarda bile adaletin icablannı gözetmesi emredilmişti.
(Buhari ve Müslim).
İslâm
Hukuku'nun tamamen adalet, merhamet ve hikmete dayandığı burada ifade edilmelidir.
İslâm Dini'nde bir prensip vardır: Adalet ve insaf yolundan saparak kötülük ve
ahlâksızlıklarla dolu bir alana yönelen; merhametin gereklerine karşı olan;
rüşveti ve günahkârlığı destekleyen veya gayesiz olmaları için insanları akim
ve ilmin yolundan uzaklaştıran herhangi bir davranışın İslâm ile hiçbir alâkası
olmadığı gibi O'nun bir parçasını da teşkil edemez. (İbn-i Kayyım, Alem
el-Murakkî, c. III) İslâm'ın adalet dini olduğu
apaçık bir gerçektir. Âlimler ve fâkihler, hak ve adalete teslim olana Müslüman
dendiği hususunda önemle dururlar.
Bir peygamber, Allah tarafından sadece
sosyal, iktisadî ve siyasî ıslahatları tanıtmak, bu ekonomik reformlara
vasıtalar bulmak veya herhangi bir kimseye hayatın ahlâkî prensiplerini
öğretmek için gönderilmez; aynı zamanda güzel, temiz ve rahat bir hayata yönelsinler
diye insanlığın bütün hayatını günahtan ve kötülükten temizlemek için
gönderilir. (57: 25). Böylece O, madde ve manasıyla insanın bütün yönleriyle
ilgilenir, hayatını iyileştirmeye cehdeder. Gıdasını yeterli derecede alamayan
vücut gelişemez; güçsüz düşer. Hayat sistemleri de ahenk ve düzen olmaksızın gereği
gibi çalışıp ilerleme ve yükselme kaydedemez. Allah'ın yeryüzündeki elçileri
olan peygamberler, insanı ve hayat düzenini bu perspektifte ele alırlar. İnsan
hayatının herhangi bir sahasında buldukları engelleri ortadan kaldırmaya
çalışır ve gördükleri hataları düzeltirler. Ancak düzgün işleyen bir kural var
ise ona dokunmazlar. Çünkü gayeleri, insan hayatını bozmak veya altüst etmek
değil; aksine bütün kuralların ana gaye doğrultusunda ahenkle işlemesi, adalet
ve hürriyet içinde barış ve huzurun temin edilmesidir.
Bundan dolayı Rasûlullah @'e, insanların hayat
sistemlerine dahil ettikleri bütün kötülük ve uyumsuzlukları temizlemesi Rabbi
tarafından emredilmişti. Muhakkak ki her peygamber; insanların refah ve ıslâhları,
zamanın İhtiyaç ve olaylarına, bunların güç ve vasıtalarına uygun olarak dünya
düzeninin sağlanması için üzerlerine düşenin en iyisini yapmıştır. Bu zaman
zarfında insan tecrübesi şunu göstermiştir: Mülkiyetin büyük ölçüde tek elde
toplanması, dünyadaki iktisadî faaliyetlerde daima aşırılığa ve baskıya yol
açmıştır. Bu, sadece insanlık düzeninin dengesini bozmakla kalmaz, aynı
zamanda bir kısım insanların diğerlerine karşı haksız muamelelerine ve saldırganlıklarına sebebiyet verir. Bu kötülükleri ortadan kaldırmadan
peygamberlerin müsbet ve yapıcı gayretleri bir netice vermeyecekti. Çünkü
bunlara mani olunmadan uzun süre Jcendi haline bırakılırsa, meydana gelecek
karşılıklı ihtilaf ve çatışmalar toplumu derece derece bozarak "Fıtrat
KanunıTnun sonuçlarını davet ederler (17:16).
Zenginler servet elde etmek için âdil
olmayan yollar kullandıkları, fakir ve zayıflan istismar edip ezdikleri ve
servetlerini israf içinde harcayıp lükse daldıkları zaman, servetin eşit olmayan
dağılımı toplumda hayatın dengesini bozar. Zengin daha zengin, fakir daha fakir
olur. Sonuçta bu ekonomik tablo insanların huzur ve refahını alt-üst eder,
topluca çöküşü beraberinde getirir. Bir tarafta lüks ve sefahate milyonlar
harcayan zenginler ve diğer tarafta temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan
sefalete boğulmuş kitleler: Servetin bu âdil olmayan dağılımı toplumları helak
eder.
Halkın gelir dağılımı arasında var olan uçurum onların iman ve
ahlâklarının önünde bir engel olarak dururken hiçbir peygamberin tebliğinde
tesir ve başarı sağlayabileceği düşünülemez.
Allah'ın rasûlü Hz. Muhammed @, toplumda âdil olmayan gelir
dağılımının sebep olacağı kötü sonuçlan yeri geldikçe ifade etmiştir. Rivayet
edildiğine göre bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Bir taraftan aşın
servet Müslümanların imanlarını ve ahlâklannı tehlikeye atarken, diğer yandan
yoksulluk onları küfre sürükleyebilir."
Bir defasında Rasûlullah @ bazı Müslümanları
fakir ve perişan bir hâlde gördüğünde Şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Bu
insanlar Çıplaktırlar; onlan giydir. Ey Rabbim! Bu insanlar açtırlar; onlan
doyur." (Ebû Davud).
Münzir b. Cerîr'in rivayetine göre; "Bir öğle vakti
ashabı, Rasûlullah @'ın huzurunda iken Mudar kabilesinden aç, çıplak bir
fakirler kafilesi gelmişti. Bunları derin bir yoksulluk içinde gören Peygamber
@'in müşfik siması
birden değişmişti. Bilâl'e ezan okumasını ve
kamet etmesini emreyledi. Öğle namazım kıldıktan sonra irâd ettiği beliğ bir
hutbesinde sadakaya, yardım ve dayanışmaya teşvik buyurdu, ilk önce Ensar'dan
bir zât, elinde taşıyamayacak kadar ağır ve para ile dolu bir torbayla geldi.
Bundan sonra yiyeceğe ve giyeceğe dair kesretli ve önemli iki küme mal bunu
takip etti. Bu olayda Rasûlullah @'in mübarek yüzünü, altın yaldızlı gümüş bir
levha gibi parlar surette gördüm..." (Buharı ve Müslîm).
Rasûlullah @, beşerî ihtiyaçlann tedarik edilmesini, maişet
temini için çalışmayı Müslümanlar için hemen hemen farz görecek kadar Önem
vermiştir. O'nun, "fakirlik insanı küfre yaklaştırır" (Müslim) sözü
insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasının gerekliliğini göstermektedir.
Çünkü bu istek ve ihtiyaçlar karşılanmazsa insan manevî yönünü koruyamaz.
Maddî varlık öncelikle sahibine ibadetlerinde yardımcı olur.
İbadeti takviye, yemek, giymek, mesken ve evlenmek gibi zaruri ihtiyaçlar ekonomik
şartların yerinde olmasıyla temin edilir. İslâm'ın hacc ve zekât emirleri,
sadaka ve mal ile cihad da servetin varlığıyla doğrudan ilgilidir.
Yine Kur'ân, insanın ahlâkî ve manevî yükselişi
için iktisadî refahı, önceden gerekli şey olarak gösterir; çünkü zarurî
ihtiyaçlarım karşılayamayan bir kimse ne iyi bir vatandaş olabilir, ne de
ahlâkî faziletlerini geliştirebilir. Muhtaç insanlardan dinî veya ahlâkî bir
ölçüye tâbi olmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Bu yüzden islâm, kendi
iktisadî sisteminde herkesin aslî ihtiyaçlarını temin etmiştir. Rasûlullah
@'in, "Nerede ise fakirlik küfür olacaktı" sözü her ferdin aynı temel
ihtiyaçla-nna işaret etmektedir.
Böylelikle İslâm, insan hayatının maddî ve manevî yönleri
arasında bir denge kurmaya Çalışır; çünkü birindeki eksiklik diğerinde de
eksikliğe yol açacaktır. İslâmın öngördüğü sistemde
insanı,
bir yanda maddî kazancıyla meşgul iken diğer yanda kulluğunun şuurunda
buluruz: "Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah'ı anmaktan,
namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı erkekler. (Onlar), yüreklerin ve
gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar." (24: 37). Allah
nimetlerini sebepsiz olarak bahşetmez, onları ancak hak edene lütfeder.
Alıcının kendisini içten sevdiğini, karşısında huşu ile durduğunu, lûtfunu
isteyip gazabından çekindiğini, maddî kazançlar peşinde koşturmadığım ve
dünyevî meşguliyetlerine rağmen., kalbini daima zikirle uyanık tuttuğunu
gördüğü zaman nimetlerini yayar. Bunları hak eden kişi, alt seviyedeki manevî mertebelerle
yetinmez. Rabbinin kendisini vâsıl edeceği zirvelere ulaşmaya gayret eder. Bu
fâni dünyanın değersiz kazançlarına göz dikmez, bunun yerine gözü hep ebedî
âhiret yurdundadır. Bütün bu vasıflar, kişinin Allah'ın nurundan faydalanıp
faydalanamayacağını belirleyen ölçülerdir. Sonra, Allah nimetlerini vermeye
razı olduğu zaman, bunları hesapsız verir, eğer kişi bunları bütünüyle
alamıyorsa, bu kabının dar olu-şundandır. (The Meaning ofthe Qur'ari).
Bu husus Rasûlullah @ tarafından şöyle dile
getiriliyor: "Sizin en hayırlınız ahireti için dünyayı, dünyası için
ahireti terketmeyen ve başkalarına yük olmayandır."
Rasûlullah @ burada, hayatın ahlâkî ve iktisadî yönlerinin
ahengini insanların zihnine yerleştirmek istemiştir. Bir kimse ne hayatın maddî
vasıtalarının elde edilmesi çabasında bu dünya hayatına tamamen kendini kaptırmak
ve Allah'ı (O'nun hayatla ilgili emirlerini) unutmah ve ne de iktisadî sahayı
görmezlikten gelecek kadar manevî hayata meylet-melidir. Herşeyi lâyık olduğu
gibi yerli yerinde değerlendirmelidir.
"Başka insanlara yük olmamalıdır"
buyurmakla Rasûlullah @, İslâm'ın, çalışmayıp başkalarına bağımlı olan
kimseleri tasvip etmediğini açıkça belirtmektedir. İslâm insanlara, hem şahsî
ihtiyaçlarını temin etmeleri hem de
başkalarına
faydalı olabilmeleri için çalışmalarını telkin eder.
Rasûlullah @'in; "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya İçin, yarın
ölecekmiş gibi ahiret için çalışın." buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu
ha-dis-i şerifte Rasûlullah @, müslümanlara doğru ve orta yollu bir hayat
seyrini benimsemelerini, böylece maddî ve manevî ihtiyaçları arasında ahenk
sağlamalarını tavsiye etmektedir. Bİr tarafı ihmal edip diğer tarafa
yönel-memelidir. Çünkü madde ve mâna eşit derecede öneme sahiptir. Bunların
her ikisi bir arada olmadığında insan hayatı eksiktir. Bu şekildeki bir terbiye
insanın hayatında aşırılıklardan uzak, orta bir yol tutmasını mümkün kılar.
Hz. Peygamber, insanların kendileri için
oluşturdukları her türlü yanlış din telâkkilerini reddetmiş ve dinin insanlara
bu dünyadan nefret etmeyi öğretmediğini, dünyadan nefretin bir insanı muttaki
yapmayacağını belirtmiştir.
Kur'ân ve Sünnet'in ortaya koyduğu bu iktisadî yapıyı Rasûlullah
@'ın ilk dört halifesi bütünüyle tatbik etmiştir. İlk halife Hz. Ebû Bekr
(r.a.), halifeliğinin siyasetini şu sözlerle ifade etmiştir: "Ey insanlar!
Sizin en iyiniz olmadığım hâlde başınıza geçmiş bulunuyorum. Vazifemi yollu
yolunda ifa edersem bana yardım ediniz, yanılırsam bana doğru yolu gösteriniz.
Doğruluk emanet; yalancılık hıyanettir. Aranızdaki zayıf, hakkını alıncaya
kadar benim nazarımda kuvvetııaır. Yine aranızdaki güçlü, ondan başkasının
hakkını alıncaya kadar zayıftır. Bir millet Allah yolunda cihaddan geri
kalırsa, o millet zillete düçâr olur..."
Bu sözleriyle Hz. Ebû Bekr, toplumdaki iktisadî eşitsizlikleri
her an sona erdirebilmek için bir yol göstermiştir. Zayıfın hakkı yerde kalmaz;
kuvetli görünen de olsa derhal hakkın gereği îfa edilir. Bu sistemde
fazlalıklar, bunları gayri âdil ve hileli yollardan elde eden kişilerden alınırken;
kendi haklarına düşeni tam olaiak alamayanlara hisseleri teslim edilir-
Böylece, toplumda iktisadî adalet ve ahenk sağlanmış olur.
İkinci
halife Hz. Ömer (r.a.) da, şu sözleriyle bu adalet prensibine işaret
etmektedir: "Allah'a yemin ederim ki, içinizden hiçbir kimse, hakkını
başkalarından alıncaya kadar benim gözümde zayıftan daha güçlü değildir. Yine
içinizden hiçbir kimse, başkalarının sırtından haksızlıkla kazandığı paylarını
ondan geri alıncaya kadar, benim gözümde güçlüden daha zayıf değildir."
(Muhammed Hüseyn Heykel, el-Fâruk).
Hz. Ömer, sosyal adaleti temin etmede son derece titizdi ve bir
suç işlendiğinde hiçbir kimseyi kayırmamıştı. Bir defasında şöyle demişti:
"(Zayıfın hakkını gasbeden) bir mütecavizi yakalarsam başını ayağımın altına
alıp o haksızlığa uğrayanın bütün hakkını ondan alacağım. Müslümanlardan önce
ben kendi yanağımı yere koyacağım."
Bu sözleriyle Halife Hz. Ömer, bize sosyal adaletin önemini
hatırlatmıştır. Çünkü ekonomik sistemde dengesizlik ve aşırılık bulunduğu müddetçe
toplum olgunlaşamaz. Gerçekte, toplumdaki güven, başarı ve refah; ahenk, itidal
ve adaletle oldukça yakın bir şekilde birbirine bağlıdırlar. Toplum bu prensip
üzerinde yürüdüğü sürece gelişecek ve orada hiçbir dert zuhur etmeyecektir.
Rasûlullah @ adalet prensibinin aslını şu sözlerinde açıkça
beyan etmiştir: "İşlerin en hayırlısı itidalli olanıdır" (Buharî).
Yine aynı prensip hakkında Rasûlullah @'dan şu hadis-i şerif rivayet ediliyor:
"Ben (içtimaî hayatta bütünüyle uygulanan) güzel ahlâkı insanlara öğretmek
için gönderildim" (Muvatta, Müs-ned-i Ahmed).
Şah
Veliyullah Dehlevî, bu prensibi aşağıdaki sözleriyle genişletmeye çalışmıştır:
Şu önemli nokta hatırlanmaya değerdir. Allah'ın rızasına, hayat mücadelesinden
kaçınılarak ulaşılamaz. Peygamberlerden hiç biri bunu tavsiye etmemiştir.
Mağaralara ve manastırlara çekilip
barbarlar gibi münzevî bir hayatı benimseyen insanlar Allah tarafından
sevilmezler. Onların bu hareketi, Rasûlullah @'in talimatına aykırıdır.
Ashabdan bazıları münzevî bir hayatı arzuladıklarında Rasûlullah @, onları bu
davranışlarından alıkoyarak: 'Ben riyaziyeyi va'zetmek için değil, dininde
zorluk olmayan İbrahim peygamberin yolunu tebliğ için gönderildim."
buyurmuştur.
Peygamberler, mevcut sosyal sistemi ıslah etmekle
emrolunmuşlardır. Eğer insanlar sisteme herhangi bir ahenksizlik sokmuşlarsa
peygamberler ahengi geri getirmeye çalışırlar. Allah, gayretlerini sadece
maddî refahın teminine hasretmiş insanlardan müteşekil bir sistemi de sevmez.
Gerçekte Allah, lüks içinde bir hayat yaşanmasını da, riyazeti de sevmez. Her
iki yönü de göz önüne alarak peygamberlere, orta yolu benimsemeleri ve böylece
insan hayatının maddî ve manevî yönleri arasında bir denge kurmaları
buyurulmuştur." (Şah Veliyullah Dehlevî, Hüccetüllâhi-l Bâliğa,c.l,sh.
105-106).
Belirtildiği gibi insana, manevî hayatını kemale
erdirmesi için maddî hayatını da imar etmesini öğretmiş olması, İslâm'ın en
önemli katkılarındandır. Hayatın bu ahlâkî telâkkisi, birbirine zıt sistemler
arasında pratik bir köprü oluşturur. Bir yandan yeryüzündeki herşe-yin insanın
kullanımı için olduğu bildirilirken, diğer yandan insanın kendi nefsine olduğu
kadar, ailesi, yakınları, içinde yaşadığı toplumu ve bütün insanlığa karşı
mesul olduğu hatırlatılmaktadır. Kendi servetinden bizatihî İstifade ettiği
gibi aynı şekilde başkalarının da bundan faydalanmasına müsaade etmelidir.
Böylece, insanın bencilliğini cömertliğe çevirmekle ve
maddiyat ile maneviyatı dengelemekle İslâm, en karmaşık ve müşkil meselenin
pratik çözümünü göstermiştir. Adalet ve eşitliğe dayalı bir sosyal sistem
kurarak hayatın maddî ve manevî yönlerinden istifade etmesini mümkün
kılmaktadır. Bu hedef Öylesine basit bir tarzda gerçekleşmektedir ki, fert,