BİRİNCİ BÖLÜM... 1

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM... 1

HÂKİM... 1

Giriş. 1

Adalet İlkesi 1

Hukukun Üstünlüğü. 2

Hâkimin Mesuliyeti 3

Hâkimlik Makamı 3

İddiayı Delillendirmek Davacıya Aittir 3

Şahitlik. 3

Cinayet Davaları 3

KISIM 1. 3

MİRAS HUKUKU.. 3

Veraset 3

Vasiyet 3

Zekât 3

Hz. Peygamber @'in Kararlan. 3

Borçların ödenmesi 3

Evlilik Ve Boşanma. 3

Miras. 3

KISIM 2. 3

CEZA HUKUKU (I) 3

Giriş. 3

Kişinin Hayat Hakkının İhlâli 3

Zina Meselesi 3

Tarihî Veçhesi 3

İslâmî Görüş. 3

Mülkiyet Hakkının İhlâli 3

Faiz Ve Diğer Yasak Muameleler 3

Savaş ve Barış Hükümleri 3

Diğer Ağır Suçlar 3

KISIM 3. 3

CEZA HUKUKU (II) 3

Kasden Adam Öldürmenin Cezası 3

Diyet 3

Müslümanın Katli 3

Meslekî Sorumluluk. 3

Mesuliyeti Bulunmayan Suçlar 3

Namus Kudsiyetinin İhlâli 3

Zina. 3

KISIM 4. 3

CEZA HUKUKU (III) 3

Zinâ İftirası (Kazf) 3

Li'ân Kanunu (Lânetleşme) 3

Hırsızlığın Cezası 3

İçkinin Cezası 3

Mahkeme Kararları 3

1- Kölenin Öldürülmesi 3

2- Bir Kızın Öldürülmesi 3

3- Doğmamış Çocuğun Öldürülmesi 3

4- Hz. Ali'nin İlginç Kararı 3

5- Haram Kişilerle Evlenmenin Cezası Olarak Ölüm.. 3

6- Suçun İtirafı 3

7- Düşük Vak'aları 3

8- Şüphe Üzerine Öldürme. 3

9- İçki İçmek. 3

10- Hırsızlık: 3

11- Tek Taraflı İtirafta Cezalandırma. 3

12- Kazf. 3

13- Yaralama Ve Yara Tazminatı 3

14- Evli Bir Kişinin Zinası 3

15- Bekârın Zinası 3

16- Tecavüz. 3

17- Allah'a İsyan Ve İrtidat 3

KISIM 5. 3

İDEAL HAKİM... 3

Muhakeme Usûlü. 3

İKİNCİ BÖLÜM... 3

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM... 3

DÂVETÇİ. 3

KISIM 1. 3

İSLAM'A DAVET. 3

İslâm'ın Davet Görüşü. 3

Allah'ın Emri 3

Dâvet'En Büyük Hayırdır 3

Misyon, Din İçin Gereklidir 3

İslâmî Davetin Mahiyeti 3

Hürriyet 3

Gerçekçilik. 3

Evrensellik. 3

KISIM 2. 3

HZ. PEYGAMBER 'ÎN DAVETİ. 3

Davet ve Tebliğin Prensipleri 3

Peygamberlerin Davet Adabı 3

Davet Yolunda. 3

KISIM 3. 3

HZ. PEYGAMBER@'İN DAVET YOLUNDA KARŞILAŞTIĞI ENGELLER.. 3

Dâvasından Vazgeçirmek İçin Müşriklerin Gösterdiği Çabalar 3

Ailesine Baskı 3

Alay, Hakaret, Taciz. 3

Halkın Dikkatini Başka Yönlere Kaydırmak İçin Yapılanlar 3

Rasûlullah @ Konuşurken Gürültü Çıkarmak. 3

Boykot Silâhı 3

Hz. Peygamber @'i Öldürme Teşebbüsleri 3

Sürekli Takip Ve Bıktırma Taktikleri 3

İnsanların Gözünde Küçük Düşürme Gayretleri 3

Delilik İthamları 3

KISIM 4. 3

HZ. PEYGAMBERDİN DAVET İÇİN ELÇÎ GÖNDERMESİ. 3

Bilenlerin Bilmeyenlere Öğretmesi 3

Gönderilen Elçiler Ve Mektuplar 3

KISIM 5. 3

HZ. PEYGAMBER @'İN BÜYÜK ZEKÂ VE FETÂNETİ. 3

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM... 3

ISLAHATÇI. 3

Rasûlullah @'in Çok Yönlü Islâhatları 3

İlâhî Rehberlik. 3

KISIM 1. 3

YÖNETİMDEKİ ISLAHATLAR.. 3

Devlet Memurlarının Tayini 3

Memurların Görevleri 3

Rüşvet Olarak Verilen Hediyeler Konusu. 3

Devlet Memurlarının Sert Davranmaları Yasaklanmıştı 3

Haksız Muamele. 3

Her Durumda Adaletin Gözetilmesi 3

KISIM 2. 3

İKTİSADİ ISLAHATLAR.. 3

 

 

 

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM

 

HÂKİM

 

Giriş

 

Allah'ın Son Peygamberi ve Rasulü Muham­med @ adaleti tatbik edenlerin en mükemme­lidir. O, bütün dâvalarda kasıt, inanç ve ya­kınlık gözetmeksizin eşitlik ve adaletle hük­metmiş, dost ile düşmanı ayırdetmemiştir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle beyan edilmektedir: "Ey iman edenler! Adaleti tam yerine getire­rek Allah için şahitlik edenler olun, kendini­zin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılma­yın)...." (4:135).

Her dâvaya delillerine göre bakmış ve herşe-ye rağmen adalet ve tarafsızlık hususunda ebedî bir örnek olmuştur. Baktığı davalar, hukukî meselelerde onun görüşünün tabiatı, niteliği ve şümulü hakkında oldukça aydınla­tıcı bilgiler verir.

Adlî tatbikatta, yardımı sanığın lehine kullan­ma anlayışım tanıtma onun hâkimliğinin özel bir hususiyetidir.

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed @ Medine'de,

Müslümanların Yahudilerle veya kendi arala­rında ortaya çıkan anlaşmazlıkları karara bağ­lamıştır. Bu meselelerde, her dâvayı hakketti­ği şekilde hükme bağlayıp tarafsızlık ve ada­letin ebedî timsalini oluşturmuştur. Rabbi tarafından insanlar arasında mutlak adaletle hükmetmesi için gönderilmiş ve bu sahada kendi uygulamaları ile kanun hâkimiyetini kurmuştur. Allah O'na insanlar arasında taraf­sız bir hâkim olmasını şu ifadelerle emreder: "Şüphesiz, Allah'ım sana gösterdiği gibi in­sanlar arasında hükmetmen için biz* sana Ki-tab'ı hak olarak indirdik. (Sakın) Hainlerin sa­vunucusu olma. Ve Allah'tan bağışlanma dile. Gerçekten Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Kendi nefislerine ihanet edenlerden yana mü­cadeleye girişme. Hiç şüphesiz Allah, ihanet­te ilerlemiş günahkârı sevmez." (4:105-107).

Bu âyetler o dönemde meydana gelen bir olayla ilgili çok önemli noktalara temas et­mektedir. Ensar'dan Benî Zafer kabilesine mensup Te'ame veya Beşir b. Ubeyrik diye bilinen bir zat vardı. Te'ame, ensardan bir başkasının zırhını çalmış ve onu bir Yahudi-nin evinde saklamıştı. Hırsızla ilgili soruştur­ma başlatıldığında zırhın sahibi meseleyi Rasûlullah @'a götürdü ve Te'ame'den şüp­helendiğini anlattı. Fakat Te'ame, akrabaları ve Benî Zafer kabilesinden birçok kişi işbirli­ği yapıp suçu, suçsuz olduğunu savunan Ya-hudinin üzerine yıktılar. Te'ame'nin taraftar­ları suçlamalarını sürdürerek Yahudi için şöy­le dediler: "Hakkın düşmanı olan, Allah ve Rasulü'ne inanmayan bir Yahudinin sözüne güvenilemez. Oysa biz müslümanız ve güve­nilir kişileriz, o halde bizim sözümüze inanıl-malı." Rasûl-ü Ekrem @ tabiî olarak, doğru gibi görünen bu iddialardan etkilendi; nere­deyse Te'ame'yi beraat ettirip Yahudi aleyhi­ne karar verecekti ki, meseleyi açıklığa ka­vuşturan vahiy geldi.

Bir hâkim olarak Peygamber @, kendi önüne getirilen delillere göre hüküm verecek olsaydı hatalı sayılmazdı. Çünkü hâkimler kendi ön­lerine getirilen delillere göre hüküm vermek zorundadırlar ve bazen insanlar hâdiseyi yan­lış sunarak kendi lehlerine karar verilmesini sağlayabilirler. Fakat meselenin başka bir cephesi daha vardır: Şayet Rasûlullah @, İslâm ile küfr arasında kıyasıya bir çatışmanın hüküm sürdüğü o dönemde kararını Ya­hudinin aleyhine verseydi, İslâm düşmanları İslâm Davası'na karşı kuvvetli bir manevî si­lah ele geçirmiş olacaklardı. İslâm aleyhine sıkı bir propagandaya girişip, "Müslümanlar arasında adaletten eser yoktur; bu Yahudi aleyhine verilen karardan da anlaşılacağı üze­re, her ne kadar karşı gibi görünseler de onlar tarafgirli ve peşin hükümlüdürler" diyecekler­di. Bu sebeple Allah, meseleye doğrudan mü­dahale ederek müslümanlan bu tehlikeden uzaklaştırmıştır.

Bu âyetler, bir taraftan kendi kabilelerinden suçlu olan kişinin suçunu gizlemeye çalışan müslümanlan tarafgirlikleri (kavmiyetçilikle­ri) sebebiyle sert bir şekilde azarlarken diğer taraftan da tarafgirliklerinin adalete giden yo­lu tıkamasına müsaade etmemeleri gerektiğini genellikle bütün müslümanlara öğretiyordu. Bİr ferdin, haksız bile olsa kendi halkından birisini savunup haklı olduğu halde karşı; gruptan birini suçlaması apaçık bir ihanettir., (The Meaning of îhe Qur'an, c. I). Müslü­manlara bu aşağılık tarafgirliği bütünüyle ter-ketmeleri ve herkesi adalet esasma göre mu­hakeme etmeleri açıkça emredilir.

 

Adalet İlkesi

 

"Ey iman edenler! Şüphesiz Allah size ema­netleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bu­nunla size ne güzel öğüt veriyor." (4:58).

Bu âyet, müslümanlan kendilerinden önce gelenlerin düştükleri hatalardan sakınmaları hususunda uyarır: Dejenere oluşları süresince İsrailoğul'an yetkiyi hep beceriksiz ve ehil olmayan kişilere vermişlerdir. Sorumluluk is­teyen işleri ehliyetsiz, dar kafalı, düşük ahlâklı, şerefsiz ve adaletsiz kişilere vermele­rinin sonucu toplum yapısı bütünüyle çök­müştü. Onlar adalet ruhunu çoktan unutmuş­lar, açıkça adaletsiz, şerefsiz, zâlim olmuşlar ve hiçbir vicdan azabı duymaksızın zulüm işleyebilecek dereceye düşmüşlerdi. Bizzat Müslümanlar bu zulmü acı bir şekilde tatmış­lardı. Yahudiler, iki tarafın yaşadığı hayata yakinen şahit olmalarına ve hangi tarafın doğ­ru yolda olduğunu açıkça görmelerine rağ­men, mü'minlere karşı putperest Kureyşli-ler'in yanında yer alıyorlardı. Bir taraftan Rasûlullah @ ve ashabının saf ve temiz ha­yatı; diğer taraftan kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, üvey anneleri ile evlenen ve Kabe'yi çıplak vaziyette tavaf eden müşrikle­rin ahlâksız hayatlarım görüyorlardı. Bunlara rağmen "ehli kitap" hâlâ putperestleri, iman edenlere tercih ediyor ve utanmayıp pişkinli­ğe vurarak onların mü slüm ani ardan daha doğru bir yolda olduklarını ilân ediyordu. Al­lah da mü'minleri bu tür haksızlıklara karşı uyarmakta; her zarnan hakkı söylemelerini ve dost olsun, düşman olsun; insanlar arasında adaletle hükmetmelerini onlara emretmekte­dir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. II).

Müslümanlar hakkı söylemekle; akrabalar, dostlar, zenginler ve fakirler arasında ayırım gözetmeden muhakeme etmekle emrolunurlar.

"Ey iman edenler! Adaleti tam yerine getire­rek Allah için şahitlik edenler olun; kendini­zin, ana babanızm ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır (onları sizden çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şahitlik ederken dilinizi) eğip bükerseniz, ya da doğruyu söy­lemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." (4:135).

Bu âyet-i kerime büyük bir gerçeğe işaret eder; "Adalet Allah'ın sıfatlarından biridir (el-Adi). Kendi menfaatimize ve bize yakın ve dost olanların çıkarlarına zarar verici bile olsa adalet için kararlı kalmak Allah'a şehadet etmektir. Şunu da ekleyebiliriz: İslâm adaleti, Roma Hukuku'nun veya başka bir beşerî hu­kukun şeklî adaletinden daha yücedir. Yunan filozoflarının nazariyelerinde rastlanan soyut

adalet telâkkisinden daha nüfuz edicidir. îna-nan insanın her şeyi, her hareketi, her saiki bilen Allah'ın huzurundaymış gibi davranmak zorunda olması dolayısıyla İslâm adaleti, en temel saikleri arayıp ortaya çıkanr. Zengin ya da fakir, akraba ya da arkadaş herkesin hakla­rını, ama yalnızca meşru haklannı koruyacak olan Allah'tır ve bu yüzden insanlar, diğerleri aleyhine kendilerinin kayırılmasını umamaz-lar." (A. Yusuf Ali; The Holy Qur'an, sh. 223).

Medine'de kendisine bir hırsızlık davası geti­rildiğinde, Rasûlullah @ adaletiyle eşsiz bir örnek oluşturmuştur. Hz. Aişe'den rivayet edilir ki; Kureyş halkı Benî Mahzum kabile­sinden hırsızlık eden bir kadın (Fâtıma binti Esved) hakkında bir hayli kaygılanmışiardı. Kendi aralarında konuşurken, 'Rasûlullah @ ile kim konuşabilir; O'nun sevdiği Üsame'den başka huzuruna çıkıp (kadın lehine) kim ko­nuşabilir? ' demişler, nihayet Üsame b. Zeyd, Rasûlullah'ın huzuruna giderek meseleyi ak­tarmış, Rasûlullah @ da ona, "Allah'ın hudu­dundan bir had hakkında şefaat mı ediyor­sun?" demiş, bundan sonra ayağa kalkarak hutbe irad etmiş ve; "Ey insanlar! Sizden ön­ceki kavimler ancak ve ancak aralarından şe­refli biri hırsızlık ederse onu bırakmaları; za­yıf biri çalarsa ona haddi tatbik etmeleri sebe­biyle helak olmuşlardır. Allah'a kasem ede­rim ki, kızım Fâtıma da hırsızlık yapacak olsa onun da elini keserdim." buyurmuştur. (Bu­harı ve Müslim).

Her kayıt ve şart altında adaletin önemini Kur'ân-ı Kerîm şu ifadelerle belirtir: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Âdil davranın; takvaya yakışan budur. Allah'dan korkun; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdar­dır." (5:8). "... Onların aralarında Allah'ın in-dirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ay­rılıp onların hevâ (istek ve tutkularına uy­ma... Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın!..." (5:48-49).

Anlaşmazlıklarını, karara bağlaması için Ra­sûlullah @'a getiren Yahudilere atıf yapılan bu âyetlerde, Rasûl-ü Ekrem'e onların dâva­larına aralarında ayırım gözetmeden, tarafsız­lıkla bakması ve mutlak adaletle karar verme­si emredilmektedir.

 

Hukukun Üstünlüğü

 

Yukarıda zikredilen âyetler müslümanlara yeryüzünde hukukun üstünlüğünü oluşturma­larını emreder. Aralarında ayrım yapmadan insanların meselelerini adaletle çözmeyi müs-lümanların bir görevi kılar. Rasûlullah @ teb­ligat ve uygulamalarıyla davalarını karara bağlarken insanlar arasında fark gözetilme­mesi gerektiğini açıklıkla ortaya koymuştur. Herkesin aynı ana-babadan hâsıl olması ve dolayısıyla bir diğerine üstünlük iddiasında bulunamamalan sebebiyle anlaşmazlığa dü­şen tarafların renk, inanç ve kavmiyetlerini gözönünde tutmadan her dâva hakkaniyete uygun şekilde karara bağlanmalıdır. Rasûlul­lah @ her vesile ile adaletin insanlar arasında Allah'ın rızası için uygulanması gerektiğini belirtmiştir. Bu, yeryüzünde barış ve güvenli­ğin devam etmesi için de vazgeçilmez derece­de önemlidir; zira haksızlık kısa zamanda baskı ve zulme yol açar. Kadim bütün kavim­ler, yönetici sınıfın yaptığı haksızlık ve ada­letsizliklerin sebep olduğu ihtilaf ve şiddetli anlaşmazlıklar yüzünden helak edilmişlerdir.

İslâm, insanlar arasında adaleti yaygınlaştıra­rak yeryüzünde barış ve huzuru tesis etmek için gönderilmiştir. Dost, akraba, düşman de­meden bütün insanlar arasında hakkaniyeti ve tarafsızlığı öğretir. Müslümanlara kendileriy­le olan ilişkilerine, onların toplumdaki statü ve mevkilerine bakmadan tam bir tarafsızlıkla insanlar arasında hüküm vermelerini emreder. Tarafların ilişkileri, düşmanlıktan, mevkileri bir davayı başka türlü karara bağlamak için ne müessir olmalı, ne de zorlamalıdır. Adalet yalnızca kendi hatın için -insanlann hak ve taleplerini korumak için- değil, aynı zamanda bizi her an gözeten Allah'a karşı sorumlulu­ğumuzu yerine getirmek için de gereklidir. Allah, mü'minlere adaleti dürüst ve tarafsız­ca uygulamalannı, yeryüzünde diğer insanlar için adaleti ayakta tutanlar olmalanm emret­mektedir. Bu yüzden insanlann meselelerini bütünüyle adalet ve eşitlik ile hükme bağla­mak mutlaka gereklidir.

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi em­reder; fahşâ(edepsizlik)dan, münker(fenâhk)-den ve bağy(azgınlık)dan meneder..." (16: 90). Adalet iki farklı yöne sahiptir: İlki, "her­kesin sahip olduğu haklan sınırlamadan elde etmesi için gerekli düzenlemeleri yapmaktır. Adalet, bununla birlikte, haklann eşit olarak dağıtılması anlamına gelmez. Çünkü bu, ke­sinlikle gayri tabii olurdu. Gerçekte adalet, haklann insaflı, bazı durumlarda eşit denebi­lecek şekilde dağıtılmasıdır. Mesela, bütün tebâ eşit vatandaşlık hakkına sahip olmalıdır; ancak çocuklar ve ebeveyn (ana-baba) arasında sosyal mevki ve haklar bakımından eşitlik olması tabii ki yanlıştır. Benzer şekilde, üst veya alt düzeyde hizmet verenler maaş ve ge­lirde eşit olamazlar. Allah'ın emrettiği şey, is­ter ahlâkî isterse sosyal, iktisadî, hukukî veya siyasî olsun âdil olarak ne hak edilmişse, işte bunların eksiksiz verilmesidir." (The Mea-ning ofthe Qur'an, c. VI).

Adalet, kendisini meydana getiren fertlerin haklarını muhafaza ederek ve halk arasında acıya sebep olacak ve toplumu yıkıma götüre­cek tecavüzlere karşı bunları himaye altına alarak toplumu korur. Adalet, toplumun üye­leri arasındaki bağların pekiştirilmesine yar­dımcı olarak sağlam ve yekvücut bir cemiyet oluşturur. İşte bu yüzden adalet İslâm'ın en Önemli ilkelerinden biridir ve bu yüzden müs-lümanlar her kayıt ve şart altında, insanlar arasında adaleti uygulamakla emrolunurlar.

Kadîm kavimler de adaletli davranmakla yü­kümlü kılınmışlarken, çoğu, helâklarına yol açacak olan haksız yolları benimsemişlerdir. Bununla birlikte, âdil olanlar varlıklarını sür­dürmüşlerdir.

"Yarattıklarımızdan (Öyle) bir ümmet var ki, Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecek­leri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıraca­ğız." (7:181-182).

Musa aleyhisselâm ve kavmine de aynı emir verilmiş, fakat onlardan sadece bazıları bu hükme itaat edip yurtlarında adaleti ikame et­mişlerdir. "Mûsâ kavminden bir topluluk da var ki, gerçeğe götürürler ve onunla adalet yaparlar." (7:159).

Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed @ şu ifade­lerle de adaleti uygulamakla emrolunur: "...Ve de ki: 'Ben Allah'ın indirdiği her Kitâb'a inandım ve aranızda adalet yapmakla emrolundum..." (42:15). Bu kapsamlı âyet şu anlamlara gelir:

a- Ben insanlar arasındaki her tür bölünmeyi reddetmek ve tarafsız olarak adaleti ikame etmek üzere gönderildim. İçinizden herhangi bir taraf lehine adaleti yalanlamak veya bir tarafı kayırmak benim İçin mümkün değildir. Bütün insanlarla saf-mutlak adalet ve eşitlik üzerine kurulu eşit ilişkim vardır. Kim hak­lıysa, düşmanlarımdan biri dahi olsa onunla birlikteyim; ve kim haksızsa, en yakınım bile olsa onun hasmıyım.    .

b- Benim size getirdiğim haklar herkes için­dir. Bu yüzden yakın-yabancı, eşraftan-halk-tan, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, büyük-küçük demeden hepsi de benim yanımda aynı ölçü­de haklarını alırlar. Her ne günahsa, herkes için günahtır; her ne gayri meşru ise, herkes için suçtur. Ve ben de dahil hiçbir istisnası yoktur.

c- Yeryüzünde adaleti ikame etmekle, ada­letsizliği ve haksızlığı toplumumuzdan kaldır­makla emrolundum.

d- Ben, Allah tarafından tayin edilmiş kadı ve hâkimim; aranızda adaletle hükmetmek benim görevimdir. (Ebu'1-A'la Mevdûdî, The Meaning ofthe Qur'an, c. IV).

Genel olarak müslümanlar da hevâ ve heves­lerine uymamak ve adaletli davranmakla em­rolunurlar: "... Öyle ise adaletten dönüp nevanıza uymayın..." (4: 135). "(Ey iman edenler!) Allah, size emânetleri ehline ver­menizi, insanlar arasında hükmettiğiniz za­man adaletle hükmetmenizi emreder..." (4:58). Onlara, yakınlarını kayırmamaları (4: 152) ve düşmanlarına haksızca davranmama­ları emredilir (5: 8). Ailevî meselelerinde bile adaleti gözetmeleri, şayet adaleti yerine geti­rememekten korkarlarsa, yalnızca bir hanımla evlenmeleri gerektiği hatırlatılır (4: 3). Kısaca şartlar ve olay ne olursa olsun, insanlar ara­sında âdil olup şikâyete fırsat vermemelidir­ler.

Yeryüzünde O'nun kelâm1 ve hükmünü adalet­le ikame etmek, Allah'ın hükmü ve kanunu­dur. "Allah, size Kitabı açıklanmış olarak in­dirmiş iken ben O'ndan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine Kitâb verdiklerimiz, O (Kur'ân)m, gerçekten Rabbin tarafından in­dirilmiş olduğunu bilirler, onun için hiç kuş­kulananlardan olma. Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tasta-mamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O işitendir, bilendir." (6: 114-115).

Rasûlullah @'in ve dolayısıyla ümmetinin adaletli davranmakla emrolunduğu, Kur'ân-ı Kerîm'in şu ifadeleriyle beyan edilir: "De ki: 'Rabbim bana adaleti emretti..." (7:29).

Adalet ve eşitliğin tesisi, gerçekte, Allah tara­fından gönderilen bütün peygamber ve elçile­rin gayesidir: "Andolsun, biz rasûl(elçi)leri-mizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitâb'ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler..." (57: 25).

Hakkı ve bâtılı, doğru ve yanlışı ayırdedebil-meleri için rasûller 'doğru hüküm' ve 'doğru öğüt'le donatılmışlardır. Öyle ki, Allah'ın ahkâmı altında insanların barış ve güven içe­risinde yaşayabilecekleri adalet ve eşitlik sis­temi yeryüzünde ikame edilebilsin. RasûUerin aslî gayesi, insan hayatının her alanında ada­leti sağlamaktır. Bir taraftan, kişi, yaratıcısı­nın, kendisinin ve hayatı boyunca zaman za­man temasa geçeceği diğer insanların hakları­nı tam bir sorumluluk anlayışıyla yerine geti­rir. Diğer taraftan da sosyal sistem toplumda baski ve zulümden eser bırakmayacak pren­sipler üzerine kurulur. Böylece her cephesiyle kültür ve medeniyet ifratın sakıncalarından bütünüyle korunur; toplumun her kesiminin haklarını âdil olarak alabileceği ve mesuliyet­lerini rahatça yerine getirebileceği tarzda sos­yal hayatın bölümleri arasında âdil denge (mizan) kurulur. Diğer bir ifadeyle, rasullerin gönderiliş amaçları hem fert hem de toplum düzeyinde adaleti gerçekleştirmektir. Zihinle­rinde, karakterlerinde, hayatlarında ve davra­nışlarında doğru denge (mizan) yaklaşımını yerleştirmek ve geliştirmek için insanların ferdî hayatlarında adaleti hakim kılmak ister­ler, Öyle ki diğer insanlarla olan ilişkilerinde adalet gözetilsin. Diğer bir istekleri ise insan­ların sosyal hayatım adalet etrafında topla­maktır, ta ki ruhî, ahlâkî ve maddî refahları için yardımlaşsinlar, çekişmesinler. (The Me-aning ofthe Qur'an, c. V).

Rasûller "adalet yolu"nu gösterdiler ve insan­ları gerek ferden gerekse topluca bu "adalet yolu"na uymaya çağırdılar. Ayırım ve taraf­girlik yapmadan insanlar arasında adaletin nasıl yerine getirileceğini de, kendi uygula­malarıyla gösterdiler.

Hz. Muhammed @ de diğer rasûller gibi, her tür kayıt ve şart altında şahsî sevgi veya nef­retlerine, ilişkilerine, dostluklarına ve ekono­mik, sosyal yahut siyasî mevkilerine bakma­dan insanların içtimaî ve iktisadî meselelerine adaletle bakmanın lüzumunu ısrarla belirtmiş­tir. Adaletin uygulanmasında, havas-avam, asil-sıradan, zengin-fakir ayırımı yapmadan bütün fertlere aynı şekilde muamele eden bir kanun hâkimiyetinin toplum içinde kurulma­sının önemini dile getirmiştir. Her fert aynı kanunla aynı şekilde muhatap olur, imtiyaza müsaade edilmez. Rasûl-ü Ekrem @, yeryü­zünde hukukun hâkimiyetini sağlamanın her müslümamn görevi olduğu gerçeğini sık sık dile getirmiştir. Müslümanlar, kendilerini adaletten uzaklaştırmaya çalışan günahkârlara karşı mükellefiyetlerini yerine getirmek zo­rundadırlar. (4:135).

Adaletin uygulanmasında, Rasûlullah @ hu­kukun üstünlüğü prensibine büyük bir önemle riayet etmiş; dost-düşman, zengin-fakir, müs-lim-gayri müslim arasında ayıran yapmamış­tır. Hz. Muhammed @, Taif Seferindeki yar­dımları dolayısıyla minnet duyduğu bir kabile şefine karşı Muğire ve Benî Salim tarafından getirilen iki dâvaya bakmak zorunda kalmış ve her ikisinde de onu suçlu bulup zararı taz­min etmesi gerektiğine hükmetmiştir. (Ebu Davud ve İbni Mâce).

Abdullah b. Ömer, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın hadle­rinden birine engel olmak için şefaatte bulu­nursa, gerçekte o, muhakkak ki Allah'a karşı çıkmaktadır. Kim yanlışlığını bildiği halde kasden münakaşa ederse, vazgeçene kadar Allah'ın hışmına uğrar," (Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud).

Abdullah b. Sehl ile yeğeni Muhayyısa b. Mes'ûd, Hayber Yahudilerinin yetiştirdikleri mahsüllerdeki hisselerini almak üzere Hay-ber'e gitmişler, ancak Abdullah b. Sehl pusu­ya düşürülüp öldürülmüş ve bir kuyuya atıl­mıştı. Muhayyısa b. Mes'ûd, kardeşi Huvey-yısa ve Abdurrahman b. Sehl Rasûl-ü Ekrem @'m huzuruna gelerek olayı aktarmak iste­mişler, ancak Hatem'ün Nebi içlerinden en yaşlı olanının önce konuşmasını istemiş ve meseleyi dinledikten sonra aralarında şu ko­nuşmalar geçmiştir. Rasûlullah @ "Katile karşı beyyine getirebilir misiniz?" diye sordu. "Hayır, delilimiz yoktur" cevabını alınca "O halde bu cinayetin Hayber Yahudileri tarafın­dan işlendiğine yemin eder misiniz?" sorusu­nu yöneltti, onlar da "Yanında bulunmadığı­mız ve görmediğimiz bir cinayet hakkında nasıl yemin ederiz?"diyerek imtina ettiler. Rasûlullah @ "Öyleyse, Yahudiler kasâme suretiyle size yemin etsinler" buyurdu, dava­cılar ise, "Yâ Rasûlullah! Kâfirler güruhunun yeminlerine nasıl itibar ederiz?" diyerek buna da razı olmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah @ cinayetin diyetini Beytü'l-mâl'den vererek dâvayı sona erdirdi (Buharı).

Rasûlullah @ vefatından önce, aralarında kendisinden alacaklı olan varsa onu talep et­mesini, zira kendisi sağken bunu ödeyebilece­ğini, yine aralarında kendisinden zarar gör­müş biri varsa onu bildirmesini, çünkü hayat^ tayken bunları tazmin edebileceğini insanlara beyan etmiş ve birkaç dirhem alacaklı oldu­ğunu söyleyen şahsa bunu hemen ödemiştir. Yahudiler onun adalet anlayışından o derece etkilenmişlerdir ki, besledikleri büyük düş­manlığa rağmen anlaşmazlıklarını karara bağ­laması için ona getirirlerdi.

Şüphesiz, Hz. Muhammed @ adaletin uygu­lanması hususunda bütün hâkimler için ebedî bir örnek oluşturur. Sosyal, siyasî ve inanç farklılıklarına bakmaksızın taraflara eşit mu­amele edilmesi; her iki tarafın delillerini dik­katle inceledikten sonra kararın verilmesi; is-bat yükümlülüğünün davacıya ait olması; yalnızca getirilen delillere bakarak davanın hük­me bağlanması; Kur'ân-ı Kerim'de bildirildi­ği üzere suçlunun kasdı ve suçun niteliğine uygun cezanın verilmesi ve kısaca herşeye rağmen herkese adalet ilkesi O'nun muhake­me sistemine kazandırdıklarından birkaçıdır.

 

Hâkimin Mesuliyeti

 

Hâkimlerin, insanların meseleleri ile meşgul olurken ihtiyatlı ve itidalli olabilmelerini sağ­lamak amacıyla Rasûlullah @ hâkimler yara­rına bazı genel emirler ortaya koymuştur.

1- Öfkeli iken hiç kimse iki kişi arasında hük­metmesin. (Buharı).

2- Hâkim hüküm verirken içtihadda bulunur; isabet ederse ona iki ecir ulaşır. Fakat içtihad­da bulunarak hükmeder ve hata eylerse ona bir ecir vardır. (Buharî ve Müslim).

3- Hâkimler üç çeşit olup ikisi cehennemde, biri cennettedir. Hakkı bilerek onunla hükme­den cennette; hakkı bildiği hâlde onunla hük­metmeyerek hükümde zulmeden cehennem­de; hakkı bilmediği halde cehaletle hüküm veren de cehennemdedir. (Ebu Davud ve İbni Mâce).

4- İnsanlar arasında hüküm irad eden her hâkim kıyamet gününde boynunun ardını tu­tan bir melekle gelecek, sonra melek onun ba­şını cennete yükseltecek; ancak Allah indir­mesini emrederse melek onu kırk yıl derinli­ğindeki boşluğa iteleyecektir. (Ahmed, İbni Mâce ve Beyhaki).

5-  Kıyamet gününde adaletsiz hâkim çağrıla­rak o derece şiddetli hesaba maruz kalacak ki, önünde iki kişi arasında bir kuru hurma hak­kında bile hüküm vermemiş olmayı dileye­cektir. (Ahmed).

6- Allah, zâlim olmadığı müddetçe hâkimle birliktedir; ancak zulme başlarsa onu terke-der. Artık şeytan da kendini ona rapteder. (Tirmizi ve İbni Mâce).

7- Görevini adaletle tamamlayan hâkim kı­nanmadan, nüfuz elde etmeden ondan yüzünü çevirsin. (Tirmizi).

8- Rasûlullah @ hüküm için rüşvet verene de alana da lanet etti. (Ebu Davud, İbni Mâce, Ahmed ve Beyhaki).

9- Şefaat ettiği kişiden hediye kabul eden, muhakkak tefecilik yapmıştır. (Ebu Davud).

10- Her kim hâkimliği üzerine alırsa muhak­kak bıçaksız kesilmiştir. (Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve İbni Mâce).

 

Hâkimlik Makamı

 

Bu, elde etmeye çalışan kimselere verileme­yecek derecede büyük sorumluluklar taşıyan bir makamdır. Rasûlullah @ arzu eden kimse­lerin bu makama tayin edilmesini kesinlikle yasaklamıştır.

1- Kim hakimliği ister ve onu elde etmek için aracılardan istifade ederse, hâkimlik ken­disine havale edilip tek başına bırakılır. Kim istemediği halde bu göreve getirilirse, kendi­sine yardım edip doğruya yönelecek bir me­lek Allah tarafından gönderilir. (Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace).

2- Her kim müslümanlara hâkim olmayı di­leyip ona nail olur, sonra da adaleti zulmüne gâlib gelirse cennet onundur. Kimin zulmü adline galebe çalarsa cehennem de onundur. (Ebu Davud).

 

İddiayı Delillendirmek Davacıya Aittir

 

Rasûlullah @ önüne getirilen delilleri esas alarak davalarını sonuca bağlayacağı için ta­rafların kendisine daima doğruyu sunmaları ve Allah'tan korkup sakınmaları gerektiğini ısrarla belirtmiştir. İslâm Hukuku'nun hüküm­lerine uygun olarak iddiasını isbatlama so­rumluluğunu, bu isbat için yeterli delili gös­termek zorunda olan davacıya yüklemiştir.

"... Az olsun, çok olsun, onu küresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında da­ha adaletli, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz İçin de daha elverişlidir..." (2:282). "Ey iman edenler! Kendiniz, ana-ba-banız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Al­lah için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlar olun..." (4:135). Bu âyet-i kerime, yalnızca adaleti ikame edip insanların haklarını koru­maları için değil, aynı zamanda bütün vazife­lerin üzerinde bir vazife olan Allah'a karşı mükellefiyetlerini yerine getirmeleri için şa-hidliği müslümanların temel bir görevi yap­maktadır.

Rivayet olunur ki, Hadramut ve Kinde bölge­sinde iki kişi bir arazi üzerinde ihtilaf etmiş­ler ve Rasul-ü Ekrem @'e gelmişlerdi. Hadra-mut'lu şahıs "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu zât be­nim toprağımı gasbetti" dedi, Kinde'li ise, "Hayır, o benim toprağımdır ve mülkiyetim-dedir. Onun bu toprakta hiçbir hakkı yoktur" cevabını verdi. Rasûlullah @ Hadramut'luya herhangi bir delili olup olmadığını sordu ve hayır cevabını alınca diğerine yemin teklif et­ti. Hadramut'lu, "Yâ Rasûlullah! Bu adam her şeye yemin eden ve hiçbir şeyden çekinme­yen bir günahkârdır" şeklinde itirazda bulun­du, ancak Rasûl-ü Ekrem @ bunu kabul et­medi. Kinde'li yemin etmek için kalkıp sırtını döndüğünde Rasûlullah @, "Eğer araziyi haksız yere almak için kasem ederse, Allah'la karşılaştığında mutlaka O'nu kendisinden yüz çevirir bulacaktır" buyurdu. (Müslim). Ebu Davud'un rivayetine göre, Kinde'li yemin et­mek için hazırlanırken Rasûlullah @'in "Bir kimse yemininde fâcir olduğu hâlde bir şeye yemin eder ve o yeminle bir müslümanın ma­lını elinden alırsa huzur-u İlâhiye Allah ken­disine gazablı olarak çıkar" buyurduğunu duymuş ve "Arazi Hadramut'lunundur" de­miştir.

Rasûlullah @'in, "Beyyine (delil) gösterme davacıya, yemin etme davalıya aittir." buyur­duğu nakledilir (Tirmizî). Ümmü Seleme'nin anlattığına göre miras hakkında ihtilafa düşen ve iddiaları için delilleri bulunmayan iki kişi anlaşmazlıklarını Rasûlullah @'e getirmişler­di. Rasûl-ü Ekrem, "Şayet birinize aslında kardeşinin olan hakkı verirsem, gerçekte ona cehennemden bir parça tahsis etmişim de­mektir" buyurmuş, onlar da bir ağızdan, "Ey Allah'ın Rasûlü! Benim hakkım kardeşimin olabilir" diyerek iddialarından vazgeçtiklerini bildirmişlerdi. Ancak Rasûlullah @ bunu ka­bul etmeyip, "Hayır, gidip doğru bir şekilde o malı bölün, sonra kur'a çekin ve meşru hakkı­nız ne ise ona kavuştuğunuzu kabul edin" bu­yurmuştur (Ebu Davud).

Câbir'den nakledildiğine göre, iki zât bir dişi deve hakkında ihtilafa düşmüş ve her ikisi de, "Bu deve benim hayvanlarımdan birinin do­ğurduğudur" diyerek delil getirmişlerdi. Bu­nun üzerine Rasûlullah @ devenin zilyede (malı elinde bulunduran şahsa) ait olduğuna hükmetmiştir (Beyhaki).

Ebu Musa el-Eşari'nin rivayetine göre, iki kişi Rasûlullah @'in huzurunda bir hayvan için davada bulunmuşlar ve herbiri ikişer şahit göstermiştir. Rasûlullah @ de deveyi arala­rında ikiye taksim etmiştir (Ebu Davud). Di­ğer bir rivayette, ikisi de delil getirememişler, Rasûl-ü Ekrem @ de aralarında müsavi ola­rak paylaşmaları gerektiğini bildirmiştir (Neseî ve İbnİ Mâce).

Bir hayvan hakkında anlaşamayan, beyyine de gösteremeyen bir şahsa Rasûlullah @'in, "Hoşunuza gitse de gitmese de yemin vermek için kur'a çekersiniz" buyurduğunu Ebu Hu-reyre nakleder (Ebu Davud ve İbni Mâce).

Esad b. Kays, mülkiyetine ortak olduğu top­raktaki hakların şeriki olan Yahudinin inkâr ettiğini, bunun üzerine ortağını yanına alarak Rasûlullah @'in huzuruna gittiklerini, Rasul-Ü Ekrem @'in kendisinden delili olup olmadı­ğım sorduğunu, delilinin olmadığını beyan et­tiğinde Nebi @'in Yahudiye yemin teklif etti­ğini, kendisinin buna, "Ey Allah'ın Rasûlü! Yemin edip benim malımla gidecek" diyerek itiraz ettiğini, ardından "Allah'a verdikleri sö­zü ve yeminlerini az bir pahaya satanlar var ya, işte onların âhirette bir payı yoktur..." (3:77) âyetinin nazil olduğunu anlatır.

 

Şahitlik

 

Her dava hâkimler tarafından delillere ve şa­hitlerin beyanlarına göre karara bağlanmalı­dır. Kur'ân-ı Kerîm, insanlar arasındaki an­laşmazlıklarda en az iki şahidin gerekli oldu­ğunu belirtir. "...Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun; eğer iki erkek yoksa, razı olduğu­nuz şahitlerden bir erkek iki kadın (şahitlik etsin). Ta ki kadınlardan biri unuttuğunda di­ğeri ona hatırlatsın. Şahitler çağırıldıkları za­man (gelmekten) kaçınmasınlar..." (2:282).

Bir davada gerçeğin ortaya çıkması büyük Öl­çüde şahitlerin güvenirliğine bağlı olduğun­dan, onlarda pekçok muteber vasıflar aran­maktadır. Yalnızca, İslâm Devletİ'nin hürmet edilen ve salih vatandaşı olarak bilinen, dürüstlüğüyle tanınan ve temiz bir ahlâkî karak­tere sahip kişiler şahitlik yapabilirler.

Kur'ân-ı Kerim, şahitlerin vasıflarım şu ifa­delerle zikreder: "...İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şâhidliği Allah için ya­pın..." (65:2). Bu, insanlar arasındaki karşı­lıklı anlaşmazlıkların halli için verilmiş güzel ve makul bir öğüttür. Mahkemede görüşülen her davada hakikatin tesbiti gayesiyle iki dü­rüst ve âdil kimsenin çağrılması elzemdir. Abdullah b. Zübeyr'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah @ davacı ve davalının hâkimin huzurunda oturmaları (ve sonra de­lillerini ortaya koymaları) gerektiğini bildir­miştir (Ahmed ve Ebu Davud).

İbni Abbas, Rasûlullah @'ın, "İnsanlara iste­dikleri, mücerret dâvaları ile verilecek olsa, bazıları diğer insanların canlarını ve mallarını talep ederlerdi; lâkin dava edilenden yemin mutlaka alınmalıdır." buyurduğunu rivayet etmiştir (Müslim). Nevevî, bu hadisi yorum­larken, Beyhaki'nin rivayetinde, "Beyyine da­vacıya, yemin de davalıya aittir" şeklinde bir ilave olduğunu belirtir. Yine İbni Abbas, Rasûlullah @'jn tek şahit ve yemini esas ala­rak karar verdiğini nakleder (Müslim). Dava­cı, iddiasını destekler mahiyette herhangi bir delil gösteremiyorsa davayı sonuca bağlamak için davalıdan kasem etmesi istenir.

Ebû'l-Esved şöyle der: "Salgın bir hastalık patlak verdiği ve insanların çabukça öldüğü bir dönemde Medine'ye gittim. Ömer'le otu­rurken bir cenaze geçti ve Ömer, 'Tasdik edildi1 dedi. Az sonra ikinci bir cenaze geçti ve insanlar merhumu Övdüler. Ömer yine, 'Tasdik edildi' dedi. Üçüncü cenaze geçerken insanlar vefat eden şahıs hakkında kötü şeyler söylediler. Ömer yine, 'Tasdik edildi' dedi. Dayanamayıp sordum: 'Ey mü'minlerin emİ-ri, tasdik edilen nedir?' Ömer cevapladı, 'Al­lah'ın Rasulü, iyiliğine dört kişice şehadet edilen her insanı Allah cennetine kabul ede­cektir, buyurdu. Biz, 'Sadece üç şahit varsa?' diye sorduk, 'üç bile olsa' buyurdu. Yine sor­duk, 'Ya yalnızca iki tane varsa?' 'İki bile ol­sa' buyurdu. Bir şahit hakkında sormaktan korktuk.1' (Buhari). Şahitlerin iyi vasıflı olması şartıyla, gerçeğin ortaya çıkmasında iki kişinin şehadeti yeterli­dir ve bu delil üzere hüküm verilir. Fakat bazı durumlarda, olayın niteliği dolayısıyla bir şahit tek başına kabul edilebilir ve dava bu­nunla sonuca bağlanabilir. Ukbe b. Haris'den rivayet olunduğuna göre, kendisi Üminü Yah­ya binti Ebu İhab ile evlenmiş. Müteakiben bir kadın gelmiş ve, "Ben sîzin ikinizi de em-zirdim" demiş, Ukbe ise "Senin beni emzirdi­ğini bilmiyorum, bana da daha önce söyleme­din" cevabını vermiş ve olayı araştırmak için Ebu İhab'ın evine gitmiş, ancak ev halkı konu hakkında bir bilgilen olmadığını bildirmiş. Bunu üzerine Ukbe, Rasûl-ü Ekrem'e giderek ne yapması gerektiğini sormuş, Rasûlullah @ da cevaben, "Kadının söylediğini duyduktan sonra nasıl olur da hanımını akkorsun" bu­yurmuştur. Ukbe, kadından ayrılmış, kadın da başka birisi ile evlenmiştir. (Buhari).

Bu tür ilişkilerde, şahidin güvenilir olmasına temel olarak hüküm verilir. Hz. Aişe'nin riva­yetine göre, Ebu'l-Kuays'ın kardeşi Eflah, te­settür hükmü sübut bulduktan sonra kendisi­nin yanma girmek için izin istemeğe gelmiş, ancak Aişe izin vermemiş. Bunun üzerine Ef­lah, "Ben amcan olduğum halde benden kaçı­nıp örtünüyor musun?" demiş, Aişe, "Nasıl olur?" diye sormuş, Eflah da, "Seni kardeşi­min karısı emzirdi" karşılığını vermiş. Rasûlullah @ geldiği zaman yaptığını ona ha­ber vermiş, O da, "Eflah haklı, o senin am­candır" buyurmuştur (Buhari). El-Humeydî şöyle der: "Bu hüküm, el-Fazl tarafından aksi belirtilmesine rağmen Kabe'nin içinde Rasûlullah @'ın namaz kıldığını Bilâl'in söy­lemesi ve insanların onun sözünü kabul etme­leri üzerine benimsendi. Benzer şekilde, bir şahsın bir diğerine bin dirhem daha borçlu ol­duğuna iki kişi şehadet etse, başka iki şahit de bu miktarın aslında binbeşyüz dirhem oldu­ğunu belirtseler, hüküm büyük miktar üzerin­de olacaktır." (Buhari).

Zina ve Zina İftirasında Şahitlik: İslâm Hu~ kuku'na göre normal davalarda iki kişinin şehadeti istenirken namuslu ve iffetli kadınlara karşı zina isnadı, rezil dedikodu ve îmâların yapıldığı ciddî suçlamalarda, iki ferdin şahitliği yeterli görülmemektedir. Bu davalar normalde beklenenin iki katı güçlü delillerle desteklenmelidir. Diğer bir ifadeyle, iki yeri­ne dört şahit gerekmektedir. Kur'ân-ı Kerim bunu şu ifadelerle zikreder: "Namuslu kadın­lara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamaları­nı isbat için) dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar fâsık kimselerdir. Ancak bun­dan sonra tevbe edip uslananlar hâriç. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (24: 4-5).

Bu âyet-i kerimelerde, suçlamalarını isbatla-mak için iddia sahiplerinden dört şahit getir­melerini istemek zina ile ilgilidir ve İslâm Hukuku'nda dört şahit gösterme kaydı yalnız­ca kazf dâvalarına mahsustur. (The Meaning ofthe Qur'an, c. V).

Ancak evli kişi, hanımını bir başka şahısla birlikte iffetsiz davranmakla suçlar ve dört şahit getirmeye muktedir olamıyorsa, dört kez gerçeğe yemin edip sonra da, şayet yalan söy­lüyorsa Allah'ın lanetinin kendi üzerine olma­sını kabul etmelidir ki, ilk bakışta bu, hanımı­nın suçluluğu için delil addedilir. Bununla birlikte, zevce de dört kez kasem eder ve be­şinci yemininde laneti kendi üzerine kabullenirse hukukî açıdan temize çıkar.

Nesil emniyetini ilgilendiren bazı hususî da­valarda Rasûlullah @'in uygulamaları ile gös­terildiği üzere farklı hususlar esas alınarak karar verilir. Ebu Hureyre'den rivayet olunur ki, bedevinin biri Rasûl-ü Ekrem @'e gelerek, "Zevcem siyah bir çocuk doğurdu" demiş; Rasûlullah @ da, "Senin develerin var mı?" diye sormuş. Bedevinin "Evet" cevabını ver­mesi üzerine, aralarında şu konuşmalar geç­miş: Rasûlullah, "Develerin ne renk?" sorusu­nu yöneltmiş, "Kızıl" cevabını almış, "Onlar­dan alaca renklisi var mı?" şeklindeki sualine, "Evet" cevabını aldıktan sonra "Onların ala­calığı nereden geliyor?" diyerek bedevinin düşünmesini sağlamış, bedevi "Zannedersem ceddinden" karşılığını verince de, "İşte böyle, senin çocuğun de rengini büyük ihtimalle ceddinden aldı" buyurmuştur. (Buhari).

Dâvâlının Yemini: Davacının iddiasını doğ­rulayacak delillere sahip olmadığı hâllerde hüküm, davalının yemini esas alınarak verilir. Nitekim, hâkim, davalıya yemin teklif etme­den önce davacıya delili olup olmadığını so­rar. Bu nitelikteki birkaç olay, "İddiayı delil-lendirmek davacıya aittir" başlığa altında da­ha önce zikredilmişti.

Rasûlullah @, dava sahibinin iki şahit getir­mesinde ısrar etmiş, davacının delil göster­mekte başarısız kaldığı durumlarda davalıla­rın kendi görüşünü ispatlaması için yemin et­mesini istemiştir (Buhari).

Mülkiyet ve şer'î cezaları ilgilendiren husus­larda dava sahibinin iddiasını doğrulamakta yetersiz kaldığı her vak'ada davalıdan yemin talep edilmesi hukuken kabul gören bir usûldür.

İbni Ebî Müleyke, İbni Abbas'tan Rasûlullah @'in davalının yeminini dikkati nazara alarak hüküm verdiğini nakleder. Zeyd b. Sabit de, davacının beyyine sağlayamadığı benzer bir olayda Rasûlullah @'in davalıya yemin teklif ettiğini rivayet eder (Buhari).

Yalancı Şahitlik: Allah'ın indinde, sahte de­lil sunmak en büyük günahlardan birisidir. Kur'ân-ı Kerîm maddî çıkar elde etmek gaye­siyle yalancı şahitlik yapan ve yalan yere ye­min eden şahısları uyarmaktadır: "Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az (bir) pahaya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur..." (3:77).

Diğer taraftan, müslümanlar güvenilir kimse­lerdir ve asla yanlış delil göstermezler. Ger­çekte bu, iman edenlerin ortak vasfıdır. "On­lar ki, yalan şahitlik etmezler, boş lâf (konu­şanlara) rastladıklarında vekarla (oradan) ge­çip giderler." (25:72). Âyet-i kerimede zikre­dilen "yalan şahitlik etmezler" ifadesi iki an­lama gelir: Birincisi, mahkeme veya benzeri yerde aslında gerçek dışı ya da en azından şüpheli olan şeyi doğru çıkartmak için yalancı şahitlikte bulunmazlar. İkincisi; yalan, sah­tekârlık veya kötülüğe seyirci kalma niyeti ta­şımazlar. Bu anlamda her günah, her ayıp, her hile ve her aldatma bir yalan ve sahte­kârlıktır. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV).

Rasûlullah @ yalancı şahitlik kadar şahitliği gizlemeyi de kınayıp mahkûm etmiştir. Ab­dullah b. Mesud Rasûlullah @'in, "Kıyamet günü Allah'ın azabı, bir müslümanın malına el koymak amacıyla yalan yere yemin eden kimsenin üzerine olacaktır" buyurduğunu nakleder (Buhari).

Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah @, "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onları gözetmeyecek, onları paklamayacaktır: Fazla suyu bulup da onu yolcuya vermeyen adam; bir emîre ancak dünya malı için bağlanan ve kendisine dünya­lık verirse sözünde duran, vermezse durma­yan kişi; ikindiden sonra birine mal satarken, 'billahi bu malı şu fiata satın aldım' diye ya­lan yere yemin veren ve müşteriyi kandıran kimse." buyurmuştur (Buhari).

Ebu Ümamete'l-Hârisî'den rivayet olunur ki Rasûlullah @; "Bir kişi, yemini ile başka bir müslümanın hakkını yerse, Allah o kimseye muhakkak cehennemi vâcib, cenneti de ha­ram kılar" buyurmuş, ashabdan bir zâtın; "Az birşey olsa da öyle mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" sorusunu da, "isterse erak (deve dikeni) ağa­cından bir dal olsun" şeklinde cevaplamıştır (Müslim).

RasûluUah @ bir vesileyle de şöyle buyur­muştur: "Kendine ait olmayanı talep eden bizden değildir; bırakın cehennemdeki yerini alsın." (Müslim).

Abdullah b. Enes, RasûluUah @'ın "Allah'a şirk koşmak, anneye babaya âsi olmak, müs-lümana iftira atmak, harpten kaçmak ve ye-min-i gamus (kasden yalan yere yemin et­mek) büyük günahların en tehlikelileridir. Kim yemin vermeye zorlanır da sivrisineğin kanadı kadar ufak bir yanlış katarak yemin ederse, kalbine kıyamet gününe kadar leke yerleştirir" buyurduğunu rivayet eder (Tirmi-zi).

"Kim benim şu minberimin yanında, yeşil bir misvak için bile olsa yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerini boylar" ifadelerini RasûluUah @'den Câbir nakleder (Mâlik, Ebu Davud ve İbni Mâce).

Hureym b. Fatik şöyle nakleder: RasûluUah @ sabah namazını tamamladıktan sonra aya­ğa kalkmış ve üç kez, "Yalan yere şahitlik, Allah'a şirk koşmak gibidir" buyurmuş, ar­dından da "...Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçının." (22: 30) âyetini okumuştur (Ebu Davud, İbni Mâce ve Tirmizî).

Hz. Aişe, Rasûlullah @'den, "Yalancı erkek ve kadının; veya Allah'ın sınırlarını aştığı için kırbaçlanan kişinin; veya kardeşine karşı kin besleyen kimsenin; yahut iddia ettiği hami ve akrabalık hakkında kuşkulanılan şahsın; ya da bir aileye bağımlı olan ferdin şahitliği kabul olunmaz" ifadelerini nakleder (Tirmİzi).

Rasûlullah @ başka bir hadîsinde ise şöyle buyurmuştur: "Yalancı erkek ve kadının, ahlâksız erkek ve kadının, kardeşine garaz besleyen erkek ve kadının şehadeti caiz değil­dir." (Ebu Davud).

Müslümanlar, hilekâr davranışlarla diğer in­sanların mallarını almamak hususunda Allah tarafından ikaz edilirler: "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin; bile bile günah  (olan) bir biçimde insanların mallarından bir kısmını yemek için onları hâkimlerdin önün)e atmayın (hâkimlere peşkeş çekmeyin)." (2: 188).

Bu âyet iki yönüyle ele alınır: Hiç kimse hâkimlere rüşvet vererek başkalarının malla­rını ele geçirmeye çalışmamah ve bunun için yalan iddialarla mahkemeye başvurmamalı­dır. Varolan delillere göre hâkimin haksız kimse lehine hüküm vermesi mümkündür. Ancak bu, o malın haksız olan kimseye artık helâl olduğu anlamına gelmez. Rasûlullah @ bu kişileri sertçe uyarmıştır. Ümmü Sele-me'den rivayet olunmuştur ki Rasûlullah @; "Herşeyden önce ben de bir insanım. Bana getirilen bir davada, karşısındakinden daha iyi konuşan kişi lehine hüküm vermem müm­kündür. Fakat bilin ki, ben onun lehine karar vermiş olsam da bu yolla bir şeyler kazanan kimse, gerçekte kendisine cehennemden bir yer edinmektedir" buyurmuştur (Buhari ve Müslim).

Müslümanlar böylece, maddî kazanç düşün­cesiyle akıllarının çelinip hâkim önünde şahitliklerini gizlemek, çarpıtmak veya yanlış şehadette bulunmak hakkında uyarılırlar. Kur'ân-ı Kerim şu ifadelerle ihtarda bulunur: "...Şahitliği (gördüğünüzü) gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır. Allah yaptıkla­rınızı bilir." (2:283).

Ne zaman tanıklardan şahitlik yapmaları is­tense, asla reddetmemelidirler. Bu, yaratıcıla­rı olan Allah'a karşı borçlu oldukları bir mü­kellefiyettir. Kur'ân-ı Kerim bunu şu ifadeler­le hatırlatır: "...Şahitler çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar..." (2:282).

Şehadetleri hakkında herhangi bir kuşku ya da şüphe ortaya çıkarsa şahitler yemine davet edilir: "...(Şayet) kuşkulanacak olursanız na­mazdan sonra onları tutar (yemin ettirir)siniz: 'Akraba da olsa yeminimizi hiçbir paraya sat­mayacağız; Allah'ın (üzerimizde bir borç ola­rak bulunan) şahitliğini gizlemeyeceğiz, yok­sa biz muhakkak günahkârlardan oluruz' diye Allah'a yemin ederler." (5:106).

"Eğer onların günah işledikleri (yalan söyle­yip hakkı gizledikleri) anlaşılırsa; (bu iki şa­hidin), haklarına tecavüz etmek istediği kim­selerden daha lâyık olan iki kişi, onların yeri­ne geçer, Allah'a (şöyle) yemin ederler: 'Mut­laka bizim şehadetimiz onların şahitliğinden daha doğrudur. Biz (hakka) tecavüz etmedik, yoksa biz elbette zâlimlerden oluruz' derler. Şahitliği gereği gibi yapmalarına, yahut ye­minlerinden sonra (yalancılıklarının ortaya çı­kıp) yeminlerin reddedilmesinden korkmala­rına en uygun olan budur..." (5: 107-108). Bütün bunlar, Rasûlullah @'in hukuk dâva-, lannın mahkemede çözülmesi için özel kural ve düzenlemeleri nasıl ortaya koyduğunu açıklıkla göstermektedir. O, gerçekte, yeryü­zünde kanun hâkimiyetini güven altına almak için muhakeme usûlünü ortaya koyan ilk hu­kuk ıslâhatçısıdır. davalarını veya iddialarını doğrulamaları için delil getirmelerini taraflara (hem davacı, hem de davalıya) mecburi kıl­mış ve isbat yükümlülüğünün davacıya ait ol­duğunu beyan etmiştir. (Muhammed Hami-dullah; Admİnistration ofJıtstice in Early is­lam).

Şahitlerde aranacak vasıflan açıklamış ve gü­venilmez, düşük ahlâklı kimselerin şahitlik yapamayacaklarını bildirmiştir. Sosyal haya­tın temizliğini sürdürmek; salih ve iffetli ka­dınların şereflerini korumak gayesiyle kadın­lara karşı yapılacak zina suçlamalarının dü­rüst ve âdil dört şahitle desteklenmesi gerekti­ğini beyan etmiş ve yalan yere yemin için sert cezalar vermiştir.

 

Cinayet Davaları

 

Genel olarak kabul edilir ki kasdî ve kazaî kati arasında ayırım yapan ilk hâkim Hz. Mu­hammed @'dir. Bu aymmı Kur'ân-ı Kerim şu ifadelerle açıklar: "Her kim bir mü'mini kas-den (teammüden) öldürürse onun cezası, için­de ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennem­dir. Allah ona gazabetmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır!" (4:93). Bu âyet-i kerime, yalnızca ahiretteki cezadan bahsetmektedir. Hukuken uygulanan ceza ise Bakara (2:178) ve Mâİde (5:33) su­relerinde açıklanmaktadır.

Yanlışlıkla işlenen cinayetlerin cezası ise şöyle ifade edilmiştir: "...Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle âzâdetmesi ve ölenin ailesine de diyet verme­si gerekir..." (4:92). Kasdî cinayeti andıran kati olaylarında ceza, sanığın öldürülmesi dı­şında aynen kasdî cinayetlerde olduğu gibidir (Ebu Davud).

Rasûlullah @, hâkimin her iki tarafı da dinle­dikten sonra mahkemeye sunulan delil ve ka­yıtları esas alarak karar vermesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir. Yemen'e kadı olarak tayin olunan Ali b. Ebu Tâlib'in ayrılışı esnasında Rasûlullah @ ona şu şekilde nasihat etmiştir: "Senin huzuruna iki kişi dâva için gelirse ikincisinin sözünü dinlemedikçe birinci lehi­ne hüküm verme. Muhtemel ki doğru karar vermende bu sana yardımcı olur." (Tirmizi, Ebu Davud ve İbni Mâce).

Bundan sonraki kısımlarda Peygamber @'in Medine İslâm Devleti'nin başhâkimi mevkiin-deyken hakkında karar vermiş olduğu hukukî davaları aktarmaya ve izah etmeye çalışaca­ğız.

 

KISIM 1

 

MİRAS HUKUKU

 

Rasûlullah @, Kur'ân-ı Kerîm'deki miras hü­kümlerine, açıklamaları ve yorumlarıyla pek-çok bilgi ve malumat eklemiştir. Kesin olan emirleri açıklamış, kısa olanları genişletmiş ve şüpheli olanları aydınlatmıştır. Kur'ân ile birlikte Peygamber @'in bütün bu izah ve be­yanları İslâm Miras Hukukunu meydana ge­tirmiştir. Câbir b. Abdullah'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Hasta olduğumda Allah'ın Rasûlü ve Ebu Bekr beni ziyarete geldiler. Geldikle­rinde ben baygın bir haldeydim. Rasûlullah @ abdest alıp, abdest suyunu üzerime serpmiş; kendime geldiğimde şöyle dedim: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Malımı ne yapayım? Onu nasıl dağıtayım?' Peygamber @, miras ayet­leri (4:11-12) ona vahyolununcaya kadar so­ruyu cevaplamadı." (Buharî).

İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah @; "Hisseleri ehillerine ulaştırın. Kalan miktar en lâyık erkek şahsındır" buyur­dular. (Buharî).

 

Veraset

 

Amr b. Şuayb'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Öldüren kimseye mirasdan bir şey yoktur." (Neseî ve Darekutnî). Beyhakî, Câbir'den şu sözleri naklediyor: Câbir; "Bir adam, mirasçısı ola­cağı adamı veya kadını kasden veya hataen öldürürse, o adam onlardan miras alamaz. Ve hangi kadın bir adamı veya kadını kasden ya­hut hataen öldürürse ona da onlardan miras yoktur. Eğer öldürme kasden yapılmışsa kısas lâzım gelir; ancak ölenin yakınları affederler­se o başka. Yakınları affetseler bile ona öle­nin ne diyetinden ne de malından bir şey ve­rilmez..."

İbni Büreyde'den, o da babasından işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Peygamber @ cedde(nine)ye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir (Ebu Davud ve Neseî).

Yine Büreyde, Huzaa'lı bir adamın öldüğünü ve malınm Rasulullah @'e getirildiğini, O'nun da ölenin vârisi veya bazı yakınlarını bulmak için emir verdiğini, ancak hiç kimsenin bulu­namaması üzerine Rasulullah @'in; "Onu Hu-zaa'nm en yaşlı adamına verin!" buyurduğunu rivayet etmiştir (Ebu Davud).

Hz. Ali, "vasiyetten veya borçtan arta kalan" âyetini (4:12) nakledin, demiştir. Rasulullah @, borcun vasiyetten önce ödenmesi gerekti­ğine ve aynı anadan doğan çocukların birbir­lerine mirasçı olacaklarına, fakat bir babadan ve değişik annelerden olan çocukların birbir­lerine mirasçı olamayacaklarına hükmetmiştir. Bir kişi, ana-baba bir erkek kardeşinden miras alabilir, fakat baba bir, ana ayrı erkek kardeşinden miras alamaz (Tirmizî ve îbni Mâce).

Dârimî'nin değişik bir rivayetinde şöyle den­miştir. "Aynı anadan olma erkek kardeşler birbirlerine mirasçı olabilirler, fakat aym ba­ba, ayrı analardan olanlar birbirlerine mirasçı olamazlar."

Câbir şöyle rivayet etmiştir: Sa'd b. Rebi'nin hanımı iki kızını Rasulullah @'e getirdi ve "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kızlar Sa'd b. Re­bi'nin kızlarıdır. Babaları Uhud'da seninle be­raberken şehid düşmüştür. Amcaları mallarını aldı ve onlara hiçbir şey bırakmadı. Bunları nikâh da etmemiştir; kızlarıma miras düşer mi?" diye sordu. Rasulullah @; "Biraz sabre­diniz, elbette Allah hükmünü verecektir" bu­yurdu. Rasulullah @, miras ayeti vahyolun­duğunda kızların amcasına; "Sa'd'ın iki kızı­na 2/3'ünü ve annelerine 1/8'ini ver, kalanı se­nindir" buyurdu (Ahmed, Tirmizî, Ebu Da­vud ve İbni Mâce).

Huzeyl b. Şurahbil şöyle rivayet etmiştir: Bi­rinin 'kızı, oğlunun kızı ve kızkardeşinin' ve­raset meselesi Ebu Musa'ya sorulmuştu. O da şöyle cevapladı: "Kız yansını, kızkardeş de diğer yansını alır. İbni Mesud'a gidin, onun da benim görüşüme katıldığına şahit olacaksı­nız." Bu mesele İbni Mesud'a aktanldığmda o şöyle dedi: "Eğer buna katılırsam hata etmiş ve doğru yoldan sapmışlardan olacağım. Ben bu meselede Muhammed @'in yaptığı gibi karar vereceğim; Kızı yansını alır, oğlunun kızı 1/6'sını alır ki bu 2/3 yapar. Kalan da kız-kardeşe gider." Meseleyi danışmakta olanlar tekrar Ebu Musa'ya vanp İbni Mesud'un söy­lediklerini aktarırlar. Ebu Musa "O âlim kişi aranızda olduğu müddetçe bana sormayın." dedi (Buharî).

İmran b. Husayn'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber @'a bir adam gelmiş, ve "El-hak benim oğlumun oğlu vefat etti. Bana onun mirasından ne var?" dedi. Rasulullah @; "Sana altıda bir var." buyurdu. Adam dönüp gi­derken, onu çağırarak; "Sana bir altıda bir da­ha var" buyurdular. Adam dönüp giderken (onu tekrar) çağırarak; "Son altıda bir, sana fazladan bir rızıktır." buyurdular (Ahmed, Tirmizî ve Ebu Davud).

Bu hâdisenin ayrıntısı şöyledir: Ölen kimse geride iki kızı ile bu suali soran dedesini bı­rakmıştır. Şu halde iki kıza mirasın üçte ikisi verilecektir. Geriye bir 1/3 kalır. Peygamber @ suali sorana 1/6 hissesi olmak hesabiyle vermiştir. Çünkü burada onun hissesi 1/6'dır. öteki altıda biri kendisine birden bire verme­miş; dönüp giderken arkadan çağırarak ver­miştir. Zira iki altıda biri beraberce verseydi, hissesinin bu olduğunu zannederdi. Son defa verdiği 1/6 ise, erkek tarafından akraba oldu­ğundandır. Hz. Ebu Bekr'e bir nine gelerek bir maldan kendisine ne kadar bir pay düştü­ğünü sormuş, o da Allah'ın Kitabında ve Rasûlü'nün sünnetinde onun için bir şey belir­tilmediğini, fakat kendisi mevzuyu diğer in­sanlardan soruşturana kadar evine gitmesini söyledi. Hz. Ebu Bekr mevzuyu araştırdığın­da Mugîre b. Şube, Rasûlullah'ın bir nineye 1/6 verirken yanında bulunduğunu söyledi. Ebu Bekr, o sırada yanlarında bir başkasının bulunup bulunmadığını sorunca Muhammed b. Mesleme'nin de orada olduğu anlaşıldı. O da Mugîre'nin söylediğinin aynısını söyledi. Böylece Ebu Bekr bunu o nineye uyguladı. (Mâlik, Ahmed, Tirmizî, Ebu Davud, Darimî ve İbni Mace).

İbni Mesud, Peygamber®'in, oğlu henüz ha­yatta iken bir nineye 1/6 pay verdiğini ve 1/6 pay verilen ilk ninenin de bu olduğunu riva­yet etmiştir (Tirmizî ve Darimî). Dahhak b. Sufyân, Eşyam ed-Dibab'ın diyetine karısının da vâris olarak katılmasını Peygamber @'in kendisine emrettiğini rivayet etmiştir (Tirmizî ve Ebu Davud).

İbni Abbas'dan naklen: "Bir adam azâd etmiş olduğu genç kölesinden başka vâris bırakma­dan öldü. Bu durumda Rasûlullah @ o ada­mın malını köleye verdi." (Ebu Davud, Tirmizî ve ibni Mace). Rasûlullah @'in, ölen bir babaya atfedilen ve mirasçıların da bunu kabul ettiği, Ölenin sahibi bulunduğu cariyesi ile ilişkisi sonucu doğan çocuğun mirasçılar arasına dâhil edilmesi yolunda karar verdiği de rivayet edilmiştir. Fakat çocuk daha önce­den bölünmüş olan maldan bir hisse alamaz; sadece henüz bölünmemiş olan mirastan his­sesini alır. Ancak çocuğun kendisine atfedil­diği baba onu reddederse, çocuk vârisler ara­sına dâhil edilmez. Şayet çocuk cariyeden ol­ma ve babanın kabullenmediği bir çocuksa veya babanın hür bir kadınla kurduğu gayri meşru ilişkiden olmuşsa, çocuğun atfedildiği kişi babalık iddiasında bulunsa bile mirasçılar arasına dâhil edilmez. Çünkü annesi köle de olsa, hür de olsa o bir zina mahsulüdür (Ebu Davud).

Rasûlullah @, aşağıda gösterildiği gibi belli bazı konularda da hüküm vermiştir: "Ben, mü'minlere kendilerinden daha yakınım; bor­cunu ödemeye yetecek kadar mal bırakmadan ölen ve borç bırakan kimsenin borcu bana ait­tir, eğer mal bırakırsa o da varislerine aittir." Bir diğer rivayette; "Bir kişi borç ve maişet-siz bir çocuk bırakırsa, meseleyi bana getirin. Çünkü ben onun hamişiyim." Yine bir başka rivayette; "Bir kimse mal bırakırsa, o mal varislerine gitsin; ve eğer bir kimse ardında ge­lirsiz kimseler bırakırsa onlar bana gelsin." (Buharî ve Müslim).

Rasûlullah @ şöyle de buyurmuştur: "Ben her mü'mine kendinden daha yakınım. Eğer bir kişi borç ya da muhtaç bir aile bırakırsa ondan ben sorumlu olacağım. Şayet mal bıra­kırsa o vârislerine gider. Ben, kimsesizlerin hamişiyim. Sahip olduğu malı muhafaza ede­rim ve onu yükümlülüklerinden kurtarırım." (Ebu Davud).

Rasûlullah @'in bir hizmetkârı biraz mal bıra­karak vefat etti. Fakat hiçbir yakım yoktu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Bıraktıklarını onun köyünden bir adama ve­riniz." (Ebu Davud ve Tirmizî). Bir başka ha­diste Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Mi­ras almaya hakkı olan kişi, azatlı kölesinin malından miras alabilir." (Tirmizî). Câbir, Peygamber @'den işitmiş olarak şöyle rivayet etmektedir: Rasûlullah @; "Doğan çocuk ağ­ladı mı, mirasçı olur" buyurmuşlardır (Ebu Davud). Doğan çocuğun ağlamasından, çocu­ğun diri doğması kastedilmektedir.

 

Vasiyet

 

Miras ayetleri vahyedilmeden önce birinin fü-ruuna veya diğerlerine, malını veya herhangi bir servet nevini bırakmasının tek meşru yolu vasiyet idi. Miras ayetlerinin vahyi ile birlik­te, bir kişi miras hükümleri çerçevesinde ma­lından istifade edemeyen yakınlarına meşru olarak sadece mirasının 1/3'ünü vasiyet ede­bilmektedir. Yine, bir kişi diğer mirasçılar ta­rafından kabul ve tasdik edilmedikçe bir diğer mirasçının lehine vasiyette bulunamaz. Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle açıklan­maktadır: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) birakacaksa, anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." (2:180). Ve Mâide sûresinde şu ifadeler yer alır: "Ey iman edenler! Birinize ölüm gelince vasiyyet sırasında içinizden iki âdil kişi, ara­nızda şahitlik etsin. Ya da yeryüzünde yolcu­luk ederken başmıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişi (şahitlik etsin)..." (5:106).

Fakat bu emir miras hükümleri (4:7-13) ışı­ğında Rasûlullah @ tarafından iki şekilde ye­niden düzenlenmiştir. Birincisi: Hiç kimse meşru bir mirasçıya vasiyette bulunamaz. Ya­ni miras hükümlerince sabit tutulmuş olan hisselerde azaltma veya artırma yapılmaz. İkincisi: Vasiyet malın sadece 1/3'üne sınırlı kılınmıştır. Yani bir kişi malının en az 2/3'ünü bu hükümlere göre mirasçıları arasın­da bölüştürecek, fakat 1/3'ünü kanunen mi­rasta hissesi olmayan yoksul akrabaya, vakıf işlerine vs. vasiyet yoluyla bırakabilecektir. Bu sebeple, vasiyet hükümleri ilga edilmiştir, demek yanlıştır. Diğer taraftan bu Allah'tan sakınan kimselere Allah'ın tanıdığı bir haktır ve şayet bu hak yerli yerince kullanılırsa bir yetime, toruna miras bırakmak gibi pek çok mesele İslâm'ın Miras Hükümleri ile çelişme­den halledilecektir. (The Meaning of the Qur'an, c. I).

Vasiyete sınır Rasûlullah @'in şu hadîsleri ile getirilmiştir: Sa'd b. Ebi Vakkas'dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki; "Ya Rasûlullah! Ben zenginim, bir tek kızımdan başka kimse de bana mirasçı olamıyor. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Hayır" buyur­dular. "Yansını tasadduk edeyim mi?" dedim. (Yine) "Hayır" buyurdular. "O halde üçte bi­rini tasadduk edeyim mi?" dedim. "Üçte bir? Üçte bir de çok. Şüphesiz ki senin, mirasçıla­rını zengin bırakman, onları fakir, âleme el açar bir halde bırakmandan daha hayırlıdır" buyurdular (Buharî ve Müslim).

Rasûlullah @, insanları mirasçılarının menfa­atine zarar vermemeleri hususunda uyarmıştır. Enes, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bir mirasçısını mirasından mahrum eden kimseyi Allah da ahirette Cen­net mirasından mahrum edecektir." (İbni Ma­ce ve Beyhakî).

Ebu Hureyre ise Peygamber @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: "Bir adam veya kadın altmış sene Allah'a muti bir hayat yaşa­salar da, ölmek üzere iken vasiyetleri ile ezâ etseler, Cehenneme girerler." Sonra şu âyeti okudu: "...(Bu taksim) zarar verici olmayan vasiyyet ve borçtan sonra (uygulanır)..." (4:12). (Ahmed, Tirmizî, Ebu Davud ve İbni Mace).

Ebu Ümâme, Veda Haccında Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu işittiğini rivayet etmiştir: "Allah, hakkı olan herkes için ona ne düşü­yorsa vermiştir, şu hâlde vârise miras yok­tur." (Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace). Tirmizî'de şu ilave vardır: "Çocuk, kadının kocasına atfedilir, ancak zâni hiçbir şey al­maz ve onların hesabı Allah'ın elindedir." (Mişkât).

Amr b. Şu'ayb, babasından naklen şunu riva­yet etmiştir: As b. Vâil vasiyetinde kendi adı­na yüz köle bağışlanmasını istedi. Oğlu Hi-şam elli köle salıverdi ve oğlu Amr da elli kö­le azad etmeye niyetlendi. Fakat önce Rasû­lullah @'e sormaya karar verdi; "Ya Rasûlullah, babam vasiyetinde kendi nâmına yüz köle âzâd edilmesini istedi ve Hişam onun adına elli köle salıverdi, geriye elli tane kaldı. Onun adına kalan elli köleyi salıvere­yim mi?" Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Bir müslümamn adına âzâd edilen köleler veya adına verilen sadakalar, veya onun adına ya­pılan hacc, ona ulaşacaktır!" (Ebu Davud).

Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre bir adam Peygamber @'e gelerek: "Ya Rasûlullah! Annem âni olarak vefat etti ve vasiyyet yapamadı. Zannederim konuşsaydı tasadduk ederdi. Acaba onun için ben tasad-duk etsem ona bir ecir olur mu?" dedi. Rasûlullah @ "Evet" buyurdular (Müslim).

Mahled b. Hufaf şöyle dedi: "Bir köle satın aldım ve benim için bir şeyler kazanmasını istedim. Fakat daha sonra bedeninde bir kusur buldum ve dâvayı Ömer b. Abdülaziz'e getir­dim. Köleyi iade etmem konusunda lehime karar verdi. Ancak onun bana kazandırdıkla­rını geri ödememi istedi. Bunun üzerine Ur-ve'ye giderek hâdiseyi aktardım. Urve, Hz. Aişe'den Rasûlullah @'in buna benzer bir dâvada kânn mesuliyet taşıyana (yani kölenin sahibine) ait olduğu yolunda karar verdiğini duydum, bu akşam gidip bunu Ömer'e söyli-yeyim, dedi." Mahled b. Hufaf daha sonra şöyle devam etti: "Urve, Ömer'e gitti, böylece o da tamamen lehimde karar verdi ve kân da­ha önce onu kendisi için aleyhimde karar ve­rilen adamdan almamı söyledi." (Şerhü's-Sünne).

Abdullah b. Mesud şöyle rivayet etmiştir:

Çifte Minareli Medrese, Erzurum.

RasûluIIah @ şöyle buyurdu; "Birbirleriyle alışveriş yapan iki kişi anlaşamadıklarında, karar hakkı satıcınındır. Fakat alıcı da kararı tasdik etmede muhayyerdir." (Tirmizî).

Bir başka rivayette şöyle denmiştir: "Alış-ve-riş yapan iki kişi anlaşamadıklarında , mal or­tada ise ve hiçbir taraf dâvasını ispatlayamı-yorsa, karar satıcınındır veya her ikisi birlikte anlaşmayı iptal edebilir." (İbni Mace ve Darimi).

 

Zekât

 

Zekat ödemek, tesbit edilmiş belli bir asgari düzeyin (nisab) üzerinde servete sahip zengin Müslümanlara farzdır, fakat Kur'ân onun miktarı, oranı veya muafiyet sınırlan hakkın­da ayrıntılı bilgi vermemiştir. RasûluIIah @, Allah'ın elçisi ve kanun yapıcı olarak hadis, sîret ve tarih kitaplarında bulunabilecek olan bütün ayrıntıları açıklamıştır. (Bkz.: Sîret An­siklopedisi, c. II, 3. ve 4. bölümler).

 

Hz. Peygamber @'in Kararlan

 

Borçların ödenmesi

 

1- Borcun ödenmesi: "Yaptığı vasiyetten ve­ya borçtan arta kalanın..." (4:12) ayetini açık­lamak için Peygamber @'in, "Allah size ema­netleri ehline teslim etmenizi emrediyor." (4:58) ayet-i kerimesine bakarak borcun vasi­yet bırakmadan evvel ödenmesi gerektiğine hükmettiği rivayet edilmektedir. Borcun gö­nüllü olarak bırakılan vasiyete nazaran önce­liği olduğuna hükmetmiştir (Buhari).

2- Yakınlara Vasiyet: Enes, Peygamber @'in bir bahçe hakkında Ebu Talha'ya şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir: "Onu yakınlarından fa­kir olanlar arasında bölüştür. " Ebu Talha da bahçeyi çok yakınlarından Hasan ve Ubey b. Kab'a vermiştir.

3- Kişinin Annesi Adına İnfakı: İbni Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Sa'd b. Ubade'nin an­nesi onun yokluğunda öldü. Sa'd, Peygamber @'e giderek: 'Ya RasûluIIah! Annem ben bu­rada yokken öldü, onun nâmına sadaka verir­sem ona bir faydası olur mu?' dedi. Peygam­ber @; 'Evet' dedi. Sa'd, 'el-Mekref adlı bahçemi onun nâmına sadaka olarak verdiği­me şahid ol' dedi." (Buharî).

4- Vakfetme: İbni Ömer'den rivayet olundu­ğuna göre, babası Hz. Ömer, Rasululullah @'ın sağlığında Semğ denilen öz malı hurma­lığı vakfetmek isteyerek "Ya RasûluIIah! Ben nazarımda en güzel ve kıymetli bir hurmalığa mâlik bulunuyorum. Hâlis kazancım olan bu malımı vakfetmek istiyorum" diye Rasûl-i Ekrem'den sormuş. Peygamber @: "Bu hur­malığın aslını, rakabesini vakfet!. Artık o sa­tılmaz, hibe edilmez, vâris olunmaz, yalnız onun mahsûlü (hak etmiş olana) infak edilir, yedirilir" buyurdu. Ömer de bu malım o su­retle vakfetti. Ve bu sadakası, Allah yolunda gaza eden mücahidlere, esaretten kurtulmak isteyen kölelere, misafirlere, vâkıfın yakın akrabasına meşrut idi. Bununla beraber mü-tevvelli nasb olunan kimsenin, vakfın rakabe-sine tecavüz etmiyerek yalnız nemasından ör­fe göre yemesinde, yahut dostuna yedirmesin­de de günah yoktur. (Buharî ve Müslim).

Zübeyr evini vakfetmişti. Boşanmış olan kız­larına, sıkıntı çekmemeleri için, zarar verme­mek şartıyla evde oturabileceklerini, şayet onlardan birinin yeniden evlenmesi hâlinde orada kalmaya hiçbir hakkı olmayacağını söylemiştir. (Buharî).

5- Ölenin Borcu: Câbir b. Abdullah nakledi­yor: "Babam Abdullah b. Amr, Uhud günü şehid olarak vefat etmişti. Halbuki üzerinde (yalnız bir Yahudiye otuz vesk hurma) borç vardı. Alacaklılar haklarım istemekte şiddet göstermeğe başladılar. Bunun üzerine Pey­gamber <§>'e geldim. (Durumu arzettim). O da bunlara hurmalığının mahsûlünü kabul edip babamı üzerindeki haklarından ibra etmeleri­ni teklif ettim. Fakat alacaklılar bu teklıtı Ka­bulden kaçındılar. RasûluIIah @ de bunlara hurmalığımı vermedi. Ve bana; 'Sana kuşluk vakti gelirim!' buyurdu. Ertesi sabah kuşluk zamanı geldi. Hurmalıkta dolaştı. Mahsûlün bereketi hakkında dua buyurdu. Hurma mahsûlünü kestim. Alacaklıların haklarım ta­mamen verdim. Bana da hurmamdan (bakisi, aslı gibi hiçbir şey eksilmeksizin) kaldı." (Buharî).

 

Evlilik Ve Boşanma

 

1- Dulun Görüşü Alınmaksızın Evlendiril­mesi:  Ensar kadınlarından Hansa bintü Hızâm'dan rivayete göre, Hansâ'yı babası (Hâlid)   iznini   ve   rızasını   almaksızın nikahlamıştı. Halbuki Hansa dul kadındı. Rızâsı alınmak icab ederdi. Kadın bu evliliği hoş görmeyerek Rasulullah @'e gidip şikâyet etti. (Ve babam beni birisine nikâh etmiş, hal­buki başkası ile evlenmek benim için daha hayırlı olurdu, dedi). Peygamber @ de bu nikâhı red ve iptal etti (Buharî).

2- Kadınların Boşanma İsteme Hakkı (Hulü'): İbni Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Sabit b. Kays'ın hanımı Peygamber @'e gelerek; 'Ya Rasulullah! Zevcim Sabit b. Kays, ahlâkı, dini (düzgün bir kimsedir. Bu) hususta ona darılmış değilim. Lâkin ben (zevcimi hil­katen çirkin gördüğümden) müslümanlık ha­yatında küfrü (icabeden bir harekette bulun­mayı) çirkin buluyorum. (Bu cihetle kocam­dan ayrılmak istiyorum)' dedi. Rasulullah @; 'Sabit'in vaktiyle mehir verdiği bahçeyi kendi sine iade etmek ister misin?1 diye sordu. Ka­dın; 'Evet! Ederim' dedi. Rasulullah @, Sabit b. Kays'a; 'Bahçeyi al, bir talakla bu kadını bırak!' buyurdu. Kadın bahçeyi, Sabit de tala­kını verdi." (Buharî).

Yine İbni Abbas'dan rivayete göre: (Hz. Ai-Şe'nin cariyesi) Berîre'nin kocası, Mugîys de­nilen bir köle idi. (Berîre'yi çılgınca severdi). Hâlâ gözümün önünde görür gibiyim. Zavallı Mugîys, ağlayarak ve gözyaşları sakalına dö­külerek Berîre'nin arkasında döner, dolaşırdı. (Berîre ise hiç hoşlanmazdı). Bir kere Peygamber @ (babam) Abbas'a: "Ey Abbas! Mugîys'in Berîre'ye aşın sevgisine, Berîre'nin de ona olan buğzuna, nefretine hayret etmez misin?" buyurdu. Sonra da Berîre'ye; "Keşke şu Mugîys'e rucû etsen olmaz mı?" buyurdu. Berîre de; "Ya Rasulullah! Öyle yapmamı mı emrediyorsunuz?" dedi. Rasûl-İ Ekrem; "Ha­yır! Emretmiyorum, şefaat ve iltimas ediyo­rum." buyurdu. Bunun üzerine Berîre; "Öyle ise, benim o adama ihtiyacım yoktur." dedi (Buharî).

3- Hanımın Suçlanması: Sâ'îd b. Cübeyr ŞÖyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ömer'e, karısına zina isnad eden kimse hakkında hük­mü sordum. İbni Ömer şöyle cevap verdi: "Rasûl-i Ekrem, Benî Aclân'dân bir karı-ko-canın zina töhmetinden dolayı ayrılığına hük­metti. Şöyle ki; (Ey karı-köca, Allah bilir ki, ikinizden biriniz yalancıdır. Binaenaleyh iki­nizden biriniz tövbekar olup da mülâane (karı, koca lânetleşmesi)den sarf-ı nazar eder mi? diye üç kere sordu. Fakat her defasında ikisi de imtina ettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem mülâaneden sonra bu karı kocanın ay­rılığına hükmetti. Ve kocaya; Artık bu kadın üzerinde alâkan kalmadı, buyurdu." (Buharı).

4- Nikâh'da Mehir Ödenmesi: Yukarıdaki hadîsin ikinci râvilerinden Amr b. Dînâr riva­yette şu ilâvelerin de bulunduğunu nakledi­yor: Bunun üzerine erkek; "Ya Rasûlullah, ya benim hâlim (verdiğim mehir bedeli) ne ola­cak?" diye sordu. Rasûlullah @; "O mal sana ait değildir. Çünkü sen kadına zina isnadında doğru olsan bile, o malı sen, kadının ırzını kendine helâl kılmak mukabilinde vermiştin (ve kadının olmuştu). Eğer sen zina isnadında yalancı isen mehir malını istemek sana daha uzaktır." buyurdu (Buharî).

 

Miras

 

Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: "Rasû­lullah @ Benî Lıhyan kabilesinden bir kadı­nın kasden düşük yapmasına kısas olarak bir dişi veya erkek kölenin azad edilmesine hük­metmiştir. Fakat kendisine ceza verilen kadın ölünce Peygamber @ malının kocasına ve fü-ruuna miras kalmasın? *; cezanın asabe (öle-nin baba tarafından erkek akrabaları) tarafın­dan ödenmesini emretmiştir." (Buharî).

Çocuk Doğduğu Yatağın Sahibine Aittir: Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: Utbe b. Ebî Vakkas, kardeşi Sa'd'a vasiyet etmiş (şöyle söylemiş): "Zem'a'nm cariyesinin oğlu ben(im sulbüm)dendir. Bu çocuğu almalısın!" Hz. Aişe diyor ki: Mekke'nin fethi senesi (Mekke'ye varıldığında) Sa'd b. Ebî Vakkas, çocuğu yakaladı ve; "Bu, kardeşim Utbe'nin oğludur. Bunun nesebinin kendisine istilhâkı için bana vasiyet etmiştir" dedi. Bunun üzeri­ne Abd. b. Zem*a ayaklanıp; "Bu, benim kar­deşimdir, babamın cariyesinin oğludur, baba­mın yatağı üstünde doğmuştur" dedi. Her iki taraf bu niza ve husûmetlerini Peygamber @'e arzettiler. Sa'd b. Ebî Vakkas; "Ya Rasûlullah! Bu çocuk, kardeşim Utbe'nin oğ­ludur. Nesebinin kendisine istilhâkına dair bana vasiyeti vardır" dedi. Abd. b. Zem'a da; "Bu, benim kardeşimdir ve babamın cariyesi doğurmuştur; babamın yatağı üstünde doğ­muştur" dedi. Rasûlullah @; "Ya Abd b. Zem'a! Bu senindir." buyurdu. Sonra da Pey­gamber @; "Çocuk, yatağın sahibinindir. Zâniye de mahrumiyet düşer." buyurdu (Buharî).

Vârisler İçin Mal: Ebu Hureyre, Peygamber @'den şöyle rivayet'etmiştir: "Eğer bir kimse Ölür de mal bırakırsa, malı vârislerine gider ve eğer borç veya yetim bırakırsa biz (mesela beytü'1-mâl) onun çaresine bakarız." (Buha­rî).

Gayri Müslime Pay Olmaması: Üsame b. Zeyd'den rivayet olunduğuna göre Peygam­ber @: "Bir müslüman kâfire; kâfir de müslü-mana mirasçı olamaz" buyurmuşlardır (Buharî). Abdullah b. Amr'dan rivayet olun­muştur: Demiştir ki; "Rasûlullah @; 'İki mil­let ehli birbirine mirasçı olamazlar' buyurdu­lar" (Ahmed, Ebu Davud, Nesei ve İbni Mace).

 

KISIM 2

 

CEZA HUKUKU (I)

 

Giriş

 

Kur'ân-ı Kerîm'in, emir ve yasakları açıklar­ken, özellikle suç ve ceza ile ilgili emirlerin izahında kendine has bir yol izlediğine şahit oluruz. Böylelikle insanların zihinlerinde ay­dınlık bir inkılâbın oluşmasına çalışılmakta­dır. Kur'ân, kendini dünyanın beşerî ceza (ta'zîr) kanunları gibi sadece suçu ve cezayı belirtmekle sınırlamaz. Aynı zamanda insan­ların dikkatini Allah korkusuna ve Hüküm Günü'nün dehşetine yöneltir; böylece suçlu­nun zihnini arıtmada ve onu eğitmede bilinen bütün diğer metodlardan daha etkili olur. Kur'ân'ın bu hikmetli ve derin metodu dün­yada büyük bir inkılâb meydana getirdi. Mer­hamet ve doğrulukta eşsiz ileri bir toplum te­sis etti.

İslâm Ceza Hukukunu incelemeye geçmeden önce hakkında birkaç hususu açıklamak ye­rinde olacaktır. Beşerî hukukun genel kav­ramlarında bütün cezaların suçlarına hangi suçla ilgisi olduğuna bakılmaksızın ta 'zîr de­nir. Fakat İslâm Şeriatında, suçlar için verilen cezalar üç kategoriye ayrılır: Hudud, kısas ve tâ'zir. Bu kavramların mânasını izah etme­den önce, bir kaç noktayı anlamak gereklidir.

tik olarak; diğer fertleri inciten ya da onlarda yara açan bütün suçlar insanlara zulüm ve Yaratıcının sınırlarına tecavüzdür. Bundan dolayı bu çeşit suçlara hem Allah'ın hakkı hem de ferdin hakkı dahil edilir; çünkü böyle bir fiilin faili her ikisine de mütecavizdir. An­cak bazı konularda ferdin hakkı, diğer bazıla­rında da Allah'ın hakkı ön plandadır. Ceza­landırmada İslâm Şeriatının emirleri hangi hakkın üstün olduğuna dayalıdır.

ikinci olarak; belirli bir kaç suçu hâriç tutar­sak, İslâm Şeriatı hiçbir sabit ceza belirlememiş, fakat onu her suçun zamanına, yerine ve tatbikatına göre hâkimin ihtiyarına bırak­mıştır. Ancak yönetim, bütün ülkede geçerli olmak üzere standart bir ceza sının getirmek veya yer ve zamanın ihtiyaçlarına uygun ola­rak hâkimlerin gücüne tahdit koymayı talep eder. (M. Müfti Muhammed Safi, Ma'arif ü'l-Qur'an,c.m,sh. 115-137).

Kur'ân ve Sünnet'te cezalan belirlenmiş suç­lar iki çeşittir: Allah'ın Hakkının başta geldiği yerde, cezaya hadd (çoğulu hudud), ve fer­din hakkının başta geldiği yerde cezaya kısas denir. Kur'ân hudud ve kısas için cezaları açıkça belirtmiş, Rasûlullah @ de söz ve fiil­leriyle onları izah etmiştir. Hukuk dilinde hu­dud; Allah Hakkı için kanun tarafından belir­lenmiş cezayı ifade eder. Haddi tesis etmenin esas gayesi, insanlann mütecaviz fiillere kal­kışmalarını engellemektir Diğer taraftan ta'zîr, kanun tarafından derecesi belirlenme­miş bir cezayı ifade eder. Bu işlenen suç, Al­lah'ın veya ferdin haklarına taalluk edebilir; ancak sözle veya fiilen yapılan bu tecavüz için hiçbir haddin belirlenmemiş olması hâlinde ta'zîre karar verilebilir. Ferdin hakla­rını ilgilendiren suçların cezalarına da kısas denir. Kur'ân ve Sünnet tarafından tesbit edilmemiş, fakat hâkimlerin reyine bırakılmış cezalara ta'zir denir.

Ta'zîr cezalan çok hafif veya çok ağır olabi­lir ya da cezadan vazgeçilebilir. Bu dâvalarda hâkimlerin yetkileri çok geniş ve şümullüdür, fakat hududdâ hiç bir hâkimin veya yönetici­nin ya da devletin daha yüksek bir yetkilisi­nin Kur'ân ve Sünnet'te belirtilen cezalan en ufak bir şekilde değiştirmeye, eksiltmeye ve­ya artırmaya hakkı ve selâhiyeti yoktur. Za­manın, mekânın ve durumun değişmesi bile cezayı etkilemez ve hiç kimse onu affetmeye yetkili değildir.

İslâm hukukunda hadler sadece beş suçta uy­gulanır. Yol kesmek, hırsızlık, zina ve kati için cezalar Kur'ân'da belirlenmiştir. Beşinci­si içki içmektir ki, cezası Rasûlullah @ tara­fından tesbit edilip bütün sahabilerce tasdik edilmiştir. Tevbe bile bu hadlerin cezalannı azaltamaz; yalnız yol kesme babında, şakiler yakalanmadan evvel tevbe ederler ve hâkim­ler tevbelerinin samimiyetine inanırsa ceza uygulanmayabilir. Fakat yakalandıktan sonra yapılan tevbe ne itimada şayandır ve ne de kabul edilebilirdir; ceza yerine getirilir.

Peygamber @ devlet tarafından hukuken ha­yatlarına son verilebilecek olan diğer iki suç­luyu zikretmiştir. Bunlar evli olmasına rağ­men zina eden ile müslüman olduktan sonra İslâm'ı terkeden mürteddir. Rasûlullah @'in "dininden döneni katledin" buyurduğu riva­yet edilmektedir (Buhari).

İslâm devletinde isyan çıkaran, Allah ve O'nun Rasûlü'ne karşı savaşan kimseler de Rasûlullah @ tarafından ölüme mahkûm edi­lirdi. Usâme b. Şerik, Allah'ın Elçisinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ortaya çıkıp üm­metim arasında fitne çıkaran kimsenin başını kesin" (Nesei). Enes, Rasûlullah @'in (Al­lah'a ve O'nun Rasûlüne karşı savaşıp İslâm'dan dönen) Urayna kabilesine mensup adamların ellerini ve ayaklarını kestirdiğini ve onlar ölene kadar da (kanayan uzuvlarını) dağlamadığını rivayet etmiştir (Buhari). Rasûlullah @, evliyken zina edenler hakkın­da da ölüm cezası (recm) vermiştir.

Bütün ta'zîr cezalarında, samimi ve dürüst bir şekilde tevbe edenler için af söz konusu olabilir. Fakat hadlerde tamamen yasaktır. Hadlerde cezalar oldukça ağır ve yerine geti­rilmesini icap ettiren hükümler son derece kat'idir. Ancak, cezaların ve uygulamanın ağırlığı arasında bir denge kurmak üzere, su­çun isbatı için gereken şehadetin kabulünde sıkı şartlar konulmuştur. Şartlardan herhangi birinin yokluğu, belirtilen cezayı ilga edecek­tir; meselâ şahitlikte en ufak şüphe olması bi­le onu hükümsüz kılacak ve mütecavizin ce­zasını iptal edecektir. Şüphenin sanığın lehi­ne olması İslâm şeriatının ana esaslarından-dır. Fakat böyle vak'alarda hâkimler genelde fizikî cezalar olan ta'zîr cezaları vermeye yetkilidirler. Mesela, zinada dört yerine sade­ce üç şahit bulunmuşsa ve şahitler dürüst ve güvenilir iseler hadd cezası tatbik edilmeye­cektir. Ancak hâkim belirli sayıda değnek vurma şeklinde uygun bir ta'zîr cezası vere­cektir. Buna benzer olarak hırsızlıkta şayet gereken şartlar sağlanamadı ise, hadd (elin kesilmesi) tatbik edilmeyecek, fakat tazir ce­zası hâkim tarafından, değnek vurulması şek­linde verilebilecektir. (M. M. Safi, a.g.e., c. III, sh. 115-137).

Kısas cezası da hudud gibi Kur'ân'da belir­lenmiştir; cana can, zarara eşit şartta zarar (2: 178). Yalnız, ikisi arasındaki fark şudur; hu­dud Allah'ın hakkı olarak hükmedilmiştir; onu hiç kimse değiştiremez veya affedemez. Mesela, bir hırsızlık olayında, dâvâcı (malı Çalınan kişi) sanığı affetse ve dâvayı geri alsa bile, suçun cezası yerine getirilir ve ceza ilga edilemez. Diğer taraftan, kisasda Kur'ân ve Sünnet tarafından kişi hakkı en başta tanın­mıştır. Bu sebeple kati suçu işlendikten sonra Ölenin yakınları diyeti kabul edebilirler veya mütecavizi affedebilirler.

Yine bunun gibi, yaralanma olaylarındaki kı-sasda da tazminat kabul edilebilir veya yara­lanan taraf suçu bağışlayabilir. Ancak bu olaylarda bile, devlet, yaralanan taraf affet­miş olmasına rağmen, salt diğer insanların

Uluğ Bey Medresesi ve Minaresi, Semerkant.

haklarını korumak için bu mütecavizlere tazir cezası vermeye yetkilidir. Bazen ülkede hu­zur ve nizamı tesis ve temin için bu olaylara ta'zîr cezalan vermek gerekli olmaktadır. Ancak, normal şartlarda yaralanan taraf sa­nıktan tazminat kabul ettiğinde veya onu af­fettiğinde, devlet adaletin şer'i hükümlere gö­re uygulanması keyfiyetine karışmaz ve sanık serbest bırakılır. (M. M. Safı, a.g.e).

 

Kişinin Hayat Hakkının İhlâli

 

Kısas: İslâm, Kur'ân'da tarif edilmiş belli başlı suçlardan mahkûm edilenleri cezalan­dırma konusunda son derece kat'i kurallara sahiptir. Rasûlullah @, Allah'ın hududu ve O'nun tarafından Kitab'ında ortaya konan ce­za hükümleri ile ilgili meselelerde hiç bir zaman tâviz vermezdi.

Kati: Kur'ân, cinayet davalarında şu sözlerle âdil bir karşılık ister: "Ey iman edenler! Öl­dürülenler hakkında kısas size farz kılındı. Hür ile hür insan, köle ile köle, kadın ile ka­dın..." (2:178). Bu ayette, adaletin talebini harfiyen karşılamak için insan hayatının de­ğerinin eşitliği ilkesi konmuştur. Diyet ve ve­rilen ceza, öldürülenin veya Öldürenin statü­süne göre tesbit edilmez. Bu sebeple katilin diyet ödemeye mecbur kılınması açıkça em­redilmiştir... Zâlim ve adaletsiz yöneticilere ve cahiliye devrinin uygulamalarına karşı ko­rumak için katilin veya katledilenin mevkiine ya da kabilesine bakılmaksızın; katledilenin canına karşılık yalnız katledenin canının alın­ması takdir edilmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c. I)

En'am suresinde şu ifadeleri okumaktayız: "... ve haksız yere Allah'ın haram kıldığı ca­na kıymayın!..." (6: 151) Bu; insan hayatının dokunulmazlığının Allah tarafından beyanı­dır. Allah, bunu ihlâl edilemez temel bir ilke olarak koymuştur. Kur'ân'da üç durumda öl­dürmeye izin verilir: Bir kişiyi öldürenin ve­ya Allah ve Rasûlüyle savaşanların ve yeryü­zünde bozgunculuk yapmaya çalışanların caiz olduğu üç sınıf insan şunlardır:

1- Bİr başkasını taammüden öldürmekten suçlu bu­lunan kişi.

2- İslâm'a karşı gelen, onun tesis edilmesini engelleyen, böylece kendisiyle sa­vaşmaktan başka yol bırakmayan kişi.

3- İslâm ülkesinde bozgunculuk yapan ve İslâm devletini yıkmaya teşebbüs eden kişiler. Daha sonra Rasûlullah @ bunlara iki sınıf insan da­ha eklemiştir:

4- Evli iken zine fiilini işlediği isbatlanan kişi;

5- Mürted olan ve İslâm top­lumunu terkeden kişi. Bunlar, Rasûlullah @'in sözleriyle delülendirilmiştir.

Hz. Aişe, Rasûlullah @'in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: "Allah'tan başka ilah olmadı­ğına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi oldu­ğuna şehadet eden Müslümanın kanı sadece üç sebeple akıtılabilir; evlilikten sonra zina etmek -ki recmedilir-, Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşmak -ki öldürülür-; elleri ayaklan çaprazlama kesilir veya sürgün edilir-, adam öldürme -ki karşılığında öldürülür." (Ebu Davud).

Bu Suçun Şenaati: Cinayet, bir kişinin in­sanlığa karşı işleyebileceği suçların en kötü-südür. Bu sebeple Allah ve O'nun Elçisi tara­fından derin nefretle karşılanmıştır. Hesap gününde ele alınacak ilk meselenin bu olaca­ğı bildirilmektedir.

Abdullah b. Mes'ud Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet gü­nünde insanlar arasında ilk hüküm kanlar hakkında verilecektir." (Buhari ve Müslim). Yine Peygamber @ şöyle buyurmuştur: "Bir mü'minin kanını dökmekte bütün arzın ve semavâtın varlıklarının payı olsaydı, Allah onların hepsini cehenneme koyardı." (Tirmizî)."Bir başka hadîste şöyle buyurul-maktadır: "Allah için dünyanın sona ermesi bir mü'minin öldürülmesinden daha az ene-miyetlidir." (Nesei, Tirmizi ve İbni Mace)

İbni Abbas, Rasûlullah @'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Kıyamet gününde, öldürülen kişi şahdamanndan kan damlar vazi­yette, katili perçeminden tutarak ve tahtın ya­kınına gelene dek; 'Rabbim! Bu beni öldür­dü' diyecek." (Tirmizî, Nesei ve İbni Mace).

Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuştur: "Allah her günahı affeder, yalnız müşrik olarak ölen ve kasden adam öldüreninki müstesna." (Ebu Davud ve Nesei). Câbir, Rasûlullah @'in; "Diyeti kabul ettikten sonra Öldüren kimseyi affetmem" buyurduğunu rivayet etmiştir (Ebu Davud).

Ebu Hureyre, Rasûlullah @'dan şöyle rivayet etmiştir: "Eğer bir kişi bir mü'minin öldürül­mesine yarım bir sözle bile yardım etse, Al­lah'ın huzuruna alnında (Allah'ın rahmetini kaybetmiştir) yazısıyla çıkacaktır." (îbni Mace).

Kur'ân, çocukları öldürmek gibi iğrenç bir suçu şöyle ifade etmektedir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi günah(ı) yüzünden öldürüldü?' diye." (81:8-9).

Kur'ân, masum kişilerin Öldürülmesine karşı insanları uyarmakta, bu dünyada kanunî ce­zası çekildiği gibi, ahirette de ağır bir şekilde cezalandırılacağını açıklamaktadır:

"Her kim bir mü'mini kasten Öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanet et­miş ve onun için büyük bir azâb hazırlamış­tır!" (4: 93). îsrâ suresi'nde şu ifadeleri oku­maktayız: "Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin. Kim zulmen öldürülürse, onun velisi (olan mirasçısına yetki vermişiz­dir (öldürülenin hakkını arar. Ancak o da) öl­dürmede aşın gitmesin..." (17: 33).

a- Amr b. Şuayb babasından, o da babasın­dan nakille Rasûlullah @'in şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Şayet bir kimse bir baş­kasını kasden öldürürse, o kimsenin ailesine teslim edilir. Dilerlerse onu öldürürler veya diyeti kabul ederler... Onunla istedikleri an­laşmayı yapmaya kendileri karar verirler." (Tirmizi).

b- Ebu Şureyh el-Huzaî Allah'ın Rasû-lü'nden şöyle işittiğini rivayet etmiştir: "Bir yakını öldürürülen veya yaralanarak (bundan dolayı) muzdarip kalan kişi üç şeyden birini seçebilir. Fakat bunlardan fazlasını isterse ona izin vermeyin; Kısas isteyebilir, affedebi­lir veya diyet alabilir; ancak bunlardan birisi­ni kabul ettikten sonra daha fazlasını isteyen ebediyyen cehenneme gider." (Darimî).

Bu âyet ve hadîs esas davacının devlet değil Öldürülen kişinin velisi olduğunu göstermek­tedir. Veli, Öldürenin canını almak yerine di­yeti kabul etme yetkisine sahiptir. Fakat suç­luyu bizzat öldürerek cezayı uygulamaya yet­kili değildir. Cezayı uygulamak sadece İslâm devletinin sorumluluğu altındadır ve bu se­beple öldürülen kişinin velisi adaleti devlet­ten isteyecektir. Bu meseleleri ele almada ve iki taraf arasında ayrım yapmaksızın adaleti uygulamada halkın temsilcisi olarak devlet esas yetkilidir. Bu ilke Rasûlullah @ tarafın­dan şu sözlerle açıklanmıştır: "Velisi olmaya nın velisi benim". Yani kendi haklarını koru­maya muktedir olamayan vatandaşlar velileri ve haklarının koruyucusu olarak onu (İslâm Devletinin başı olduğu için) bulacaklardır. (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI).

Adam öldürmek Allah katında çok şen'i bir suçtur. Kur'ân-ı Kerîm'de bundan şu şekilde bahsedilmektedir: "...Şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozguncu­luk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu(n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur..." (5: 32). Bu âyet insan hayatının dokunulmazlığını vurgulamaktadır. İnsan hayatının korunması ve kollanması için herkesin diğerinin hayatını kutsal kabul etmesi ve onu korumaya yardım etmesi şarttır. Bir başkasının canını haksız yere alan bir kişi yalnızca ona karşı zulüm et­miş olmakla kalmaz, yanısıra insan hayatının dokunulmazlığı ve diğer insanlara merhamet gibi duygulardan mahrum olduğunu göstermiş olur. Böylece o bütün insanlığın düşma­nıdır; şayet her fert aynı kalp katılığına sahip olsaydı insanlığın sonu gelirdi. Diğer taraf­tan, bir kişi tek bir insan hayatını korursa, gerçekte bütün insanlığı korumuş gibi olur; çünkü üzerinde insanlığın bekasının bağlı bu­lunduğu iyi Özellikleri taşımaktadır.

Bir kişiyi öldürme suçunun ciddiyetine ve ağırlığına paralel olarak Allah bu suç için çok şiddetli bir ceza uygun görmüştür: "Allah ve rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde boz­gunculuk yapmağa çalışanların cezası: (ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulunduk­ları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünya­da çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara büyük azâb vardır. Ancak sizin onları (yenip) ele geçirmenizden önce tevbe edenler olursa (bilin ki) Allah, bağışlayan, esirgeyendir." (5:33-34).

Ayetlerde hâkimlere sözkonusu suçun ceza­landırılmasında seçenekler sunulmaktadır. Böylece hâkimler içtihadlarına göre suçun mahiyetine ve işleniş şeklinin ağırlığına göre ceza verebilirler. Ayrıca suçun şartlarına göre ölüm de dahil bu cezaların herhangi birine çarptırılabileceği mütecavize açıkça belirtil­miş olmaktadır. (The Meaning ofîhe Qur'an, c. III).

Hataen ölüm: Kasdî olmayan ve hata sonucu meydana gelen kati olaylarında, Kur'ân'da şu genel kural zikredilmektedir: "Bir mü'min, bir mü'mini öldüremez, ancak yanlışlıkla olursa başka. Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle âzâdetmesi ve ölenin ailesine de bir diyet vermesi gerekir. Eğer (ölenin ailesi), bağışlar (diyetten vazge­çerlerse başka. (Öldürülen) mü'min, düşma­nınız olan bir topluluktan ise mü'min bir köle âzâdetmesi gerekir. Ve eğer sizinle kendileri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü'min bir köle âzâdetmek lâzımdır. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için, ard arda iki ay oruç tutması gerekir. Al­lah bilendir, hikmet sahibidir." (4: 92).

Burada şu husus belirtilebilir: Bir köle azad etmek, diyet ödemek veya aralıksız iki ay oruç tutmak birer ceza değil, fakat suçun ba­ğışlanması için birer kefarettir. İkisinin ara­sındaki fark şudur: Bir ceza verildiğinde, ki­şide hiç bir pişmanlık, vicdan azabı, eziklik ve nefsini ıslah olmaz. Onun yerine bir yeis, nefret ve istikrah duygusu olur. Ceza, ardında nefret ve acı bırakır. Allah, işte bu yüzden kefaret ve tevbeyi emretmiştir; böylece müte­caviz salih ameller, dindarlık, vazifeyi yerine getirme gibi davranışlarla nefsini tezkiye edip nedamet ve vicdan azabı içinde Allah'a yönelebilir. Bu yolla, günahkâr sadece şimdi­ki suçunun kefaretini ödemiş olmakla kalma­yacak, gelecekte de bu şekildeki günahlardan sakınacaktır. (The Meaning of the Qur'an, c. II).

Diğer Yaralar İçin Kefaret: İslâm, bir kişi­nin vücudundaki değişik yaralar için yaranın yapısına ve büyüklüğüne göre değişik hü­kümler koymuştur. Kur'ân kısas ilkesini şu ayetle açıklamaktadır: "Onda (Tevrat'ta) onlara; cana can, göze göz, buruna burun, kula­ğa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmet­mezse, işte zâlimler onlardır." (5: 45). Bu âyet bir kişi tarafından herhangi bir kişide açılan her yara ve sebep olunan her zarar için verilecek cezayı açıkça tayin etmektedir. Mü­tecavize diğer kişide açtığı yaranın aynısı açı­lır; ne fazla ne de az. Peygamber @, İslâm'da kısas hükmünü şu sözleri ile özetlemiştir: "Bir kimse kölesini öldürürse biz de onu öl­dürürüz, bir kimse kölesinin uzvunu keser veya onu sakatlarsa biz de onun uzuvlarını keser veya sakatlarız." (Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace ve Darimi).

İntihar: İslâm nazarında intihar, kişinin ken­dine karşı işlediği çok ağır bir suç olarak ka­bul edilir; cezası ise cehennemdir. Ebu Hu-reyre, Peygamber @'in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "Kendini bir tepeden aşağıya atarak Öldüren kişi cehennem ateşine atılacak ve orada ebediyen kalacaktır; kendisini bir demir parçasıyla (kılıç veya bıçak) öldüren kimsenin eline o demir parçası verilecek, bu demir parçası karnına saplanmış şekilde ce­hennem ateşine girecek ve orada ebediyen kalacaktır." (Buhari ve Müslim). Rasûlullah @'den şu hadîs de rivayet edilmiştir: "Kendi­ni asarak öldüren kimse cehennemde de Öyle yapacak. Ve kendisine mızrak saplayarak ölen cehennemde Öyle yapacak." (Buhari).

İrtidat: İslâm'dan dönen ve tevbe etmeyen, hatta İslâm'a savaş açıp bozgunculuk yapan­lar da katil olarak kabul edilirler. "Eğer and­laşma yaptıktan sonra andlarım bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle hemen savaşın. Çünkü onların andları yoktur; belki (böylece küfürden) vazgeçerler." (9:12). Ve Nahl sûresi'nde şu ifadeler yer al­maktadır: "İnandıktan sonra Allah'ı inkâr eden, -kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil, fakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan)- kimselere Allah'tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azâb vardır." (16: 106).

Daha Önce "Kişinin Hayat Hakkının İhlâli" başlığı altında açıklandığı gibi ölüm cezası İslâm'ı terkeden ve tekrar küfre dönen herkes için takdir edilmiştir. Rasulullah @'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir köle kaçar ve müşrik olursa, katli caizdir." (Ebu Davud). Yine şöyle buyurmuştur: "Sihirbaza verilecek ceza kılıç darbesidir." (Tirmizi).

Mürtedlerin Öldürülmesi Rasulullah @'in hadîsleri ile tasdik edilmiştir. Hz. Ali, Al­lah'ın Rasûlü'nün şöyle dediğini işittiğini ri­vayet etmiştir: "Son zamanlarda, genç ve ah­mak insanlar zuhur edecek, en güzel sözleri konuşacaklar, fakat imanları boğazlarından Öteye gitmeyecek. Onlar dinden okun yaydan çıktığı gibi çıkacaklar. Onlara nerede rastlar­sanız öldürün, çünkü kıyamet gününde onları Öldürene mükâfaat verilecektir." (Buhari ve Müslim).

İkrime'nin naklettiğine göre, Hz. Ali'ye bağlı bir topluluk, (kendisinin ulûhiyetini iddia eden Abdullah b. Sebe'nin bağlılarını ateşle yakmış, İbni Abbas bunu duyduğunda: "Eğer ben (Ali'nin yerinde) olsaydım bunları yak­mazdım. Çünkü Peygamber @; 'İnsanları (yakarak) Allah'ın azâbıyle cezalandırmayın' buyurdu. Yine ben (Ali'nin yerinde olsaydım) onları muhakkak öldürürdüm. Nasıl ki Pey­gamber @; 'Her kim dinini (ki, Müslüman­lıktır) değiştirirse, onu hemen öldürünüz' de­miştir." (Buhari).

İsyan (Allah'a ve Rasûlüne Karşı Savaş­mak): Kurulu İslâm nizamına karşı isyan et­mek ve yeryüzünde fesat çıkarmak suçlarına aynı ceza uygun görülmüştür: "Allah ve rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde boz­gunculuk yapmağa çalışanların cezası: (ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin, ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulunduk­ları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünya­da çekecekleri rezilliktir. Âhirette ise onlara büyük azâb vardır. (5: 33).

Bu husus da daha önce "Kişinin Hayat Hak­kının İhlâli" başlığı altında izah edilmişti. Buhari'de yer alan bir rivayet de şöyledir: Ukl ve Ureyne kabilelerinden bîr kısım yok­sul halk Medine'ye gelerek İslâm'ı kabul etti­ler. Aynı zamanda hastalıklı olduklarından bunları Peygamber @ zekât develerinin bu­lunduğu Gâbe ormanına göndermiş, orada bol süt içip hava alarak sıhhatlerine kavuşma­larına çalışmıştı. Fakat bu vahşîler biraz can­lanıp şifa bulunca irtidat edip çobanları kes­mişler, develeri sürüp götürmüşlerdi. Hz. fey-gamber @ bundan haberdar olunca, arkaların­dan bir grup göndererek onları yakalatmıştı. Hepsi de, bir öğle sıcağında elleri, ayaklan kesilerek Medine'nin Harre denilen taşlık mevkiine bırakılmış ve bu hâlde ölmüşlerdir (Buharı). Rasulullah @'den şöyle rivayet edil­miştir: "Ümmetimin arasında fitne çıkaran ki­şinin boynunu vurun!" (Neseî). Allah'a ve Rasûlü'ne karşı savaşmanın, yeryüzünde boz­gunculuk yapmanın ve müesses İslâm dveleti-ne karşı harbetmenin cezası ölümdür.

 

Zina Meselesi

 

Bu meselenin günümüz insanının istifadesi için izahı gereken pek çok hukukî, ahlâkî ve tarihî veçhesi vardır. Bu sebeple söz konusu hususları aşağıda çeşitli veçheleriyle ele ala­cağız.

 

Tarihî Veçhesi

 

1- Genel manada zina; aralarında meşru bir evlilik bağı olmadan bir erkekle bir kadın arasında vuku bulan cinsî münasebettir. Tari­hin ilk dönemlerinden günümüze kadar bütün sosyal sistemlerdeki görüşler arasında bu fiilin ahlaken şerir, dinen günah, sosyal ola­rak kötü ve çirkin olduğu hususunda tam bir ittifak vardır. Ahlâkî anlayışlarını şehvetleri­ne tâbi kılmış veya kendi yanlış yollarında, yaklaşımlarıyla 'orijinal' ve 'felsefî' olmaya çalışan sapık kişiler hariç, hiç kimseden mu­halif bir ses çıkmamıştır.

2- Zina daima bir çirkinlik olarak kabul edil­mesine rağmen, onun kanunen cezalandırıla­cak bir suç olup olmadığı konusunda görüşler değişiktir. Bu noktada İslâm diğer dinlerden ve hukuk sistemlerinden ayrılmaktadır. İnsan fıtratına yakın bütün sistemler kadınla erkek arasındaki gayri meşru ilişkiyi ciddi bir suç saymışlar ve karşılığında ağır cezalar öngör­müşlerdir. Fakat ahlâkî seviyedeki bozulma ile birlikte bu tavır giderek zayıflamış ve bu suç giderek müsamaha ile karşılanır olmuş­tur.  Bu hususta yapılan ilk genel hata, bekârken yapılan zina ile evli iken yapılan zina ayrımıdır. İkincisi cezalandırılabilir bir suç olarak görülürken, ilki sadece basit bir suç olarak görüldü.

3- Çeşitli hukuk sistemlerinde zina; "Evli bir şahsın, eşinden başkasıyla cinsî münasebette bulunması" şeklinde tarif edilmektedir. Ceza kanunları ise, kadının, kocasından başka bir erkekle cinsî münasebette bulunması hâlinde zina suçunun varlığından bahsetmektedirler. Bu tarif, erkekten çok kadının durumunu göz önünde bulundurmaktadır. Şayet bir kadın kocasızsa, onunla kurulan gayri meşru ilişki erkeğin evli olup olmadığına bakılmaksızın zina olarak kabul edilir. Mısır'ın, Babil'in, Asur'un ve Hind'in kadim kanunları buna çok hafif cezalar vermişlerdir. Aynı cezalar ka­dim Yunanlılar ve Romalılar tarafından da benimsenerek, daha sonra da bu konudaki Yahudi görüşünü etkilemiştir. Eski Ahid'e göre böyle bir suç karşılığında sadece para cezası öngörülür. (Çıkış, 22:16-17 ve Tesni-ye, 22: 28-29). Yahudi hukukunda; eğer ha­hamın kızı ahlâksızlık yaparsa yakılarak ce­zalandırılır; onunla ilişki kuran erkek de bo­ğulur. (Everyman's Talmud, sh. 319-320). Bu ceza Hindu kaynaklı Manu Kanunları'nda (Aşlok 377) açıklanan cezaya çok benzemek­tedir.

4-  Bütün bu hukuk sistemlerinde ancak evli bir kadınla kurulan gayri meşru ilişki gerçek ve büyük suçtu. Onu suç olarak değerlendir­mede belirleyici faktör kadınla erkek arasın­daki gayri meşru ilişki değil; çocuğun, gerçek babası olmayan bir adam (kadının gerçek ko­cası) tarafından yetiştirilmesi ihtimali gibi is­tenmeyen bir durumun ortaya çıkabilir olma­sıydı. Bu sebeple; zinayı suç, kadını ve erke­ği de suçlu olarak kabul etmenin hakiki teme­li zina fiilinin kendisi değil, fakat gelecek ne­sillerin karışma tehlikesinin, bir başkası hesa­bına onun çocuğunu yetiştirme ve malını ona miras bırakma ihtimalinin olmasıdır. Mısır hukukunda erkek sopalarla ağır şekilde dövü­lürken kadının da burnu kesilirdi. Benzeri uy­gulamalar Babil, Asur ve İran'da da vardı. Hindularda kadın köpeklere atılarak parçala­nır, erkek ise diri diri yanması için etrafı ateş­le çevrili kızgın bir demir yatağa konurdu. Yunan ve Roma hukukunda, önceleri, karısı zina eden erkeğe karısını öldürme hakkı ta­nınıyordu. Erkek ayrıca maddî tazminat da talep edebilirdi.

5- Yahudi hukukunda, evli bir kadınla gayri-meşru ilişkinin cezası Ölümdür. (Levililer, 20:10, Tesniye 22:22 ve 23-26). Ancak İsa al eyhis selâmın gelişinden çokönce, Yahudi âlimler ve hukukçular bu kanunları uygula­mayı hemen hemen terkettiler. Eski Ahid'de yazılı bu kanunlar ilâhî emirler olarak kabul edilmesine rağmen hiç kimse onları pratikte uygulamaya meyletmiyordu. Bütün Yahudi tarihi boyunca bu emrin infaz edildiği tek bir örnek bile yoktur.

6- Bir zina olayı üzerine Yahudilerin İsa aleyhi s selâmdan bu olay hakkında hüküm sormuş olmaları ve Hz. İsa'nın; "Ona ilk taşı içinizden günahsız olan atsın." (Yuhanna 8:1-2) demiş olması Hristiyanlarm zina suçu hak­kında büsbütün hatalı bir anlayış geliştirmesi­ne sebep olmuştur. Onlara göre bekâr bir er­kekle bir bakirenin gayri meşru ilişkisi gü­nahtır, fakat cezalandırılacak bir suç değildir. Ancak eğer onlardan biri (veya her ikisi) evli ise, bu zinadır ve suç kabul edilir. Bunun suç oluşu, ilişkinin gayri meşruluğundan değil, fakat papaz önünde ettikleri sadakat yemini­ne aykırı davranmış olmalarından dolayıdır. Bununla birlikte kadına, zina etmiş olan ko­casını mahkemeye verip, sadakat yeminini bozduğundan dolayı dava etme ve boşanmayı talep hakkı tanımanın dışında bu suç için ön­görülmüş bir ceza da yoktur. Diğer yandan zina eden kadının kocası da karısından bo­şanma talebiyle dâva açabilir ve karısıyla gayri meşru ilişkide bulunmuş kişiden tazmi­nat isteyebilir. (The Meaning ofthe Qur'an, c. VIII).

 

İslâmî Görüş

 

1- Bütün bu anlayışların aksine İslâm Huku-ku'nda zina, cezalandırılacak bir suç olarak ele alınır. Ve zina fiilinin evli (muhsan) bir kişi tarafından işlenmesi kanun önünde suçu daha fazla artırır. Bunun sebebi kadın ve eke-ğin ettikleri sadakat yeminini ihlâl etmiş ol­ması veya diğerlerinin evliliğe ait haklarına el uzatılmış olması değil; suçlunun, arzularını tatmin için meşru bir yol varken gayri meşru yola başvurmuş olmasıdır. İslâm Hukuku zinayı, müsamaha edildiğinde insanoğlunun ve medeniyetin köklerine darbe vuracak bir fiil olarak görmektedir. Nesil emniyetinin sağ­lanması ve medeniyetin sağlam kalabilmesi için daha önce açıklandığı üzere, erkek ve ka-dm arasındaki ilişkilerin hukukî ve güvenilir usûllerle düzenlenmesi şarttır. Cinslerin ser­bestçe birbirlerine karışmasına fırsat verile­cek olsa bu ilişkiyi tahdid etmek mümkün ol­mayacaktır. Çünkü cinsî arzularım aile hayatı olmadan da serbestçe tatmin etme fırsatına sahipse hiçbir erkek ve kadın aile hayatının ağır yükünü taşıma sorumluluğuna hazır ol­mayacaktır. Bu durumda; aile hayatı, insanlar biletsiz yolculuk edebilecekken yolculuk için bilet satın almaları kadar anlamsız olacaktır. Bilet yalnızca biletsiz yolculuk etmenin suç olduğu beyan edildiğinde şarttır. Eğer bir kimse bilet alacak parası olmadığından dola­yı biletsiz yolculuk ediyorsa, daha az derece­de de olsa suçludur. Fakat zengin bir kişi bu­na tevessül ederse, suçu daha da ağırdır.

2- İslâm insanlığı zina tehdidinden kurtarmak için sadece cezaî tedbirlere güvenmez. Daha geniş düzeyde yapıcı, düzeltici ve önleyici tedbirler alır. Cezayı sadece son çare olarak görür. İslâm insanların bu suçu irtikaba de­vam etmelerini ve gece-gündüz değnekle dö­vülmelerini istemez. Onun gerçek hedefi, in­sanların bu suçu hiç işlememesi ve nihai ce­zaya başvurulmayı gerektirecek durumların hiç ortaya çıkmamasıdır. Bu gayeyle, İslâm ilk olarak insanı tezkiye eder: Onu Kadir ve Âlim olan Allahm korkusuyla yoğurur. Ona her yaptığmdan dolayı ahirette hesaba çekile­ceği ve ölümün bile kendisini azâbdan kurta­ramayacağı hassasiyetini telkin eder. Onu, kendini İlâhî Kamın'a itaate mecbur hissetti­rir. Sonra onu zina ve iffetsizliğin Allah'ın kendisini ağır sorguya çekeceği şer'î suçlar­dan olduğu konusunda defalarca uyarır. Üste­lik İslâm bir insanın evlenmesi için mümkün olan bütün kolaylıkları sağlamıştır. Tek bir kadınla yetinemeyenler için, dört kadına ka­dar evlenmeye ruhsat verir.   Şayet kan-koca dostça geçinemiyorlarsa, ayrılmak için şartlar vardır, ikisi arasındaki bir anlaşmazlık duru­munda birleştirilmeleri için her iki tarafın aile fertlerinin müdahale etmesi söz konusudur. Bu yol, başarısızlığa uğrarsa mahkemeler aracılığıyla ya yeniden birleşirler, ya da ayrı­lırlar ve istedikleri zaman yeniden evlenirler. Bekâr veya dul kalmak iyi ve doğru bir hâl olarak kabul edilmez.

3- İslâm, insanları zinaya götürebilecek veya fırsat verecek bütün faktörlerin önüne sed çe­ker. Kadınlara dış elbiselerini üzerlerine al­maları emredilmiştir (33: 59). Rasûlullah @'in hanımlarına da evde oturmaları ve ziy­netlerini göstermemeleri söylenmiştir (33: 33). Yine, kadın ve erkeğin serbestçe bir ara­da olması engellenmiş, kadınların ziynetleri ile ve süslenerek dışarı çıkması yasaklanmış­tır (24: 31). Erkeklere ve kadınlara, serbestçe ve sınırsız bakmalarının sebep olacağı marazî sevginin oluşmasını önlemek için harama bakmaktan sakınmaları emredilmiştir. (24: 30-31). Ancak bütün bu ve benzeri tedbirler alındıktan sonra, zina cezalandırılacak bir suç olarak beyan edilmişve iffetsizliğin herhangi bir yolla yayılması da yasaklanmıştır.

4- Zina, aile müessesesine karşı sosyal bir suç ve cezalandırılacak bir cürüm olarak ele alın-mıştr (24: 2). Fakat, bu cürümden suçlu olan kişileri cezalandırmadan evvel delil getirmek şarttır. Nisa Sûresi, bütün vakalarda dört kişi­nin şahitliğinin gerekli olduğunu açıkça be­lirtmektedir (4: 15). Âyette öngörülen ceza, bekârlar arasındaki cinsî münasebet ile ilgili­dir.

Bekârın Zina Fiili: Bu, İslâm'da ceza gerek­tiren bir suç olarak kabul edilmektedir. "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanan(insan)lar iseniz Allah'ın dini(ni uygu­lama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duy­gusu tut(up engelle)mesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan azaba şâhid olsun." (24: 2). Evli cariyeler için ise: "...Evlendik­ten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara hür ka­dınlara edilen azabın yarısı (uygulanır)..." (4: 25).

Evlilerin Zina Fiili: Ebû Hureyre ile Zeyd b. Hâlid-i Cühenî'den rivayet olunduğuna gö­re bedevilerden biri Rasûlullah @'e gelerek: "Yâ Rasûlullah! Allah aşkına benden hak­kımda ancak Allah'ın Kitabı ile hüküm ver­meni dilerim" dedi. Ondan daha anlayışlı olan diğeri: "Evet, aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve bana müsaade buyur" dedi. Rasûlullah @: "Buyur" dedi. Adam: "Ger­çekten benim oğlum bu adamın yanında çalı­şıyordu. Ve onun karısı ile zina etti. Ben oğ­lumun recmedileceğini haber aldım da, onun adına yüz koyunla bir câriye fidye vejdim. Daha sonra bilenlere sordum; oğluma yüz değnek ile bir sene sürgün lâzım geldiğini, bunun karısına da recm icabettiğini bana ha­ber verdiler" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda behemehal Allah'ın Kita­bı ile hükmedeceğim; câriye ile koyunlar sa­na iade olunacak; oğluna da yüz değnek ve bir sene sürgünlük gerek. Ey Çnescik, haydi şu adamın karısına git. Eğer itiraf ederse onu recmediver." buyurdular. (Buhari ve Müs­lim).

gbu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: "Günün birisinde Mescide birisi gelerek: 'Ya Rasûlullah! Ben zina ettim; icâbını icra edi­niz!' diye seslendi. Rasûlullah @ bundan yü­zünü çevirip dinlemek istemedi. Fakat adam­cağız dört defa ısrar etti. Bunun üzerine Rasûlullah @ vaziyeti kurtarmak için: 'Be adam, aklından rahatsız mısın?' diye bir kur­tuluş yolu göstermek istedi. Adam 'Hayır!' dedi. 'Evli misin?' diye sordu. 'Evet' diye cevap alıncaAllah'm Rasûlü; 'Artık recmedi-niz!' dedi" (Buhari).

İbni Abbas'dan rivayet olunmuştur. Demiştir ki: Maiz b. Mâlik, Rasûlullah @'e geldiği va­kit kendisine: "İhtimal öpmüş veya sıkmış yahut bakmışsmdır" buyurdular. Maiz: "Ha­yır ya Rasûlullah!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Kılıcın kınına girmesi gibi onunla ilişkide bulundun mu?" diye sordu. Öyle olduğu şeklinde bir cevap alınca onun recmedilmesi için emir buyurdu (Buhari ve Müslim).

Va'il b. Hucr rivayet etmiştir: "Rasûlullah @'m devrinde bir kadın isteği hilâfına zorlan­mıştı. Rasûlullah @ kadından cezayı kaldırdı ve ona tecavüz edene ceza verdi. Evli olduğu için adamın Ölene dek recmedilmesinİ emret­ti." (Tirmizi ve Ebu Davud).

Evli iken zina fiilini irtikap edenlerin recme-dilmesinin emredildiğini hiçbir şüpheye mey­dan vermeyecek şekilde ispatlayan pek çok hadîs-i şerif vardır.

Yukarıda geçen beş çeşit suçun İslâm Huku-ku'nda ölümle cezalandırıldığına şüphe yok­tur. Rasûlullah @ bir kez bir suç işlenip ken­disine haber verildiğinde kat'i olarak cezanın tatbikini istemiştir. Bu sebeple de insanlara başkalarının hata ve günahlarını araştırma­malarını veya affetmelerini tavsiye etmiştir. Rasûlullah @'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aranızda olan suçlan karşılıklı olarak bağışlayın, haddi gerektiren suç bana ulaşırsa (haddi yerine getirmek) vacip olur." (Ebu Davud, Nesei).

Hz. Aişe, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İyi hâl sahiplerinin ayak sürçme kabilinden kusurlarını, haddi gerekti­ren suçları hâriç, bağışlayıverin." (Ebu Da­vud). Hz. Aişe'nin bu konudaki bir başka ri­vayeti de şöyledir: "Müslümanların cezalarını mümkün olabildiğince affedin; şayet bir yolu varsa onları serbest bırakın. Çünkü lider (imam) için affetmede yapacağı hata, ceza­landırmada yapacağı hatadan hayırlıdır." (Tirmizi).

Kazf Kanunu: Kazf, aşağıya alınan Kur'ân ayetlerinde de belirtildiği gibi zina ile suçla­ma fiilidir: "İffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kim­selerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip usla-nanlar hâriç. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (24: 4-5). Âyetlerde kullanılan kelimeler açıkça göstermektedir ki kazfm delâlet ettiği mana genel bir iftira çeşi­di değil, fakat hususen namuslu bir kadının iffetine karşı zina suçu ile iftirada bulunmaktır. Dört şahit bulma şartı bu görüşü kuvvet­lendirmektedir. Alimler bu ayetin zina suçla­ması ile ilgili hükmü açıkladığı konusunda it­tifak halindedirler. Kazf kelimesi burada mü­nasip olduğu için kullanılmıştır. Böylece bu hükmün; hırsızlık, içki içmek, faiz alıp-ver-mek gibi... suçlamaları kapsaması önlenmiş­tir.

Âyet sadece iffetli kadınlardan (muhsenat) bahsetmesine rağmen, fıkıhçılar hükmün ka­dınlara yapılan iftira ile sınırlı kalmadığını, fakat erkeklerin iffetine karşı yapılan iftiraları da ihtiva ettiğini kabul etmişlerdir. Yine bu­nun gibi iftiracı için sadece müzekker isim kullanılmıştır, ancak müennes iftiracıları da kapsar. Suçun şenaati ve ağırlığı göz önünde tutulduğundan iftiracının erkek veya kadın olması farketmez. Dolayısıyla, her iki halde de faziletli bir erkek veya kadına, bir erkek veya kadının zina iftirasında bulunması aynı hükmün ilgi alanına girer. (The Meaning of the Qur'an, c. VIII, sh. 86-87).

Li'ân Kanunu: Kazf kanunu bir başka erkek veya kadına zina iftirasında bulunan ve iddia­sını delillendirecek şahit bulamayan kişilere verilecek cezayı tayin etmektedir. Ancak bu­nun sonucu olarak, şu soru tabiatı ile ortaya çıkmaktadır; "Bir adam kendi karısını zina fi­ili üzere yakalarsa ne yapmalıdır?" Aşağıya alınan âyet mealen bu nevi olayların nasıl halledileceğini göstermek üzere inzal olmuş­tur ki buna li'ân kanunu denir:

"Eşlerine (zînâ suçu) atan ve kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimseler(e gelin­ce): Onlardan herbirinin şahitliği, dört defa Allah'a yemin edip, kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek(şek-linde)dir. Beşinci defa da: Eğer yalan söyle­yenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da dört defa Allah'a yemin edip kocasının, mutlaka yalan söyle­yenlerden olduğuna şahitlik etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defa da: Eğer kocası, doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler." (24: 6-9).

Bu muameleye İslâm hukuku'nda li'ân (lânetleşme) denir. Bir adam kendi karısının zina ettiğini söyler de kendisinden başka şahit bulamazsa, hâkimin huzurunda dört de­fa: "Billahi, ona attığım sözde doğru olduğu­ma şahitlik ederim" der. Beşincide de: "Eğer yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti üzerime olsun." der. Kadın da buna karşılık dört defa: "Billahi kocam yalan söylüyor." dedikten sonra beşinci kez de: "Eğer kocam doğru ise Allah'ın laneti üzerime olsun." der. Böyle ye­min etmesi, kadından zina cezasını kaldırır. Hâkim de bu karı-kocayı birbirinden ayırır, nikâhı fesheder.

 

Mülkiyet Hakkının İhlâli

 

Giriş: Allah'ın dokunulmaz kıldığı üç şeyden biri mülkiyettir. Kur'ân, insanların mallarını diğer insanların ihlallerine karşı korumayı garanti etmiştir. Bu husus Kur'ân'da miras, zekat, malın kullanımı, infak ve nzık kazan­ma konulan ile ilgili çeşitli emirlerde ortaya konmuştur. İslâm, başkasının malını haksız yere yemeyi en büyük günahlardan saymıştır. (2: 188). Rasûlullah @ ferdin bu hakkının Önemini bilhassa Veda Hutbesinde belirtmiş ve diğer insanların mallarını haksız yere gasp edenleri lânetlemiştir: "Kim bir başkasının ufak bir toprağını (veya malım) gasp ederse (Kıyamet gününde) o toprak boynuna ateşten bir halka olarak giydirilecektir." (Buhari). Rasûlullah @ şöyle buyurdu: "Haksız olarak bir Müslümamn malına el koyan kişi Allah'a arz edilecektir; Allahu Teâlâ ona çok öfkele­necek (ve O'nun gazabı malı haksız yere ala­nın üzerine olacaktır)." (Müsned-i Ahmed). Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuştur: "Zâ­lim olmayın ve bir başkasının malını kendi rızası olmaksızın almayın." (Beyhaki ve Da-rekutni). Rasûlullah @'in mülkiyet hakkı ve bunun dokunulmazlığının ne şartla olursa ol­sun ihlâl edilemeyeceğini belirten pek çok hadîsi vardır.

Hırsızlık: Lügat'te, bir şeyi başkasından gizlice almaya denir, islâm hukukunda şer'i bir hüküm ifade eden hırsızlığın tarifi şöyledir: Akıl baliğ bir şahsın, gizlice bir kimsenin ko­runan ve bozulmayan şeylerden olan on dir­hem [takriben 40 gr. altın] kıymetindeki ma­lını almasıdır. Kur'ân ve Sünnette hırsızlığa ağır cezalar tayin edilmiştir. Rasûlullah @'in inüslüman kadınlardan biat alırken öne sür­düğü şartlardan biri de hırsızlık yapmamala­rıydı (60: 12). Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buy-rulmaktadır: "Hırsızlık eden erkek ve kadı­nın, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir." (5: 38).

Hz. Aişe'den rivayetle Rasûlullah @; "Bir hırsızın eli ancak çeyrek dinar veya daha yu­karısında kesilir." buyurdular (Müslim). Bu-hari'nin lafzı şu şekildedir: "Hırsızın eli çey­rek dinarda ve daha fazlasında kesilir." İbni Ömer'den rivayet olunduğuna göre Rasû­lullah @, kıymeti üç dirhem olan bir kalkan için el kesmiştir (Buharı).

Hırsıza had tatbik edilmesi gerektiği Kur'-an'ın (4: 41 ve 5: 38) emirlerince sabittir. An­cak hırsız ne miktar mal çalarsa eli kesileceği ayette beyan edilmemiştir. Bu sebeple görüş bildiren fakihlerin her biri Rasûlullah @'ın sünnetinden hareketle kimisi Hz. Aişe'nin ri­vayet ettiği hadise dayanarak (a) Çeyrek di­nar veya daha yukarısında, (b) İbni Ömer'in rivayetinde belirttiği üç dirhem ve daha yuka­rısında veya (c) Hanefiler, "Rasûlullah @ za­manında kalkan'm fiyatı on dirhemdi" diyen İbni Abbas'a dayanarak on dirhem ve yukarı­sı için had uygulanır, demişlerdir.

Ebu Hureyre, Rasûlullah @'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedir: "Allah hırsıza lanet etsin, yumurtayı çalar eli kesilir, ipi çalar (yi­ne) eli kesilir." (Buharı). Hadiste, hırsızın ne kadar aşağı duygulu olduğu ve çaldığı şeyin ne kadar kıymetsiz bulunduğu belirtilmekte­dir. Bu kadar kıymetsiz şeylere tenezzül ede­nin hemen her fırsatta daha kıymetli mallar Çalmaya mütemayil olduğuna işaret edilmek­tedir. Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan Rasûlullah @'den duymuş olarak rivayet edildiği­ne göre Rasûlullah @'e dalındaki hurmanın hükmü sorulmuş, O da: "İhtiyacı olan bir kimse etek yaymadan ağzı ile alırsa ona bir şey yoktur. Biraz hurma ile (oradan) çıkana ödeme ve ceza vardır. Eğer hurmayı harma­nında topladıktan sonra kıymeti kalkanın kıy­metine varan bir miktarla oradan çıkarsa ona da kesme cezası vardır." buyurmuşlardır (Ebu Davud ve Nesei). Ebu Hureyre'nin bir rivayetine göre Peygamber @ hırsız hakkın­da: "Eğer çalarsa hemen elini kesin, sonra tekrar çalarsa ayağım kesin; sonra yine çalar­sa elini kesin, sonra yine çalarsa ayağını ke­sin." buyurmuşlardır.

Çalındığında elin kesilemeyeceği pek çok du­rum vardır. Yiyecek çalmak ve asılları mu­bah olan av, odun ve ot gibi şeyleri çalmak el kesmeyi icabettirmez. Rafı' b. Hadic'den ri­vayet edilmiştir. Demiştir ki: "Rasûlullah @'i 'Meyve ve hurma yaği için el kesmek yoktur' derken işittim." (Tirmizi).

Hz. Aişe, Rasûlullah @ zamanında kıymetsiz şeylerin çalınması ile el kesilmediğini rivayet etmiştir. Yine, Rasûlullah @'ın şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Meyve ile, dağın koruduğu koyun için el kesmek yoktur. Mey­veyi kurutma harmanı, koyunu da ağılı barın-dırırsa o takdirde kalkan'ın kıymetini bulan malda el kesme vardır." (Nesei). Rasûlullah @; "Gazvede eller kesilmesin" diye de bu­yurmuştur (Tirmizi, Darimi, Ebu Davud ve Nesei). İbni Ömer, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: "Bir kişi, bir bah­çeye girdiğinde oradan yiyebilir, ancak ora­dan eteğiyle bir şey götüremez." (Tirmizî ve tbni Mâce).

İçki: İçki içmek kötü bir alışkanlıktır ve müptelâ olanların tamamen bırakmaları için zamana ihtiyaç vardır. Bu yüzden içki ile il­gili ilk emir mü'minlere ön ihtar kabilinden sadece içkinin takbih edilmesiydi. Kur'ân bu­nu şu ifadelerle belirtmektedir: "Sana şarap­tan ve kumardan soruyorlar. De ki: 'O ikisin­de büyük günah vardır. İnsanlara bazı fayda­lan varsa da günahları faydalarından büyük­tür.1 ..." (2: 219). Bu beyan içki ve kuman yasaklamak üzere bir giriş mahiyetindeydi. Bu yönde atılan ikinci adım mü'minlere içkili iken namaz kılmanın yasaklanması idi. Bu emir Nisa sûresi'nde yer almaktadır: "Ey iman edenler, sarhoşken ne dediğinizi bilin-ceye kadar namaza yaklaşmayın..." (4: 43). Bu, içki hakkındaki ikinci emirdir.

Bütün içkileri yasaklayan son emir şu sözler­le gelmiştir: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), (üzerine yazılar yazıl­mış) şans oklan (çekmek ve bunlara göre ha­reket etmek), şeytan işi birer pisliktir. Bunlar­dan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şa­rap ve kumar (yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz­dan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vaz­geçtiniz değil mi?" (5: 90-91).

Kur'ân-ı Kerîm'deki bu ayetle dört şey mut­lak olarak haram kılınmıştır. Bunlar: İçki, ku­mar, putlar (şirkin tapınaklan) ve fal oklarıdır. Son emirden önce Rasûlullah <§> insanları bu yasağa alıştırmak ve onlan uyarmak için şöyle demişti: "Allah, insanların içki içmele­rinden asla hoşlanmaz. Mutlak yasak yakında gelse gerektir. Bu yüzden ellerinde içki bulu­nanlar iyisi mi onu satsınlar." Bundan bir sü­re sonra söz konusu âyet inzal olunca; "Şu anda ellerinde içki bulunanlar artık onu ne içebilir, ne de satabilir; bu yüzden onu dök­sünler." diye ilânda bulundu. Bunun üzerine dökülen içkiler Medine sokaklarında aktı. Bazıları "Onu Yahudilere hediye edebilir mi­yiz?" diye sorduklarında Rasûlullah @: "Onu haram eden, hediye edilmesini de yasakla­mıştır." Bir başkası; "Onu sirke yapamaz mı­yız?" diye sordu. Cevap: "Hayır, dökmelisi-niz." şeklinde oldu. Bir başkası tekrar tekrar: "Kişi, içkiyi ilaç olarak kullanmaya ruhsatlı mıdır?" diye sorduğunda Rasûlullah @ bunu kat'i olarak reddetti ve; "Hayır! O deva değil, derttir." buyurdu (Müslim).

Yine bir başkası daha sordu: "Ya Rasûlullah! Biz çok soğuk bir yerde yaşıyoruz ve işimiz de yorucudur. Bu bakımdan yorgunluğumuzu gidermek ve ısınmak için içki içiyoruz." Rasûlullah @ içtiklerinin sarhoş edip etmedi­ğini sordu, sarhoş ettiği cevabını alınca da "Ondan el çek!" buyurdular. Soruyu soran adam bu defa, "Bizim orada oturanlar bunu kabul etmeyecektir." dedi. Rasûlullah @ bu­na da şöyle karşılık verdi: "Eğer kabul et­mezlerse git, onlarla savaş!" Ebu Said el-Hudrî, Mâide sûresi'ndeki söz konusu âyet nazil olduğunda elinde bir yetime ait şarap bulunduğunu ve onu ne yapması gerektiğini Rasûlullah @'e sorduğunu rivayet etmiştir. Rasûlullah @: "Onu dök!" buyurmuştur (Tir­mizi)

İbni Ömer, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: "Allah içkiyi ve onu içe­ni, sunanı, satanı, alanı, üreteni, ürettireni, ta­şıyanı ve taşıtanı lânetlemiştir." Bir başka ha­dislerinde Rasûlullah @ müslümanlara içkiy­le birlikte sunulan yemekten yemeyi yasakla­mıştır. Yasağın ilk döneminde, içkiyi imalde ve içmede kullanılan âletlerdenfaydalamlma-sı dahi yasaklanmış, fakat daha sonra yasak iyice yerleşince bunların kullanımına izin ve­rilmiştir.

Arapça hamr kelimesi öncelikle üzümden yapılan şarap anlamına geliyorsa da, buğday, arpa, kuru üzüm, hurma ve baldan yapılan iç­kiler için de kullanılır olmuş ve yasak 'sar­hoşluk veren her şeyi' içine almıştır. İbni Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @: "Her sarhoş eden şey hamrdır. Her hamr da haramdır." buyurmuşlardır (Müslim).

Câbir, Rasûlullah @'in; "Çoğu sarhoş eden içkinin azı da haramdır." buyurduğunu riva­yet etmiştir (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve îbni Mâce). Ümmü Seleme, Rasûlullah @'in her sarhoş eden içkiyi ve uyuşukluk veren şeyi yasakladığını rivayet etmiştir (Ebu Davud).

Kumar: Kumar, mükâfatın ve malların, ras­yonel hak ve hizmet ilkesine göre değil tesa­düflere bağlı olarak bölüşüldüğü bütün oyun­ları ve benzeri filleri ihtiva eder.

Bir piyangoda para, bir (veya bir kaç) kişiye, çekilişte sadece şans eseri isimleri çıktı diye verilir. Bulmaca yarışmalarında da, bir (veya bir kaç) kişinin çözümü, bulmacanın sahibi­nin kasasındaki çözümün aynısı oduğu için Ödül alır. Sadece şans eseri olarak, çözümü bulmaca sahibinin çözümünün aynısıdır. İslâm toplumunda kumarın bütün şekilleri gayri meşru ilân edilmiştir.

Kumarın bütün türlerini yasaklayan emir Maide sûresi'nde yer almaktadır (5: 90-91). Ayet bir tanrı, tanrıça veya benzerlerinden, Şirk olan yollarla talihini öğrenmek için fal okları çekmeyi, geleceği veya anlaşmazlıkları Çözümlemekle ilgili işaretler almayı yasakla­maktadır. Ayrıca, akla ve bilgiye başvurma­dan herhangi bir şeyi iyi veya kötü işareti saymak hayatın günlük meseleleri hakkında mantıksız ve bâtıl karar alma usûlleri ve yol­ları veya belli şeyleri, olayları, durumları ve benzerlerini  uğursuzluk sayarak gelecek

olaylar hakkında körcesine sonuçlara varmak da haramdır. Âyetin işaret ettiği bir diğer ya­sak, kazanmanın meziyet ve liyâkate, hak, hizmet ve diğer aklî muhakemeye değil de, salt şansa dayandığı bütün kumar çeşitlerini kapsamaktadır. Mesela, belli bir bilet sahibi­ni, çok sayıda aynı türden bilet sahiplerinin zararına ödüllendiren tüm lotarya ve piyango çeşitleri, çok sayıda doğru cevabın içinden yalnızca şansa dayanarak işaretlenen bir ce­vaba ödül veren bulmacalar, bütün bunlar ha­ramdır.

Fakat, eşit derecede meşru iki şey veya hak bulunup da, aralarında hiç bir aklî seçim yap­ma usûlü olmadığı zamanlarda kur'a çekmek İslâm'da meşru kabul edilir. Sözgelimi, orta­da her bakımdan aynı hakka sahip iki kişi bu­lunsun, hâkim birine öncelik tanıyacak hiçbir makul delil bulamasın ve taraflardan hiç biri hakkından vazgeçmesin. Böyle bir durumda iki taraf da razı olursa problem kur'a İle çö­zülür. Veya bir kişi, iki meşru şeyden birini seçmek durumunda ise ve seçim işinde güç­lük çekiyorsa, onun da kur'a çekmesine İzin verilmiştir. Rasûlullah @, eşit hakka sahip iki kişi arasında seçim yapması gerekip de, ken­disi birinin lehine karar verdiğinde diğerinin alınacağını hissettiği zaman, bu metodu uy­gulardı. (The Meaning ofthe Qur'an, c. III).

 

Faiz Ve Diğer Yasak Muameleler

 

Kur'ân, faizin bütün şekillerini ve faizden iz taşıyan bütün İş anlaşmalarını' yasaklamıştır. Riba, kumar (meysir), şüphe (zan), şüphe, tahmin ve ihtimâle bağlı satış, hile, istismar ve haksızlık ihtiva eden bütün iş anlaşmaları yasaktır. (Ayrıntılar için bkz.: Sîret Ansiklo­pedisi, c. II, 3. bölüm).

Toplum Zararına İşler: İslâm, bütün top­lum aleyhine olan işleri yasaklamıştır. İstifçi­lik, vurgunculuk, karaborsacılık ve benzeri işleri yapanları da kötü akıbetleri hakkında uyarmaktadır. (Ayrıntılar için bkz.: Sîret An­siklopedisi, c. II, 3, bölüm).

 

Savaş ve Barış Hükümleri

 

Allah'ın rasûlü Muhammed @ hiç kimse ile savaşmayı düşünmemiş, yalnızca insanları Allah Yoluna davet etmiştir. Ancak insanlar ona karşı koydular, ezâ ettiler, yurdunu terke zorladılar, sonra da ona savaş açtılar. Savaşta bile Peygamber {§> kudretini ve şefkatini gös­terdi. Savaşın insanî kurallar içinde cereyan etmesine gayret etti. Kur'ân ve Sünnetteki hükümler insan hayatının kutsiyetini ve hak­sız yere bir insanı Öldürmenin en büyük gü­nahlardan sayıldığını çok açık bir şekilde or­taya koymaktadır. (Savaş ve barış hükümleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.: Sîret An­siklopedisi, c. 1,4. bölüm).

 

Diğer Ağır Suçlar

 

Yalancı Şahitlik: Yalan yere şehadet Allah katında günah olduğu gibi aynı zamanda ağır bir suçtur. Kur'ân bu suçtan şu ifadelerle bahseder: "...Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçının." (22: 30). "Yalan söz" ifade­si geneldir ve yalan, yalancı şahitlik, iftira ve benzeri şeyleri İhtiva eder. Fakat burada özel­likle küfür ve şirkin dayanağını teşkil eden sapık inanç, âdet, gelenek ve ibadet şekilleri kastedilmektedir. Şurası açıktır ki, Allah'ın varlığına, sıfatlarına, Kudreti ve Hâkimiye­tine ortaklar koşmaktan daha büyük yalan olamaz.

Yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlikte bulunmak da bu emrin kapsamına girer. Bir hadiste Rasûlullah @: "Yalan yere şahitlik etmek, Allah'a şirk koşmak gibidir." buyur­muştur. İşte bu sebeple İslâm hukukuna göre yalancı şahitler cezalandırılmalı ve tahkir edilmelidirler. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, yalancı şahitlik yapan kimsenin halkın Önünde teşhir edilmesi ve uzun bir ha­pis cezasına çarptırılması gerektiği görüşün­dedirler. Hz. Ömer zamanındaki uygulama böyleydi. Mekhûl'e göre Hz. Ömer: "Böyle bir kimse kırbaçlanmalı, başı traş edilmeli, yüzü karalanmalı ve uzun süre hapsedilmeli-dir" demiştir. Abdullah b. Âmir babasından, Hz. Ömer zamanında bir adamın mahkemede yalancı şahitlik ettiğini rivayet eder. Bunun üzerine halife bu adamı bir gün boyunca hal­kın önünde gezdirmiş ve insanların onu tanı­ması için kim olduğunu, nasıl yalancı şahitlik ettiğini anlatmış, daha sonra da hapsetmiştir. (The Meaning ofthe Quf an, c. VII).

tsbat Kuralı: İslâm Şeriatı çok mâkûl bir is-bat hükmü sunmuştur. Rasûlullah @ bunun ayrıntılarını açıklamış, mahkemede takip edi­lecek usûlleri ve yargılama kaidelerini ortaya koymuştur. İsbat yükünü davacıya yüklemiş, hüküm vermeden Önce iki tarafın da delilleri­nin dinlenmesine, şahitlerin sayışma ve vasıf­larına önem vermiştir. Zina iddialarında dört, diğer davalarda ise en az iki şahit gereklidir. Şahidin yemin etmesi mecbur kılınmış ve gerçekleri ne şekilde olursa olsun saklaması yasaklanmıştır.

Şefaat: İbni Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @: "Eğer bir kimsenin şefaati (aracılığı) Allah'ın hududundan birinin arası­na girerse o kimse muhakkak Allah'ın işinde ona zıd hareket etmiş olur." buyurmuşlardır. Hadîsin devamında; "Eğer bir kimse yalan bir şey hakkında bile bile çekişirse Allahu Teâlâ ondan hoşnut olmaz ve bir kimse bir Müslümana iftirada bulunursa Allah onu, sö­zünü geri alıncaya kadar Cehennem sakinle­rinden akan irinin içinde bırakır" ifadesi var­dır. (Ahmed ve Ebu Davud). Beyhakî'nin naklettiği bir hadîsi şerifte şöyle buyurulmak-tadır: "Bir davaya haklı mı, haksız mı oldu­ğunu bilmeden yardım eden, Allah dileyene kadar onun hoşnutluğundan mahrum kalır." Darekutni'nin Zübeyr'den mevsul olarak tah-riç ettiği hadiste şöyle buyrulür: "Dâva hâkime varmadıkça şefaat edebilirsiniz. Fa­kat hâkime varır da hâkim affederse Allah o hâkimi affetmez."

 

KISIM 3

 

CEZA HUKUKU (II)

 

Ceza hukuku, ferdin kişiliğine, malına veya haysiyetine yönelik bütün olayları, -meselâ, adam öldürme, hırsızlık, zina vb. ve içki iç­me, kumar oynama, karaborsacılık gibi diğer gayri ahlâkî ve gayri meşru fiilleri içine alır. İslâm hukukunda bu fiiller hududuîlah (Al­lah'ın sınırlann)ı aşmak olarak adlandırılır. Her kim bu sınırları ihlâl ederse Allah'ın ta­yin ettiği cezalara göre cezalandırılır. Aslında hadler kişinin işlediği günaha kefarettir. Ubâde b. es-Sâmit şöyle rivayet etmiştir: "Bizler Rasûlullah @ ile bir arada iken biz­den 'Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık yap­mamak ve zinadan kaçınmak' (60:12) üzere biat aldı ve sonra şöyle ilave etti: 'İçinizden kim sözünü yerine getirirse mükâfatı Allah kalındadır ve kim de bu günahlardan birini işlerse kendine had uygulanacaktır ve bu onun günahına kefaret olacaktır; onun cezası­nı vermek veya affetmek Allah'a kalmıştır." (Buhari). Bir başka rivayette Rasûlullah @ zikredilen âyetin devamını söz konusu etmiş­tir: "Çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz, iyi bir işte bana karşı gelmeyeceksiniz."

Yukarıda bahse konu olan âyeti Rasûlullah @, kendisinden bîat almaya gelen kadınlara da okumuştu. Hz. Aİşe, Rasûlullah @'in biz­zat kendisini ilgilendiren ve önüne getirilmiş bulunan hiçbir konuda intikam almadığını, ancak Allah'ın sınırlarının ihlâl edilmesi kar­şısında yalnızca Allah rızası için hadleri tat­bik ettiğini rivayet etmektedir (Buhari).

Allah'ın rasûlü Muhammed @ hadlerin tatbi­kinde zengin-fakir, güçlü-zayıf arasında hiç bir fark gözetmemiştir. Bazıları ona suçlu adına aracılık yapmak üzere müracaat ettikle­rinde ise şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki­lerin helak olmasının sebebi; aralarında zen-gin-eşraftan birisi hırsızlık yaparsa bırakıp, zayıf olan çaldığında da ona haddi tatbik et­meleriydi. Nefsim yed-i kudretinde olan Al­lah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsa onun da elini ke­serdim." (Buharı).

Dâva sonuçlandıktan sonra hadlerde iltimas kesinlikle yasaklanmıştır. Hz. Aişe şöyle ri­vayet ediyor: "Benî Mahzum kabilesinden hırsızlık eden bir kadın Kureyş'i bir hayli meşgul etmişti. Kendi aralarında konuşurken: Rasûlullah ile kim konuşabilir; O'nun sevdiği Üsâme'den başka huzuruna çıkmaya kim ce­saret edebilir? deyip Üsâme'yi gönderdiler. O da Rasûlullah @'e gelip, o kadın hakkında konuşunca Allah'ın Rasûlü'nün yüzü renkten renge girdi. Sonra (Üsâme'ye): 'Allah'ın hu­dudundan bir hadd hakında şefaat mı ediyor­sun?' dedi. Yatsı vakti geldiğinde Rasûlullah Mescidde ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle hitab etmeye başladı: 'Ey insanlar! Bilin ki, sizden önceki­leri, içlerinde şerefli bir aileye mensup birisi hırsızlık yapınca onu bırakıp, zayıf bir kimse çaldığında ona had uygulamaları helak etmiş­tir. Allah'a yemin ederim ki, kızım Fâtıma bi­le hırsızlık yapsa onun elini keserdim.' dedi. Sonra hırsızlık yapan o kadının elinin kesil­mesini emretti ve eli kesildi." Hz. Aişe diyor ki: "O kadın sonra çok güzel bir tevbede bu­lundu ve evlendi; ara sıra bana gelir ihtiyaç­larını söylerdi. Ben de bunu Allah'ın Rasûlü'ne iletirdim." (Buharı, Müslim, Ebû Davud, Hakim, Darekutni).

Bu hadîs, suçluyu cezalandırma konularında kısas hükümlerinin kat'î ve kesin olduğunu göstermektedir.

Hudud iki kısma ayrılmıştır. Hadd: Kur'an ve Sünnet'in belirlediği ceza ölçüleridir. Di­ğer yandan îa'zîr ise, tatbik edilecek olan ce­zanın şeklini ve miktarını takdir yetkisinin mahkemeye bırakıldığı cezalardır.

Hadd yoluyla cezalandırma şu şekillerde ol­maktadır. Recm (taşlayarak öldürme), uzuv­ların veya bir uzvun kesilmesi, yüz veya seksen değnek vurmak. Bu cezalar evli kişilerin zina etmesi, hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk, kadınların şerefini lekeleyecek iftirada bulun­ma gibi suçlar için tayin edilmiştir. Bunlar, sözkonusu suçlara verilebilecek olan en üst sınırdaki cezalardır. Suçun işlendiği şartlar, delillerin durumu ve suçluyu suça teşvik eden saikler gözönüne alınarak bu cezalarda indi­rim yapılabilir (Müslim).

 

Kasden Adam Öldürmenin Cezası

 

Kasden ve teammüden adam öldürme için ta­yin edilen ceza (2:178 ve 5:36) âyetlerinde belirtildiği üzere ölümdür. Kısas, adam öl­dürme olaylarında "cana karşılık can" kuralı­nı ifade eder. Bununla birlikte, Öldüren kişi­nin cinayeti işlediği şekilde öldürülmesi ge­rektiği anlamına gelmez. Onun yerine ölenin yakınlarına, eğer kabul ederlerse diyet verile­bilir. Kur'ân bu esastan şu ifadelerle bahse­der: "Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. (Dolayısıyla, katilin de öldürül­mesi gerekir). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil), kardeşi tarafın­dan affedilirse, o zaman (affedenin, örfe gö­re) uygun olanı yapma(sı uygun diyeti iste­mesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafiflet­me ve rahmettir. Kim bundan soma da saldı­rıya kalkarsa artık onun için acı bir azâb var­dır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz." (2:178-179). Bu âyet aynı zamanda, İslâm Ceza Hukukuna göre, cinayetin bağışlanabilir bir suç olduğu­nu göstermektedir. Ayet, ölenin yakınlarına, eğer dilerlerse katili affetme hakkını tanı­maktadır. Bu durumda mahkeme, katile ölüm cezası vermek konusunda diretemez. Tabiî ki, katil bunun için diyet ödemek zorundadır. Hak, talep edeceklere ödenecek olan diyet toplumdaki âdil ve mâkûl örfî kurallar çerçe­vesinde tesbit edilmelidir.

Sözkonusu âyet, aşırıya kaçıp ölüm cezasını tamamen ortadan kaldıranlara karşı çıkar. Başka çarelere başvurmaksızın ölüm cezası üzerinde durmak nasıl insanlık dışı ise, bazı Batı ülkelerinde yapıldığı gibi ölüm cezasını tamamen kaldırarak cinayeti teşvik etmek de aynı derecede insanlık dışıdır. Bu sebeple Al­lah, kısas'ta hayat olduğunu bildirmektedir. Şayet bir toplum insan hayatına gereken kut­siyeti vermezse, katili korumaya çalışırsa, su­ça prim vermiş ve pek çok masum insanın hayatını tehlikeye atmış demektir. Bunun ya­nında hayat hakkının ihlâli gibi menfur bir suçu işleyen kişi insan sayılamaz. Allah'ın sı­nırlarını aşarak, böyle bir fiille insanlık sevi­yesinin altına düştüklerini açıkça göstermiş­lerdir. Dolayısıyla bu nevi suçlulara karşı söz konusu hükümleri uygulamayı insanlık dışı olarak nitelemek son derece abestir. Dahası, onlar diğer insanların canlarını gayri meşru bir şekilde alarak kendilerinin hayat haklarını da inkâr etmiş olmaktadırlar. Eğer bu gibi in­sanların hayatlarını hür olarak sürdürmelerine izin verilecek olursa, sadece ellerine öldürme ehliyeti verilmiş olmakla kalmaz, toplumdaki binlerce masum insanın da hayatı tehlikeye sokulmuş olur. Böyle bir tavır aynı zamanda katle ve masum insanların öldürülmesine göz yuman, dolayısıyla hayatın dokunulmazlığını lekeleyen insanların ahlâkî ve sosyal davra­nışlarının bir yansımasıdır.

Allah'ın rasûlü Muhammed @, masum insan­ların öldürülmelerini şiddetle takbih etmiş ve katillere haddi uygulamıştır. Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Yakını öldürülen kimse iki şey arasında muhayyerdir. Ya kısas yapar, yahut diyet alır." (Ahmed, Buharı ve Müs­lim). Ebû Şürayh Hazâ'î'den rivayet olundu­ğuna göre o, Rasûlullah @'i; "Eğer bir kimse­ye kan veya habel (yara) isabet ederse o kim­se üç şey arasında muhayyerdir. Ya kısas ya­pacak, ya diyet alacak yahut da affedecektir. Dördüncüyü isterse onu men edin. Şayet bu üç şeyden birini kabul eder de sonra cayarsa ona muhakkak cehennem vardır." derken işit­tim, demiştir (Ahmed ve Ebu Davud).

İbni Ömer, Rasûlullah @'den işitmiş olarak rivayet olunduğuna göre Rasûlullah @: "Bir adam bir adamı tutar da onu diğeri öldürürse, öldüren öldürülür, tutan da hapsedilir" buyur­muştur (Darekutni). İmam Mâlik'in Muvat-ta'da kaydettiği bir olayda, Hz. Ömer, San'a'lılann pusuya düşürerek öldürdükleri bir adam mukabilinde beş veya altı kişi ödür-müş ve: "Bunun aleyhine bütün San'a'lılar toplanarak yardımlaşsalar bunun sebebiyle hepsini katlederdim." demiştir (Muvatta). Aynı olay bir başka rivayetle Buharî'de de yer almaktadır.

 

Diyet 

 

İnsanın canına veya kol, bacak gibi uzuvları­na yapılan cinayet sebebiyle verilmesi lâzım gelen mala diyet denir. Rasûlullah @ bütün kasdî öldürmelerin diyetini çok yüksek tut­muştur. Böylelikle insanların bu suçu işleme­lerinin önüne geçilmek istenmiştir. Rasûlullah @'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hata ile olup kasdî cinayete benzeyen öldür­menin diyeti, kasdî Öldürme kadar ağır olma­lıdır, fakat suçlu öldüriilmemelidir." (Ebu Davud). Abdullah b. Amr, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kırbaç veya değnekle ve kasden öldürmenin diyeti, kırkı gebe, yüz devedir." (Neseî). Rasûlullah @ bu konuda Yemen halkına şunları yazmış­tır: "Hiç şüphe yok ki eğer bir kimse bir mü'mini haksız yere ve şahitlerin gözü önün­de öldürürse muhakkak bu katil (mucibi) kı­sastır. Ancak öldürülenlerin velileri razı olur­sa o başka. Yine şüphesiz ki can hakkında di­yet, yüz devedir. Burunda bütünü kesildiği zaman diyet vardır. Dilde diyet, dudaklarda diyet, zekerde diyet, hayalarda diyet, bel ke­miğinde diyet, gözlerde diyet vardır. Bir ayakta yarım diyet, imik yarmakta diyetin üç­te biri, derin yarada diyetin üçte biri, kemiği kınlan yarada onbeş deve vardır. El ve ayak parmaklarının her birinde on deve, dişde beş deve, kemiği görünen yarada beş deve vardır. Hem muhakkak kadma mukabil erkek öldü­rülür. Altını olanlara bin altın vermek lâzımdır.'1 (Nesei ve Darirrii)

Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuştur: "Bir mü'min, bir kâfire karşılık olarak öldürülme­sin. Kâfirin diyeti Müslümanın diyetinin yan­sı kadardır." (Ebu Davud). İbni Abbas'a göre Rasûlullah@ diyeti 12.000 dirhem olarak be­lirlemiştir (Tirmizî, Ebu Davud, Nesei ve Da-rimi). II. halife Ömer b. Hattab, kasdî öldür­menin diyetinin 4 yaşında 30 dişi deve, 5 ya­şında 30 dişi deve ve 6-9 yaşlan arasında 40 dişi deve olmasına karar vermiştir. Altını olanlar İçin diyeti 1.000 dinar, gümüşü olan­lar için 12.000 dirhem, sığın olanlar için 200 sığır ve koyunu olanlar için 2.000 koyun ve elbisesi olanlar için 200 elbise olarak belirle­miştir (Ebu Davud).

Rasûlullah @, öldürülen bir adamın diyetinin öldüren kadının asebesi (baba tarafından ak­rabaları) tarafından ödenmesi gerektiğine hükmetmiştir (Müslim). Hataen öldürmelerde belirlediği diyet ise şöyleydi: 2 yaşında 20 er­kek ve 20 dişi deve, 3 aşında 20 erkek ve 20 dişi deve, 4 yaşında 20 dişi deve olmak üzere toplam 100 deve. (Tirmizi, Ebu Davud ve Nesei). Ebu Davud ve Nesei'nin kaydettiği bir hadiste Amr b. Şuayb babasından, o da dedesinden işittiğine göre: "Rasûlullah (Ş> ha­ta suretiyle katlin diyetini 400 altın yahut onun karşılığı gümüş olarak belirlemiştir. Peygamber @ bunlan deve fiyatları üzerine vururdu. Develer pahalandı mı diyetin de kıymetini yükseltir, deve fıyatlan kıpırdar ve ucuzlarsa kıymetini azaltırdı. Rasûlullah za­manında kıymetler 400 ile 800 altın arasına varmış. Bunlann gümüşten karşılığı 8000 dir­heme yükselmişti." Râvi diyor ki: "Sığır sa­hiplerine 200 sığır hükmetmiş, diyeti koyun­dan olanlara 2000 koyun verdirmiştir."

Hz. Ali, kasdî öldürmenin diyetini üç kısma ayırmıştır: Dört yaşında 33 dişi deve, beş ya­şında 33 dişi deve, altı ile dokuz yaş arası hepsi de gebe 34 dişi deve, beş yaşında 33 di­şi deve, altı ile dokuz yaş arası hepsi de gebe 34 dişi deve. Hataen öldürmenin diyeti dört kısımdır: Dört yaşında 24 dişi deve, beş ya­şında 25 dişi deve, üç yaşında 25 dişi deve ve iki yaşında 25 dişi deve (Ebu Davud). Mu-hammed b. Ubeyd, Rasûlullah @'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir: "Kim birbirine silah veya taş atarken, kamçı veya değnekle vururken ölürse bu hataen öldürme sayılır. Diyeti ise hataen öldürme diyetidir. Ama kim kasden öldürürse, öldürene kısas gerekir. Ve kim katilin Öldürülmesine mâni olursa Al­lah'ın gazabı ve laneti onun üzerine olsun; o kimsenin ne farzı ne de nafilesi kabul edilir." (Ebu Davud ve Nesei).   

 

Müslümanın Katli

 

Bir Müslümanı kasden öldüren kimse cenne­te giremez. Bu husus Nisa sûresi'nde şöyle ifade edilir: "Her kim bir mü'mini kasden öl­dürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanet etmiş ve onunjçin büyük bir azab hazırlamıştır." (4: 93).

Mikdâd b. el-Esved, Rasûlullah @'e: "Bir kâfirle karşılaştığımda harbederken elim kop­sa, koparan kişi kaçarak bir ağaca sığınsa ve hemen şehadet getirerek Allah'a teslim oldu­ğunu söylese ben bu kişiyi öldürebilir mi-yİm?" diye sordu. Rasûlullah @: "Onu öldür­me!" dedi. Mikdâd itirazla "Ya Rasûlullah! O benim elimi kesti." dedi. O da şöyle cevapla­dı. "Onu öldürme, çünkü eğer öyle yaparsan; o, senin onu Öldürmeden evvel bulunduğun durumda, sen de onun şehadet etmeden evvel bulunduğu durumda olursun?" (Buhari ve Müslim).

Üsâme b. Zeyd şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah @ bizi Cüheyne'lilerin üzerine gönderdi, ben onlardan birine saldırdım ve tam onu mızraklamak üzere iken o 'La ilahe illallah' dedi. Ben yine de onu mızrağımla öl­dürdüm. Sonra Rasûlullah @'e giderek duru­mu arzettim. O, 'Sen onu La ilahe illallah de­diği halde mi öldürdün?' diye sordu. Ben, 'Ya Rasûlullah! O, bunu ölümden kaçmak için yaptı.' dedim. Bunun üzerne Rasûlullah @: 'Kalbini yarıp da içine mi baktın?' dedi" (Buhari ve Müslim). Cündeb b. Abdillah el-Becelî'nin rivayetinde ise Rasûlullah @'in bir kaç kez "Kıyamet gününde 'La ilahe illallah' ile nasıl uğraşacaksın?" dediği belirtilmekte­dir (Müslim).

 

Meslekî Sorumluluk

 

Rasûlullah @, hekimleri hastanın ölümüne veya yaralanmasına sebep olacak ihmal, dik­katsizlik ve bilgisizliklerinden dolayı mesul tutmuştur. Ebu Hureyre, Rasûlullah @'İn yanlışlığa kefaret olarak en iyilerinden bir köle veya câriye veya bir at veya katır veril­mesine hükmettiğini rivayet etmiştir (Ebu Davud). Amr b. Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden merfu olarak şöyle rivayet olunmuştur: Rasûlullah @; "Eğer bir kimse hekimlikle mâruf olmadığı halde hekimliğeözenir de bir cana kıyar, yahud ondan aşağı bir zarar yaparsa (onu) Öder." buyurmuştur (Ebu Davud, Nesei, Darekutni ve Hakim).

Yaralar için kefaret: Fakir bazı kimselerin köleleri zengin kişilerden birinin kulağını kestiğinde bu kimseler Peygamber @'e gele­rek fakir olduklarını beyan etmişler, o da on­lara hiç bir kefaret yüklememiştir (Ebu Da­vud ve Nesei).

Rasûlullah @, bir kemiği açıkta bırakacak kadar olan her yara için ve her diş için kefaret olarak 5 deveyi uygun görmüştür. Bir kişi kör kalırsa diyetin üçte biri Ödenir. Rasûlullah @, serçe parmağı İle baş parmağı­nı göstererek "bu ikisi birbirine müsavidir" buyurmuştur. El ve ayak parmaklarının kefareti birbirine denk sayılmıştır. İbni Abbas Rasûlullah @'den duymuş olarak şöyle riva­yet etmiştir: "Rasûlullah @, 'Parmaklar mü­savidir, dişler müsavidir, ön diş ile avurd dişi de müsavidir.' demiştir" (Ebu Davud).

 

Mesuliyeti Bulunmayan Suçlar

 

İslâm'ın hiç kimseye sorumluluk yüklemediği bazı suçlar vardır. Ebu Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Hayvan tarafından husule getirilen yaralan­ma veya bir kuyu ya da madende husule ge­len ölüm için diyet yoktur." (Buhari ve Müs­lim). Ebu Hureyre'nİn bir başka rivayetine göre de Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Çiğnenen bir ayak için ve meydana gelen yangın için diyet yoktur." (Ebu Davud).

Rasulullah @'in şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: "Dinini müdafaa ederken öldürü­len şehittir; nefsini müdafaa ederken öldürü­len şehittir; malını müdafaa ederken öldürü­len şehittir; ailesini müdafaa ederken öldürü­len şehittir." (Tirmizi, Ebu Davud ve Nesei). Bir başka hadis: "Evine girmesine müsaade etmediğin kişi senin evinin içine bakar ve mahremine muttali olup sen de (iki parma­ğınla) bir çakıl taşı atarak gözünü çıkarırsan artık sana bir günah yazılmaz." (Buhari ve Müslim).

Bir Kati Olayında Yemin: Rafi' b. Hadic şöyle rivayet etmektedir: Ensardan Hayber'de öldürülen birisinin yakınları Rasulullah @'e gelerek durumu bildirdiler. Rasulullah @ on­lara yakını oldukları kişinin öldürüldüğüne şehadet edebilecek iki şahitleri olup olmadı­ğını sordu. Onlar: "Yâ Rasulullah! Orada tek bir Müslüman bile yoktu. Sadece, bundan da­ha büyük cürümler işleyen Yahudiler vardı" dediler. Rasulullah @; "Onlardan elli kişiyi seçin ve yemin etmelerini isteyin" buyurdu. Fakat onlar, Yahudilerin kâfir bir millet ol­duklarını söyleyerek bunu reddettiler. Rasulullah @ yine de onun diyetini ödedi. (Ebu Davud).

 

Namus Kudsiyetinin İhlâli

 

Zina

 

Bekârın zina fiili: Kur'ân-ı Kerîm, zina fiili­nin cezasından şu sözlerle bahsetmektedir: "Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve ahİret gününe inanı­yorsanız, Allah'ın dini konusunda o ikisine acımayın. Onların ceza görmesine de inanan­lardan bir topluluk şahit olsun." (24:2). Zina­nın cezası hususunda Rasulullah @ şöyle bu­yurmuştur: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben aranızda Allah'ın Kitabına göre hükmederim."

Ebu Hureyre ile Zeyd b. Hâlid-i Cühenî'den rivayet olunduğuna göre çöl araplanndan bir adam Rasulullah @'a gelerek: "Yâ Rasulul­lah! Allah aşkına senden hakkımda ancak Al­lah'ın Kitabı ile hüküm vermeni dilerim." de­di. Ondan daha anlayışlı olan diğeri: "Evet, aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve bana müsaade buyur." dedi. Rasulullah @: "Söy­le!" dedi. Adam: "Gerçekten benim oğlum bu adamın yanında çoban (çırak) idi. Ve onun karısı ile zina etti. Ben oğlumun recmedilece-ği haberini aldım da, onun nâmına yüz ko­yunla bir cariye fidye verdim. Daha sonra bi­lenlere sordum, oğluma yüz değnek ile bir se­ne sürgün lâzım geldiğini, bunun karısına da recm icabettiğini bana haber verdiler." dedi. Bunun üzerine Rasulullah @: "Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, aranızda behemehal Allah'ın Kitabı ile hük­medeceğim; câriye ile koyunlar sana iade olu­nacak; oğluna da yüz değnek ve bir sene sür­günlük gerek. Ey Uneys, hadi şu adamın karı­sına git. Eğer itiraf ederse onu recmediver." buyurdular. (Buhari ve Müslim).

Abdullah b. Ömer şöyle rivayet etmiştir: Rasulullah @'a bir erkekle bir kadın Yahudi getirdiler. Bunların ikisi de zina etmişlerdi. Rasulullah @ onlara: "Kitabınızda zina hak­kında ne buluyorsunuz?" diye sordu: "Doğru­su bizim âlimlerimiz yüzü kömürle boyayıp karartmayı ve boyun bükmeyi ihdas ettiler" dediler. Rasulullah @: "Abdullah b. Selâm, şunlara Tevrat'ı getirt!" dedi. Hemen Tevrat getirildi. Derken Yahudilerden birisi elini Tevrat'taki recm âyetinin üzerine koyarak onun üst ve alt tarafını okumaya başladı. Bu­nun üzerine İbni Selâm ona: "Elini kaldır!" dedi. Bir de ne görsünler, recm âyeti elinin al­tında değilmi imiş? artık Rasulullah @ her ikisinin recmini emir buyurdu ve recmolun-dular (Buhari ve Müslim).

İmrân b. Husayn'dan rivayet olunduğuna gö­re, Cüheyne'den bir kadın zinadan hamile olarak Rasûlullah @'e gelmiş ve: "Yâ Nebiyyal-lah, başıma had (icabeden bir hâl) geldi. Bun­dan dolayı bana haddi uygula!" demiş. Bunun üzerine Rasûlullah onun velisini çağırmış ve: "Buna iyi muamele et; doğurduğu zaman kendisini bana getir" demiş. Velisi de öyle yapmış. Ensardan bir zat çocuğun bakımını üstlenmiş. Daha sonra Rasûlullah @ kadının getirilmesini emretmiş; ve üzerine elbisesini bağlamışlar. Sonra kadının recmini emretmiş ve recmolunmuş. Bundan sonra Rasûlullah @ onun cenaze namazım kılmış. Ömer "Bu ka­dın zina ettiği halde bir de onun cenaze nama­zını mı kılıyorsun yâ Nebiyallah?" demiş. Rasûlullah @: "Vallahi bu kadın öyle tevbe etti ki, tevbesi Medine'lilerden yetmiş kişi arasında taksim edilse onlara yeter artardı... Sen canını Allah Teâlâ için feda edenden da­ha efdal bir kimseye hiç rastladın mı?" buyur­muşlardır (Müslim).

Câbir, Rasûlullah @'ın zina eden bir adamın dövülmesini emrettiğini, fakat adamın evli ol­duğu söylenince recmedilmesine hükmettiği­ni rivayet etmiştir (Ebu Davud).

Saîd b. Sa'd b. Ubâde şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber @'e kabilemden bir adamı getir­dim. Adam cariyelerimizden biri ile zina et­mişti; yapı itibariyle zayıf ve hasta bir adam­dı. Peygamber @' 'yüz tane hurma dalından bir demet yapın ve adama bir defa vurun' bu­yurdu" (Şerhu's-Sünne ve İbni Mace).

Ubâdetü'bnü's-Sâmit'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @: "Benden öğrenin, benden öğrenin! Gerçekten Allah kadınlara bir çıkar yol halketti. Bekârla bekâr (zina ederse) yüz dayak ve bir sene sürgünlük; evli ile evliye yüz dayak ve recm var" buyurdular (Müslim).

Ebu Hureyre Rasûlullah @'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Birinizin cariyesi zina eder de, zinası meydana çıkarsa ona hemen had vursun, ama başına kakmasın. Sonra (yi­ne ) zina ederse ona had vursun, fakat başına kakmasın. Sonra üçüncü defa zina eder de, zi­na ettiği meydana çıkarsa artık onu kıldan bir Ali b. Ebû Tâlib'den rivayet olunduğuna göre Peygamber @: "Hadleri sahibi bulunduğunuz kölelerinize tatbik edin." buyurmuşlardır (Ebu Davud). Müslim'de yer alan rivayete gö­re Peygamber @'a ait bir cariyenin zina ettiği ve Peygamber @'ın da Ali'ye onu dövmesini söylediği yer alır.

İbni Abbas, bir adamın Peygamber @'e gele­rek zina ettiğini dört defa tekrarlayarak itiraf ettiğini ve böylece kendisine yüz değnek ce­zası tatbik edildiğini rivayet etmiştir. Sonra adamdan, kadının da zina ettiğini isbatlaması istendi. Fakat kadın; "Ya Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki o yalan söylüyor" dedi. Bu­nun üzerine adama yalancı şahitlik yaptığı için de değnek vuruldu.

Evlinin zina fiili: Evli iken zina yapmanın cezasından Kur'ân'da bahsedilmez. Bunun cezası Sünnet ile tayin edilmiştir. Pek çok sa­hih hadiste belirtildiği üzere Rasûlullah @ recm cezasını sadece sözle tayin etmekle kal­mamış, bir çok olayda bizzat bu cezayı uygu-latmıştır. Sonra gelen halifeler de şer'i ceza­nın recm olduğunu beyanla kendi dönemle­rindeki suçlarda tatbik etmişlerdir. Daha son­ra onları takibedenler de bu konuda ittifak et­mişlerdir. Bu hükmün şahinliği hakkında şüp­heye yol açabilecek tek bir söz bile söylen­memiştir. Onlardan sonra gelen bütün devir­lerde de fıkıh âlimleri recmin Sünnet tarafın­dan tayin edilmiş meşru ceza olduğu husu­sunda müttefiktirler. Zira ortada ilim ehlinin reddedemeyeceği pek çok sahih ve senedi bir­birine bağlı deliller vardır. İslâm tarihi bo­yunca Hariciler ve Mutezile'den bir kaç kişi dışında hiç kimse bunu reddetmemiştir. Onlar bile bunu Rasûlullah @'e atfedilen delillerin zayıflığını öne sürerek değil; 'Kur'ân'a aykı­rılığını' iddia ederek reddetmişlerdir.

Ancak, Rasûlullah @'in Kur'ân-ı Kerîm'i be­yanının hukukî açıdan Kur'ân kadar ağırlıklı ve söz sahibi olduğunu unutmuşlardır. Çünkü Kur'ân'da ayetlerin açıklamasının Rasûlullah @ tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Kur'ân, erkek veya kadın hırsızın cezasının umumi olarak ellerinin kesilmesi olduğunu beyan et­miştir (5: 41). Şimdi, eğer bu emir Rasûlullah @'in sahih hadislerinden kaynak alarak sınır­landırılmadan salt kelime anlamı ile uygulan­mış olsa, kullanılan kelimelerin genel anlamı; bir erik bile çalanın hırsız olduğu, dolayısıyla ellerinin kesilmesi gerektiğini anlatacaktır. Diğer yandan büyük miktarda para çalan bir hırsız yakalandığında pişmanlığını belirtse ve tevbe etse onu da şu ayete göre serbest bırak­mak icabedecektir: "Allah, kötülüğü bilmeye­rek yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır." (4:17).

Yine bunun gibi Kur'ân, sadece üvey anne ve üvey kız-kardeş ile evlenmeyi yasaklamakta­dır. Onların iddiasına göre böyle bir yasak üvey kızı kapsamaz. Kur'ân bir kişinin iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulundurma­sını yasaklar; bundan dolayı hala veya teyze ile yeğeni aynı anda nikâhı altında tutan kişi Kur'ân'ın emirlerini ihlal etmiş olmakla suç­lanamaz.

Yine, Kur'ân üvey babanın evinde yetişmiş olan üvey kızıyla evlenmesini yasaklamıştır; bundan dolayı onların akıl yürütmelerine göre üvey kızla evlenmenin tamamen yasaklanma­sı Kur'ân'a aykırıdır. Buna benzer olarak Kur'ân rehin vermeye, sadece bir insan yol­culukta ise ve yanında senet hazırlayacak hiç kimse bulunmuyorsa izin vermektedir; o hal­de kişi evinde ise ve kâtip de bulunabiliyorsa, rehin vermek Kur'ân'a aykırı kabul edilmeli­dir. Yine Kur'ân'da; "alış veriş yaparken şâhid bulundurun" buyurulmaktadır. Bundan dolayı, onlara göre, pazarlarda vuku bulan bütün alışlar ve satışlar bâtıldır.

Bu bir kaç misal, recmi Kur'ân'a aykırı bu­lanların akıl yürütmelerindeki hatayı isbata kâfidir. İslâm'ın hukuk sisteminde Hz. Pey­gamber @'in yerini kimse inkâr edemez. İlâhî emirlerin altında yatan hakikatleri, onla­rın uygulanış şekillerini ve nerede uygulana­bileceklerini; hangi yerde konuyla ilgili başka emir olduğunu sadece Peygamber @ açıkla­yabilir. Peygamber @ 'in bu konumunu inkâr etmek sadece İslâm'ın esaslarına karşı gelmek değildir; ayrıca bu durum uygulamada pek çok karışıklıkları beraberinde getirir.

1- Zina fiilini cezalandırmak için bir kadınla tabiî yoldan cinsî münasebette bulunulması yeterli kanunî zemini hazırlar. Girişin (du­hul) tam olması ya da birleşmenin tamamlan­mış olması şart değildir. İslâm Hukuku, kadın ile erkeği cinsî birleşmede bulunup bulunma­dıklarım anlayıp sonra ona göre cezalandır­mak üzere muayene ettirmeye bile gerek gör­mez. Uygunsuz bir halde yakalananlar suçlu­dur ve şartlara göre cezalandırılırlar. Cezanın türünü belirlemeye selahiyetli müessese İse mahkemedir. Eğer ceza değnek vurularak ye­rine getirilecekse hadisle sabit olduğu üzere 10 değnekten fazlası vurulmaz: "Haddi tayin edilmemiş bulunan hiç bir suç için ondan faz­la değnek vurmayın." (Buhari, Müslim ve Ebu Davud)

2- Bir kişi suçüstü yakalanmamış, fakat suçu­nu bizzat itiraf etmiş ise, kendisine sadece tevbe etmesi öğütlenir. Abdullah b. Mes'ûd şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah @'e bir adam geldi ve şöyle dedi; "Şehrin dışında, bir kadınla birleşme dışında herşeyi yaptım. Şim­di bana uygun göreceğiniz cezayı verin!" Ömer ise: "Allah'ın gizlediğini sen de gizle-meliydin." dedi. Rasûlullah @ sessiz kaldı ve adam gitti. Sonra Rasûlullah @ adamı geri Çağırdı ve ona: "Gündüzün iki ucunda (sabah, akşam) ve gecenin (gündüze) yakın saatlerin­de namaz kıl; çünkü iyilikler, kötlükleri gide­rir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür" âyetini (11:114) okudu. Bunun üzerine orada bulu­nan biri: "Bu âyet sadece ona mı hastır?" diye sordu. Rasûlullah: "Hayır! Herkes içindir." diye cevapladı (Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve Neseİ).

3- Sadece bu değil, İslâm Hukuku, bir kişinin niteliğini belirtmeden suçunu itiraf etmesi ha­linde, suçun ne olduğunun araştırılmasına izin vermez. Bir adam Rasûlullah @'e geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü, ben had ge­rektiren bir suç işledim, beni cezalandır." Rasûlullah @ adama hangi cezayı hak ettiğini sormadı. Adam namazını kıldıktan sonra tek­rar geldi ve; "suçluyum, lütfen beni cezalan­dır" dedi. Rasûlullah @; "namazını bizimle beraber kılmadın mı?" diye sordu. Adam kıl­dığını söyleyince "O halde Allah senin güna­hını affetmiştir" dedi. (Buhari, Müslim ve Ahmed).

4-  Sadece zina etmiş olması gerçeği (bir erke­ğin veya kadının) kanun Önünde suçlu ilân edilmesine yeterli değildir. Bunun için yerine getirilmesi gereken bazı şartlar vardır. Bu şartlar evli olmadan yapılan zina ile evli iken yapılan zinada farklı farklıdır. Evli olmadan yapılan zinada, mütecaviz makul yaş ve akıl sınırları içerisinde olmalıdır. Şayet bir çocuk veya bir deli bu suçu işlemişse, zina için tayin edilmiş ceza bunlara uygulanmaz. Evli iken yapılan zinada ise aşağıda belirtilen bazı ilave şartlar aranır. (The Meaning ofthe Qur'an).

Evli iken yapılan zinanın cezalandırılabilmesi için gerekli şartlar:

(I) Mücrimin köle değil hür bir insan olması gerektiği konusundaki görüşte ittifak vardır. Kur'ân zina ile suçlanan kölenin recm edil­meyeceğini belirtmektedir. Evli bir câriye zi­na suçundan dolayı hür ve evli olmayan kadı­nın cezasının yarısını görür (4: 25). Fâkihler aynı Kur'ân hükmünün erkek köle için de ge­çerli olduğunu kabul etmişlerdir. (II) Mücrim, kanunen evli olmalıdır. Bu şart da bütün fa-kihlerin icma ettikleri bir şarttır. (III) Böyle bir insanın sadece evli olması yetmez, hanımı ile cinsî münasebette bulunmuş olması gerek­lidir. (IV) Mücrim, Müslüman olmalıdır.

5- Bir kişiyi zina suçundan dolayı cezalandı­rabilmek için yaptığı fiili kendi hür iradesiyle gerçekleştirdiği isbat edilmelidir. Eğer bir kişi bu fiili baskı ve tehdit altında işlemişse ne mütecaviz kabul edilir, ve ne de cezalandırı­lır. Bu, sadece kişinin baskı altında yaptığı iş­lerden mesul olmadığı İslâm hukukunun ge­nel prensibine dayanmaz; aynı zamanda Kur'ân'ın emirleri ile de uygunluk arzeder (24: 33).

Bir hadisde karanlıkta namaz kılmaya çıkan bir kadının tecavüze uğradığından ve bu se­beple adamın cezlandınlıp kadının serbest bı­rakıldığından bahsedilmektedir (Tirmizi ve Ebu Davud).

6- İslâm hukuku, zina ile suçlanan kadın ve erkek hakkında hüküm vermeyi ve cezanın tatbikini devletten ve mahkemelerden başka hiç kimseye vermemiştir. Alimler, "yüzer değnek vurun!" (24:2) emriyle sokaktaki in­sana değil, hâkimlere ve tslâm devletinin resmî görevlilerine seslenildiği konusunda ic-ma etmişlerdir.

7- İslâm hukukunda, zinanın cezalandırılması ülke kanunlarının kısımlarındandır. Bu yüz­den bu kanun İslâm devletindeki herkese -Müslüman olsun olmasın- uygulanır.

8- İslâm hukuku, kişinin zina suçunu itiraf et­mesini veya bu konuda bilgisi olanların yetki­lileri haberdar etmesini mecbur kılmaz. Fakat kişinin durumu bir kez ilgililerin önüne gelir­se o vakit suçu affetmek için hiç bir boşluk kalmamaktadır. Bu husus, Rasûlullah @'inn bir hadislerine dayanmaktadır: İbni Ömer'den rivayetle Rasûlullah @: "Allah'ın yasak ettiği fiilleri işlemekten sakının! Bunları kim irti-kab ederse hemen Allah'm örtüsü ile örtünsün de Allah'a tevbe etsin, zira bize yüzünü göste­rirse Allah Azze ve Celle'nin kitabını ona tat­bik ederiz" buyurmuşlardır (Hakim ve Mu-vatta).

Mâiz b. Mâlik zina etti ve Hezzal b. Nu-aym'ın tavsiyesi üzerine Rasûlullah @'e gide­rek suçunu itiraf etti. Rasûlullah @ onun rec-medilmesini emretti. Fakat Hezzal'a: "Ya Hezzal! Bu olayı elbisenle gizleseydin ve ba­na duyurmasaydın senin için daha iyi olurdu" buyurdu (Ebu Davud).

Ebu Davud'da yer alan bir başka hadiste Rasûlullah @ şöyle buyurmaktadır: "Hadleri kendi aranızda birbirinize affedin. Eğer bir hadd benim kulağıma gelirse muhakkak (tat­biki) vâcib oldu demektir."

9- İslâm hukukuna göre zina affedilebilir bir suç değildir. Bu, yukarıda daha önce kaydetti­ğimiz; sahibinin hanımı ile zina ettikten son­ra, babasının 100 keçi ve bir câriye vererek hanımının kocasıyla anlaştığı gencin olayım anlatan hadise dayandırılmıştır. Rasûlullah @ bunları delikanlının babasına geri verdirmiş ve her iki suçlunun da cezasını vermişti. Bu, zinanın affedilemez bir suç olduğunu ve iffete tecavüzün İslâm hukukuna göre para ile telâfi edilemeyeceğini göstermektedir. Bu tür maddî tazminat kavramı materyalist hukuk sistemlerine has bir durumdur.

10- İslâm devleti, kesin olarak ispatlanmadık-ça kimseye karşı zina isnadından dolayı fiili­yatta bulunmaz. Şayet suç ispatlanmazsa, yet­kililer pek çok başka kaynaktan suç hakkında bilgi istihbar etmiş olsalar bile ceza verilme­sini emredemezler. Buhârî ve İbni Mâce'de kaydedilen bir hadise göre Medine'de aşikâr fahişelik yapan bir kadın vardı. Fakat buna rağmen ona hiçbir ceza verilmedi. Çünkü zi­na yaptığına dair hakkında bir delil yoktu. Hatta bu konuda Rasûlullah @; "Eğer kişiyi delilsiz olarak recmedecek olsaydım, bu kadı­nı recmederdim." buyurmuştur.

11- Zinayı isbat edebilmenin ilk şartı yeterli delillerin sağlanabilmesidir. Delillerle ilgili hükmün önemli kısımları şunlardır:

a- Kur'ân, suçu ispat için dört şahidin gerek­tiğini açıklıkla belirtmektedir (4:15 ve 24: 4,13). Bir hâkim, dava hakkında suç ile ilgili bildiklerine dayanarak karar veremez.

b- Şahitler İslâm'ın öngördüğü şehadet kural­larına göre itimad edilir âdil kişiler olmalıdır­lar. Bu da onların daha önce hiç bir davada yalancı şahitlik etmemiş olduklarım icabetti-rir. Şerefli, daha evvel hiç suç işlememiş ol­maları ve davalıya karşı hiç bir şahsî kinleri­nin olmadığının bilinmesi gibi... Kısacası hiç kimse güvenilir olmayan delillere dayanarak recmedilemez ve hiç kimseye değnek vurula-maz.

c- Şahitler, adamı ve kadını gerçek münase­bet halinde gördüklerini belirtecek derecede müşahhas delil göstermelidirler.

d- Şahitler zaman, yer ve suçu işleyen kimseler hakkında ittifak halinde olmalıdırlar. Bu hususlardan herhangi biri hakkında farklılık göstermeleri şehadetlerini bâtıl kılar. Bu şart-lar İslâm hukukunda kişilerin suçlan sübut bulmadan cezalandırılmadıklarım fazlasıyla göstermektedir. İslâm hukuku, bütün tedbirle­re rağmen, bu suçu dört şahidin görebileceği şekilde işleyenleri -kötülüğü ortadan kaldır­mak için- cezalandırmaktadır.

12- Hamilelik, hür bir kadının zina suçunu is-bat etmede yeterli delil olabilir. Bu konuda çeşitli görüşler vardır. Hz. Ömer bunu yeterli delil olarak görmüştür, İmam Mâlik de bunu desteklemektedir. Ancak fâkihlerin çoğunlu­ğu bunu recmetmek veya değnek vurmak için yeterli delil olarak kabul etmemişlerdir. Onlar böyle ağır bir cezada ya delillere veya suçun itirafına dayanılması gerektiğinde ısrar etmiş­lerdir. İslâm hukukundaki temel prensipler­den birisi, şüphenin sanık lehine kullanılması­dır. Bu prensip Rasûlullah @'in bir hadîsleri ile desteklenmektedir: "Fırsat bulabildiğiniz takdirde cezalandırmaktan kaçınınız." (İbni Mace). Rasûlullah @ yine şöyle buyurmuş­tur: "Mümkün olduğunca bir Müslümanı ce­zalandırmaktan kaçının; eğer onun için bir çı­kar yol varsa hemen kendisine bir yol verin; af konusunda yapılan bir hata, cezalandır­makta yapılan hatadan daha hayırlıdır." (Tir-mizi).

13- Şahitlerin delillerinin biri diğerini tutma­dığında veya şahitler suçu isbatlamaya muk­tedir olamadıklarında, bir kimseye iftira at­mak suçundan dolayı cezalandırılıp cezalan­dırılmamaları hususunda değişik görüşler var­dır.

14-  Delilin yanısıra, zina suçunun kesinleşe-bileceği bir başka yol sanığın kendisinin su­çunu itiraf etmesidir. Bu itiraf açık ve sade sözlerle olmalıdır ve suçlu kendisinin, kendi­sine haram olan bir kadınla zina ettiğini itiraf etmelidir. Zina fiilinin her bakımdan tam ol­duğunu da kabul etmelidir. Mahkeme, suçlu­nun suçunu hiçbir dış baskı altında kalmadan ve aklı başında iken itiraf ettiği konusunda tatmin olmalıdır. Daha Önce verdiğimiz en Önemli iki örnek Mâiz b. Mâlik ve Gamidiyye kabilesinden olan kadındır. Her ikisi de itiraf ettiler ve evli olduklarından dolayı recmedil-diler.

15- Yukarıdaki iki olay suçunu İtiraf eden kimsenin zina suçunu kiminle işlediği konu­sunda sorgulanmadığını açıkça göstermekte­dir. Çünkü bu takdirde bir yerine iki kişi ce­zalandırılacaktır. Halbuki İslâm hukuku in­sanları cezalandırmak için yol aramaz. Şayet suçlu kişi suçu işleyen diğer tarafın adını ve­rirse, bu kişi sorgulanır ve şayet itiraf ederse cezalandırılır. Fakat inkâr ederse sadece itiraf eden kişi cezalandırılır.,

Özetlersek; evli kişilerin zina etmeleri halin­de cezaları, bütün fıkıhçılara göre recmedil-mektir. Ancak bekâr kişilerin cezalandırılma­ları konusunda aralarında görüş ayrılığı var­dır. İmam Ahmed, İmam Şafii ve talebelerine göre, kadın veya erkek bekâr kişilerin zina et­melerinin cezası yüz değnek ve bir yıl sür­gündür. İmam Mâlik ve İmam Evzâî'ye göre adama yüz değnek vurulmalı ve bir yıl sürgün edilmelidir. Kadına ise sadece yüz değnek vurulmalıdır. İmam Ebu Hanife ve talebeleri­ne göre İse erkek ve kadın her zâni İçin tayin edilmiş bulunan had cezası yüz değnektir; sürgün veya hapis gibi ek cezalar had değil, ta'zîrdir. Eğer hâkim suçlunun düşük ahlâklı biri olduğu kanaatine varırsa veya çok laubali olduğunu düşünürse onu durumun gerektirdi­ğine göre sürebilir veya hapsedebilir. Bütün bu görüşler Rasûlullah @'in hadisleri ile des­teklenmiştir.

16- Değnekle dövmenin usûlü Kur'ân'da kul­lanılan feclîdu kelimesi ile belirlenmiştir. Celd kelimesi cüd kelimesinden türetilmiş­tir. Bu da değnekle vurmanın sadece cildi et­kileyecek şekilde uygulanmasını ve altındaki ete ulaşmamasını îma etmektedir. Kişinin etinde derin yaralar açacak ve eti parçalaya­cak şekilde dövmek Kur'ân'a aykırıdır. Rasûlullah @ uzun süre kullanılmaktan dola­yı eskimiş bir değnek getirilince "daha âlâsını getirin!" buyurmuştu. Yeni değnek ise hiç kullanılmadığından dolayı çok sertti. Rasûlullah @, "bundan daha aşağısını geti­rin!" buyurdu (Muvatta). Değnek ile vurmada da orta yol takip edilmelidir. Hz. Ömer değ­nek vuran kişiye; "koltuk altın, elini kaldırdı­ğında görünmeyecek biçimde vur!" diyerek vuruş şeklini tarif etmiştir. Hz. Ali; "yüz ile hayalar hâriç vücudun her tarafı değnekten nasibini alacak şekilde vur!" demiştir. Rasûlullah @: "Sizden biriniz değnek vurur­ken yüze vurmasın!" buyurmuştur (Ebu Da-vud). Cezalandırma, diğer insanlara ibret teş­kil etmesi için suçluyu teşhir etmek maksa­dıyla umûma açık olarak uygulanır (24:2). Maide sûresi'ndeki âyet (5:38) İslâm'daki ce­za kavramına daha çok ışık tutmaktadır. Bu âyette "yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak..." buyurulmaktadır.

Nur sûresi'nde (24: 2) de zâninin cezasının umûma açık vaziyette verilmesi emredilmektedir.

Bunlar İslâm hukukunda cezanın şu amaçlar­la verildiğini göstermektedir:

a- Suçluya, di­ğer insanların veya toplumun haklarına teca­vüz ettiği için eziyet vermek,

b- Suçlunun suçunu tekrarlamasını önlemek,

c- Suçlunun başkalarına ibret olmasını sağlamak. Böylece toplumdaki kötülüğe meyilli kişiler ibret alır ve bu suçu işlemeye cesaret edemez. Cezayı umûma açık uygulamanın bir faydası da cezayı uygulayacak resmî görevlilerin bunu keyfî olarak azaltmaları veya artırmalarım önleme-sidir.

17- Nur sûresi'nin 3. âyeti Müslümanların zâni ile evlenmesini yasaklamıştır. Bu emir kötü yollarında devamlı olan kadın ve erkek­ler için geçerlidir; ve tevbe edip kendini dü­zeltenler için değil. Çünkü kişi tevbe edip kendini düzelttiği vakit artık 'zâni' olarak isimlendirilmez. Yukarıdaki âyet evlilik için böyle insanları seçmenin günah olduğunu be­lirtmektedir.

Mü'mİnler bundan kaçınmalıdır, aksi halde hukuk onları toplumun istenmeyen rezil kişi­leri olarak ayırırken, eğer mü'minler onlarla evlenirlerse yüreklendirmiş olurlar.

Buna benzer olarak, bu âyet zina eden bir müslümamn müşrik biriyle yaptığı evliliği de geçersiz kılmaz. Ayet, zina fiilini vurgula­makta ve bunu yapan kişinin müslüman da olsa iffetli ve saf İslâm toplumunda temiz ev­lilik yapmaya uygun olmadığını belirtmekte­dir. Böyle bir kişi evlilik için ya kendisi gibi insanlara, ya da İlâhî Kanun'a inanmayan müşrikere yaklaşmalıdır.

Bu konudaki hadisler oldukça açık ve nettir. Amr el-As'ın rivayetine göre, Ümmü Mahzul adlı bir kadın Medine'de fahişelik yapardı. Rasûlullah @ bir müslümanm bu kadınla ev­lenme talebini geri çevirdi ve kendisine söz konusu (24: 3) âyeti okudu (Ahmed ve Nesei)

Tirmizi ve Ebu Davud'da geçen bir rivayete göre Mersed b. Ebi Mersed adlı bir sahabi, cahiliye döneminde Mekke'nin ahlâksız ka­dınlarından biriyle gayri meşru münasebette bulunmuştu. Sonra onunla evlenmeyi tasarlayarak Rasûlullah @'e gitmiş ve iki kez izin is­teğinde bulunmuştu. Rasûlullah @ cevap ver­meyince adam üçüncü kez isteğini tekrarladı. O da Nur sûresi'nin zikredilen (24: 3) âyetini okudu (Tirmizi ve Ebu Davud).

Bunlardan başka Abdullah b. Ömer ve Am-mar b. Yâsir'den aynı konudaki rivayetlerde Rasûlullah @ şöyle buyurmaktadır: "Karısı­nın ahlâksız olduğunu bilen ve buna rağmen onunla yaşamaya devam eden adam cennete giremez." (Ahmed, Nesei ve Ebu Davud).

 

KISIM 4

 

CEZA HUKUKU (III)

 

Zinâ İftirası (Kazf)

 

İslâm hukuku, insanların gayri meşru bağlan­tılarının ve haram ilişkilerinin toplumda ya­yılmasına kesin bir yasak koymaktadır. Bu hükmün amacı sayısız kötülükleri daha başın­dan engellemektir. Bu durumda ortaya çıkabi­lecek en büyük kötülük, derinden derine ahlâk dışı bir havanın yayılmasıdır. Biri çıkar, doğru yanlış bir başkasının yaptıklarını anla­tır, diğeri onu daha fazla şüphe ve ilavelerle daha başkalarına aktarır. Böylece toplum içinde kötü ihtiras ve arzuların doğmasına ka­pı açılmış olur. İslâm hukuku bu kötülüğü durdurmak amacındadır. Bir yandan, zina ha­linde yakalanan ve suçu delille sabit olan ki­şiye, başka bir suç karşılığında verilmeyen en ağır cezayı verirken, öte yandan bir kişiyi zi­na ile suçlayıp da bunu ispatlayamayana bir daha böyle iftirada bulunmaması için 80 değ­nek vurur. Şayet iddia sahibi, ahlâk dışı hare­keti gözleriyle görse bile, gizliyi açığa vurup kirin yayılmasına çalışacak yerde, gördüğünü toplumda yaymaktan kaçınarak doğru yetkili­lere koşacak ve suçluların mahkemece ceza­landırılmalarını sağlayacaktır. Kur'ân-ı Kerîm bu husustan şöyle bahsetmektedir: "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını isbat için) dört şahit getir­meyenlere seksen değnek vurun ve artık onla­rın şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yol­dan çıkmış kimselerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hâriç. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (24: 4-5).

Kur'ân'daki "namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da" ifadesi basit bir suçlama değil, iffetli kadınların namusuna karşı suçlamayı sözko-nusu etmektedir. Sonra, suçlayanlardan dört şahit getirmelerinin istenmesi de, bunun zina ile ilgili olduğuna bir başka delildir. Çünkü İslâm hukukunda dört şahit getirme şartı yal­nızca zina ile ilgilidir. Bu sebeple âlimler hır­sızlık, içki, faiz alıp verme gibi suçlamaları da kapsamasın diye, âyetin zina suçlusuyla il­gili olduğunda görüş birliğine varmışlar ve bu tür suçlamaya mahsus olmak üzere kazf adını vermişlerdir. Kazf'dan ayrı olarak, diğer ifti­ralarla ilgili cezaları tayin etme yetkisi hâkimlere veya gerektiğinde iftira ve hakaret ile ilgili genel kanunlar çıkarabilecek olan İslâm Devleti Şûra Meclisi'nin içtihadına bı­rakılmıştır. (The Meaning of th Qur'an, c. vm).

Kazf ile ilgili ceza yukarıda belirtilen âyet ile belirlenmiştir. Hz. Aişe şöyle rivayet etmek­tedir: "Bana yapılan iftirada suçsuz olduğumu bildiren âyet-i kerime (24: 11) indiği vakit Rasûlullah @ minbere çıktı ve iftirayı anlattı. Vahyolunan âyeti okudu. Minberden indiği vakit iki erkekle bir kadının cezalandırılmala­rını emretti. Onlara had tatbik olundu." (Ebu Davud).

Kazf "m cezalandırılabilir olması için, birinin delilsiz olarak bir başkasını ahlâksızlıkla suç­laması yeterli olmayıp kâzif (suçlayan), mak-zuf (suçlanan) ve bizzat kazf ile ilgili yerine getirilmesi gereken belirli şartlar bulunmalı­dır: Kâzif ile ilgili şartlar şunlardır:

1- Yetişkin olmalıdır, eğer değilse kendisine had değil ta'zîr uygulanır.

2- Aklı yerinde olmalıdır. Deli veya aklî den­gesi yerinde olmayan kişilere had uygulan­maz. Aynı şekilde yasaklanmış uyuşturucu ve sarhoş edicilerin dışında, kloroform gi­bi sarhoşluk veren bir şeyin etkisindeki ki­şi de kazf suçlusu sayılmaz.

3- Baskı altında değil, kendi hür iradesi ile hazfta, bulunmuş olmalıdır.

4- Makzufun babası veya dedesi olmamalı­dır, çünkü bunlara had uygulanamaz. Ha-nefilere göre bir beşinci şart daha vardır ki o da; yalnızca hep el-kol hareketi yapan bir kişi kazfla suçlanamayacağından,

sarhoş da olmamalıdır. İmam Şafiî buna karşı çıkar. Sarhoşun el-kol hareketleri açık ve herkesin ne demek istediğini anla­yabileceği şekildeyse, bir kimsenin adını kirletmek için el-kol hareketi sözden daha az zararlı olmayacağından o da kâzif sayı­lır. Hanefiler bu noktada ta'zîr cezasını Önerirler.

Makzuf (suçlanan) ile ilgili şartlar şunlardır:

1- Aklı ve şuuru yerinde olmalıdır. Yani, aklı ve şuuru yerindeyken zina etmiş olmakla suç-lanmahdır. Çünkü deli bir kişi iffetini tam olarak muhafaza edemez ve bundan dolayı ona had uygulanamaz. Bu sebeple, onu suçla­yan da az/cezasını haketmiş olmaz.

2- Müs­lüman olmalıdır.

3- Yetişkin olmalıdır.

4- Hür olmalıdır.

5- İffetli ve temiz bir karakteri ol­malıdır.

Kazfm kendisi ile ilgili şart ise şudur: İddia, müphem olmayan, sarih bir şekilde ifade edil­melidir. Zina suçlamasının müphem atıflarla yapılması güvenilir bir dayanak değildir. Bu mesele ile ilgili diğer önemli hususlar aşağıda belirtilmiştir:

1- Kazf affedilebilir bir suç değildir. Şayet suçlanan kişi, davayı mahkemeye getirmezse durum farklı olacaktır; fakat dava mahkeme­ye getirilecek olursa, suçlayanın suçlamasını ispatlaması istenir. Şayet ispatlayamazsa ken­disine gerekli had uygulanır. Sonra, mahkeme de suçlanan da onu affedemez ve mesele ne tazminat İle çözümlenebilir, ne de suçlayan tevbe ve özürle cezadan kurtulabilir. Bu ko­nuda Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Had­di gerektiren suçlan aranızda bağışlayın, fa­kat dava bana geldiğinde ceza vacip olacak­tır." (Ebu Davud).

2- Bir kişinin kazf suçunu işledığT"sâbîToT-duktan sonra, onu gerekli had cezasından kur-turabilecek tek şey, mahkemede suçlanan ki­şinin falancayla zina halinde gördüklerini be­lirtecek dört şahit getirmesidir. Kur'ân'ın, söz konusu âyetlerinde (24:4-5) kazf suçundan kurtulabilmesi için gerekli şehadeti temin edemeyen kişi hakkında üç hüküm vardır:

a- Kendisine 80 değnek vurulmalıdır,

b- Artık hiç bir şehadeti kabul edilemez,

c- Bizzat fâsık olur. Bundan sonra Kur'ân'da şöyle de­nilir: "...Ancak bundan sonra tevbe edip usla-nanlar hâriç. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (24: 5).

Burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Tevbe edip, düzelenlerin affedilmesi bu üç emirden hangisine yöneliktir? Fâkihler, birinciyle ilgi­li olmadığında müttefiktirler. Yani tevbe ce­zayı kaldırmaz ve ne olursa olsun suçluya gerekli değnek cezası uygulanır. Fâkihler affın üçüncü emre yönelik olduğu konusunda da müttefiktirler; tevbe ve ıslâhtan sonra suçlu daha fazla günahkâr olmayıp fâsıklıktan çıka­cak ve Allah kendisini affedecektir. {The Me-aning ofthe Qur'an, c. VIII).

3- Kazf kanunu bir başka kadın veya adamı zina ile suçlayan ve bunu ispat edemeyen kişi için uygulanacak haddi belirlemektedir. Fakat "bir kişi kendi karısını zina hâlinde görürse ne yapmalı?" sorusu akla gelmektedir. Eğer onu öldürürse, cinayetten dolayı suçlanacak ve cezalandırılacaktır. Öldürmeyip şahit ara­maya gitse, suçlu kaçabilir; olanı görmezlik­ten gelse, buna uzun süre katlanması müm­kün değildir. Tabii ki kadım boşayabilir, fakat bu durumda, ne kadın, ne de onunla ilişkiye giren manevî veya fizikî bir cezaya uğrama­yacak ve bu gayri meşru İlişkiden kadın ha­mile kalırsa o zaman da bir başkasının çocu­ğunu besleme yükünü çekmek zorunda kala­caktır.

Bu mesele Sa'd b. Ubâde tarafından nazarî olarak ortaya atılmıştır (Buhari ve Müslim). Fakat çok geçmeden, gerçek olaylar buna şahit olan kocalar tarafından Rasûlullah @'e getirildi. Abdullah b. Mes'ûd ve tbni Ömer tarafından nakledilen rivayetlere göre, En-sar'dan bir Müslüman Rasûlullah @'e gelerek Şöyle demiştir: "Yâ Rasûlullah! Şayet bir adam, bir başkasını karısıyla yakalar ve suç­lamada bulunursa ona kazf haddi vuracaksı-nız, şayet karısını öldürse siz de onu öldüreceksiniz; sessiz kalsa ızdırap duyup duracak; bu durumda bu adam ne yapsın?" dedi. Bu­nun üzerine Rasûlullah @: "Ey Allah'ım, bu meselede bana bir çözüm ver!" diye dua etti (Müslim, Buhari, Ebu Davud, Ahmed ve Ne-sei).

İbni Abbas'dan rivayetle, Hilâl b. Ümeyye günah işlerken yakaladığı karısının durumunu Rasûlullah @'e getirdi. Cevap olarak Rasûlullah @ şöyle dedi: "Ya şahit getirirsin veya sırtına hadd vurulacak!" Bunun üzerine sahabiler arasında bir panik ve telâş başladı. Hilâl: "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki ben doğruyu söylü­yorum, gözümle gördüm, kulağımla işittim. Eminim ki, Allah bir hüküm gönderecek ve benim sırtımı (cezadan) koruyacaktır." Bu olay üzerine (24:6) âyet-i kerimesi nazil oldu (Buhari, Ahmed ve Ebu Davud).

Bu ayette ortaya konan hukukî işleme li'ân kanunu denir.

 

Li'ân Kanunu (Lânetleşme)

 

Nur süresindeki bu âyet (24: 6) nazil oldu­ğunda, Rasûlullah @ Hilâl'e ve karısına haber gönderdi. Hilâl iddiasını yeniledi. Kadın da inkâr etti. Rasûlullah @: "Öyleyse li'ân hük­müne göre hareket edelim" buyurdu. Önce Hilâl kalktı ve Kur'ân'da emredilene uygun şekilde yemin etti. Rasûlullah @ onlara tekrar tekrar şunu hatırlattı: "Allah biliyor ki, sizden biriniz yalancıdır, o halde biriniz tevbe etme­yecek mi?" Hilâl beşinci kez yemin etmeden önce orada bulunanlar kendisine; "Allah'tan kork, dünyadaki ceza ahirettekinden daha ha­fiftir. Beşinci yemin cezayı üzerine farz kıla­cak!" dediler. Fakat Hilâl, sırtını dünyada (ce­zadan) koruyan Allah'ın ahirette de kendisini bağışlayacağını söyleyerek beşinci kez yemin etti. Sonra kadın yeminlere başladı. Beşinci yemine geçmeden önce, o da durdurulup ken­disine; "Allah'tan kork, dünyevî ceza ahiretin cezasından daha hafiftir. Son yemin seni ilâhî cezaya mahkûm edecek" tavsiyesinde bulu­nuldu. Bunu duyan kadın bir an durakladı, oradakiler itirafta bulunacağını sandılar, fakat o, "Kabilemin şerefine ebediyyen leke sür-dürtmem" diyerek beşinci yemini de etti. Bu­nun üzerine Rasûlullah @ ayrılmalarını em­retti ve çocuğun doğumdan sonra erkeğe de­ğil kadına verileceğine, bundan böyle kimse­nin kadını ve çocuğu suçlamayacağına, bun­lardan birini suçlayana kazf cezası verileceği­ne ve boşanma veya kocanın ölümü gibi bir sebeple ayrılmadıklarından, iddet süresince kadının Hilâl'den nafaka istemeye hakkı ol­madığına hükmetti (Kütüb-ü Sitte ve Müs-ned-i Ahmed).

Bir başka li'ân davası da Üveymir ve karısı ile ilgilidir. Onların her ikisi de yemin ettiler ve tevbeye yanaşmadılar. Li'ân hükmü uygu­landı. Bunun üzerine Rasûlullah @ onları bo­şadı ve "Lanetleşen karı-koca arasında ayrılık olacaktır" buyurdu (Buharı, Müslim, Ebu Da-vud, Nesei, îbni Mace ve Ahmed).

Daha sonra bu kural Sünnet ile sabit hâle gel­di. Böylece lanetleşen karı-koca bir daha hiç evlenmemek üzere ayrıldılar. Bu davanın ay­rıntıları Sahiheyn'de şu ifadelerle anlatılmış­tır: Üveymir dört şahit getiremeyince bu âyet nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlullah @ Üveymir ve karısını Mescid-i Nebevi'ye ça­ğırdı. Sehl b. Sa'd onların mescidde Rasû­lullah ve bir grup sahabi önünde lânetleştik-lerini anlatır. Daha sonra Üveymir Rasûlullah @'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu kadını nikâhım­da tutarsam ona zulmetmiş olurum!" dedi ve karısını üç kez boşadı. Rasûlullah @ daha sonra sahabilere; "Bakınız, eğer bu kadın ka­ra gözlü, geniş baldırlı, düzgün bacaklı ve siyahî bir çocuk doğurursa, Üveymir'in gerçe­ği söylediğinden başka bir şey düşünemem. Fakat kırmızı benekli kızıl bir çocuk doğurur­sa Üveymir'in kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım" buyurdu. Sonraları kadın, Üveymir'i doğrulayacak bir çocuk doğurdu ve çocuk an­nesine nisbet edilerek (İbni Havle) anılmaya başladı (Buhari ve Müslim).

İbni Ömer'den gelen bir rivayette Rasûlullah @, adamın biri karısının doğurduğu çocuğu üzerine almayınca, onları lânetleştirmiş ve sonra birbirlerinden ayırarak çocuğu kadına vermiştir. Sonra adamı bu dünyadaki cezanın ahirettekine göre daha hafif olduğu konusun­da uyarmış ve ona bu hususta tavsiyelerde bulunmuştur. Kadını çağırtarak ona da aynı şeyleri söylemiştir (Buhari ve Müslim).

İbni Ömer'in bir başka rivayetine göre, birbir­leriyle lanetleşen iki kişiye Rasûlullah @ "Si­zin hesabınız Allah katmdadır, zira biriniz ya­lan söylüyor." buyurmuştur. Daha sonra ada­ma, karısıyla tekrar evlenemeyeceğini söyle­miştir. Adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Peki mehrim ne olacak?" deyince Rasûlullah @: "Sana ondan bir şey yok. Doğru söylemişsen, bu para onunla münasebette bulunmanın kar­şılığıdır; şayet yalan söylemişsen zaten o para sana bu kadından uzaktır." buyurmuştur (Bu­hari ve Müslim).

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine göre bir bedevi Rasûlullah @'e gelerek, kansının siyahî bir çocuk doğurduğunu ve bu çocuğun kendi­sinden olup olmadığından şüphelendiğini söyler. Rasûlullah @ kendisine: "Senin deven var mı?" diye sorar. Adam "evet" der. "Renk­leri nasıl?" diye sorar, bedevi "kırmızı" diye cevap verir. "İçlerinde gri olanı var mı?" diye sorar Rasûlullah @. Adam "bazıları gri". "Bu renge sebep nedir?" sorusuna bedevi "belki atalarında bu renkte olan vardır." şeklinde ce­vap verir. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Ay­nı şey senin çocuğun rengine de sebep olmuş olabilir." buyurur ve adamın çocuğundan şüp­helenmesine izin vermez (Buhari, Müslüm, Ahmed, Ebu Davud).

Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: Utbe b. Ebi Vakkas, kardeşi Sa'd'a vasiyet etmiş (şöyle söylemiş): "Zem'a'nın cariyesinin oğlu benfim sulbüm)dendir. Bu çocuğu almalısın!" Hz. Aişe diyor ki: Mekke'nin fethi senesi (Mekke'ye varıldığında) Sa'd b. Ebî Vakkas, çocuğu yakaladı ve; "Bu, kardeşim Utbe'nin oğludur. Bunun nesebinin kendisine istilhâkı için bana vasiyet etmiştir" dedi. Bunun üzeri­ne Abd b. Zem'a ayaklanıp; "Bu, benim kar­deşimdir, babamın cariyesinin oğludur, baba­mın yatağı üstünde doğmuştur" dedi. Her iki taraf bu niza ve husûmetlerini Peygamber @'e arzettiler. Sa'd b. Ebî Vakkas; "Ya Rasûlullah! Bu çocuk, kardeşim Utbe'nin oğludur. Nesebinin kendisine istilhâkına dair bana vasiyeti vardır" dedi. Abd. b. Zem'a da; "Bu, benim kardeşimdir ve babamın cariyesi doğurmuştur; babamın yatağı üstünde doğ­muştur" dedi. Rasûlullah @; "Ya Abd b. Zem'a! Bu senindir." buyurdu. Sonra da Pey­gamber @; "Çocuk, yatağın sahibinindir. Zâniye de mahrumiyet düşer." buyurdu. Daha sonra da hanımı Şevde bintü Zem'a'ya, ona karşı tesettürlü olmasını söylemiştir. Çünkü çocuğun Utbe'ye benzediğini görmüştür (Bu­hari ve Müslim).

Ibni Abbas'in rivayetine göre bir adam Rasûlullah @'e gelerek: "Benim, kendisini çok sevdiğim bir karım var, fakat öylesine zayıf ki, bir başkası kendisine dokunsa aldır­maz." der. Rasûlullah @: "Onu boşayabilir-sin." cevabını verir. Adam; "Fakat onsuz ya­şayamam" der. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Öyleyse onunla geçinmelisin." buyururlar. Rasûlullah @, adamdan herhangi bir açıkla­ma istemediği gibi şikâyetini zina suçlaması olarak almamış ve li'âri hükmü uygulamamış-tır (Nesei).

Bir rivayet de şöyledir: Adamın biri Rasû­lullah @'e gelerek; "Filan kişi benim oğlum-dur, cahiliye devrinde annesi ile gizli ilişki kurmuştum." dedi. Rasûlullah @ şöyle buyur­du: "İslâm'da gayri meşru olarak babalık iddi­asında bulunmak yoktur. Cahiliyede yapılan­lar ilga edilmiştir. Çocuk, yatağında doğduğu kişiye verilir ve zâni hiç bir hak iddia ede­mez." (Ebu Davud).

Yukarıda bahsi geçen âyeti ve Rasûlullah @'in Sünnetini kaynak alarak fâkihler li'ân kanununun temelini oluşturan esaslan ortaya koymuşlardır:

a- Li'ân, evde değil, ancak mahkemede hâkim önünde karşılıklı olarak uygulanır,

b- Li'ân yalnızca erkeğin hakkı değildir. Kadmm da, kocası kendisine zina ile suçlar veya çocuğunun babası olduğunu inkâr ederse mahkemede li'ân talep etme hakkı var­dır,

c- Bir zan veya şüphe yahut endişe ifade eden sözler li'ânı gerektirmez. Ancak koca, karısını açıkça zina ile suçlar veya çocuğun kendisinin olduğunu inkâr ederse li'ân gere­kir,

d- Karısını suçladıktan sonra yeminden vazgeçen kimse Hanefilerin görüşüne göre hapsedilir ve li'ânda bulununcaya veya suçla­masının yalan olduğunu itiraf edinceye kadar salıverilmez. Bu ikinci durumda kendisine kazf haddi uygulanır. Buna karşılık İmam Mâlik ve diğerlerine göre hapis gereksiz gö­rülür; li'âm reddetmenin kişinin, yalancılığı­nın itirafı demek olduğu ve dolayısıyla kazj cezasını gerekli kılmaktadır,

e- Eğer koca yemin ettikten sonra, kadın yeminden kaçınır­sa, Hanefilere göre hapsedilir ve li'ânda bulu­nuncaya kadar veya zina suçunu itiraf edince­ye kadar salıverilmez. Buna karşılık diğer imamlar recmedilmesi gerektiği görüşünde­dirler,

f- Eğer bir koca çocuğunu reddediyor­sa, li'ân gerektiği konusunda ittifak vardır.

g- Eğer bir baba çocuğu inkâr ediyorsa ço­cuk yalmz anneye verilir ve ona nisbetle anı­lır,

h- Li'ânın sonucunda ne kadın, ne de er­kek cezalandırılır.

Hz. Aişe'den rivayetle, bir hırsız Rasûlullah @'e getirildi ve O da elini kestirdi. Hırsızı ge­tirenler; "İşi bu kadar ileriye götüreceğinizi düşünmemiştik" dediler. Rasûlullah @: "Şa­yet kızım Fâtıma böyle bir şey yapmış olsa onun elini de keserdim!" buyurdu (Nesei).

Bir hırsız itirafda bulundu. Fakat çaldığı eş­yalar yanında yoktu. Rasûlullah @: "Senin çaldığını sanmıyorum." dedi. Hırsız, çaldığını iki veya üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Rasûlullah @, elinin kesilmesini emretti. Sonra ona dedi ki: "Allah'tan affını iste, tev-beyle O'na dön!" Adam kendine söylenileni yapınca Rasûlullah @, Allah'tan üç kez bu adamın affedilmesi için duada bulundu (Ebu Davud, Nesei, İbni Mace ve Darimi).

Halife Osman ve Ali, bir kuş çalanın elinin kesilmeyeceğine hükmettiler. Hiç bir sahabi buna karşı çıkmadı. Halife Ömer ve Ali, Bey-tü'I-mâl'dan çalanın elini kestirmediler ve hiç kimse onlara itiraz etmedi. (The Meaning oj theOur'an, c. VIII).

 

Hırsızlığın Cezası

 

Câbir'den rivayetle; Rasûlullah @'e bir hırsız getirdiler. Rasûlullah @: "Onu öldürün!" bu­yurdular. Bunun üzerine ashab: "Yâ Rasûlullah, bu adam sadece hırsızlık etmiş­tir." dediler. Rasûlullah @: "Onun elini ke­sin!" dedi ve hemen kesildi. Sonra o adamı tekrar getirdiler. Rasûlullah @: "Onu öldü­rün!" buyurdular. Câbir, olayın önceki gibi olduğunu anlattı. Sonra o adamı üçüncü kez getirdiler. Anlatan olayın yine önceki gibi ol­duğunu rivayet etti. Sonra adamı dördüncü defa ve beşinci defa getirdiler. Rasûlullah @: "Onu öldürün!" buyurdular (Ebu Davud ve Nesei).

Şöyle rivayet edilmiştir: "Bir hırsız Rasûlul­lah @'e getirildi. Elleri kesildiği zaman Rasûlullah @ ellerinin boynuna asılmasını emretti." (Tirmizi, Ebu Davud, Nesei ve İbni Mace).

 

İçkinin Cezası

 

Rasûlullah @ zamanında sarhoş için belirli bir ceza yoktu. Sarhoş biri muhakeme için ge­tirildiğinde ayakkabı ile değnekle ve iple dö­vülür, tekmelenir ve kamçılanırdı. Bu suç için verilen cezanın üst sının 40 değnekti.

İçki içen bir adam Rasûlullah @'e getirildi ve o da sahabilere adamı dövmelerini buyurdu. Bazıları çarıkla, bazıları değnekle ve bazıları da hurma dalı ile onu dövdüler. Sonra Rasûlullah @ yerden biraz toprak aldı ve onun yüzüne attı (Ebu Davud).

Ebu Hureyre'den rivayetle, içki içen bir adam Rasûlullah @'e getirilmişti. Rasûlullah @ bi­ze onu dövmemizi buyurdu, bazıları elleriyle, bazıları da ayakkabılanyla dövdü. Sonra Ra -sûlullah @ onlara sarhoşu kınamalarını söy­ledi. Onlar şöyle dediler: "Allah'a muhalefet­ten sakınmadın, Allah'tan korkmadın, Rasû-lullah'dan utanmadın!" Bazıları ise "Allah seni rezillik içinde bıraksın!" dediklerinde Rasûlullah @ onlardan şöyle söylemelerini is­tedi: "Allah'ım! Onu affet ve ona merhamet et! Aksi takdirde şeytan bu adam üzerinde güç sahibi olurdu." (Ebu Davud).

İbni Abbas, içki içerek sarhoş olduktan sonra yolda sendeleyerek yürüyen bir adamın Rasûlullah @'in huzuruna getirilirken Ab-bas'ın evinin hizasına gelince kaçtığını ve Abbas'ın yanma sığınarak onun boynuna sa­rıldığını rivayet etmiştir. Bu olay Rasûlullah @'e anlatıldığında güldü: "Demek sarhoş öy­le yaptı ha!" dedi ve onunla ilgili hiç bir emir vermedi (Ebu Davud).

Enes, "Rasûlullah @'in, içki içen kişinin hur­ma dallarıyla ve ayakkabılarla dövülmesine, Ebu Bekir ise, kırk değnek vurulmasına izin verdiler." dedi (Buhari ve Müslim).

Enes bir başka rivayetinde Rasûlullah @'in içki içmenin cezasının hurma dalları ile kırk değnek ve ayakkabılarla dövülmek olarak be­lirlediğini nakletmiştir. Sa'ib b. Yezîd şöyle dedi: "Rasûlullah @ zamanında ve Ebu Bekr'in halifeliği ile Ömer'in halifeliğinin başlangıcında bir içkili adam getirildiği za­man biz onu ellerimizle, çarıklarımızla veya elbiselerimizi burarak döverdik. Fakat Ömer'in halifeliğinin son zamanlarında Ömer kırk değnek vururdu, şayet kişinin suçu ağır ve fazla ise seksen değnek vururdu." (Buha-ri).

Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ben haddlerin tatbiki sonucunda üzülen biri deği­lim, içki içen müstesna. Çünkü eğer o ölürse diyetini veririm. Diyet verecek olmamın se­bebi Rasûlullah'm içki içenle ilgili kesin ceza belirtmemiş olmasıdır." (Buhari ve Müslim).

Hz. Ömer'in içki içmenin cezası konusunda Hz. Ali ile istişare ettiği ve Ali'nin ona; "Fik­rime göre içki içen birine seksen değnek ce­zası vermelisin, çünkü bir kişi içki içerse sar­hoş olur, sarhoş olduğunda ne dediğini bil­mez ve o halinde de iftira eder." dediği riva­yet edilmiştir. Bunun üzerine Halife Ömer iç-

ki içmenin cezasını 80 değnek olarak uygula­dı (Muvatta).

 

Mahkeme Kararları

 

Rasûlullah @ zamanında muhakeme usûl­lerine, kanun ve kuralların yerine getirilmesi­ne ve yönetimin tavrına ışık tutabilmek ama­cıyla bir kaç mahkeme kararını ele alalım:

 

1- Kölenin Öldürülmesi

 

Bir adamın, kölesini kasden öldürdüğü, bu­nun üzerine Rasûlullah @'in adamın yüz değ­nekle cezalandırılmasını ve bir yıl sürgün edilmesini emrettiği rivayet edilmiştir. O kişi­ye ayrıca bir köle âzâd etmesi de emredildi. Normal durumlarda kasden Öldürmenin ceza­sı, öldürülen ister köle, ister hür olsun kısas-dır. Öyle görünüyor ki bu cinayet hâkimin takdir yetkisinin cezayı belirlediği hususî bir durumda işlenmiştir. (Zâdu'î-Meâd, c. III).

 

2- Bir Kızın Öldürülmesi

 

Yahudinin birinin, bir kızın başım iki taş ara­sında ezdiği rivayet edilmiştir. Kıza, Yahudi­nin adı söyleninceye kadar, bunu ona kimin, falanın mı, filanın mı yaptığı soruldu. O Ya­hudinin adı söylenince kız başını salladı. Ya­hudi tutulup getirildi, suçu kabul edince Rasûlullah @ başının taşlarla ezilmesini em­retti (Buhari ve Müslim).

Bu misâl, hâkim öyle karar vermişse, suçluyu öldürdüğü veya öldürmeye çalıştığı biçimde ceza verilebileceğini göstermektedir.

 

3- Doğmamış Çocuğun Öldürülmesi

 

Ebu Hureyre'nin rivayetine göre; Hudeyl ka­dınlarından ikisi birbiriyle döğüştü. Biri diğe­rine bir taş attı. Taş, hem kadının, hem de rahmindeki çocuğun ölümüne sebep oldu. O vakit Rasûlullah @ kadının doğmamış çocu­ğu için diyet olarak en iyisinden bir köle ala­bilecek kadar bir para ödenmesine ve parayı diyetten sorumlu kadının ödemesi gerektiğine hükmetti. Ölen kadının çocuklarını ve onlarla birlikte olanları, öldüren kadının mirasçısı yaptı (Buharı ve Müslim).

 

4- Hz. Ali'nin İlginç Kararı

 

Yemen'de bir grup, bazı kişileri kuyu kazmak için işe aldı. Bir kişi kuyuya düştü ve düşer­ken de bir başkasını birlikte çekti, ikincisi üçüncüsünü, üçüncüsü de dördüncüsünü çek­ti. Böylece dördü de kuyuya düştü ve Öldü. Durum ölenlerin akrabaları tarafından Hz. Ali'ye bildirildiğinde Ali, kuyuyu kazdırmak için adamları tutan kişileri çağırttı ve kararını verdi: İlkinin tazminatı 1/4 olacaktı, çünkü o diğer üçünü de kendisi ile beraber kuyuya çekti ve Ölümlerine sebep oldu; ikincinin taz­minatı 1/3 olacaktı, üçüncünün 1/2 ve dör­düncünün tazminatı tam olacaktı, çünkü o, kimseyi kuyuya çekmemişti. Bu dava Rasûlullah @'e anlatıldığında "Ali'nin karan doğrudur." buyurdu (Ahmed).

 

5- Haram Kişilerle Evlenmenin Cezası Olarak Ölüm

 

Rasûlullah @, babasının karısıyla evlenen bir adamı öldürmesi ve malını müsadere etmesi için, Ebu Bare'yi göndermiştir (Ahmed ve Nesei). Buna benzer bir diğer olay Muaviye b. Karre'nin dedesinden nakledilmiştir: "Al­lah'ın Rasûlü onu, babasının karısıyla evlenen bir adamın üzerine gönderdi. O da onu öldür­dü ve malını müsadere etti." Rasûlullah @, İbni Abbas'a "Kendisine haram olan kadınlarla ilişkide bulunanı öldür" buyurmuştur.

 

6- Suçun İtirafı

 

Bir adam bir kadınla zina etti ve dört kez iti­raf etti. Rasûlullah @ ona deli olup olmadığı­nı sordu. Hayır, cevabını aldı. Sonra "Evli misin?" dedi. Evet, cevabını alınca onu rec-mettirdi (Buhari ve Müslim). Aynı olayın bir başka rivayetinde adamın şehadetini dinledik­ten sonra Rasûlullah @'in adama "zinanın ne demek olduğunu biliyor musun?" diye sordu­ğu nakledilir. Adam "evet, bu kadınla, erke­ğin karısı ile yaptığında meşru olan işi yap­tım" dedi. Rasûlullah @ "bunu itiraf etmek­ten muradın nedir?" deyince, adam "beni te­mizlemeni istiyorum" dedi. O vakit Rasûlullah @ adamın recmedilmesini emretti (Ebu Davud).

 

7- Düşük Vak'aları

 

Mugîre b. Şu'be birbirine kuma olan iki ka­dından birinin diğerine taş attığını ve düşüğe sebebiyet verdiğini rivayet etmiştir. Rasûlullah @, en iyisinden bir cariye veya köle satın alabilecek miktar parayı diyet ola­rak belirlemiş ve bunun ödenmesinin kadının baba tarafından akrabalarının görevi olduğu­nu söylemiştir (Tirmizi). Ebu Hureyre düşüğe diyet olarak Rasûlullah @ tarafından en iyi­sinden bir cariye veya köle, bir at veya katırın uygun görüldüğünü rivayet etmiştir (Ebu Da­vud).

Sa'îd b. el-Müseyyeb Rasûlullah @'in, anne­sinin karnında iken öldürülen çocuğun diyeti olarak, en iyisinden bir köle veya cariyeyi be­lirlediğini rivayet etmiştir. Bu kararın aleyhi­ne verildiği kişi "Niye henüz yemeyen, içme­yen, konuşmayan ve hiç sesi çıkmamış bir şey için diyet ödeyeyim!" dediğinde ve böyle bir durum için tazminat Ödenmesi gerekmedi­ğini eklediğinde Allah'ın Rasûlü, "bu adam kâhinlere aittir" buyurdu (Muvatta, Nesei ve Ebu Davud).

 

8- Şüphe Üzerine Öldürme

 

Rasûlullah @, Hatem üzerine bir seriyye düzenledi; bu kabileden bazı kişiler himaye ara­mak için secdeye varmalarına rağmen öldü­rüldüler. RasûluUah @ bunu duyduğunda on­lara diyetlerinin yansının ödenmesini emretti ve "ben, müşriklerin yanında bulunan Müslü­manlardan sorumlu değilim" dedi (Ebu Da-vud).

 

9- İçki İçmek

 

Hz. Ali, Rasûlullah @'in sarhoşa kırk değnek vurulmasını buyurduğunu nakletmiştir. Ebu Bekir de bu cezayı uygulamış, fakat Hz. Ömer (içki içme alışkanlığındaki artıştan olsa gerek) bunu seksen değneğe çıkarmıştır. (Zâdu l-Meâd). Bir adamın içki içip sarhoş olduktan sonra yolda sendelerken yakalandığı ve Rasûlullah @'e getirilirken kaçtığı rivayet edilmiştir. Bu olay Rasûlullah @'e söylendi­ğinde gülerek; "bunu yaptı mı?" demiş ve adamla ilgili hiçbir emir vermemiştir (Ebu Davud).

Ukbe b. Haris şöyle rivayet etmiştir: "Nu'-man veya Nu'man'ın oğlu sarhoş bir vaziyette Rasûlullah @'ın önüne getirilmişti. Rasû­lullah @ öfkelendi ve evde hazır bulunan her­kese onu dövmelerini buyurdu. Onlar da Nu'man'ı hurma dallan ve ayakkabıları ile dövdüler; ben de onu dövenler arasınday-dım." (Buhari).

Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: İçki içen bir adam Rasûlullah @'e getirildi. Rasûlullah @, "onu dövün" buyurdu. Ebu Hureyre şöyle ilave etti: "Bunun üzerine onu bazılanmız el­lerimizle, bazılanmız ayakkabı! anmız ile ve bazılarımız da elbiselerimiz ile (onlan büke­rek) dövdük. Bitirdiğimizde biri 'Allah'ın laneti üzerine Üzerine olsun' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah @ 'Böyle söylemeyin, çünkü böylece şeytana onu yenmesinde yar­dım edersiniz' buyurdu" (Buhari).

 

10- Hırsızlık:

 

Allah; "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yap­tıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak el­lerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sa-

hibidir." buyurmuştur (5:38). Hırsızın elinin kesilebileceği en alt sınır Rasûlullah @ tara­fından belirlenmiştir. Hz. Aişe'ye göre, Rasûlullah @ şöyle buyurmuştur: "Çeyrek di­nar çalan hırsızın elini (ilk hırsızlığında bilek ekleminden) kesin." (Buhari).

İbni Ömer, Rasûlullah @'in üç dirhem değe­rinde bir kalkanı çaldığı için bir hırsızın elini kestirdiğini rivayet etmiştir (Buhari).

Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah @ bir kadının elini kestirdi, kadın bana gelir­di ve ben de onun sözlerini Rasûlullah @'e iletirdim; kadın tevbe etmişti ve tevbesinde samimi idi" (Buhari).

Safvan b. Ümeyye Medine'ye geldi, mescidde hırkasını yastık olarak kullanarak uyudu. Da­ha sonra bir hırsız geldi ve hırkasını çaldı. Safvan onu yakaladı ve Rasûlullah @'e getir­di. Rasûlullah @ de hırsızın ellerinin kesilme­sini emretti. Safvan: "Benim maksadım bu değildi^ hırkamı ona sadaka olarak verdim" dedi. Allah'ın Rasûlü: "Bunu niye hırsızı bana getirmeden önce yapmadın?" dedi (İbni Mâce ve Darimi).

Rasûlullah @'e bir hırsız getirilip elleri kesti-rildiğinde, Allah'ın Rasûlü'nün hırsızın elinin boynuna asılmasını emrettiği rivayet edilmiş­tir (Tirmizi, Ebu Davud, Nesei ve İbni Mace).

Hırsızlığın itirafı: Rasûlullah @'e bir hırsız getirildiği, fakat yanında hiç bir eşya bulun­madığı rivayet edilmiştir. Allah'ın Rasûlü ona, "Senin çalacağım zennetmiyorum" dedi. Adam çaldığını söyledi ve bunu iki veya üç kez tekrarladı; bunun üzerine Rasûlullah @ emir verdi ve adamın elleri kesildi (Ebu Da­vud, Nesei, İbni Mace, Darimi).

 

11- Tek Taraflı İtirafta Cezalandırma

 

Bir adam Rasûlullah @'e geldi ve belli bir ka­dınla zina ettiğini söyledi, ancak kadın çağrıl­dığında bunu inkâr etti. Rasûlullah @ sadece adama yüz değnek cezası verdi, fakat kadını cezasız bıraktı (Zâdu'î-Meâd).

 

12- Kazf

 

Rasûlullah @ Hz. Aişe'ye karşı iftira fiilinde bulunan iki adam ve bir kadının her birine seksen değnek vurdurmuştur. (Zâdu'l-Meâd).

 

13- Yaralama Ve Yara Tazminatı

 

a- Enes b. Mâlik'den rivayet olunduğuna gö­re halası Rübeyy'i binti Nadr bir genç kadının ön dişini kırmış. Olay Rasûlullah @'e gidin­ce, O kısas emrini vermiş. Bunun üzerine Enes b. Nadr (Rübeyy'i'nin kardeşi) ayağa kalkarak; "Yâ Rasûlullah, şimdi Rübeyy'i'n ön dişi mi kırılacak? Olamaz! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, onun ön dişi kınlamaz" demiş. Rasûlullah @: "Yâ Enes, Allah'ın hükmü kısastır" buyurmuş, karşı taraf da razı olarak affetmişler. Bunun üzerine Rasûlullah @: "Hakikaten Allah'ın kullarından öyleleri var ki, Allah'a yemin ederse Allah kendisini yemininde sabit kılar" buyurmuşlardır (Buhari ve Müslim).

b- Ya'la b. Ümeyye, Rasûlullah @ ile Tebük Gazvesine giderlerken yanında bir hizmetçisi­nin de bulunduğunu ve bu hizmetçinin bir başkasıyla kavga ettiğini rivayet etmiştir. Biri diğerinin elini ısırmış, ışınlan kişi elini, ısıra­nın ağzından çekince dişini çıkarmış. Dişi çı­kan, Rasûlullah @'e şikâyette bulunmuş, O da; "Sen, deve gibi onun elini ısmrken, o ada­mın elini senin ağzında bırakması düşünüle­bilir mi?" buyurarak kısasa gerek görmemiş­tir (Buhari ve Müslim).

c- Sehl b. Sa'd Rasûlullah @'in kapısındaki bir delikten içeriye bakıyordu.  Allah'ın Rasûlü yanında bulundurduğu sivri uçlu bir âleti göstererek; "Şayet bana baktığını bilsey­dim bununla senin gözlerini oyardım, çünkü insanlara evlere girerken izin almalan emre­dilmiştir" buyurdu (Buhari ve Müslim). Ebu Zer, Rasûlullah @'İn şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir: "Eğer bir kimse, izin almadan bir perdeyi kaldırır ve evin içine bakar da görme­mesi gereken bir şeyi görürse, işlenmesi caiz olmayan bir fiili irtikab etmiş olur. Fakat bir adam perdesiz ve kapalı da bulunmayan bir kapının Önünden geçerken içeriye baksa, hiç­bir günah işlemiş olmaz; çünkü günah içerde-kilere aittir." (Tirmizi). Ebu Hureyre, Rasû­lullah @'in: "Eğer bir kimse evinize gizlice bakıyorken ona bir taş atsanız ve gözünü çı­karsanız günahkâr olmazsınız" buyurduğunu rivayet etmiştir. Enes'den de buna benzer bir rivayet kayıtlıdır. Böyle bir kişinin diyet iste­meye hakkı yoktur (Buhari).

d- Hişam'ın babası, Hz. Ömer'in; "Kim Rasûlullah @'in düşük hakkında hüküm ver­diğini duydu?" diye sorduğunda rivayet et­miştir. Mugîre "Rasûlullah @'ın diyet olarak bir cariye veya köleyi belirlediğini duydum." dedi. Hz. Ömer "İddiana şahit olacak birini göster" deyince Muhammed b. Mesleme, "RasûluUah @'in böyle bir hükmü olduğuna şehadet ederim" dedi (Buhari).

e- Bir hayvanın sebep olduğu yaralanma ve­ya ölüm: Ebu Hureyre'nin rivayetine göre Rasûlullah @; "Bir hayvanın sebep olduğu ölüm veya yaralanmada kimseye diyet gerek-

rnez; yine bunun gibi bir kuyu ya da madende husule gelen ölüm için de diyet yoktur." bu­yurmuştur. (Buhari ve Müslim).

 

14- Evli Bir Kişinin Zinası

 

a- Bir adam RasûluUah @'e geldi ve bir ka­dınla haram ilişkide bulunduğunu itiraf etti. Dört kez de yemin etti. RasûluUah @: "Belki onu sıktın, öptün veya ona baktın" dedi. Adam, "Hayır, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bu­nun üzerine RasûluUah @"Onunla ilişkide bulundun mu?" diye açık kelimelerle sorup evet cevabını alınca adamın recmedilmesini emretti   (Buhari).   Bir   başka   rivayette RasûluUah @ onunla yatıp yatmadığını, vü­cutlarının temas edip etmediğini sordu, evet cevabını aldı. Yine bir başka rivayette adam kadınla cinsî ilişkide bulunduğunu İtiraf edin­ce RasûluUah @ uzvunun kadının uzvuna gi­rip girmediğini sordu, adam girdiğini söyle­yince RasûluUah @ "çubuğun damlalığa veya ipin kuyuya girdiği gibi mi?" diye sordu. Öy­le olduğu cevabını alınca ona zinanın ne de­mek olduğunu bilip bilmediğini sordu, o da bildiğini söyleyince RasûluUah @ recmedil­mesini emretti (Ebu Davud).

b- Câbir b. Eşlem el-Ensarî, Benî Eşlem ka­bilesinden bir adamm RasûluUah @'e gelerek gayri meşru ilişkide bulunduğunu bildirdiğini ve kendi aleyhinde dört kez şahitlik ettiğini rivayet etmiştir.  Adam evli olduğu  için RasûluUah @ recmedilmesini emretmiştir (Buhari).

Şeylanî kendisinin Abdullah b. Ebi Avf a "Allah'ın Rasûlü recm cezasını uyguladı mı?" diye sorduğunu rivayet etmiştir. Abdullah "Evet" dedi. Şeylanî "Nur sûresi nazil olduk­tan sonra mı, önce mi?" dediğinde Abdullah "bilmiyorum" dedi (Buhari).

 

15- Bekârın Zinası

 

a- Zeyd b. Halid el-Cuhanî RasûluUah @'ın evli olmayan ve bir halde cinsî ilişkide bulun­muş bir kişiye seksen değnek vurduğunu ve bir yıl sürgün ettiğini rivayet etmiştir. Ömer

b. Hattab da böyle bir kimseyi bir yıl sürmüş­tür ki, bu sünnet hâlâ geçerlidir (Buhari).

b- Ebu Hureyre Rasûlulla @'in, gayri meşru ilişkide bulunmuş bekâr bir kişiyi muhakeme ettikten sonra bir yıl sürgün ettiğini ve haddi uyguladığını rivayet etmiştir (Buhari).

c- Ebu Hureyre RasûluUah @'e, zina etmiş bulunan bir cariyenin hükmünün sorulduğunu rivayet etmiştir. RasûluUah @ "eğer zina et­mişse ona yüz değnek vurun, fakat azarlama­yın; tekrar zina ederse yine değnek vurun fa­kat azarlamayın; üçüncü kez zina ederse bir ip parçasına da olsa satınız" buyurmuştur (Buhari).  ı

 

16- Tecavüz

 

a- Vâil b. Hucr, RasûluUah @ zamanında bir kadının namaz kılmak için dışarıya çıktığını ve onunla karşılaşan bir adamın ona tecavüz ederek arzusunu tatmin ettiğini rivayet etmiş­tir. Kadın, muhacirlerden bir gruba rastlayın­ca "bu adam bana şunu şunu yaptı" dedi. Mu­hacirler adamı yakaladı ve Allah'ın Rasûlü'ne getirdiler. RasûluUah @ kadına: "Sen git, Al­lah seni affetmiştir." dedi ve onunla ilişkide bulunan adamın recmedilmesini emretti. Da­ha sonra RasûluUah @ şöyle söyledi: "O adam öyle bir tevbe etti ki, eğer Medine halkı öyle tevbe etse idi onların hepsinin de tevbe-leri kabul olurdu." (Tirmizi ve Ebu Davud).

b- Nâfi, Ebu Ubeyd'in kızı Safıye'nin, halife­nin kölelerinden birisinin ganimet olan kızlar­dan biri ile kızın arzusu hilâfına cinsî müna­sebette bulunduğunu ve kızlığım bozduğunu bildirdiğini rivayet etmiştir. Ömer, köleyi dövdürdü fakat kızı dövdürmedi. Çünkü olay kızın arzusu hilâfına olmuştu (Buhari).

 

17- Allah'a İsyan Ve İrtidat

 

"RasûluUah @, Allah'a ve Rasûlü'ne savaş açan ve îslâm dininden dönen Ureyne kabile­sinin adamlarının ellerini ve ayaklarını kestir­di. Ve (onların kanayan uzuvlarını) ölümleri­ne kadar dağlatmadı." (Buhari).

Delil Yokluğunda Yemin: Eş'as b. Kays, Rasulullah @'in (bir davacıya) "İki şahit ge­tirmelisin, aksi takdirde sanıktan (inkâr eder­se) yemin etmesi istenecektir" buyurduğunu rivayet etmiştir (Buharı).

Ta'zîr Gerektiren Suçların Cezalandırılması:

Ebu Bürde, Rasulullah @'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Hadd cezası hâriç, hiç kimseye 10'dan fazla değnek vurulmasın." (Buhari). Ve Abdurrahman başkalarından naklen Rasulullah @'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hakkında hadd belirlenmiş suçtan dolayı tutulan kimse hâriç hiç kimseye verile­cek ceza on değneği geçemez." (Buhari).

 

KISIM 5

 

İDEAL HAKİM

 

Sonuç: Allah'ın Râsûlü Muhammed @ en ideal hâkim idi. O'nun adalet anlayışı en yük­sek seviyede idi. Bu hususiyetiyle, adı Arap Yanmadası'nda her gün takdirle anıldı. Onun ashabı da mustazaflar, mazlumlar ve hakir görülenler için adaletin tatbikatçıları olarak ilân edildiler. Bütün dünya baskı ve işkence altında inlerken Rasulullah @ zulüm gören insanlığın kurtarıcısı olarak gönderildi. Dost-düşman, Müslim - gayrimüslim, onun getir­diği hukuk karşısında eşitti.

Rasulullah @ bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in emir­lerinin tatbikçisiydi: "Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir toplu­luğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil davranın, takvaya yakışan da budur..." (5: 8). "Allah size adaleti ve iyi­liği emreder. Ey iman edenler! Adaleti hâkim kılın ve ana-babanız ve yakın akrabanıza kar­şı olsa bile Allah için doğru şahitlik yapınız." Kur'ân'da yine şöyle buyurulmaktadır: "...Söylediğiniz zaman da akrabanız da olsa adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tu­tun..." (6: 152).

Bir defasında kendisine getirilen hırsızın elini kestirdiğinde sahabeler bunun ağır bir ceza olduğunu gördüler. O vakit Rasulullah @: "Eğer o hırsız kızım Fâtıma olsaydı, yine de ellerini kestirirdim." buyurdu. Bir başka defa­sında bir Yahudi ile bir Müslüman arasındaki davada Yahudi lehine karar vermiştir. Bunun üzerine Yahudi; "Allah için doğru karara var­dın!" diye bağırmıştır. Bu kararı verdiğinden dolayı Müslümanın bağlı bulunduğu kabile­nin taraftarlığından uzak kalacağından hiç çe­kinmemiştir.

Bir keresinde Benî Mahzum'dan zengin-eşraf-tan bir kadın hırsızlık yaptı ve yakalanarak Rasûlullah'a getirildi. Sahabiler kadını görünce asaletine binaen onun serbest bırakılmasını rica ettiler. Rasûlullah @ imtiyaz fikrini aşa­ğılayarak kadının elinin kesilmesini emretti.

Bİr başka defasında Benî Salebi kabilesinden vahşi ruhlu bir kişi Ensar'dan bir Müslümanı Öldürdü. Öldürülenin vârisleri katilin oğlunun yakalanmasını ve intikam için öldürülmesini talep ettiler. Rasûlullah @ bunu yasakladı ve şöyle buyurdu: "Oğul, babasının suçundan mesul değildir!" Hayber hâriç bütün Arabis­tan İslâm'ın hâkimiyeti altına girdiği zamanda Hayber Yahudileri sahabeden birini Hay-ber'de haksız yere öldürdüler. Rasûlullah @ suçluyu bulamadı. Bunun üzerine öldürülen müslümanın mirasçılarına diyet olarak yüz deve verdi.

Rasûlullah @, davacının şeriatına göre hük­mederdi. Bir defasında Benî Kurayza kabile­sinden biri Benî Nâdir kabilesinden bir Yahu­di tarafından öldürülmüştü. Dava Rasûlullah @'in önüne geldiğinde Tevrat'ın hükümleri tatbik edildi: Cana karşı can. Yahudiler, Hı­ristiyanlar ve Müslümanlar ve diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklarda Rasûlullah @ son karar ve yargı mercii idi. Son haccında irad ettiği Veda Hutbesinde Rasûlullah @ in­sanlara şöyle seslenmiştir: "Her kime borcum varsa onu benden istesin. Her kimin üzerimde hakkı varsa gelip alsın." Bunun üzerine Sarf isimli bir adam bir kaç dirhem alacağı oldu­ğunu söyledi, para kendisine hemen ödendi... Sahar, İslâm'ı Taif fethedildikten sonra kabul etmiş bir kabile reisiydi. Bir keresinde müşrik Mugîre, Rasûlullah @'e gelerek Sahar'ı, hala­sını alıkoyduğu iddiasıyla şikâyet etti. Rasûlullah @, Sahar'a hemen Mugîre'nin ha­lasını serbest bırakmasını söyledi.

Rasûlullah @'in Hadislerine Göre Hâkim­lerin Vazifeleri: Hz. Peygamber @ her ne söylemişse onu bizzat uygulamıştır. Ve bu kurallar onun halefleri tarafından da izlenmiş­tir:

1- Hâkim, önemli ve büyük sorumluluk ge­rektiren bir işi yürütmek zorundadır. Bazen karşısına yönetimde görevli kişileri, yakınları­nı, yetkilileri, devletin üst görevlerindeki kişi­leri çağırmak zorundadır. Bundan dolayı, adaleti tatbikde doğru, ciddi ve soğukkanlı ol­malıdır. Hiç bir şey onun aklını doğru yoldan ayrılmaya çelmemelidir. "Biz, ihtiyatlı bir ce­maatız." (26:56). Bu yüzden Rasûlullah @, Ebu Bekre'nin rivayetine göre şöyle buyur­muştur: "Öfkeli iken hiçbir kimse iki kişi ara­sında hükmetmesin."

2- Hâkim had cezası belirlenmiş suçların ce­zasını uygulamakta müşfik olmamalıdır. Kur'ân'da mealen : "...Allah'a ve ahiret gü­nüne inananlardan iseniz, Allah'ın dini(ni uy­gulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)nıesin. Mü'minlerden bir topluluk da onlara yapılan azaba şahit ol­sun." (24:2) Duyurulmaktadır.

3- Bir hâkim anlaşmazlıkları mümkün oldu­ğu kadar çabuk ve kesin sonuca bağlamalıdır. Çünkü gecikmiş adalete değer verilemez.

4- Her iki taraftan da hiç bir hediye ve rüşvet kabul etmemelidir.

5- Âdil bir neticeye ulaşmak için çok çaba harcamalıdır. Rasûlullah @ şöyle buyurmuş­tur: "Bir hâkim adaletten ayrılmadığı sürece Allah onunla beraberdir. Şayet bilerek adalet­sizlik yaparsa Allah onu terkeder ve şeytan kendisine musallat olur."

6- Hâkim, herkesi kanun önünle eşit görmeli­dir. Allah'ın kulları arasmda adaleti dağıtması gibi bir hâkim de ne pahasına olursa olsun ay­rım yapmamalıdır. Rasulullah @ şöyle buyur­muştur: "Sizden Önceki milletlerin helaki zenginlerini ve soylularını serbest bırakıp, fa­kir ve zayıfları cezalandırmalarından olmuş­tur." İslâm hukukuna göre bir hâkim aslî, cezaî ve askerî bütün davaların hâkimidir. Asliye, ceza ve askerî mahkemeler için ayn ayn organlar yoktur.

Rasulullah @ 'in Adalet ile İlgili Bazı Ha­disleri: Büreyde'nin rivayetine göre Rasu­lullah @ şöyle buyurmuştur: "insanlar arasın­da hâkim seçilen kişi bıçaksız kesilmiş gibi­dir." "Hâkimler üç sınıftır: Bir sınıfı cennette, diğer iki sınıfı cehennemdedir. Hakkı bilerek onunla hükmeden cennette; Hakkı bildiği hal­de onunla hükmetmeyerek hükümde zulme­den cehennemde; Hakkı bilmediği halde hal­ka cehaletle hüküm veren de cehennemde­dir."

Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah @ beni Yemen'e hâkim olarak gönderdi. Ben 'Ya Rasulullah! Beni genç yaşımda yolluyor-sun, adaleti uygulayabilecek bilgim yok.' de­dim. Rasulullah @: 'Allah senin kalbine fera­set verir ve dilini de ketum yapar. Sana karar vermen için iki kişi gelirse diğerinin savun­masını dinlemeden ilkinin lehine karara var­ma, çünkü ikinciyi dinlemen davayı anlaman bakımından lüzumludur.' Bundan sonra ben, kararlarımda hiç şüpheye düşmedim."

Ümmü Seleme'den rivayet olunduğuna göre Rasulullah @ şöyle buyurmuştur: "Filhakika siz benim huzurumda birbirinizden (hak) dava ediyorsunuz. Ama caiz ki bazınız hücceti­ni bazınızdan daha iyi anlatmış olur da ben de ondan dinlediğim gibi hüküm veririm. Şimdi her kime din kardeşinin hakkından birşey ke­sersem ancak ve ancak onun için ateşten bir parça kesmiş olurum. Binâenaleyh onu alma­sın." Bir başka hadislerinde de; "Hakkı olma­dığı halde hak iddia eden bizden değildir. Bı­rakınız cehennemdeki yerini arasın." buyur­muştur.

Bunlar Peygamber @'in İslâm hukuku önün­de insanların eşitliğini sağladığını ve onun adaleti uygulamada örnek bir insan olduğunu isbatlayan hadis ve olaylardan bir kaçıdır. Ondan sonra gelen halifeleri de bu hüküm ve nasihatleri sadakatle korumuşlar ve gittikleri yerlere adaleti götürmüşlerdir. İslâm'ın bu yü-, ce öğretileri tarihe Hz. Ebu Bekir, Ömer, Os­man, Ali, Ömer b. Abdülaziz, Sultan Gıya-süddin ve diğerleri gibi pek çok adalet timsal­lerini bağışlamıştır.

 

Muhakeme Usûlü

 

Allah'ın son Peygamberi ve Rasulü Muham-med @, adaleti uygularken dava için hiç bir ücret talep etmemiştir. Ne zaman adalet isten­se bu istek karşılıksız olarak yerine getirildi. İkinci olarak Rasulullah @ adaleti dağıtmada en süratli olan kişiydi. Zira gecikmiş bir adalet, adalet değil, zulümdür. Delillerle ilgili teknik kurallar konusunda çok kesin hüküm­ler koymamış, aksine hâkimlere adaletin tat­biki için gerekeni yapmada serbestlik tanı­mıştır. İsbat yükünü iddia sahibine hasretmiş­tir. Suç söz konusu olduğunda ise, itiraf defa­larca tekrarlatılarak veya müstakil şahitler yo­lu ile teyid ettirilmiştir.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM

 

DÂVETÇİ

 

KISIM 1

 

İSLAM'A DAVET

 

Tarihte ortaya çıktığı andan itibaren İslâm, insanları doğruluğuna inandırmaya çalışmış ve onları bu yeni dinin mensupları olmaya davet etmiştir. Dinî uygulamanın özü bir yana İslâm, tarih boyunca görülmüş en büyük planı uygulamaya koymuştur. Bu plan bütün insan­lığı Müslüman yapmak, adaleti, doğruluğu, salih bir hayatı, saflığı ve güzelliği getirmek için onları harekete geçirmeyi kapsamaktadır. Daha önce İslâm'ın, insanlar arasında fazilet, doğruluk ve takva dışında bir ayırım yapma­dığını gördük. Yine gördük ki İslâm ilâhî ira­deyi insan hayatının ve ilgilerinin her alanına uygular; yani sadece belirli şekil ve mahiyet taşıyan ibadetler değil, herşey dîn ile ilgilidir. Ve yine gördük ki, İslâm ne sürekli bir tefek­kür dini, ne de bir kendini adama ve dünya­dan soyutlama dinidir. Bunların yerine o, mutfaklarında ve alışveriş yerlerinde olduğu kadar, camilerinde ve savaş alanlarında da dünyayla içice yaşama dinidir.

İslâm, insanlar arasından seçilmiş bir kişiye, Hz. Muhammed @'e gönderilmiştir. O, ilk kez vahye muhatap olduğunda bu müthiş ola­yın dehşeti ve ağırlığıyla hemen eve kapan­mış, titremesine bir son vermek için kendisini bir battaniyeye sarınca, ikinci defa gelen va­hiyde şöyle denmiştir: "Ey örtüsüne bürü­nen... Kalk ve uyar." (74: 1-2). "(Önce) en yakın akrabanı uyar." (26: 214). Hz. Muham-med @ çağrıya uydu. Hanımını ve yeğenini yeni dine kattı ve arkadaşlarını da yeni inanca katılmaya çağırdı. Süreç başlamıştı; fakat he­nüz asıl amacı olan bütün dünyayı Müslüman yapmaktan çok uzaktı. Kurulu olan dini de­ğiştirmeye çalışan bu yeni inançtan insanlar uzak durdular ve ona karşı mücadele ettiler; mensuplarına da eza ve cefada bulundular. İlk müslümanlar hakîr görüldüler, zulmolundu-lar. Onları inançlarından döndürmek için her türlü baskı uygulandı. Bütün bu taktikler ba­şarısızlığa uğradığında düşman, lider Hz. Mu-hammed @'i ortadan kaldırmak için bir sui­kast hazırladı. Allah'ın inayetiyle bundan ha­berdar olan Hz. Muhammed @, onların tu­zaklarına düşmedi. Muhalifleri de O'na ve ashabına karşı savaş açtılar. Bir çok savaş ve can kaybı pahasına İslâm ilerlemeye devam etti ve nihayetinde karşısındakilere galip gel­di.

İslâm'ın mâruz kaldığı bu vak'alardan Dinler Tarihinde genişçe söz edilmektedir. Pratikte her din benzer bir başlangıca sahiptir. Birçok din kendini muhafaza etmek için, bir başkası­nın ortaya çıkarak hayat sürmesine müsaade etmez. Eğer yeni bir din başarılı olur ve ken­disine taraftar bulabilirse, eski kurulu din, ye­ni olana zulmeder. Aynı trajik tarih kültürler ve etnik gruplar için de geçerlidir. Nerede azınlık varsa, çoğunluktaki kültür ya da etnik grup onları yok etmeye çalışır; başarısızlığa uğradığında da zulme ve baskıya başvurur. Bir çoğunluk için azınlığı yok ederek genişle­meye çalışmak bir sağlık ve hayat belirtisidir. Bu evrensel istekte hiçbir yanlış yön yoktur. Tersine, hata, yok etme metodundadır; yani zulüm, baskı ve uranlıktadır; neticeye ulaşa­bilmek için "zor" kullanmaktadır.

Pratikte, İslâm hâriç, dünyanın bütün dinleri bu açıdan suçludurlar. Çünkü İslâm, İslâm toplumu içinde kendine özgü tek bir misyon teorisine, diğer inançlarla ilgili tek bir teoriye ve diğer din mensupları hakkında da yine tek bir teoriye sahiptir.

 

İslâm'ın Davet Görüşü

 

Allah'ın Emri

 

Müslüman kendisini Allah tarafından bütün insanları O'na kulluğa çağırmakla, mevcut or­tak bir işlev olan İslâm'a çağırmakla vazifeli görür. (42:15) Hayatının gayesi, bütün insan­lığı ilahiyatı ve ğeriat'ıylo,, ahlâkı ve müesseseleriyle Allah'ın son ve mükemmel dini olan İslâm'ın bütün insanların dini olduğu bir ha­yata götürmektir. Kur'ân'da Allah insana şöy­le emreder: "İnsanları Rabbinin yoluna hik­metle ve güzel öğütlerle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et..." (16:125) tşte da­vet bu emrin yerine getirilmesidir. Hakikati, onu görmezden gelenlere öğretmek; dünyada Allah'ın korumasını ve ahirette ise Cennet'i kazanmakla ilgili iyi haberleri anlatmak; Ce-hennem'deki çok yakın bir azâb ile ve bu dünyada da hüsranla insanları uyarmak dave­tin kapsamı içindedir. (22: 67).

Emrin yerine getirilmesi Kur'ân'da faziletle­rin ve mutluluğun en üst noktası olarak beyan edilir: "(İnsanları) Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve 'ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (41: 33).

Rasûlullah @ de bu görevi en asîl görev ola­rak vasıflandırmış ve sonucunu yani bir insa­nın İslâm'a girmesini de mükâfatların en bü­yüğü olarak görmüştür. Allah'a itaat İslâm'ın esasından olduğu ve insanları Allah'a itaat et­meye çağırarak emri yerine getirmek de bu esasın yerine getirilmesini sağlayan en önem­li kısım olduğuna göre bu görev, bütün Müs­lümanların iftihar ve azimle taşımaları gere­ken bir görevdir.

 

Dâvet'En Büyük Hayırdır

 

Davet'in islâm'daki merkezîliği ve insanın kaderi göz Önüne alındığında yüksek değer taşıdığı şüphe götürmez. Hakikatin bilgisi en büyük kazançtır; davet hakikatin açıklanması ve öğretilmesidir. Davet eden gerçeği yayma­ya çalışır ve davet edilen de ona uymaya ça­ğırılır. Açıkça davet, verilebilecek en kıymet­li hediyenin takdimidir. Ek olarak davet, çok yakın bir tehlikeye karşı da bir uyarıdır. Bir kişinin yayılmakta olan bir yangına karşı ya­kınlarını ve komşularını uyarması herkesin tabiî karşıladığı bir hayırdır. O halde bir kişi­nin komşusunu sonsuz ve daha elîm bir ateşe karşı uyarması ne kadar daha az hayırlıdır? Nihayet, hayatta bir başka insanın da gerçeği görüp anlamasına vesile olmak insana büyük mutluluk vermektedir. Doğrunun anlaşılması ve gerçeğin özümsenmesi öğretende ve öğre­nende hem kalbin hem de zihnin ferahlaması­nı sağlar. Bundan ötürüdür ki, Müslümanlar davet görevini şevkle sürdürmektedirler.

 

Misyon, Din İçin Gereklidir

 

Akla hitab eden hiçbir din daveti gözardı ede­mez. Daveti gözardı etmek, din tarafından doğru olduğu iddia edilen şeye diğer insanla­rın da katılmasını istememek demektir. Bu katılımı istememek ise, neyin iyi ve doğru ol­duğu ve neyin olmadığı hakkında bir iddia or­taya atıldığında ya bu iddia hakkında ciddî ol­mamak ya da iddianın tamamen sübjektif, partikularist (özel) veya rölatif ve sonuçta onu ileri sürenlerden başka kimseye uygun olmadığını söylemek anlamına gelir. Açıkça bu, kabileciliğin, dinî rölativizmin, ırkçılığın ve dar görüşlülüğün en uç şeklidir. Diğer ko­nularda olduğu gibi dinde de izafiyet diğer görüşler ve iddialar tarafından etkilenmeye karşı dini zayıf düşürür. Hatta en kabileci ve ırkçı dinler dahi kendi mensupları arasında bile tutunabilmek için bunu aşmak zorunda­dırlar. Rölativizm, bir "iddianın yalnızca mensubu için doğru ve diğer iddiaların ise diğerleri için doğru olabileceği" anlamına gelir. Fakat dinler, hayat ve ölüm; geçmiş, bugün ve gelecek; dünya ve yaratılış; fazilet ve ahlâksızlık; mutluluk ve mutsuzluk; bilgi ve doğruluk hakkında çok önemli iddialarda bu­lunurlar. Bu iddialar kendilerini öne sürenler tarafından gereksiz ilân edilirlerse o zaman iddianın ciddiyeti şüphelidir. Daha da önemli­si iddianın tamamen tarafsız bir biçimde ya­pılmış olduğu düşüncesidir. Bu durumda, bir­birine ters fikirleri yanyana koymak, onların doğruluğunu iddia etmek ve onların birbirle­riyle çelişmelerini sonsuza dek uzlaşamaz olarak görmek anlamına gelir. Dinî rölativis-tin kendi iddialarını indirgediği böyle bir du­rum tabii olarak yalnızca orta seviyede bir zekânın kabul edebileceği bir durumdur. Bi­raz zekâya sahip bir kafa böyle bir iddiaya karşı çıkar, çünkü doğru, tabii olarak bunun dışındadır. Elbette her insan gibi din adamı da bir hipotez cümlesi, doğruluğu şüpheli olan, sınırlı bir uygulanabilirliği ya da geçerliği olan ya da kesin olmayan bir önerme söyleye­bilir. Fakat dinde, özellikle inancın temel esasları sözkonusu olduğunda bütün gücü, ev­renselliği ve farklılığı ile gerçek hakkında ka­çamak sözler söylenemez. Ancak, iddialarının doğruluğu hakkında ikna olan kişiler de bu iddiaları bozulmaktan korumalı ve böylece kendi doğrusuna inanmayanları ikna etme gö­revine katılmalıdır. Bu da misyonun zihnî yö­nüdür.

İslâm gerçekten de misyoner bir dindir. Belki bu yönüyle diğerlerinden biraz daha öndedir, çünkü öne sürdüğü iddialar kritik ve rasyo­neldir. Ek olarak İslâm son din olduğunu id­dia eder; bütün dinlerin, özellikle kendisinden önce gelen ve aynı dinî gelenek üzere bulu­nan Musevilik ve Hıristiyanlığın son reformu olduğunu söyler. Açıkça iddiaları diğer dinle­rin tersi yöndedir. Anlaşılır bir ifadeyle konu­şursak, neticede, İslâm'ın misyonu onun tas­dik ettiklerinin ve reddettiklerinin zaruri bir devamıdır. Herkes bu konuda Müslümanla yarışabilir; Müslüman da epistemolojik ola­rak İslâm'ın önermelerinin doğruluğunu ispat­lamaya ve kendisiyle tartışanın muvafakatini kazanmaya mecburdur.

 

İslâmî Davetin Mahiyeti

 

Hürriyet

 

Hayat ve ölüm, ebedî mükâfat ya da azap, bu dünyada mutluluk ya da mutsuzluk, doğrunun aydınlığı ya da yanlışın karanlığı, fazilet ve ahlâksızlık gibi en Önemli iddiaları ele alma­ya bir davet olan misyon hem çağıran hem de çağırılanın tarafında mutlak bir bağlantıyla ilişkilendirilmelidir. Her iki taraf için de ka­zanç ya da menfaat sağlayarak veya bunları arzulayarak; tahakküm veya baskıyla, hakika­tin ortaya çıkarılması ve Allah'ın rızası dışın­da bir niyetle kullanarak bu münasebeti şekillendirmek davetin yapısını bozan ve onu ge­çersiz kılan büyük bir günahtır. İslâm'ın çağ­rısı kesin bir ciddiyet içinde yapılmalıdır ve her zaman için gerçeğe eşit derecede vâkıf olunarak anlaşılması ümit edilir. Davet edilen kendisini kesinlikle korku ve baskıdan uzak hissetmeli ve vardığı hükmün kendisine ait olduğundan emin olmalıdır.

O halde Müslümanlar kendilerini, insanları kolaylaştırılmış bir İslâm'a çağırmakla mü­kellef görmezler. Davetin şartları Allah tara­fından belirlenmiştir ve ancak davet emriyle belirlenmiş bir otoriteye sahiptirler. "Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl iyice ayrıl­mıştır ... artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin ... kim doğru yola gelirse kendi menfaa­tinedir, kim de saparsa ancak kendi zararına sapmıştır..." (2:256, 18:29, 39:41).

Davet, kesinlikle zorlama demek değildir. Aksine, gayesi ancak çağırılanın serbest ira­desiyle gerçekleşebilecek olan bir davettir. Amaç, çağırılanı Allah'ın âlemlerin Yaratıcı­sı, Rabbi, Mâliki ve Hâkimi olduğuna ikna et­mek olduğu için baskı altında verilen bir ka­rar bu mânâda bir çelişki ortaya çıkaracaktır. İnsan ahlâkı, baskı ile yapılan bir daveti in­sanın kişiliğinin bir ihlâli olarak görür. Bu husustaki İslâm'ın hükmü de daha ağırdır. Kur'ân bu sebeple ikna metodlarının kullanıl­masını tarif eder. Eğer konu Müslüman olma­yanlarla tartışılır ve onlar ikna olmazlarsa kendi hallerine bırakılmalıdırlar: "RasÛl'e dü­şen, sadece duyurmadır..." (5:108), "İnkâra koşanlar seni üzmesin, onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler... İman karşılığında inkârı satın alanlar... Onlar için acı bir azâb vardır." (3:176-177), "İnkâr edip (insanları) Allah yo­lundan çevirenler ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl'e eziyet edenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. (Allah) onla­rın işlerini boşa çıkaracaktır." (47:32). Hz. Peygamber @ dahi insanları İslâm'a çağırır­ken bizzat uyarılmıştır (10:99). [Söz konusu âyet: "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki-lerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü'min oluncaya kadar ihsanları sen mi zorlayacaksın." mealindedir. Burada Allah'ın insanoğluna bahşettiği, Kendisine inanıp-İnanmama özgürlüğüne atıf vardır. Yoksa, tüm insanları mü'min ve itaatkâr kullar olarak yaratması ve yeryüzünde hiçbir âsi veya kâfir kul bırakmaması işten bile değildi. Yahut da, Allah kolayca kullarını iman ve itaate çevirir­di. Fakat o zaman insanoğlunun yaratılması­nın altında yatan hikmet geçersiz hâle gelirdi. Ayrıca âyet mealini, Peygamber @'in insanla­rı inanmaları için zorladığı mânasına alma­mak gerekir. Allah ondan bunu men etmiştir. Aslında Kur'ân, burada bir çok yerinde ifade ettiği gibi tebliğde tavsiye metodunu benim­semiştir. Şöyle ki; her ne kadar kelimeler Hz. Muhammed @'m şahsına râci ise de gerçekte İnsanlarla ilgilidir. Denmek istenen şudur: "Ey insanlar, elçimiz hidayet ile dalâlet ara­sındaki ayrımı delilleriyle beyan etti. Öyleyse şimdi ister iman edin, ister etmeyin. Eğer di­yorsanız ki, birileri sizi Hak yola getirmek için zorluyor, şunu bilmelisiniz ki, biz elçimi­ze böyle bir görev vermedik. Allah dileseydi bunu bizzat yapardı, o zaman da size pey­gamber göndermeye gerek kalmazdı." (Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân, İnsan yayınla­rı, İstanbul 1986, c. II, sh. 340)]. Böylece bir peygamberin bile çağrının bütünlüğünü koru­yan kuralların dışına çıkamayacağı konusun­da bizlerin dikkati çekilmektedir. Buna ek olarak, sorulan şeyin ağırlığı, kararı verecek kişinin maddî, manevî ve sosyal açıdan bütün sonuçları tam bir şuurla değerlendirmesini gerektirir. Bu davet görevinde Müslümanların sonucu garanti etmek gibi bir yükümlülükleri yoktur; zira Kur'ân'da insanları İslâm'a dön­dürenin kendileri değil Allah olduğu beyan edilir. Bir kez İslâm'ı anlattıklarında iş Al­lah'a kalmıştır: "Gerçekten sen, sevdiğini hi­dayete eri süremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir." (28:56). Muhakkak ki Müslüman daveti tekrar denemeli, asla vaz­geçmemelidir, çünkü Allah o kulunu da hida­yete erdirebilir. Kendi hayatının örneği, inandığını söylediği değerlere yaklaşımı ve onlar­la meşguliyeti son sözü demektir. Eğer Müs­lüman olmayan kişi hâlâ ikna olmamışsa Müslüman artık onu Allah'a havale etmelidir. Peygamber @ de kendisi İslâm'ı anlattıktan sonra ikna olmayan Hıristiyanların inançlarım korumalarına ve evlerine onurlu bir şekilde dönmelerine izin vermiştir.

 

Gerçekçilik

 

İslâmî davet akla sunulan değerlerle durumu değerlendirmeye, tartışmaya, müzakereye ve muhakemeye bir davettir. Ahlâklılığı hor gö­renler dışında hiç kimse bu davete bigâne ka­lamaz ya da aptal ve hainler dışında hiç kimse bunu reddedemez. Düşünme kabiliyeti yara­dılıştan gelir ve bütün insanların hakkıdır. Hiç kimse, kendisi de dahil olmak üzere ön­ceden bunu inkâr edemez. Yalnızca kişinin tutarlılığı ve kendine saygısı pahasına inkâr edilebilir.

Burada araştırılan şey hüküm olduğu için hükmün tabiatından davet'm çağrılan kişinin cephesinde muhtevasının delillendirilmiş, in­ce işlenmiş ve vicdanlı bir kabulü dışında hiç­bir amacı olamayacağı çıkar. Bu, çağrılan ki­şinin bilinci herhangi bir şekilde genel ihmal­ler ya da hatalar tarafından bozulmuşsa da­vetin kendisi de aynı şekilde bozulur; Unut­kanlık, hislerin aktarımı ya da suni olarak or­taya çıkan bir ihmal; başka bir deyişle şuurun "psikopatik gelişme"sinİ içeren davet rneşrû değildir. Davet bir sihir ya da illüzyon işi, ce­vabı hükümden çok etkilenme olan duygusal bir beğeni değildir. İçinde idrakin ve kalbin birbirlerine üstün gelemeyecekleri tarafsız bir ortam olmalıdır. Karar, diğerini disipline eden bir idrak değerlendirmesiyle onu destek­leyen ve zenginleştiren hissî bir muhakeme­nin ortak bir sonucu olmalıdır. Sadece alter­natiflerin değerlendirilmesi, karşılaştırılması ve birbirleriyle çelişkilerinin anlaşılması, de­lillerin ve karşı delillerin dikkatli, acelesiz ve objektif bir şekilde tartılmasından sonra hük­me varılmalıdır. İç tutarlılık, diğer bilgilerle uyumluluk, gerçekle ilişki bulunmadan İslâm'ın çağrısına verilecek cevap rasyonel olmayacaktır. O halde İslâm'ın çağrısı gizli olarak yapılamaz, çünkü yalnızca kalbin be-ğenisiyle ilgili değildir.

Sonuç olarak, İslâm'ın çağrısı idrakin kritik bir işlevidir. Dogmatik olmamak, kendi otori­tesinin ya da geleneğinin mahiyetini destekle­mek onun tabiatında yoktur. Kendisini her za­man yeni delillere, yeni alternatiflere açık tu­tar ve sürekli yeni formlarda, ilim ve yeni bu­luşların ışığında, insan davranışlarının yeni ihtiyaçlarına göre düzenler. İslama çağıran ki­şi otoriter bir sistemin elçisi değil, çağrılarla birlikte Allah'ın yaratılış ve peygamberleri yoluyla gönderdiği çifte vahyi anlamaya ve şükretmeye katılan kişidir. Akıl yürütme işle­vinin tamamen durması, aklın kendisini yeni delillerin ışığına kapatması insanlık dışıdır. Şu andaki durumu ne olursa olsun dinamik olmaya; yoğunlukta, görüş açıklığında ve an­layışta her zaman gelişmeye devam etmelidir. O halde hiç bir sağlıklı kafa çağrıyı baştan reddetmeyi göze alamaz. Başka hiçbir delili duymak istemeyecek kadar kendi gerçeğiyle tatmin olmuş olan bir kafa durgunluğa, fakir­leşmeye ve yaşama kabiliyetini kaybetmeye mahkûmdur.

 

Evrensellik

 

Hiçbir insan İslâm'ın çağrısından ayrı tutula­maz. O'nun Varlığı, Azameti ve Birliği, bu dünyayla ve hayatla olan ilgisi, emirleri her­kesi ilgilendirir. Dinin meseleleri etrafındaki müzakerelerden kimse alıkonulamaz. Allah bütün insanları kendisine çağırmıştır, çünkü bütün insanlar eşit olarak O'nun yaratıklarıdır ve O da eşit olarak hepsinin Yaratıcısı ve İlâhı'dır. O'nun çağrısının herhangi bir şekilde sınırlandırılması aynı şekilde O'nun ve Kud­retinin sınırlandırılması ya da O'nun Adaleti ve Rahmetiyle ilgisi olmayan bir keyfiliktir. Taraf tutmak, kabileci ve ırkçı bir tanrının özelliği olabilir. Bu ise kesinlikle İslâm'dan değildir. Kabileci bir tanrı, keyfilikten en faz­la mantıksızlığın ve bayağılığın etkisinden kaçabildiği kadar kaçabilir. Irkçılıklarını, hi­zipçiliklerini, dar fikirlilik anlayışlarını inan­dıkları İlâh'a atfedenler bu iddialarıyla daha güçlü bir hâle gelmezler. Aksine kendilerini ve ilâhlarını insanlığın gözünde küçük düşü­rürler. Dünyada, kendi taraftarları da içinde bulunan insanları sınıflara/tabakalara/kastlara bölen ve bunların bazılarına "ruhanilik" ve özel "yetenekler" atfeden ve onlan bu kastlar­da doğdukları için diğerlerinden üstün gören insanlar mevcuttur. Bu tür teoriler ise kabile-cilikten bile daha çirkindir, çünkü en hafif ve en gösterişli kavramlara dayandırılmışlardır.

İslâm, bu tür sınırlamaları tanımaz. Hiç kim­seyi, delilleri duymaktan ve bir karara var­maktan alıkoymaz. İnsanlığı, dinlemeye ve iddiayı değerlendirmeye çağırır. İslâm'ı kabul etmeyen, fakat karşı bir teklif de söyleyeme-yenleri ise dikkate almaz. Eğer İslâm'ı kabul etmek akılcıysa İslâm da karşı teklifleri dü­rüst ve saygıdeğer olarak değerlendirir (çün­kü kendisi de mukabil-karşı deliller öne sürmektedir.) Aynca, İslâm'ın nazarında -ister mensubu olsun, ister olmasın- bütün insanlar eşit yaratıklardır. Hepsi, Âdem ve Havva'nın Çocuklarıdır.

Kur'ân insanlara şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbiri­nizi tanımanız için sizi kabilelere ve taifelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız (Al­lah'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunamnızdır..." (49:13).

Peygamber Hz, Muhammed @ de Veda Hut­besinde şu nasihatta bulunmuştur: "Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktan­dır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kır­mızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır." Bütün insanlar eşit dere­cede mükellefûn'duûai, yani Allah'ın çağrısı­na itaatle cevap vermekle mükelleftirler. Âlemlerin Rabbi olan Allah, bütün mahlûkatı kulluklarının gereğini yerine getirmeye çağır­maktadır. (İsmail Râci ve L. Lamia Farûkî, İslâm Kültür Atlası, İnkılâb yayınlan, İstan­bul 1991, sh. 205-213).

Ebû Saîd-i Hudrî, bizzat işittim, diyerek Rasûlullah @'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

KISIM 2

 

HZ. PEYGAMBER 'ÎN DAVETİ

 

Nahl sûresinin 125. âyeti, İmanın diğer insan­lara öğretilmesi, yayılması, davet ve tebliğin esas ve usûlleri hakkında kapsayıcı bilgiler vermektedir. Kurtubî, Harm b. Hayan'm son nefesini verirken arkadaşlarının kendisine ge­lip öğüt istediklerini, onun da bazı sözler söy­lediğini rivayet etmektedir. Harm b. Hayan; "İnsanlar miras olarak mal-mülk bırakır. Be­nimse hiç malım yok. Fakat ben size Allah'ın âyetlerini, özellikle Nahl sûresinin son âyetini miras bırakıyorum, onlara sımsıkı j*a-pışın." demiştir. (Tefsir-u l-Kurtubt).

 

Davet ve Tebliğin Prensipleri

 

Davetin sözlük anlamı, çağırmaktır. Allah'ın nebileri ve rasûllerinin ilk ve en önde gelen vazifeleri, insanları Hakk'a çağırmaktır. Onla­rın bütün tebligatları sadece bu daveti açıkla­mak ve yorumlamaktır. Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Muhammed @'İn hususi özelliklerinden şöyle bahsedilmektedir: "... şahit, müjdeleyi-ci, uyarıcı ve izniyle, Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil..." (33: 45-46), "RasûTe düşen, sâdece duyurmadır..." (5: 99). Ve "(Ey Muhammed!) Sen, hikmetle, güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır..." (16: 125). Bu âyetler Hz. Peygamber @'in memu­riyetinin, misyon ve vazifesinin Allah'a dâvetçi olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Allah'a çağrı (dâve't-illah), Rasûlullah @'in şahsında ona tâbi olanlara da mecbur kılın­mıştır: "Sizden, hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (3:104). Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "(insanları) Allah'a çağıran, ameli salih işleyen ve 'ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (41:33). Pey­gamberlerin bu görevi bazen "Allah'a davet", bazen "hayra davet " ve bazen de "Allah'ın yoluna davet" adını almaktadır. Bütün bunla­rın ihtiva ettiği mâna aynıdır. Allah'a davet demek, insanları Dînu'ilah ve Sırat-ı Mustakîm'e çağırmaktır.

Yukarıda bahsi geçen Nahl sûresi (16) 125. âyetindeki ilâ sebil-i Rabbike "Rabbinin yo­luna" ifadesi, davet işinin Allah'ın rab (terbi­ye eden, yetiştiren, geliştiren) sıfatı ile alâkalı olduğu gerçeğine işaret etmektedir. Allah, Hz. Muhammed @'i nasıl yetiştirdi ve terbiye etti ise, o da insanlara aynı şekilde öğretmek ve onları terbiye etmekle yükümlü kılındı. Burada muhatap olunan kişinin şartlarına özel dikkat gösterilmelidir; hitap edilene yük ol­mayacak ve böylece en etkili olacak metod benimsenmiştir. "Davet" kelimesi bu anlamı da taşımaktadır, çünkü bir peygamberin göre­vi sadece Allah'ın emirlerini nakletmek ve tebliğ etmek değil, aynı zamanda İnsanları bunları uygulamaya da davet etmektir. Şurası çok açıktır ki, bu hedefi gözeten bir dâvetçi, insanlara, nefret veya tiksinti doğuracak bir davranışta bulunmaz, istihzadan ve başkaları­nı hor ve hakir görmekten kaçınır.

Bu ayette kullanılan geniş anlamlı ve kap­samlı bir kelime de hikmettir. Müfessirler arasında bazıları hikmetin Kur'an manasına geldiğini, bazıları ise Kur'an ve Sünnet ma­nasına geldiğini söylemişlerdir. Bazıları da tartışmayı şu şekilde sona erdirmiştir: Hik­met, insanın kalbini mutmain eden hak söz­dür. {Ruhu' l-Meâni).

Bu açıklama diğerlerinin tamamını kapsıyor görünmektedir. Ruhu'l-Meani'nin müellifi aynı açıklamayı yaklaşık şu sözlerle de yap­maktadır: Hikmet, insanın belli hal ve şartla­rın gerektirdiğinin iç yüzünü kavrayıp ona göre hareket etmesi; hitabın muhataba ağır gelmeyeceği zamanı ve şartları bulması; yu­muşaklığın gerektirdiği yerde yumuşak, sert­liğin gerektiği yerde sert olmasıdır. Açık ko­nuşmanın, muhatabı incitir veya hakir kılar göründüğü yerlerde, tebliği, dolaylı yoldan telkin etmek veya hitap edileni utandırmaya­cak ve peşin hükümler beslemesine sebep ol­mayacak bir usul benimsemek şarttır.

el-Mev'ize (öğüt), muhatabın kalbini kabul etmeye doğru yumuşatacak bir yolla ifade edilen herhangi iyi bir şeydir; Mesela, öğüdü kabul etmenin mükafat ve faydalan ile bera­ber, reddetmenin getireceği kötülük ve ceza­lardan da bahsedilebilir. el-Hasene (iyilik, iyi hal, hayırlı iş) kelimesi, hem açıklamanın hem de açıklama usulünün muhatabın kalbini mutmain kılacak, bütün endişe ve şüphelerini izale edecek şekilde olması anlamına gelmek­tedir. Muhatab, karşısındakinin söylediklerin­de hiç bir şahsî menfaati olmadığını ve sade­ce onun iyiliği için uğraştığını hissetmelidir.

"Ve onlarla en güzel şekilde mücadele edin" ifadesi, eğer tebliğ ve davet yolunda muhata­bınla tartışmaya veya münazaraya başvurmak zorunda kalırsan bu, mümkün olan en iyi yol ile olmalıdır, mantığını ifade etmektedir. Bu ifade, konuşmada davranış olarak nezaketin, yumuşaklık ve terbiyenin benimsenmesi ge­rektiğini kasdetmektedir. Bu çeşit tartışmalar muhatabın anlayabileceği şekilde sunulmalı­dır. Muhatabın şüphelerini izale etmek ve çekingen bir tavır almasını önlemek için ileri sürülen deliller bilinen ve anlaşılabilir tarzda olmalıdır (Ruhu'l-Meani). Kur'an'ın diğer ayetleri tartışmalarda ihsan'ın sadece müslü-manlara değil, fakat herkese şâmil uygulan­ması gerektiğini ispatlamaktadır Kur'an, ehl-i Kitab ile iyilik ve ihsan ile tartışılmasını em­retmektedir (29:46) ve Hz. Musa ve Hz. Ha­run, Firavn'a aynı usûl ile hitap etmekle em-rolunmuşl ardır: "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar." (20:44).

Ele aldığımız âyette (16:125) Allah'a davet hususunda üç noktaya temas edilmiştir. İlk olarak hikmet, İkinci olarak mev'ize (öğüt) ve üçüncü olarak ei-cidali ahsen (en güzel şekil­de mücadele). Bazı müfessirler bu üç hususun üç değişik türden tebliğin esası olduğunu ifa­de etmişlerdir. Hikmetle yapılan çağrı, âlim­ler ve anlayışlı insanlar içindir; öğütle yapılan çağrı halk içindir; en iyi yol ile tartışma ise kalplerinde endişe ve şüphe olanlar veya inat­çılıkları ve düşmanlıkları sebebiyle söylenen­leri dinlemeyi ve kabul etmeyi reddedenler içindir. Fakat Mevlana Eşref Ali Tanavî, ko­nunun genel hatları ele alındığında bu açıkla­manın çok uzak bir ihtimal olduğunu belirt-.mektedir. (Beyanu'l-Qur an).

Bu tebliğ metodunun, hitap edilecek kişinin şartları hesaba katılarak ve o kişiye uygun olan usulü tatbik ederek bütün muhatablara karşı kullanılabileceği açıkça görülmektedir. O vakit, mübelliğ o konuda kalben mutmain olacaktır. Bu gayeye yönelik olarak tebliğ edenin iyi niyeti hakkında muhatapda itimat oluşturmak için konuşma şekli ve hitab tarzı yumuşak ve güzel olmalıdır.

Ayetin sistemi ve sırası, aslında davet esasla­rının sadece iki husus; hikmet ve mev'ize (öğüt) olduğunu, üçüncü esasın, mücade-te'nin davet esaslarından olmadığını ancak, tabiatıyla bazen davetin metod ve şeklinin gi-

dişatı sırasında lüzumlu olduğunu göstermek­tedir. Onun bu konudaki delili şunlardır: Eğer davetin esasları üç tane olsaydı, o vakit üçü bir arada zikredilirdi (atıf); bil hikmeti ve'l-mev'izeti'l hasene ve'l-cidali ahsen; fakat Kur'an hikmet ve öğüdü beraberce aynı sıra­da zikretmiş, mücadele için ayrı bir cümle kullanmıştır. Bu da mücadelenin, Allah'a da­vette bir bölüm veya şart değil, ancak davet esnasında ortaya çıkması mümkün olan mese­leler ile meşguliyette bir rehber olarak zikre-dildiğini gösterir. Bunu takibeden ayette sabır tavsiye edilmiştir. Çünkü insanlar davet sıra­sında tartışırlarken sabır elzem olmaktadır.

Özet olarak, davetin esasları iki tanedir: Hik­met ve mev'ize (öğüt). Âlimlere ve aydınlara da yapılsa, halka da yapılsa Allah'a davet on-larsız olmaz. Ancak, Allah'a davet sırasında, bazen davetçiyle tartışmak ve münazara et­mek isteyen endişe ve şüpheler içindeki in­sanlarla karşılaşılabilir; bu şartlarda silah ola­rak iyi ve güzel tartışma tavsiye edilmiştir. (Mu arif al-Qur'an, c. V, sh. 407-23).

 

Peygamberlerin Davet Adabı

 

Aslında Allah'a davet peygamberlerin vazife­sidir. Ümmetin âlimleri de peygamberlerin vârisleri olmaları sebebiyledir ki onlar davetin âdâb ve yollarını peygamberlerden öğrenmeye mecburdurlar. Eğer bir davet bu tavır ve yollarla olmazsa davet yerine ayrılık, çatışma ve savaş sebebi olur.

Hz. Muhammed @'in davet prensibinin Musa ve Harun peygamberlerinkine nazaran zikre-dildiği her Allah davetçisinin aklında bulun­malıdır. Bu peygamberler Firavun gibi müte-kebbir ve zâlim bir adama gönderilmelerine rağmen onunla konuşurken nazik ve yumuşak bir dil kullanmakla emredildiler ki, belki böy­lece onların öğütlerine aldırır ve Allah'tan korkardı. Bu sebeple halkı Allah'ın dinine ça­ğırırken nâzik ve yumuşak olmak bizim üze­rimize daha fazla düşen bir görevdir. Çünkü halk, Firavun gibi kibirli, zâlim ve baskıcı de­ğildir; hayatlarım kazanmakla uğraşan kimse­lerdir. Kur'an-ı Kerim, kâfirlere Peygamber­ler vasıtası ile yapılan inzar (uyan, ihtar) kıs­saları ile doludur, fakat onların hiç biri inkâr edicilerin alaylı sözlerine ve hakir gören dav­ranışlarına karşı kötü söz kullanmamışlardır. (Mu'arifaî-Qur'an, c. V, sh. 407-423).

A 'raf sûresinde Hz. Nuh ve Hz. Hud'un kıs­salarında söz edildiğine göre, kavimleri bu peygamberlere zalimane ve alaysı üslûb kul­lanmalarına rağmen, onlar cevaplarında çok nâzik ve mutedil idiler. Nuh aleyhisselâm on­lara şöyle dedi: "Ey kavmim! Bende bir sa­pıklık yoktur, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gön­derdiği gerçekleri duyuruyorum, size Öğüt ve­riyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediği­niz şeyleri biliyorum. Korunup da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığı ile bir zikir (sizi ikaz eden bir Kitab size şan ve şeref verecek bir kanun) gelmesine şaştınız mı?" (7:61-63). Ve Hud aleyhisselâmın kavmine olan hitabı da yumu­şaktı: "Ey kavmim! Ben beyinsiz değil, âlemlerin Rabbinin elçisiyim. Size Rabbimin

sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güveni­lir bir öğütçüyüm; sizi uyarmak üzere aranız­dan bir adam vasıtası ile Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?..." (7:67-69).

Buna benzer olarak Şuayb aleyhisselâmın kavmi de onunla alay etti ve onu hakir gördü. Şöyle dediler: "Ey Şuayb! Babalarımızın tap­tığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden se­nin namazın mıdır? Sen, doğrusu aklı başın­da, yumuşak huylu birisin." (11:87). Hz. Şu-ayb'ın kavminin alay ve istihza dolu bu sözle­ri şu anlama gelmekteydi: "Senin namazm sa­na makul olmayan şeyler öğretiyor; sen, baş­kasının mülkiyet hakkına karışamazsın! Sen, iyi davranışları va'zeden, bilgiçlik taslayan birisin." Bunlann tamamı istihzalı sözlerdi, fakat Şuayb aleyhisselâm onların bu tür ko­nuşmalarına çok nâzik olarak cevap verdi: "Ey kavmim! Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir nzık da verdiği hal­de, O'na karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aylan hareket et­mek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yö-neliyorum." (11:88). Firavun'un Hz. Musa'ya olan tavn seleflerminkinden hiç de farklı de­ğildi. O da Musa aleyhisselâma aynı menfî ta­vırla konuştu. Fakat Hz. Musa ona karşı çok itici konuşmadı. Firavun büyüklenerek: "...dedi ki: '(Ey Musa) âlemlerin Rabbi ne­dir?' (Musa): 'Göklerin, yerin ve ikisi arasın­da bulunan her şeyin Rabbi'dir, eğer işin iç yüzünü düşünüp gerçeği anlayan kimseler iseniz (bunu anlarsınız)' dedi. (Firavun) çev­resinde bulunanlara 'işitiyor musunuz?' dedi. (Musa): 'O sizin de Rabbiniz, evvelki ataları­nızın da Rabbi'dir' dedi. (Firavun; etrafında­kilere:) 'Size gönderilen (bu) elçiniz mutlaka delidir' dedi. (Musa devamla:) 'Eğer düşünürseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların da Rabbi'dir' dedi." (26:23-28).

Bu, Allah'ın rasulü Musa aleyhisselâm ile Fi­ravun arasında geçen uzun bir konuşmadır. Bu karşılıklı konuşmadan, söz ve tavırlardaki, hâl ve hareketlerdeki farklılık kolayca anlaşı­labilir. Ve bir peygamberin karakteri, müte-kebbir ve zâlim bir kralınkinden rahatlıkla ay­rılabilir. Hz. Musa Firavun ile aralarında ge­çen bütün konuşma süresince soğukkanlı, dü­şünceli, metin ve nazikti. Hislerine ve öfkesi­ne kapılıp hiçbir suretle kaba söz ve davranış­ta bulunmamıştır. Bu; inatçı, nizâcı ve küfür­baz despot bir insana karşı güzel mücadelenin mükemmel bir örneğidir. Davetçinin tabiatını, mizaç ve mevkiini hesaba katan, hakikati, inatçı ve nizâcı birine bile tahammül ettiren, onu tesir altına alabilen, hikmet ve mükem­mellikte sunan Allah'a davetin bu şekli pey­gamberlerin davet metodudur. Bunlar esasen Allah'a davetin özüdür. Son Peygamber Hz. Muhammed @'in hayatı, Allah'a davet yolun­da böyle hâdiselerle doludur.

Hz. Peygamber @, insanları Allah'ın dinine davet ederken daima bu hususlara dikkat et­miş; tebliğin; dinleyenlere yük olmamasına özen göstermiştir. Bu davranışları, onu seven ve ona bağlılıklarını ilân eden, anlattıklarım dinlemeye büyük arzu duyan ashabına karşı da uygulamıştır. Onlarla dinî bahisleri hergün değil, fakat değişik fasılalarla konuşmuştur. Hz. Peygamber @, onların günlük çalışmala­rını bölmeden ve bu konuşmaları onlar için bir yük hâline getirmeden va'z ediyordu. Enes b. Mâlik şöyle rivayet etmiştir: Peygamber; "Kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz" buyurmuştur. (Buhari). Abdullah b. Abbas: "Rabbanî hûkema, ulema ve fukaha olmalısınız" derdi. Rabbani çağır­ma, davet ve tebligatla meşgul olurken eğitim esaslarını dikkate alan ve insanlara önce ko­lay şeyleri söyleyen kişi demektir. İnsanlar Ona alı§tığında, onlara daha önceden söylen­diğinde zorlarına gelecek olan diğer emirleri söyler. Bu kişi Rabbanî âlimdir (Buhari).

Hz. Peygamber @ tebliğinde karşısındakinin durumunu göz önünde tutar, onun haysiyetini rencide etmeden, hakir görülmemesine dikkat ederek davranırdı. Birisinin hatalı veya kötü bir iş yaptığını gördüğünde doğrudan ona ses­lenmek yerine, bütün topluluğa hitap ederek: "İnsanlara ne oluyor ki böyle böyle iş yapı­yorlar" buyurmasının sebebi de budur. Böyle­ce bu genel hitab ile hatası kastedilen kişi de bunu duyuyor ve kalben tevbe ederek o işi terketmeye uğraşıyordu. Davet ve tebligatın bu esası Kur'an'da şöyle belirtilmektedir: "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?.." (36:22). Burada, muhatabın fiilinin tebliğci ile olan ilgisi, tebliğ edenin muhatabının ha­yırda ilerleme ve hatasını kabul etme işlemine aracılık etmesinden dolayıdır. Davetten, pra­tikte en iyi neticeyi almak için muhatabı doğ­rudan itham etmekten kaçınma usûlü benim­senmiştir; sonraki âyet bu gerçeği işaret eder: "O'nu bırakıp da tanrılar edinir miyim hiç?.." (36:23). Peygamberler, herhangi bîrini yanlış bir iş yaparken gördüklerinde, doğrudan ona işaret etmezler, böylece utandırmaz ve tahkir etmezlerdi. Bu yol, peygamberlerin sünneti olmuştur. Yapılan yanlış işi genellikle açıkla­mışlardır. Böylelikle, o günah fiili bizzat işle­yen kadar sonradan gelecek diğer insanlar da ondan kaçınacaklardır.

Daha ziyade İslâm'a ve Allah'a izafesiyle teb­liğ, İslâm Dini'ni insanlara anlatarak benim­setmek ve tatbikini sağlamaktır. Bu yapılır­ken, diğer insanların yanlışlarını ve hatalarını araştırmak tebliğin kapsamı dışındadır. Da-vetçİ bunlarla meşgul olmayacaktır. Çağıran ve çağrılan arasında ortak noktalar olduğunda davet daha kolay kabul edilebilir hâle gel­mektedir. Bu sebepten Hz. Peygamber @ teb­liğinin başlangıcında "Ey halkım!" derdi. Bu hitap, onlarla karşılıklı münasebetleri ve ya­kınlığı hatırlatıyordu. Onlara davetin esas ko­nularından bahsetmeden önce söylendiği için insanlar çağrıldıkları hususları hemen reddet­miyorlar, dikkatlice düşünüyorlardı. Çünkü bu davet, müşterek kardeşliklerinin bir men­subundan hepsinin iyiliği için geliyordu. Hz. Muhammed @, devrinin devlet başkanlarına, kabile reislerine ve pek çok kişiye İslâm'a davet için mektuplar göndermiştir. Bu mektup­larda, onların itibarlarını ve mevki bakımın­dan yüksek statülerini göz önünde tutmuştur. Rum İmparatoru Hirakl'e bu mektuplarından birisini gönderdiğinde ona "Rum Kralı Hi­rakl'e!" diye hitab ederek onun Rum İmpara­torluğunun başı olduğunu dikkate almıştır. Müteakiben onu şu sözlerle Allah'a davet et­miştir: "Ey ehl-i kitab! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, Al­lah'ı bırakıp birbirimizi Rabler diye tanıma­mak üzere, bizimle sizin aranızda müsavi ve âdil bir kelimeye gelin." (3:64).

Habeşistan kralı Necaşi'ye yazdığı mektupla­ra benzer olarak Pers Kralı Kisra'ya, Bahreyn hükümdarı Münzir b. Sâvâ'ya ve diğer kabile reislerine yazdığı mektuplarda Hz. Muham-med @ onların resmi protokollerini gözetmiş, mevkilerini dikkate alarak onlara büyük bir rikkat ve nezaketle mektuplar yazmıştır ki, böylece Allah'ın davetini kabule meyletsinler. Hz. Peygamber @'m hayatı hakkında yapılan yüzeysel bir çalışma bile O'nun davet ve teb­ligatında bu çeşit davranış ve tavırların pek Çok olduğunu gösterecektir.

İmam-ı Gazali, "bizzat kendisi bir günah ol­ması ve diğer fizikî günahlara vesile olması sebebiyle, içki nasıl kötülüklerin anası ise; esas konuya gelip gelip onu unutturduğundan ve şahsî gururu işin içine soktuğundan lüzum­suz tartışma da nefis için aynı içki gibi kötü­lüklerin anası hâline gelmektedir", demiştir. Lüzumsuz tartışma, tebliğ için katlanılan zah­metlerle elde edilen herşeyi yok eder ve kıs­kançlık, gurur, nefret, intikam gibi ruhî ve ahlâkî hastalıklara sebebiyet verir. Böylece kişi, muhatabının ileri sürdüklerini âdil bir şe­kilde dikkate almak yerine, kıskançlık dolu bir reddiyecilik ile Kur'ân ve Sünneti yanlış yorumlarla, tevillerle karşısındakine mukabe­le etmeye çalışır. İmam-ı Gazali ilim ehlinin ve hakikatin davetçilerinin doğru prensiplere uyarak ebedî saadete erişeceklerini ve vahim akıbetten uzak kalacaklarını veya bu durum­larını kaybedip ebedî azaba duçar olacaklarını

belirtmiştir.

Ortası bir durum yoktur. Bu kişinin ortada kalma ihtimali çok zayıftır. Çünkü faydası ol­mayan ilim azab sebebidir. Hz. Peygamber @: "Kıyamet gününde en elim azaba uğraya­cak olan, ilmi kendisine fayda sağlamayan âlimdir" buyurmuştur. Bir başka hadis ise şöyledir: "Din ilimlerini; başkalarına karşı üs­tünlük taslamak için, şan ve gurur sahibi ol­mak, tartışmalarda bilgisiz kimselere gâlib gelmek için veya bu ilminizle başkalarının dikkatini çekmek için öğrenmeyiniz; çünkü bu, böyle yapanlar için ateştir." (İbni Mâce).

İmam Mâlik; "İlimde münakaşa ve münazara insanın kalbinden ilmin nurunu alır." demiş­tir. Birisi ona, "Hadis ilmine vâkıf bir kimse bunu korumak için münazara edebilir mi?" diye sordu. İmam Malik; "Hayır! Fakat mu­hatabına doğru olanı bildirmelidir. Eğer kabul ederse ne alâ, aksi takdirde susmalıdır" de­miştir. (Muvatta şerhi). İmam Şâfi "Bir kim­seyi hatası konusunda uyarmak zorunda kal­dığında, eğer ona izah eder ve yumuşak söz­lerle hatasını anlamasını sağlayabil irsen bu nasihat olur. Fakat, onu herkesin içinde utan-dırırsan bu kavgaya ve yüz karasına (faziha: edepsizliği, alçaklığı gerektiren iş) sebep olur.

 

Davet Yolunda

 

Hz. Peygamber @ tam manâsıyla tebliğ göre­vini yapmak için, en iyi yolu takip ettiği hal­de, halk bunun tam tersiyle mukabelede bulu­nuyordu. Allah'ın emrini yerine getirmesin diye akla hayale ne gelmiş ise onu yaptılar. Fakat Hz. Peygamber hedefinden asla şaşma­dı. İkili görüşmeler yaptı, Arap kabileleriyle temas ederek konuştu, hakkı tebliğ etmek üzere yollara düştü. Halkın toplandığı yerlere gidip tebliğ görevini yerine getirdi, islâm'ı izah etmek için elçiler gönderdi. İslâm'ın ne olduğunu anlamak ve anlatmak için başka yerlerden heyetler davet etti. Kral ve reislere mektuplar göndererek onları İslâm'a çağırdı.

Öğrenim ve öğretim seferberliği ilân etti. islâm'a davet edilmeden önce hiç kimseye karşı savaş açılmamasını emretti. Duymayan kimsenin kalmaması ve mazeretin ortadan kalkması için bütün insanları Allah'a davet emânetini her müslümana yükledi. Karşı taraf da davete son vermek ve davetçiyi ortadan kaldırmak için her çâreye başvurdu.

Tebliğden vazgeçirmek için kendisine ve rnüslümanlara eziyet yolunu tuttular. Menfaat teklif ettiler, akrabalarını sıkıştırdılar. Alay ettiler, ondan yüz çevirdiler, onu zahmet altı­na aldılar. Ona ve kendisini destekleyenlere boykot ilân etuıer. Hz. Peygamber @'i öldür­mek için karar verdiler, Her yoıu denedikleri halde bîr türlü Hz. Peygamber @'i davasın­dan vazgeçiremediler.

Zaman çok ağır geçiyordu. Davete icabet eden çok azdı. Onu ümitsizliğe düşürmek için çaba gösteriyorlardı. Fakat o yine yoluna de­vam etti. Davetine son vermek ve O'nu orta­dan kaldırmak için kendisine karşı savaş açtı­lar. Bütün bunlara rağmen devam etti ve so­nunda muzaffer oldu. Dîni galip geldi. Müs­lümanların siyasî durumu çok nâzik olduğu halde İslâm'ın yayılışı günden güne hızlandı. Bu da ilk davetçinin bereketi idi. O'nun, da­vasındaki üstün hakikate olan imanı, sebat ve kararlılığı hareketini kesin zafere götürdü.

Bu sıfatlan O'nun üzerinde gören insanlar, Peygamber @'e imân edip söylediği sözden başka hak bir söz olmadığına kanaat getirdiler ve O'na tâbi oldular. Hayatı boyunca doğru olarak tanınan ve hiçbir yalanına şahit olun­mayan bir kimsenin, bir olayı nakledildiği za­man kalben ona ısınılır ve sözüne inanılır. Peygamber de böyledir. Aynca Rasûlullah @, nefsin arzularına ters düştüğü halde gereğini yapması, yorucu ve zor olmakla beraber hiç­bir karşılığını beklemeden sadece Allah'a ita­at etmek gayesiyle istikametini muhafaza et­mesi, nübüvetine ayrı bir belge teşkil etmek­tedir. Çünkü Allah rızasına talip olmayan kimse için başka yollar daha kolaydır.

Peygamberlerin tebliğ ve irşadı, diğer insan larm herhangi birşey için propaganda yapma­larına ve haber vermelerine benzemez. Bunun için tebliğ ve irşâdları peygamberliklerine belgedir. Peygamber olmayan kimseler toplu­mu, arzulayıp heves ettikleri şeylere davet ederler. Yâni hevâ ve hevesleri açısından in­sanları kazanmaya önem verirler. Bu yolda sıkıntı çekmezler. Herhangi bir fedakârlığa muhtaç değildirler. Fedakârlık yaptıkları za­manlarda da daha büyük maddî bir kazancı düşünürler. Bu gibi kimseler daima selâmeti gözönünde bulundururlar. Hayat ve yaşayış onlar için çok mühimdir. Kazanç ve zaferi ararlar. Yalnız, ümitsiz olduklarında davaları­nı bir kenara bırakmaları ve unutmalan gayet kolaydır.

Allah'ın peygamberleri ve onlara tabî olanlar ise imân ruhu ile hareket ederler. Onlarda ihlâs ve samimiyet heyecanı vardır. Bâtıl bir davaya sahip olan kimseler için nefsin çıkarı­nı korumak, hakkı tebliğ etmekten daha mü­himdir. Peygamberler için ise hak dava, her-şeyden üstündür. Peygamberler, nefsi gemle­mek ve hayatın doğru yoluna koyulmak için ilâhî risâleti tebliğ ederler. Zaten her insanın menfî şeylere karşı bir temayülü vardır. Böy­lece bütün insanlarla mücadeleye girişirler.

Düşmanlarının elinden bir çok sıkıntılar çek­tikleri gibi, inanan kimseleri terbiye etmek hususunda da çok sıkıntı çekerler. Çünkü in­san ne olursa olsun yine insandır. Hz. Pey­gamber @'in bütün bu safhaları geçmesi; hak üzere sebat edip hiçbir tâviz vermeden yoluna devam etmesi; herkesin mükellef olduğu gö­revi tam manâsıyla eda etmesi için bütün zah­metlere katlanarak sabretmesi ve bu yoldaki azmi; Allah'a karşı ihlâsmı göstermektedir. Yaptığı tebliğ görevi ve hâlet-i rûhiyesi, bü­tün bunları doğrulamaktadır.

 

KISIM 3

 

HZ. PEYGAMBER@'İN DAVET YOLUNDA KARŞILAŞTIĞI ENGELLER

 

Tarih, siyer ve hadîs kitapları Hz. Muham-med @'in Hakk'a davet yolunda karşılaştığı engelleri anlatan hâdiselerle doludur. Bunlar­dan birkaçını burada zikretmekte fayda var­dır:

1- Haris b Hâris'in şöyle dediği rivayet edil­mektedir: "Bir toplulukla karşılaştığımızda babama bunların kimler olduğunu sordum. Babam: 'Bunlar sapıtmış bir kimsenin etra­fında toplanmışlar', dedi. Sonra Peygamber @'in yanında, bineklerimizden indik. Baktık ki, Peygamber @ insanları tevhîde ve Allah'a imân etmeye davet ediyor. Topluluk ise, Pey-gamber'in söylediği sözün tersini söylüyor ve kendisine eziyet veriyorlar. Bu hâl, gün orta­sına kadar devam etti. Topluluk dağılınca, göğsü açılmış bir kadın kendisine doğru iler­ledi. Elinde bir kap ile mendil vardı. Peygam­ber @ kabı alıp içindeki sudan içti ve abdest aldı. Sonra başını kaldırıp: 'Ey kızcağızım, göğsünü kapat. Baban için korkma', dedi. 'Bu kadın kimdir?' diye sorduk. 'Peygambe­rin kızı Zeynep'tir', dediler." (Taberâni).

Bir başka rivayette de MenbetüT Ezdî'nin şöyle dediği bildirilmiştir: "Cahiliyyet devrin­de Rasûlullah @'ın: 'Ey insanlar! Allah'tan başka ilâh olmadığını söyleyiniz, felah bulur­sunuz!' dediğini işittim. Cemaatin kimisi yü­züne tükürüyor, kimi toprak savuruyor, kimi sövüyordu. Gün ortasına kadar bu hâl devam etti. Sonra genç r^ir kız bir kap su getirdi. Peygamber @ yüzünü yıkadıktan sonra şöyle dedi: 'Ey kızcağızım! Baban helak olacak ve­ya zillete düşecek diye korkma.' 'Bu kimdir?' diye sordum, 'Rasûlullah'ın kızı Zeynep'tir' dediler. O, yeni yetişmiş ve yüzü nûrânî bir kızdı." (Taberâni).

2- Abdullah b. Cafer'in şöyle dediği rivayet ediliyor: "Ebû Talip ölünce, Kureyş serserile­rinden birisi Rasûlullah @'in yoluna çıkarak üstüne toprak serpti. Rasûlullah @ bunun üzerine evine döndü. Kızlarından birisi geldi, yüzünü silmeğe başlayıp ağladı. Peygamber @: 'Ey kızcağızım! Ağlama. Allah senin ba­banı koruyacaktır.' dedi." (Beyhakî).

3- Abdullah b. Amr b. Âs'dan şöyle rivayet olunmuştur: "Bir kere Abdullah b. Amr'dan Peygamber @ hakkında müşriklerin irtikap ettikleri rezillik ve alçaklıkların en ağırından (bir şey bildirmesi) sorulmuştu. Abdullah şöyle anlatmıştır: Günün birisinde Peygamber @ Hıcr-i Kabe (Kabe'den ayrılmış bir bö-lüm)de namaz kılıyordu. Bunun üzerine Ukbe b. Ebî Muayt çıkageldi. Ukbe, Rasûlullah @'in ridâsını (toparlayıp O'nun mübarek) boynuna koyarak O'nu şiddetli bir surette boğmağa başlamıştı ki, bu sırada Ebû Bekir karşı geldi. Nihayet Ukbe'nin omuzunu tuttu ve onun tecavüzünü Peygamber @'den uzak­laştırdı. Ve 'Faziletli bir adamı, Rabb'im, Al­lah!    diyor   diye   öldürecek   misiniz?' mealindeki  âyeti  sonuna  kadar  okudu." (Buharî).

4- Urve b. Zübeyr'in şöyle dediği rivayet edi­liyor: "Ben Abdullah b. Amr'a, Kureyşlilerin, Rasûlullah @'e karşı düşmanlıklarından senin gördüğün en büyük düşmanlık hangisidir? di­ye sordum Bunun üzerine o bana şunları an­lattı 'Bir gün Kureyş kabilesinin İleri gelenle­ri Hıcr adlı yerde toplanmışlardı. Ben de ora­larda bulunuyordum. Kureyşliler Rasûlullah hakkında konuşmaya başladılar. Aralarında, bu adamın işinde sabrettiğimiz şekilde hiç bir şeye sabır göstermedik. Bu adam bizi akılsız­lıkla itham etti, atalarımıza sövdü, dinimizi ayıpladı, birliğimizi dağıttı, ilâhlarımızı inkâr etti. Gerçekten biz onun yaptığı bu kadar kötü şeylere sabrettik, dediler. Veya buna benzer şeyler söylediler. Kureyşliler böyle konuşur­ken birden bire, ileriden Rasûlullah @ görün­dü. Yürüyerek geldi. Hacer-i Esved'i öptü. Sonra Kabe'yi tavaf etmek üzere onların ya­nından geçti. Kureyşliler Rasûlullah @ yanlarından geçerken O'na laf attılar. Bu olay Rasûlullah @'e tesir etti, O'nu üzdü; bu üzün­tüyü O'nun yüzünde fark ettim. Tavafa devam etti. îkinci defa Kureyşlilerin yanından geçer­ken onlar gene kendisine laf attılar. Rasûlullah @ buna da üzüldü. Üçüncü defa yanlarından geçerken gene laf attıklarında Rasûlullah @ durdu ve onlara dönüp: "Ey Kureyşlüer! Beni duyuyor musunuz? Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, başımza felâket gelecektir." dedi. O'nun bu sözü Ku-reyşlüer üzerinde büyük bir tesir yarattı. Baş­larına kuş konmuş gibi hiç biri kımıldamadı; sonunda, daha Önce O'nun hakkında en çok konuşup arkadaşlarını kışkırtanlar bile en iyi sözlerle ve "haydi, güle güle git ey Ebu'l-Ka-sım. Vallahi sen kendini bilmez bir adam de-ğilsin" diyerek Rasûlullah @'in gönlünü al­maya çalıştılar. O zaman Rasûlullah (3>oradan uzaklaşıp gitti. Ertesi günü Kureyşlüer gene Hıcr adlı yerde toplandılar, ben de aralarında bulunuyordum Onlar birbirlerine; 'Muham-med'in size yaptıklarını ve O'nun hakkında si­ze verilen kötü haberleri sayıp döküp duru­yorsunuz, fakat o gelip karşınıza dikilerek yü­zünüze kötü şeyler söylediği zaman O'na do­kunamıyor ve serbest bırakıyorsunuz' dediler Bu sırada onlar böyle konuşurlarken Öteden Rasûlullah @ çıkageldi. Hemen kalkıp etrafı­nı sardılar ve O'nun kendi tanrılarını ve dinle­rini kötülemesinden söz açarak O'na 'hakkı­mızda şu şu sözleri söyleyen sen misin?' de­diler. Rasûlullah @: 'Evet, bunları söyleyen benim'; o zaman onlar arasından bir kişinin Rasûlullah @'in yakasına yapıştığını gördüm. Bunun üzerine Ebû Bekir Rasûlullah @'i ko­rumak için onların önünde durdu ve ağlaya­rak onlara: 'Bir adamı rabbim Allah'tır dediği için öldürmek mi istiyorsunuz?' dedi. Bundan sonra Kureyşlüer Rasûlullah @'i bırakıp da­ğıldılar. Bu olay Kureyş kabilesinin Rasûlul­lah @'e yaptıklarını gördüğüm en kötü olay­dı1' (Müsned-i Ahmed ve İbni İshak).

İbni İshak, Ebu Bekir'in kızı Ümmü Gül-süm'ün torunlarından birinin, Ümmü Gül-süm'ün şöyle dediğini nakleder: "Bu olayın geçtiği gün, Kureyşlüer'in Ebu Bekir'i saka-landan ve saçından çektiklerinden dolayı, eve döndüğünde alnından yaralanmış bulunuyor­du. Ebu Bekir, saçları çok gür bir adamdı." (İbni Hişâm).

5- Ümeyye b. Halef, Rasûlullah @'i gördüğü zaman ona söz atıp kötüleyerek rahatsız eder­di. Bunun için Allahu Teâlâ onun hakkında Hümeze sûresini indirmişti. Hümeze, birini arkasından çekiştirmek, kötülemek, kırmak, incitmek anlamlarına gelmektedir. "O çekişti­rici ve ayıplayıcı, kaş göz işaretleriyle alay edicinin vay hâline! O, mal toplayıp sayar du­rur. O, malının kendisini sonuna kadar yaşa­tacağını sanır. Hayır, andolsun ki o Huta-me'ye atılacaktır; Hutame'nin ne olduğunu sen biliyor musun? Hutame, Allah'ın gürül gürül yanan bir ateşidir ki o, yürekleri sarıp yakar. O, uzun direklerle onların (kâfirlerin) üzerine kapatılıp kilitlenecektir." (104: 1-9).

6- Kureyşlüer Allah'ın Rasûlü'nü MÜzem-mem (zemmedümiş-kötülenmiş adam) laka-biyle anarlardı ve O'na söverlerdi. Bundan dolayı Rasûlullah @ (ashabına) şöyle derdi: "Allah'ın, Kureyşlilerin eziyetini benden uzaklaştırmasına şaşmıyor musunuz? Bakı­nız! Kureyşlüer Müzemmem (kötülenmiş adam) adında birine sövüp onu hicvediyorlar; halbuki ben Muhammed (övülmüş adam) 'im." (İbni İshak).

7- Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediği riva­yet edilmiştir:  "Bir kere Rasûlullah @ Kabe'de   namaz  kılıyordu;   etrafında  da Hişâm'ın oğlu Ebû Cehil ile ona uyan birta­kım Kureyş'in azgınları oturuyorlardı. Ebû Cehü'in İşareti üzerine Ukbe b. Ebî Muayt elinde yeni boğazlanmış bir devenin işkembe­si ile geldi. Ve Rasûlullah secdeye vardığı sı­ra getirip  içinin muhteviyatıyla beraber Rasûlullah @'m arkasına koydu. Ben ise hiç­bir işe yaramıyarak (bel bel) bakıyordum. (Ah, ne olurdu o zaman) elimde kuvvet olay­dı. Rasûlullah @ ibadetini bozmadı. Kureyşin bu tecavüzü kâfirlerin pek hoşuna gitmişti. Bu hâle pek eğlenceli bir şeymiş gibi bakıp bakıp gülüşüyorlardı. Nihayet Fâtıma gelip pislikleri sırtından alıp bu alçak İşi işleyene attı. Ve gülüşenlere çıkıştı. Rasûlullah @ sec­deden başını kaldırıp namazını tamamladık­tan sonra üç kere: 'İlâhî! Kureyş'i Sana havale ederim!' diye dua buyurdu. Rasûlullah @'in, aleyhlerinde böyle dua buyurması onla­ra pek ağır geldi. Zira o makamda duanın müstecâb olduğuna kail idiler. Ondan sonra Rasûlullah @ birer birer isim sayarak: 'İlâhî! Ebû Cehl'i sana havale ederim! Utbe b. Rebîa'yı, Şeybe b. Rebîa'yı, Velîd b. Utbe'yi, Ümeyye b. Halefi, Ukbe b. Ebî Muayt'ı sana havale ederim.' buyurdu. (İbni Mes'ud der ki): Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a kasem ederim ki Rasûlullah @'in bu saydıkla­rının hepsini Bedir günü katlolunmuş ve bir çukura doldurulmuş gördüm." (Buharî).

Bu hâdisenin akabinde Ebû'l-Buhterî, Rasûlullah ile karşılaşmış, O'nun yüz hatla­rından birşeyler sezmişti. Ne olup bittiğini sorduğunda Rasûlullah @, "beni bırak" dedi. Ebû'l-Buhterfnin ısrarı üzerine; "Ebû Cehil, deve fışkısını üzerime attırdı" diyerek olayı anlattı. Ebû'l-Buhterî, "gel birlikte Kabe'ye gidelim" dedi ve birlikte gittiler. Sonra Ebû'l-Buhterî orada Ebu Cehil'i bulup: "Ya Ebû'l-Hakem! Muhammed'in üstüne deve fışkısını sen mi attırdın?" dedi. Ebû Cehil, "evet" diye cevap verince Ebû'l-Buhterî elindeki âsâyı onun başına indirdi. Etrafındakiler hiddetle kalktılar. Ebû Cehil ise şöyle bağırıyordu: "Bu sizin İçin felâkettir, zaten Muhammed aramızı bozup düşmanlığı körüklemek ve kendisiyle arkadaşlarının kurtulması için böy­le yapıyor" dedi. (Bezzar ve Tabarânî).

8- Ebû Tâlib'in ölümünden sonra müşriklerin Hz. Peygamber @'e yaptıkları eziyet ve cefâ daha da arttı. Bunun üzerine Peygamber @, saldırılardan biraz uzak kalmak için Tâif şeh­rine gidip Sakîf kabilesiyle görüşmeye karar verdi. Sakîfin liderliğini yapan üç kardeşten Abdiyalel b. Amr, Hubeyb b. Amr ve Mes'ud b. Amr ile görüştü. Onlara, Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini ve kavminin ona verdikleri eziyet ve cefayı anlattı. Bunun üzerine onlardan biri: "Kabe'nin Örtüsünü çal­mış olayım, eğer sen de peygambersen...", diğeri ise: "Allah, senden başka peygamber edecek kimseyi bulamadı da, seni mi gönder­di?...", üçüncüsü de: "Seninle konuşmam iki suretle caiz olmaz: Eğer sen, sahiden pey­gamber isen, merteben pek yüksektir, biz se­ninle konuşamayız. Yok eğer yalancı isen, bu hâlde seninle konuşmak hiç caiz değildir." dedi.

Bunlar, imana gelmedikleri gibi Rasûlullah @ ile alay etmeye kalkıştılar. Rasûlullah @'in geçtiği yolu tutarak O'na taş atmaya, hakaret dolu sözler söylemeye başladılar. Rasûlullah @'in ayakları kan içerisinde kaldı. Bu zâlimlerin elinden kurtulmak için bir bağa sı­ğındı. Takatsiz ve dermansız bir hâlde, bir ağacın gölgesine oturdu. Ayakları hâlâ kanı­yordu. O gün, uzaktan akrabası olan Utbe b. Rebîa ile Şeybe b. Rabîa da bağda dinleniyor­lardı. O'nun hâlini uzaktan görmüşlerdi. Ak­rabalık gayretleri uyandı, üzüldüler. Bir taba­ğın içine bir salkım üzüm koyup Addas is­minde Hristiyan köleleri ile gönderdiler. Rasûlullah @ Bismillâhirrahmanirrahîm de­dikten sonra, üzümü yemeye başladı. Addas bunu işitince hayret etti: "Bu yer halkı bunu bilmez, Allah'ı tanımaz" dedi. Rasûlullah @, Addas'a nereli olduğunu sordu. Addas "Nino-va (Musul)'lıyım." dediğinde; "Demek, sarih­lerden Yunus b. Metta'nın şehrindensin." bu­yurdu. Hayretle "Yunus'u sen nereden tanı­yorsun?" diyen köleye Rasûlullah @, Hz. Yu­nus hakkında gelen vahyi anlattı. Rasûlullah @, hiçbir kimseyi hakir görmez, her hâl ve şartta dahi herkese Allah'ın emrini tebliğ ederdi. Rasûlullah @, Addas'a İslâmı tarif et­ti, o da müslüman oldu. Bunun üzerine Addas O'nun eline sarıldı, öptü. Hristiyan kölenin bu hareketlerini oturdukları yerden gören Utbe ve kardeşi Şeybe, hayret içinde kalmışlardı. Döndüğünde köleye sordular: "O adamda ne gördün ki ellerini öptün?" Addas cevap verdi: 'O sâlih kimse bana öyle sözler söyledi ki, onları peygamberlerden başkası bilmez." Buum üzerine, güldüler ve: "Yazık sana. Mu-nammed sonunda seni de aldatıp bunca yıllık dininden etti!" dediler. Rasûlullah @, oradan kalkıp tekrar yola koyuldu. (Delâilü'n-Nübüvve).

Mûsâ b. Ukbe'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Tâif halkı Rasûlullah @'in önün­de iki saf oldular. Aralarından geçince, ayak­larını her basıp kaldırmasında taşlıyorlardı. Bu saldırıyı, ayaklan kanayıncaya kadar sür­dürdüler. Rasûlullah @, kan revan içinde bir çok zorlukla kurtulabildi." (Bidâye).

Tâif'te uğradığı ezâ ve cefa üzerine Rasûlullah @, Allahu Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu: "İlâhî! Kuvvetimin zaafa uğradı­ğını, pek çaresiz kaldığımı yalnız sana şikâyet ederim. Ey merhameti bol olan Rabbim! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabb'i sensin. İlâhî! Huysuz, yüz­süz bir düşman eline beni bırakmayacak ka­dar kerîmsin. Hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta muhtaç etmeye­cek kadar beni esirgersin. İlâhî! Gazabına uğ-ramayayım da çektiğim mihnetlere, belâlara, musibetlere aldırmam. Fakat senin af ve mağ­firetin bana bunları göstermeyecek kadar ge­niştir. İlâhî! Gazabına uğramaktan, hoşnut­suzluğuna çarpmaktan, senin o karanlıkları parlatan nuruna sığınırım. Dünya ve âhiret yolunu aydınlatan sensin. İlâhî! Sen razı oluncaya kadar affımı diliyorum. Her kudret, her kuvvet seninle kaimdir." (Sîret-i îbni Hişam).

Bu hâdiselerden, insanları Allah'ın yoluna ça­ğırırken Hz. Peygamber@'in karşılaştığı sı­kıntı ve eziyetleri anlıyoruz. Bu durum bir-iki gün değil, aralıksız onüç yıl sürdü. Sonunda yurdundan çıkarıldı. Ama gittiği yerde dahi rahat yüzü görmedi. Sığındığı Medine'de de değişik yollardan eziyet gördü. Bütün Arabis­tan kendisine karşı kışkırtıldı. Orada tam se­kiz yıl sürekli sıkıştırıldı, izlendi. Kendisiyle beraber müslümanlara da eziyet veriliyordu. Bir kısmı işkence gördü, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı yurtlarından kovuldu. Fakat O, bun-

lara sabretti, ashabına da sabırlı olmalarını tavsiye etti. Hak davaya çağırdığı insanlara işkence yapıldığını gören bir kimsenin mu­hakkak ki içi yanacaktır. Ancak davası, şüp­hesiz hak bir dava olup devam mecburiyeti olduğundan olanlara katlanır. Böyle olmasay­dı durum çok daha vahim olurdu. Allah'ın hakkını edâ ederken azimli ve sabırlı olmak İlâhî risâletin icâbıdır.

 

Dâvasından Vazgeçirmek İçin Müşriklerin Gösterdiği Çabalar

 

Yezîd b. Ebî Ziyâd, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden ve Ebû'l-Velid diye tanınan Utbe b. Rebîa bir gün Kureyşlilerin bir toplantı yerinde oturu­yordu. O sırada Peygamber @ de yalnız başı­na Mescid-i Haram'da bulunuyordu. Utbe, Kureyşlilere dönüp şöyle dedi: "Ey Kureyşli-ler! Muhammed'in yanına gidip onunla ko-nuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulun­sam ne dersiniz? Belki o tekliflerin bir kısmı­nı kabul eder biz de bunlardan istediğini ken­disine veririz, O da bize karşı yaptıklarından vazgeçer." Utbe'nin bu teklifi, Hamza'nm İslâm'a girdiği ve müslümanların sayısının çoğaldığı sıralarda yapılmıştır. Toplantı ye­rinde bulunan Kureyşliler Utbe'ye: "Olur ey Ebû'l-Velid. Kalk git, onunla konuş" dediler. Bunun üzerine Utbe kalkıp Peygamber @'in yanma varıp oturdu. Sonra kendisine: "Ey kardeşimin oğlu! Sen aramızda kabile içinde şeref bakımından ve soy üstünlüğü yönünden bildiğin derecedesin. Sen, kavminin başına büyük bir iş aştın. Bu yüzden onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin, gene bu işle onların ilahlarını ve dinlerini kötüledin ve onların göçüp gitmiş babalarını, dedelerini kâfir saydın. Beni dinle. Sana bazı tekliflerde bulunacağım. Bunları düşünüp incele, belki bunlardan bir kısmını kabul edersin." dedi. Hz. Peygamber @: "Peki söyle ey Ebû'l-Ve­lid! Seni dinliyorum" dedi. Utbe ona: "Ey kardeşimin oğlu! Sen ortaya attığın bu mesele ile eğer mal istiyorsan, mallarımızdan sana hisse ayıralım; hepimizin en zengini olasın. Bir şeref peşinde isen, seni başımıza lider ya­palım; sen olmadıkça hiçbir işimize karar ver­meyelim. Yok, saltanat istiyorsan seni kendi­mize hükümdar yapalım. Yok, şu sana gelen cini kendinden uzaklaştıramıyorsan seni tedavi ettirelim. Bu uğurda seni iyi edinceye kadar mallarımızı harcayalım; zira böyle cin­ler insanın içini kaplar ve ondan ancak tedavi ile kurtulunur." Utbe sözlerini bitirmiş, Rasûlullah @ onu dinledikten sonra kendisine dönüp: "Söyleyeceklerin bu kadar mı ey Ebû'l-Velid?" dedi. O da "evet" deyince, Rasûlullah @: "Öyleyse, dinle." dedi ve "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Hâ mim. (Bu) Rahman, Rahîm'den indirilmiştir. Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak (gönderilmiştir). Fakat çokları (onu düşünüp kabul etmekten) yüz çevirmiş­tir; onlar işitmezler. Dediler ki: 'Bizi çağırdı­ğın şeye karşı kalplerimiz örtüler içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim ara­mızda bir perde var. Sen (istediğini) yap, biz de (istediğimizi) yapıyoruz." (41:1-5) âyetlerim okudu. Secde âyeti gelince secde etti, sonra ona dönüp: "Ey Ebû'l-Velid! Okuduklarımı duydun; artık Ötesini sen düşün" dedi. Bundan sonra Utbe kalkıp arkadaşları­nın yanına gitti. Onlar (Utbe'nin öteden geldi­ğini görünce) birbirlerine: "Vallahi, Ebû'l-Velid çehresi değişik olarak dönüyor" dedi­ler. Utbe gelip yanlarına oturunca: "Ey Ebû'l-Velid! Ne haberler getirdin bakalım?" diye sordular. Utbe onlara: "Getirdiğim haberler şunlardır ki, vallahi ben ömrümde benzerini hiç işitmediğim sözler duydum. Allaha andol-sun, bu sözler ne şiir, ne büyü, ne de bir kâhinin söylediği sözlerdir. Ey Kureyş cema­atı! Beni dinleyin de hatırım için bu işin ardı­na varmayın, bu adamdan vaz geçin, kendi hâline bırakın. Ondan uzak durun, ona dokunmayın. Vallahi, işittiğim sözlerin büyük bir sonucu olacaktır. Araplar onu ortadan kaldı-rırlarsa siz de başkalarının eliyle ondan kurtulmuş olursunuz; yok, kendisi, Arapları ida­resi altına alırsa onun saltanatı sizin saltanatı­nız ve onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Siz onunla insanların en mesudu olursunuz." dedi. Müşrikler, Velid'den bu cevabı alınca: "Ey Ebû'l-Velid! Gene o seni diliyle büyüle­miş" dediler. (İbni İshak, îbni Hݧâm),

İslâm, Mekke'de Kureyş kabilesi boylarında erkek ve kadınlar arasında yayılmaya başladı­ğında, Kureyş kabilesi müslüman olanlardan güçleri yettiğini sıkıştırıp müslümanliktan döndürüyor ve gene güçleri yettiğine eziyet ediyordu. Abdullah b. Abbas'dan rivayet edil­diğine göre, Kureyş ileri gelenleri toplanıp Hz. Muhammed @ ile konuşmaya karar ver­mişlerdi. Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Ebû Süfyan b. Harb, en-Nadr b. Haris (Benî Ab-di'd-Dâr soyundandır), Ebû'l-Buhterî b. Hişâm, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velîd b. Muğîre, Ebu Cehil b. Hişâm, Abdul­lah b. Ebû Umeyye, As b. Vâil, Haccâc'm iki oğlu Nebîh ile Münebbih ve Umeyye b. Halef bir araya geldiler. Bunlar, birgün güneş bat­tıktan sonra Kabe'nin arka tarafında toplana­rak birbirlerine, "Muhammed'e haber yollayıp konuşalım ve ileride mazur ve haklı olmak için kendisiyle münakaşa edelim" dediler, Bunun üzerine Rasûlullah @'e: "Kavminin ileri gelenleri seninle konuşmak üzere toplan­dılar, onların yanına gel!" diye haber yolladı­lar. Rasûlullah @ de hemen yanlarına geldi; kendilerine söylemiş olduğu sözler hakkında iyi bir şey düşündüklerini sanıyordu. Zira O, onların müslüman olmalarını çok istiyor, doğ­ru yola gelmelerini candan arzu ediyor, ayak direyip durmaları gücüne gidiyordu. Kureyş-liler kendisine şöyle dediler: "Ey Muham­med! Konuşmak için sana haber yolladık. Al­lah'a yemin olsun ki biz, Araplar arasında, se­nin kavminin başına getirdiğin meselenin benzerini kavminin başına getiren bir adam bilmiyoruz. Sen babalarımıza ve dedelerimize sövüp saydın, dinimizi kötüledin, Tanrılara dil uzattın, bize akılsızlar dedin, birliğimizi dağıttın. Sonra, aramızda yapmadığın kötü iş kalmadı. Ortaya attığın bu sözlerle mal ele geçirmek istiyorsan mallarımızdan sana bir şeyler toplayalım, hepimizin en zengini ola­sın. Yok, sen bu hareketinle şeref peşinde isen seni kendimize başkan yapalım. Sen bir saltanat istiyorsan seni kendimize melik edi­nelim. Yok, şu sana gelen cin içini kapladıysa ki bu bazen olabilir, seni tedavi ettirmek için mallarımızı harcayalım, seni iyi ettirelim ve­ya vazifemizi yapmış olup sorumlu durumdan kurtulalım."

Bu sözleri duyan Rasûlullah @, onlara: "De­diğiniz şeyler bende yok; beni cin de kapla­mış değildir. Sonra sizin için ortaya attığım mesele ile ne mallarınızı ne de aranızda şeref sahibi olmayı, ne de başınıza hükümdar bulunmayı istemiyorum. Ancak Allah beni size elçi olarak yolladı, bana bir kitab indirdi; si­zin için müjdeleyici ve korkutucu olmamı ba­na emretti. Ben de Rabbimin bana yüklediği peygamberlik vazifelerini size bildirdim. Size öğüt verdim; şimdi siz, size bildirdiklerimi benimserseniz dünyada ve ahirette saadete ulaşmış olursunuz, yok istemezseniz Allah'ın emrini yerine getirmek uğrunda herşeye kat­lanacağım. Allah benimle sizin aranızda hükmünü verecektir." dedi veya buna benzer şey­ler söyledi.

Rasûlullah @'in sözlerini işiten Kureyşliler kendisine: "Ey Muhammedi Sana yaptığımız tekliflerden birini veya bir kısmını kabul et­miyorsan sen, insanlar arasında memleketimi­zin en dar memleket olduğunu, suyumuzun en az olduğunu, geçimimizin en güç olduğu­nu bilirsin. Bunun için seni bize gönderen Rabbine söyle de, bizi sıkıştıran şu dağlan kaldırıp uzaklaştırsın. Memleketimizi geniş­letsin, bu memlekette Şam ve Irak ırmakları gibi ırmaklar akıtsın, babalarımızdan, dedele­rimizden bu dünyadan göçüp gitmiş olanları diriltsin ve dirilenler arasında Kusayy b. Kılâb da bulunsun. Çünkü o doğru bir başkan idi. Onlar dirilince kendilerine senin bu söy­lediklerinin doğru olup olmadığını soralım; onlar seni tasdik ederse, ve sen de istedikleri­mizi yerine getirirsen sana inanırız. Bu şartların yerine gelmesiyle Allah'ın yanındaki du­rumunu, değerini anlarız; O'nun, seni, dediğin gibi bir elçi olarak gönderdiğini bilmiş olu­ruz," dediler.

Rasûlullah @ onlara: "Ben bunları yapmak için size gönderilmedim. Ben ancak Allah'ın bana emrettiği şeyleri size bildirdim. İşte bil­dirilmesi için gönderildiğim şeyleri size haber veriyorum. Siz bunları benimserseniz dünya ve ahirette mesut olursunuz, yok istemezseniz Allah'ın emrini yerine getirmek uğrunda her­şeye katlanırım. Allah sizinle benim aramda hükmünü verecektir." dedi. Onlar: "Bunları yapmazsan kendin için birşeyler iste (meselâ) Rabbinden dile de, sana bir melek göndersin, bu melek senin söylediklerini tasdik etsin, se­ni bizden korusun. Gene Rabbinden sana bağ, bahçe, saraylar ve altın ile gümüşten hazine­ler vermesini iste. Rabbin bunlarla hayatını kazanmak için çalışmaktan seni kurtarmış olur; zira sen bizim yaptığımız gibi çarşılarda alış veriş ediyorsun, gene bizim gibi maişetini temin etmek istiyorsun. (Halbuki Rabbin iste­diğini verirse) o zaman eğer sen dediğin gibi gerçek bir Allah elçisi isen Allah'ın yanında değerini anlamış oluruz." dediler. Rasûlullah @ Kureyşlilere: "Bunları yapmayacağım. Ben, Rabbinden bunları isteyecek bir kimse değilim. Zaten size bunlar için gönderilme­dim, ancak Allah beni bir müjdeleyici ve kor­kutucu olarak gönderdi. Eğer size bildirdikle­rimi kabul ederseniz, dünya ve ahirette mesut olursunuz. Yok kabul etmiyecek olursanız ben, Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar Allah'ın emrini yerine getir­mek uğrunda herşeye katlanacağım." dedi.

Kureyş'in teklifleri bitmek tükenmek bilmi­yordu: "Öyleyse göğü parça parça üstümüze yık, hani Rabbim isterse bunu yapar demiştin. Zira bunu yapmadan sana inanmayız." dedi­ler. Rasûlullah @ Kureyşlilere: "Bu iş Allah'ın elindedir. O, göğü üzerinize yıkmak isterse yapar" cevabım verdi. Kureyşliler de: "Ey Muhammedi Allah, bizim seninle otu­rup bunları sana soracağımızı ve biraz evvel senden istediklerimizi isteyeceğimizi bilmi­yor muydu? Niçin bize vereceğin cevaplan daha önceden sana öğretmedi? Bize bildirdi­ğin şeyleri kabul etmediğimiz takdirde Ken­disinin bize ne yapacağını niçin sana söyle­medi? Duyduğumuza göre bunları sana Ye-mame'de bulunan ve Rahman adı verilen bir adam öğretiyormuş. Allah'a yemin ederiz ki, biz asla Rahman'a inanmayız. Ey Muham-med! Bil ki sana karşı sorumluluğumuz kal­madı (vebal bizden gitti). Allah'a yemin ol­sun, bir daha bize birşey yapmana müsaade etmiyeceğiz. Gene aynı şekilde hareket etme­ye devam edersen ya seni öldürürüz, yahut da sen bizi yok edersin" dediler. İçlerinden biri: "Biz meleklere tapıyoruz, onlar da Allah'ın kızlarıdır." dedi. Gene içlerinden biri: "Allah İle melekleri bir arada önümüze getirmezsen sana inanmayız." dedi.

Kureyşliler Allah'ın Rasûlü'ne bunları söyle­dikleri zaman O, yanlarından kalkıp uzaklaş­tı. Halası Atike'nin oğlu Abdullah b. Ebû Umeyye de Rasûlullah @ ile birlikte kalktı. Abdullah, Rasûlullah @'e şöyle dedi: "Ey Muhammed! Kavmin sana bazı tekliflerde bulundu, kabul etmedin. Sonra dediğin gibi Allah'ın katındaki değerini anlamak ve sana inanıp uymak için senden kendileri için bir şeyler istediler, gene kabul etmedin; kendile­rine karşı senin üstünlüğünü ve Allah yanın­daki değerini anlamak için kendi şahsına ait olacak bir şeyler edinmeni istediler, sen gene kabul etmedin; sonra kendileri için sonucun­dan korktuğun azapların bir kısmını şimdi başlarına getirmeni istediler, gene kabul et­medin. Vallahi, sen göğe bir merdiven kurup ona tırmanıp ve gözümün önünde göğe çıkıp oradan, dediğin gibi peygamber olduğuna şa­hitlik edecek dört melek getirmeden asla sana inanmam. Allah'a yemin olsun ki, bunu yap­san dahi inanacağımı sanmıyorum."

Abdullah bunları söyledikten sonra Rasûlul­lah @'i bırakıp uzaklaştı. Rasûlullah @ de, kavmi kendisini çağırdıklarında kendilerini yola getirebileceği ümidinin boşa çıkması ve onların kendisinden uzaklaşmalarından dolayı üzüntü ve gönül kırgınlığı içinde evine dön­dü. (İbni Hişâm).

Bir gün Rasûlullah @ Kabe'yi tavaf ederken Abdüluzza oğlu Esved b. Muttalib, Velid b. Mugîre, Umeyye b. Halef ve Sehm boyundan Âs b. Vail karşısına çıktılar. Bunlar kavimleri arasında yaşlı kimselerdi. Rasûlulah @'e: "Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım; sen de bizim taptıklarımıza tap. Böylece biz ve sen bu konuda ortaklık yapmış oluruz. Se­nin taptığın bizim taptıklarımızdan daha iyi ise biz bundan hissemizi almış oluruz; yok, bizim taptıklarımız senin taptığından iyi ise sen bundan nasibini almış olursun" dediler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu kimseler hak­kında şu sûreyi indirdi: "De ki: 'Ey kâfirler! Ben, sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de be­nim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla si­zin taptığınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz si­ze, benim dinim banadır." (109: 1-6). Bu âyetle kâfirlere; 'siz, ancak benim sizin tap­tıklarınıza tapmamla Allah'a tapacaksanız, si­zin bu teklifinize ihtiyacım yoktur. Sizin dini­niz sizin olsun, benim ayrı dinim vardır' den­mektedir.

Rasûlullah @, hakka davet yolundan alıkoy­maya yönelik kendisine yapılan her türlü tek­lif ve tehditlere rağmen ısrarla vazifesini yeri­ne getiriyordu. Müşriklerin baskıları O'nu tebliğ görevinden vaz geçiremediği gibi, kan­dırma teşebbüsleri de yönünü değiştiremedi. O'nun bu davranışı, hakikaten Allah'ın Rasûlü ve hak bir dava sahibi olduğunu belgeledi.

 

Ailesine Baskı

 

Akîl b. Ebî Talib'in şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Kureyş eşrafı Ebû Tâlib'e gelerek: "Ey Ebû Tâlib, senin kardeşinin oğlu mahfel-lerimize ve oturduğumuz yerlere gelerek bizi rahatsız eden sözler sarfediyor. Onu bu işten menedebilirsen men et." dediler. Bunun üze­rine Ebû Tâlib bana, "amcan oğlunu ara, O'nu bana bul" dedi. Gittim O'nu küçük bir odadan çıkardım. Gölgeyi takib ederek benimle bir­likte yürüdü. Tam gölgeden istifade edemedi. Yanma varınca Ebû Tâlib kendisine şöyle de­di: "Ey kardeşimin oğlu! Allah'a yemin ede­rim ki ben her zaman seni sözüme itaat eden bir kimse gördüm. Senin kavmin şu iddiayı ileri sürüyor. Onların Kabe'lerine ve oturduk­ları yerlere giderek onları rahatsız eden sözler söylüyorsun. Bundan vazgeçsen iyi olur."

Hz. Peygamber @, bunun üzerine gözlerini göğe doğru kaldırarak şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz güneşten bir meş'ale yakıp getiremediği gibi, ben de bu hak davayı bırakamam."

Bunun üzerine Ebû Tâlib: "Allah'a yemin ol­sun ki, kardeşimin oğlu asla yalan söylemedi. Dönünüz, doğru yola devam ediniz" dedi. (Heysemî, c. V, sh. 14. Taberânî ve Ebû Ya'lâ hadisin başını biraz kısaltarak rivayet etmişlerdir).

Beyhâkî'nin rivayeti de şöyledir: Ebû Tâlib kendisine: "Ey kardeşimin oğlu! Kavmin ba­na geldiler (ve şöyle şöyle dediler). Hem ba­na, hem kendine acı. Ne benîm ne de senin güç yetiremiyeceği bir yükü bana yükleme. Kavminin sevmedikleri sözleri onlara söyle­me." dedi.

Rasûlullah @ amcasının bu sözlerinden bir şeyler sezdi. Artık kendisine yardım etmeye­ceğini ve onun safında durmayacağını tahmin etti. Rasûlullah @ buna karşılık: "Ey amca! Bir elime güneşi, bir elime ayı koysalar Risa-letten zerre kadar ayrılmam. Ya Allah onu (o dini) îfâya kuvvet verir, yahut onun uğrunda canımı feda eder giderim." dedi. Bu sözleri söyledikten sonra kalkıp yürüdü. Rasûlullah @'in böyle mahzun, gözleri dolu dolu kalkıp gitmesine üzülen amcası: "Sen işine bak oğ­lum! Ben sağ oldukça onlar sana bir şey ya­pamazlar. İstediğini söyle, dilediğin gibi ko-nt*Ş!" dedi. (Bidâye, İbni Hişâm).

 büyüklerine karşı gösterilen saygı adetini ve liderlerine itaat geleneklerini bilen kimse, benî Hâşim'in büyüğü olan Ebû Ta-lib'in, kavminin zorlaması neticesinde yaptığı müdahalenin ne kadar büyük bir etki yapaca­ğını anlar. Hele o haya sahibi ve pâk olan Hz. Muhammed @, amcasının emrine ve arzusu­na asla muhalefet etmezdi. Fakat dâva, şahsî bir davanın daha Ötesindedir, Allah'ın emri­dir. Bütün âdet ve geleneklerden büyüktür. Bu hâl, Arap kabilelerinin âdetlerini bilen kimse için Hz. Muhammed @'in Allah'ın rasûlü olduğuna dair bir belgedir.

 

Alay, Hakaret, Taciz

 

Hacc mevsimi geldiği sırada Kureyş kabile­sinden bir grup, yaşlılarından Velîd b. Muğîre'nin evinde toplandılar. Velîd onlara hitaben şöyle dedi: "Ey Kureyş cemaatı! Hacc mevsimi gelip çattı. Araplardan birçok heyet gelecek. Adamınızın haberi oralara ulaşmıştır. Ne yapacağız? Bir esas üzerinde anlaşalım, birbirimizi yalancı çıkarmayalım, söyliyeceklerimizi kararlaştıralım." Müşrik­ler, ayrı ayrı görüş beyan ederek; Hz. Mu­hammed @ için "kâhin, deli, şair veya sihir­baz diyelim" dediler. Velîd bu yakıştırmaları beğenmeyerek: "Hayır Allah'a yemin ederim ki, O kâhin, deli, şair veya sihirbaz değildir. Biz bunları çok gördük. F^kat O'nda ne kehânet mırıldanması, ne de sesi vardır. Onda ne deliliğin sıkıntısı, ne de vesvesesi vardır. O'nun sözü şiir değildir. Sihirbazları ve onla­rın sihirlerini de gördük. Onun ne üfürmesi, ne düğüm çalması vardır." dedi. Bunun üzeri­ne: "Ey Ebû Abdi'ş-Şems! Sen ne diyorsun?" diye sordular. O da: "En çıkar yol, en yakışan O'na sihirbaz, büyücü demektir. Kişiyi baba­sından, kardeşinden, eşinden ayıran bir sihir getirmiştir, diyeceğiz." Buna karar verip da­ğıldılar.

Hacc mevsiminde gelen hacıların yolunda oturup, iftiralarını dile getirip O'ndan sakın­malarını tavsiye etmeye devam ettiler. (İbni Hişâm).

Bir gün Ubey b. Halef eline çürümüş ve ufalanmak üzere bulunan bir kemik parçası ala­rak Rasûlullah @'in yanına gitti. Ona: "Ey Muhammedi Çürüdükten sonra şu kemiği Allah'ın yeniden dirilteceğini söyleyen sen değil misin?" dedi. Sonra kemiği elinde ufa­layarak Rasûlullah @'in bulunduğu yere doğ­ru ağzıyla üfürdü. .Rasûlullah @ Ubey'e: "Evet, öyledir. Ben böyle dedim. Allah bu ke­miği de, seni de bu duruma geldikten sonra diriltecek, seni de Cehennem ateşine atacak­tır" dedi. Bunun üzerine AUahu Teâlâ, Ubey hakkında Yasin sûresinin şu âyetlerini indirdi: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: 'Şu çürümüş kemikleri kim dirilte­cek?' dedi. De ki: 'Onları ilk defa yaratan di­riltecek. O, her yaratmayı bilir. O ki size yaş ağaçtan ateş (olacak odunu verdi) yaptı da siz (de bu) o(du)ndan (ateş) yakıyorsunuz." (36: 78-80).

İbni İshâk şöyle kaydetmektedir: Hz. Pey­gamber @ ile müslümanların düşmanlığı Ku-reyş'i iyice rahatsız ettiği için şiddete baş vur­maya başladılar. Ayak takımlarını Peygamber @'e karşı kışkırttılar. O'nu yalanladılar. Ezi­yet ettiler, şair, sâhir, kehânet ve delilikle itti-ham ettiler. Fakat Allah'ın Rasûlü @, Cenab-ı Hakk'ın emrini gizlemeksizin davetini sürdür­dü. Onların dinlerini ayıplamak, putlarını bı­rakıp küfürden uzak kalmak suretiyle karşılık verdi.

 

Halkın Dikkatini Başka Yönlere Kaydırmak İçin Yapılanlar

 

İbni Hişam, siyerinde Muhammed b. İshâk'm bir rivayetini nakletmektedir: Abdüddâr oğul­larından Nadr b. Haris, Kureyş'in şeytan ruh­lu ve Rasûlullah @'e eziyet verip düşmanlık yapan bir kimse idi. Hîre şehrine gidip orada Rüstem Sindid, İsfendiyâr ve öbür Fars hü­kümdarları hakkında söylenen hikâyeleri Öğ­renirdi. Bu ilginç hikâye ve fıkralarla halkın dikkatlerini Kur'an-ı Kerîm'den çekmeyi umuyordu. Rasûlullah @, bir yerde oturup in­sanları Allah'a inanmaya çağırıp Kur'an âyetlerinden okuyup Kureyşlileri daha önceki imân etmiyen kavimlerin başlarına gelen belâ ve musibetlerden korkuttuktan sonra oradan ayrılınca Nadr gelir, Allah'ın Rasûlü @'nün kalktığı yere otururdu. Nadr, orada bulunan­lara hikâyelerini anlatır, sonra etrafına dönüp: "Ey Kureyş cemaati! Vallahi Muhammed'in konuşması benim konuşmamdan daha iyi de­ğildir. Onun söyledikleri, eskilerin birtakım uydurulmuş hikâyelerinden başka bir şey de­ğildir. Ben nasıl size anlattığım hikâyeleri başkalarından yazıp aldıysam o da bu hikâyeleri başkalanndan yazıp almıştır" der­di. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onun hakkın­da şu âyetleri indirmiştir: "Derler ki: 'Evvel­kilerin masalları, onları yazdırmış, sabah ak­şam onlar kendisine okunuyor.' (Onlara) De ki: '(Hayır) onu, göklerdeki ve yerdeki gizli­likleri bilen (Allah) indirdi. O, çok bağışla­yan, çok esirgeyendir." (25: 5-6). Yine Nadr hakkında şu âyetler indirilmiştir: "Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: 'Eskilerin ma­salları' derler." (83: 13). "Her yalancı, günah yüklü kimseye veyl! Allah'ın âyetlerinin ken­disine okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları işitmemiş gibi (küfründe) direnir. Onu, acı bir azâb ile müj­dele." (45: 7-8).

Aynı rivayet Vahidî tarafından nakledilmiştir. İbni Abbas bu rivayete bazı ilaveler yapmış ve Nadr b. Hâris'in halkı kandırmak, eğlendir­mek ve saptırmak için şarkı söyleyen ve rak-seden cariye ve fahişeler getirdiğini kaydet­miştir. Rasûlullah @'in tebliğ ve telkinlerin­den kimin etkilenmekte olduğu haberi almı­yorsa Nadr b. Haris ona cariyelerinden birini musallat ederdi. Nadr, gönderdiği cariyesine şöyle tenbihte bulunurdu: "Bu adama yedir, içir, eğlendir ki Muhammed'in telkinlerine uymasın." (Esbâbu'n-Nuzûf).

 

Rasûlullah @ Konuşurken Gürültü Çıkarmak

 

İbni İshâk diyor ki: Hz. Peygamber @ hak olarak bildikleri şeyi getirince, söylediği söz­lerin doğru olduğunu ve sorulan soruları gaybî bilgileri cevaplandırmasından nübüvve­tini anlayınca ona imân edip onu tasdiklerine kased mâni oldu. Böylece hakkı tecavüz edip açıkça Allah'ın emrine âsî oldular ve küfür üzerine ısrar ettiler. "İnkâr edenler dediler ki: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, (okunurken) onun hakkında gürültü edin, (gürültüyü Kur'an'm sözlerine karıştırın, böylece onun anlaşılması­na engel olun); belki (böylece) ona gaalip ge­lirsiniz, (başka türlü onunla başa çıkmanıza imkân yoktur)." (41: 26.)

Rasûmllah @ konuşmaya başladığında, kimse O'nun sesini duymasın diye gürültü yapmak kâfirlerin bir taktiğiydi. Onlar Kur'an'ın etkili bir kelâm olduğunu, onu tebliğ eden kimsenin de yüce bir şahsiyete ve etkileyici bir hitabet yeteneğine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dinleyenlerin mutlak surette onun tesiri altma gireceğini biliyorlardı. Bunu Önlemek için Hz. Muhammed @'in söylediklerini dinleme­mek ve başkalarının da dinlemesine engel ol­mak için karar almışlardı. Bu yüzden Rasûlullah @ konuşmaya başladığı zaman gürültü çıkarıyorlar ve anlamsız seslerle O'nun mesajını Örtmeye çalışıyorlardı. Böyle bir metod sayesinde Allah'ın gönderdiği yüce Peygamber'in davetini önlemeyi umuyorlardı. (The Meaning ofîhe Qur'an).

Müddesir sûresi'nin 16-31. âyetlerinde ifade edildiği üzere Kureyşliler Rasûlullah @'den cehennemin bekçilerinin ondokuz tane olaca­ğını duymuşlar ve bununla alay etmeye başla­mışlardı: "Hem bize Âdem'den kıyamete ka­dar dünyada ne kadar inkarcı ve büyük günah işlemiş insan geçmişse hepsi cehenneme atı­lacak diyor, hem de cehenneme dolacak bun­ca insana azap vermek için sadece ondokuz görevli bulunacakmış" diyerek Kureyşin ileri gelenleri dalga geçmeye başladılar. Ebû Ce­hil: "Ey Kureyş cemaatı! Onar onar cehen­nemdeki bir askerin üstesinden gelemeyecek kadar âciz miyiz?" dedi. Bunun üzerine Cum-na oğullarından güçlü kuvvetli birisi: "Onyedisini tek başıma hallederim, geriye kalan iki­sini de siz hep beraber halledi verir siniz" diye alay etmişti.

Aralarında böyle konuştuktan sonra Rasûlul­lah @ namazda Kur'ân-ı Kerîm'i cehren oku­maya başladığı zaman dağılıyor ve onu dinle­mekten kaçınıyorlardı. Peygamber @ namaz­da seslice okuduğu Kur'ân âyetlerini dinle­mek istiyen kimse, korkudan ancak gizlice dinleyebilirdi. Dinlediğinin farkına vardıkla­rını tahmin ettiği zaman kendisine kötülük yapmasınlar diye uzaklaşıp gidiyordu. Sesini alçalttığı zaman O'nu dinlemek istiyen kimse, sesi duyulmuyor diye korkmadan kulağını iyice veriyordu.

Ayrıca Kureyşliler, her sene hacca gelen Araplarla temas kurarak Hz. Muhammed @'in ismini lekelemeye çalıştılar. Söz silâhının bütün çeşitlerini O'nun aleyhinde kullandılar. İnsan fıtraten haysiyet kırıcı töh­metler altında kalmayı asla istemez. Fakat bu­nunla beraber Rasûlullah @ onüç yıl kadar devam eden bu amansız propagandaya karşı dayandı. Asla bir gevşeklik, bıkkınlık göster­medi. Tebliğ görevini dosdoğru-emrorunduğu gibi îfa etti. Bu kızgın atmosferin içinde da­vaya sarılmak tek başına Peygamber @'in nü­büvvet ve doğruluğuna bir delildir. Yoksa na­sıl dünyanın her çeşit metâı ona teklif edilsin de kabul etmesin? Baskılara rağmen davetine devam etsin ve halkı tuttuğu yola davet et­mekten başka her şeyi reddetsin. Bunun yegâne sebebi, davasında sıdku sebatı ve Al­lah tarafından vazifeli oluşudur. O, bu yoldan dönmenin neticesinin vehametini ve büyük bir azaba duçar olacağını biliyordu. (Sîreî-İ îbni Hişâm).

 

Boykot Silâhı

 

Kureyş ileri gelenleri, müslümanlann günden güne kuvvet bulduğunu, bir kısmının huzurlu bir beldeye gidip yerleştiklerini, Necâşî'nin Habeşistan'a iltica eden kimseler için iltica hakkını tanıdığım ve onları himayesi altına aldığını, Hamza'nın ve Ömer'in de tslâm dini­ni kabullendiğini görünce Ebû Cehil başkan­lığı altında toplandılar. Hâşim ve Muttalib oğullarına boykot uygulamak üzere bir anlaş­ma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre; Kureyşli-lerin, onlarla kız alıp, kız vermesi ve onlarla alış-verişte bulunmaları yasak ediliyordu. Ya­zılan anlaşmada Kureyş reis ve eşrafından kırk kişinin imzası vardı. Sonra bu anlaşmayı Kabe'nin duvarına astılar. Anlaşmayı yazıya geçiren Mansûr b. Ikrime b. Amir b. Hâşim b. Abdi Menâf b. Abdiddâr b. Kusayy idi.

İbni Hişâm'm naklinde, yazarın, Nadr b. Haris olduğu, bunun için Rasûlullah @'in kendisine beddua ettiği ve bazı parmaklarının felç olduğu kayıtlıdır.

Kureyş bunu yapınca, Hâşim ve Muttalib oğulları, Ebû Tâlib'İn yanına gittiler ve evi et­rafında yer aldılar. Yalnız Ebû Leheb b. Ab-dülmuttalib, Benî Haşim'den ayrılıp Kureyş'e iltihak etti ve onları destekledi. (Ibni İshâk).

Hacc mevsimi dışındaki günlerde müslü-manlar Ebû Tâlİp mahallesinden dışarı çıka­maz olmuşlardı. Müşrikler, şehre inenlere ha­tıra gelmez ezâ ve cefalarda bulunuyorlardı. Gitgide müslümanlar kuşatılmış duruma düş­tüler.

Kâfirler, hacca gelenleri yollarda bekleyip, onlara Peygamber @ aleyhinde propaganda da bulunuyor, çarşı halkına, Muhammed ta­raftarlarına yiyecek satmamalarını söylüyor, dinlemeyenleri tehdit ediyorlardı.

Ebû Nu'aym, şöyle rivayet ediyor:

"Biz Hz. Peygamber @ ile birlikte bulunan bir kavim idik. Geçim sıkıntısı bize isabet ediyordu. Belâ ve musibet bize çattığı zaman dayanabilir ve sabrederdik. Peygamber @ Mekke'de iken bir gece su dökmek için dışa­rıya çıktım. İdrarın isabet ettiği yerde bir şe­yin tıkırtısı geldi. Baktım ki bir devenin deri parçasıdır. Onu alıp yıkadım. Ateşe verdim. Sonra iki taş ile dövdüm ve ağzıma koyup üzerine su içtim. Böylece onunla üç gün idare ettim."

Kuşatmada kalanların hâli, gitgide güçleş­mekte idi. Yiyecek bulunmuyor, büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bir aralık bu bölge­de, çoluk çocuğun feryadından geceleri kim­senin gözüne uyku girmez olmuştu. Müslü­manlarla birlikte Hâşim ve Muttalip oğullan üç yıl kuşatma altında kaldılar.

Süheylî diyor ki: Yiyecek maddeleri Mek­ke'ye geldiği zaman sahabeler evlerine yiye­cek almak için çarşıya iniyorlardı. Ebû Le­heb: "Ey ticaret ehli! Muhammed'in arkadaş­ları bir şey almasın diye çok pahalı söyleyi­niz. Biliyorsunuz ki mâlî durumum müsaittir. Aynı zamanda zimmetinde bulunan hakkı ifâ eden bir kimseyim. Üst tarafını ben ödeyece­ğim." Bunun için sahabe, bir şey almak iste­diklerinde değerinin bir kaç katı isteniyordu. Ashâb, açlık içindeki çocuklarına yiyecek bir şey alamadan elleri boş, evlerine dönüyorlar­dı. Sonra tüccar, sahabeye satmadıkları şeyin kârını gidip Ebû Leheb'den alıyorlardı. (Sîret-i îbni İshâk).

Yaşları epeyce ilerlemiş olan Peygamber @'in hanımı Hz. Hatice ile amcası Ebû Tâlib ve akrabaları bu sıkıntılı günleri geçirdiler. Rasûlullah @ de bu hazin manzarayı görüyor, ama sabrı tavsiye ediyordu. Tebliğ vazifesini ve hakikatin ilânım ertelemeyi asla düşünme­di. Görünüşte Kureyş'in imânı hususunda hiç bir ümit ışığı yoktu. Bütün Arap yarımadası Kureyş'in safında Peygamber @'e karşı yer almışlardı. Ama Rasûlullah @ yoluna devam etti. Ne tâviz verdi, ne de Allah'ın emri hilâfına bir şey yaptı.

Allah'a imân ve güven olmazsa kim buna kat­lanabilir? Verdiği va'd ve vaîdin doğruluğunu bilmez, emrine teslimiyeti gerektiren Allah ile tam bağlılık olmazsa kim buna tahammül edebilir. Bunlar Hz. Peygamber @'in üstün vasıflarıdır. Bunların sahibine, gerçekten 'Al­lah'ın Rasûlüdür!' demekten başka hiç bir se­bep gösterilemez. (S. Havva, er-Rasût).

 

Hz. Peygamber @'i Öldürme Teşebbüsleri

 

Ebû Tâlib'in Hz. Muhammed @'i himaye et­mekten hiçbir şekilde vaçgeçmediğini gören Kureyşliler son bir gayret daha sarfetmek is­tediler ve bu defa Velîd b. Muğîre'nin.oğlu Umâre'yi yanına götürüp şöyle dediler: "Ey Ebû Tâlib! Bak, şu Umâre b. Velîd'i görüyor musun? Bu, Kureyşin en tanınmış, en yakı­şıklı gencidir. Bunu al ve kendine evlat edin. Karşılığında, senin ve ecdadının dinine karşı gelen ve kavmini tefrikaya düşüren, akıllarını küçümseyen şu kardeşin oğlunu bize ver. Biz bir kişiyi sana verip başka bir kişiyi öldürmek için alıyoruz." Ebû Tâlib kendilerine şu ceva­bı verdi: "Vallahi, siz benimle pazarlığın en iğrencini yaptınız. Siz evlat edinmem için kendi çocuğunuzu veriyor ve benim evladımı öldürmek için almak istiyorsunuz. Buna asla razı olamam." Bunun üzerine Hâşim'in karde­şi Nevfel'in evlatlarından Mut'ım b. Adiyy şöyle dedi: "Vallahi, Ebû Tâlib, kavmin sana adaletli ve insaflı davranmıştır ve seni, içinde bulunduğun çıkmazdan kurtarmak istiyor. Fa­kat bakıyorum ki, sen onlara itibar etmi­yorsun." dedi. Ebû Tâlib'in cevabı şöyle oldu: "Yemin ederim, onlar bana adaletli ve insaflı davranmamıştır. Fakat bakıyorum ki sen beni bırakıp onlardan yana çıkıyorsun. Neyse, ne istersen yap, bu senin bileceğin iştir." Tartış­ma büyüyerek kavgaya dönüştü ve iki taraf birbirine söz atıp düşmanlıklarını açığa vur­dular. (İbni Hişâm, îbni Cerîr Taberî, İbni Sa'd).

İbni İshak'ın ifadesine göre bundan sonra, Peygamber @ yanlarından ayrılınca Ebû Ce­hil kalkıp şöyle dedi: "Ey Kureyş cemaatı! Gördüğünüz gibi Muhammed dinimizi kötü­lemek, babalarımıza ve dedelerimize sövmek, bize akılsızlar demek ve ilâhlarımıza dil uzat­maktan başka hiçbirşey kabul etmedi. Allah'a söz veriyorum ki yarın, kaldırabileceğim ka­dar büyük bir taş alarak oturup onu bekleye­ceğim. Muhammed gelip secdeye kapandığı zaman bu taşla kafasını ezeceğim. Ondan sonra siz beni ister ele verin, ister koruyun. O zaman Abdumenâf oğulları bildiklerini yap­sınlar." Kureyş kabilesinin büyükleri Ebû Ce-hü'e: "Vallahi, seni asla ele vermeyiz.Diledi­ğini yap." dediler.

Ertesi gün sabah olunca Ebû Cehil, dediği gi­bi bir taş alıp oturup Rasûlullah @'i bekledi. Rasûlullah @ hergün yaptığı gibi sabahleyin mescide geldi. O Mekkede iken kıble olarak Suriye'ye (Kudüs'e) doğru yönelirdi. Bunun için namazı Yemen köşesi İle Hacer-i Esved arasında kılar ve Kabe'yi, Suriye tarafı ile kendi durduğu yer arasına alırdı. O gün Rasûlullah @ gelip namaza durdu. Kureyşli­ler toplantı yerlerine gelip oturmuş ve Ebû Cehil'in ne yapacağım beklediler. Rasûlullah @ namazda secdeye kapandığı zaman Ebû Cehil taşı kaldırıp O'na doğru ilerledi. Yanma yaklaşınca kaçarak benzi sarardı, korktu, elle­ri sanki taşa bağlı gibi geri döndü. Sonra taşı elinden attı, bütün Kureyş kabilesi halkı ona doğru koşup "Ey Ebu'l-Hakem, sana ne ol­du?" diye sordular. Ebu Cehil onlara: "dün si­ze anlattığım gibi Muhammed'i öldürmek üzere kalktım. Yanına yaklaştığımda onunla benim aramda önüme bir erkek deve çıktı. Allah'a andolsun ki bu devenin kafası, boynu ve dişleri gibi, hiçbir devede görmedim. Deve beni yemek istedi." dedi. (İbni Hişam).

İbni İshak şöyle diyor: Hz. Ömer'in İslâm'a giriş sebebi, kız kardeşi Hattab'ın kızı Fâtıma idi. O, zeyd b. Amr b. Nufeyl'in oğlu olan Saîd ile evliydi. Fâtıma ve kocası müslüman olmuşlardı. İslâmiyetlerini Ömer'den gizli­yorlardı. Ömer'in akrabasından Ka'b oğlu Adiyy oğullarından Nu'aym b. Abdillah da müslüman olmuştu. O da müslümanlığını giz­liyordu. Habbab b. Eret, Hattab'ın kızı Fatı-ma'nın evine gidip gelir, karı kocaya âyetleri öğretirdi. Bir gün Ömer silâhlanıp Safa tepe­sinin yanında bir evde toplanan Peygamber @ ile erkekli kadınlı kırka yakın müslümanı kastederek yola çıktı. Rasûlullah'm yanında amcası Hamza b. Abdulmuttalib, Ebu Bekir b. Ebî Kuhâfe, Ali ve Habeşistan'a hicret et­meyip Mekke'de kalan bazı müslümanlar bu­lunuyordu. Yolda Nu'aym b. Abdillah'a rast­ladı. Nu'aym: "Ey Ömer, nereye gidiyorsun böyle?" diye sordu. Ömer: "Kureyş'i tefrikaya düşüren, akıllarını küçümseyen, dinlerini ayıplayan, ilâhlarını kötüleyen şu sapık Mu­hammedi öldürmeye gidiyorum" dedi.

Nu'aym: "Vallahi, nefsin seni aldatmıştır ey Ömer. Muhammed'i öldürecek olursan Abdi Menâf oğullarının seni serbest bırakacaklarını mı sanıyorsun? Önce kendi ailene bak. Onla­rın işini düzelt, sonra başka şeyler düşün." dedi.

Ömer öfkeyle sordu: "Neden söz ediyorsun sen?" Nu'aym: "Kız kardeşin, enişten ve am­can oğlu Saîd b. Zeyd b. Amr müslüman ol­muşlar, Muhammed'in dinine girmişler, önce onlara bak!" dedi. Bunun üzerine Ömer, kız kardeşi Fâtıma'nın evine gitti.

İbni İshak'ın ifadesine göre; Kureyş kabilesi bir araya gelip Rasûlullah @ hakkında istişarede bulunup birbirine şöyle dediler: "Bu adamın durumunun hangi raddeye geldi­ğini görüyorsunuz. Allah'a yemin olsun ken­disi ve O'na tâbi olan kimseler her an bize baskın yapabilirler, asla O'na güvenmiyoruz. Bu hususta söz birliği yapınız." Bunun üzeri­ne müzakereye başladılar. İçlerinden biri: "O'nu bir yere hapsedelim, kimse ile görüş­mesine de meydan vermeyerek ölünceye ka­dar oradan çıkarmayalım! Kendisine ölmeye­cek kadar yiyecek verelim!..."

Fakat bu teklif itirazlara uğradı. Böyle bir ha­reket kargaşalık çıkarabilir; arkadaşlarmın âni bir baskınına sebebiyet verebilirdi. Onlardan birisi: "Onu hapsetmeyelim, O'nu Mekke'den çıkaralım..." dediyse de bu da uygun görül­medi. Çünkü: "Muhammed Arapların herhan­gi bir aşiretine gider, o güzel sözleriyle onları kandırır ve kendine ilhak ettirir, onları arka­sından sürükler ve bizden intikam alır..." de-nildî. Bunun üzerine Ebu Cehil şöyle dedi: "Muhammed'i öldürmekten başka çare yok.

Abdumenâf oğullarının buna engel olabilece­ğini söylerseniz buna da bir çâre düşündüm. Her bir kabileden kuvvetli, soylu ve şerefli birer genç alacağız. Her birinin eline birer kı­lıç vereceğiz. Hep birlikte kendisini vuracak­lar. O'nu öldürmek suretiyle kurtulmuş olaca­ğız. Böyle yapınca kan sorumluluğu bütün kabilelere dağılır... Abdumenâf oğullan on­larla savaşa giremiyecek ve çaresiz diyete ra­zı olacaklar, biz de diyetini vereceğiz." Ebû Cehil'in bu teklifi, toplantıya iştirak edenler tarafından beğenildi. (Sîret-i İbni İshâk).

Bu hâdiseler, Hz. Peygamber @'i öldürmek için Kureyş'in verdiği kararlardan birkaç mi­saldir.

Bunlardan da anlaşıldığı gibi, Peygamber @'in Mekke'de geçirdiği günler her yönden emniyetli sayılmazdı. Birbirini takip eden bu tehditler ve ashabın moralini bozan havaya rağmen, Rasûlullah @'in hiç bir zaman tebliğ görevinden ve açıkça halkı davet etmekten geri kaldığı görülmemiştir. Bütün bu hâller, Araplar arasında yaşayan bir kimse için nor­mal değildir. Vahiy ve İlâhi bir emir olmasay­dı tahammül edilemezdi.

 

Sürekli Takip Ve Bıktırma Taktikleri

 

Ubbad'ın oğlu Rebîa'nın şöyle dediği rivayet ediliyor: Ben, genç bir delikanlı iken efen­dimle birlikte Mina'da idim. Rasûlullah @, kabilelerin çadırlarına yakın bir yerde durarak şöyle diyordu: "Ey falan oğulları, ben Al­lah'ın elçisiyim. Size gönderildim. Allah'a kulluk edip şirk koşmayınız. Ondan başka bü­tün taptıklarınızı bırakınız. Bana inanıp, beni tasdik ediniz ve Cenab-ı Allah'ın bana gön­derdiği emirleri tebliğ etmek için beni koru­yunuz." Arkasında da gözü şaşı, parlak saçı örgülü bir kimse vardı. Aden işi bir elbise giymişti. Rasûlullah @ sözünü bitirince, o: "Ey falan oğulları! Bu adam Lât ve Uzzadan uzaklaştırmak ve cinnîlerden müttefikimiz olan Mâlik b. Akyeş'in   oğullarından ayırıp getirdiği bid'at ve sapıklığa sizi düşürmek is­tiyor. Kendisine uyup O'nu dinlemeyiniz." di­yordu. (Rebîa,) babama: "Bu adamın peşini takip edip sözünü yalanlıyan kimdir?" dedim. Babam: "Bu, amcası Abduluzza b. Abdul-muttalib'in oğlu Ebû Leheb'tir" dedi.

Ebû Nu'aym, Hz. Ali'nin şöyle dediğini riva­yet etmiştir: Rasulullah @, her mevsimde çı­kıp kabileleri İslâm'a davet ederdi. Fakat hiç bir kimse, davetine icabet etmedi. Evet Me-cenne, Ukaz ve Mina'da çeşitli mevsimlerde toplanan kabilelerle görüşürdü ve bu hâl se­nelerce devam ettiğinden, bazı kimseler: "Halâ usanmadı, yetmez mi artık?" derdi. Bu sıkıntılı hâllere rağmen Rasulullah @, bir üs­lup üzerine tebliğ işine devam etti. Halbuki normal bir insan böyle hallerde ye'se düşer, bıkar. Ama bunlardan hiç birisi olmadı. Ger­çekten peygamber olmasaydı, devam etmesi­ne imkân yoktu. Tebliğ görevini yaparken karşılaştığı engelleri nasıl aştığına dair getir­diğimiz bu misallerle iktifa edeceğiz ve ardı kesilmeyip devam eden tebliğ için yapılan sü­rekli çalışmalardan da birkaç misal vereceğiz.

 

İnsanların Gözünde Küçük Düşürme Gayretleri

 

İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "(Önce) en yakın akrabanı uyar." (26: 214) âyet-i kerimesi nazil olunca, Hz. Peygamber @, bir gün en yakın akrabası olan Kureyş'in büyüklerini davet etti ve onlarla birlikte Safa tepesine çıktı. Kureyş kabilesi de, takım ta­kım, arkasından geldi. Rasulullah @, etrafın­da bulunanlara şöyle hitâbederek: "Ey Abdul-muttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Ka'b oğulları! Size şu tepenin arkasından bir düş-man ordusunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız?" diye sordu. "Evet, inanırız!" dediler. "Öyleyse biliniz ki, ben şiddetli azap ıle uyarmakla emrolunan Allah'ın elçisi-yım!"dedikten sonra "Sizi hiç bir şey Al­lah'tan müstağni kılmaz" âyetini okudu. Bu hak yoluna daveti kavmini heyecanlandırdı. Orada bulunan Hz. Peygamber @'in amcası Ebû Leheb ise kızgınlıkla: "Helak olasın! Bi­zi bunun için mi buraya topladın?" diye ba­ğırdı ve yerden bir taş alarak Hz. Peygamber @'e attı. Daha sonra nazil olan Tebbet sûresi 'nde bu azılı İslâm düşmanı ile karısının adla­rı zikredilmiştir. (Müsned-i Ahmed). Ebû Le-heb'in karısı Ummu Cemil, dikenleri toplayıp Rasulullah @ 'in geçtiği yollara attığından Al­lah ona odun taşıyıcısı (hammalet el-hatab) lakabını vermiştir, {tbni Hişâm).

tbni İshak'ın ifadesine göre, Ummu Cemil, kendisi ve eşi hakkında indirilen Kur'an âyetlerini işittiği zaman eline bir taş alıp Rasulullah @'in yanına varmış. Bu sırada Rasulullah @ yanında Ebu Bekir bulunduğu halde Kabe yakınında oturuyormuş. Ummu Cemil onların yanına geldiğinde Allah, onun gözlerini, Elçisini göremez bir hâle getirmiş. Bunun için o, ancak Ebu Bekir'i görebilmiş. Ebu Bekir'e: "Ey Ebu Bekr! Hani arkadaşın? Nerede o? Duyduğuma göre o beni hicvedi-yormuş. Allah'a yemin olsun ki onu görsey-dim şu taşla ağzına vuracaktım. Vallahi ben bir şairim" demiş. Bundan sonra şu beyitleri söylemiş: "Biz, kötülenmiş (zemmedilmiş) bir adama itaat etmiyoruz; onun ortaya attığı şeyleri istemiyoruz; dinini de sevmiyoruz." ve çekip gitmiş. Ebu Bekir, Rasulullah @'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Acaba o seni görmedi mi?" diye sormuş. O da: "Hayır! Beni göre­medi; Allah onun gözlerini beni göremez bir hâle getirdi." demiş {İbni Hişâm).

 

Delilik İthamları

 

Müsned-i Ahmed'de, Mâlik b. Kinârie oğulla­rından şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Rasûlullah'ın, Zü'1-Mecâz panayırında gezdi­ğini ve şöyle dediğini görüp işittim. "Ey in­sanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz. Felah bulur­sunuz!" dedi. Ebû Cehil de üzerine toprak serperek şöyle diyordu: "Bu adam sizi dini­nizden çevirmesin, ilâhlarınızı, Lât ve Uzzayı bırakmanızı istiyor." Rasulullah @, onun bu sözlerine iltifat etmiyordu.

Ahmed, Benî ed-Delîl kabilesinden Rebia b. Ubbad'ın (henüz müslüman olmamıştı, sonra oldu) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cahİliy-yet devrinde Rasûlullah @, Zü'1-Mecâz pana­yırında şöyle diyordu: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz, felah bulursunuz." Halk da başına toplanmıştı. Bu arada parlak yüzlü, şa­şı gözlü, saçlarını iki örgüyle ayırmış bir kimse, sözüne karışarak şöyle diyordu: "O, sapık ve yalancıdır." Nereye gidiyorsa, o da arkasından giderdi. "Bu kimdir?" diye sor­dum. "Amcası Ebû Lehep'tir" dediler.

Haris b. Hâris'in şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Minâda iken babama, bir topluluğu göste­rerek "bu hangi cemaattir?" diye sordum. Ba­bam, "bunlar bir sapığın etrafında toplanmış­lar" dedi. Baktım ki Hz. Muhammed @, in­sanları Allah'ın birliğine davet ediyor. Onlar da sözünü reddediyorlar. (Tabarânî). Yine Taberânî'de, Müdrik'den rivayetle şöyle bir kayıt vardır: Babamla beraber hacca gittim. Minâya indiğimizde bir toplulukla karşılaştık. Babama, onların kim olduğunu sordum. O da: "Bu bir sapıktır, etrafında toplanmışlar." dedi. O sırada Rasûlullah @, etrafındakilere şöyle diyordu: "Ey insanlar, Lâ ilahe illallah deyi­niz, felah bulursunuz."

İbni İshak, Zuhrî'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Bir defasında Rasûlullah @ Kinde ka­bilesinin toplantı yerine gitmişti. Kabilenin başında Melih adlı bir kimse vardı. Onları İslâm'a davet etti, kendisinin de Allah'ın Rasûtü olduğunu söyleyerek Kindelilerin yar­dımını talep etti. Fakat onlar kabul etmeyip geri çevirdiler.

Muhammed b. Abdurrahman b. Hüseyn'den rivayet edilmiştir: Rasûlullah @, Kelb kabile­sinin bir boyu olan Benî Abdullah'a giderek onlan Allah'a davet etti. Kendisinin de Al­lah'ın elçisi olduğunu belirterek: "Ey Abdul­lah Oğullan! Allahu Teâlâ atanıza iyi bir isim bahsetmiştir. Siz bana yardım edin." dedi. Fa­kat onlar da bu isteği reddettiler.

el-Bidâye'de kaydedildiğine göre, Abdullah b. Kaab b. Mâlik'den şöyle rivayet olunmuş­tur: Rasûlullah @, Benî Hanife kabilesinin evlerine giderek onları Allah'a davet etti ve peygamber olduğunu söyledi; fakat Araplar­dan hiç bir kimse bunlar kadar kötü davran­mamıştı. Oradan Rasûlullah @'i kovdular.

İbni İshak'ın, İmam Zührî'ye dayanarak nak­lettiğine göre, bir gün Rasûlullah @, Benî Amir b. Sâsâ'nm oturdukları bölgeye giderek, onları Allah'a davet etti. Buna karşılık, Beyhâre b. Firâs adında biri arkadaşlarına: "Vallahi, bu Kureyşli genci yanımıza alabilir­sek bütün Arabistan'ı elimize geçirebiliriz." dedi. Sonra Peyggamber @'e dönerek: "Biz, bu iş için sana destek olursak ve Allah da seni düşmanlarına galip kılarsa, bundan sonra hü­kümdarlık bize geçer mi?" diye sordu. Hz. Peygamber @: "Bu, Allah'ın elindedir, O ki­me dilerse verir." dedi. Bunun üzerine İbni Firâs şöyle dedi: "Biz, senin uğrunda Arapla­ra karşı göğüs gereceğiz ama, Allah seni gâlib kıldığında hükümdarlığı başkasına verecek?! Git, seninle işimiz yok." Benî Âmir b. Sâsâ mensupları haccdan sonra kabilelerine dönün­ce, hacda olup biteni yaşlı bir zâta anlattılar: "Abdulmuttalib oğullarından bir genç bize geldi. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu, bizden kendisini korumamızı talep etti ve bizimle birlikte diyarımıza gelmek is­tedi. (Onunla şunları şunları konuştuk ve son­ra) O'nu geri çevirdik." Yaşlı zât bunları du­yunca başını elleri arasına aldı ve şöyle ko­nuştu: "Ey Amir Oğulları! Bunun telâfisi mümkün müdür? Büyük bir fırsatı kaçırmışız. Ruhum elinde olan Allah'a yemin olsun, İs­mail'in soyundan hiç bir kimse böyle birşey uydurmamıştır. Bu mutlaka doğrudur. Nasıl düşünemediniz?"

Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah @ ile beraber çar­şıya çıktık. Halkın toplandığı bir yerde durun­ca kendisine, "bu Kinde kabilesinin büyük bir cemaatı ve hacca gelenlerin en iyisidir. Benî Bekr b. Vâil'in kaldıkları evler şunlar, Benî Amir b. Sâsâ'nın evleri de bunlardır. Hangisini istiyorsan oraya gidelim." dedim. Önce Kinde kabilesinden başladı. Onlara "Hangi kavimdensiniz?" deyince: "Yemenliyiz." de­diler. "Yemenden kimlerdensiniz?" "Kinde kabilesindeniz." "Kinde kabilesinden kimler­den oluyorsunuz?" "Amr b. Muâviye oğulla-niıdanız" dediler. Bunun üzerine: "Size hayır­lı birşey göstereyim mi?" dedi. "Nedir bu ha­yırlı şey?" "Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet getirmeniz, namaz kılmanız ve Allah tarafından gelen hükümlere imân etmeniz-dir." (Ebû Nuaym, Hakim, Beyhakî).

Abdullah b. Ecleh anlatıyor: Babam, akraba­larının yaşlılarından şöyle rivayet etmiştir: Kinde kabilesi kendisine dedi ki: "Gâlib ge­lirsen hükümdarlığı bize bırakır mısın?" Pey­gamber @ buyurdu ki: "Hâkimiyet Allah'ın elindedir, dilediğine verir." Kirfde, "öyle ise bize söylediğin şeye ihtiyacımız yoktur" dedi. Kelbî diyor: Kinde kabilesi kendisine; "Bizi ilâhlarımızdan çevirip Araplarla başbaşa bı­rakmak mı İstiyorsun? Sen kavmine git, biz dediklerine muhtaç değiliz." Bunun üzerine Bekr b. Vâil kabilesine gitti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: "Kimlerdensiniz?" "Bekr b. Vâil kabilesindeniz." "Bekr b. Vâil'den kimlerdensiniz?" "Kays b. Selabe'nin oğulla-nndanız." "Sayı bakımından çok musunuz?" "Toprak kadar çoğuz." "Gücünüz nasıldır?" "Pek güçlü değiliz, İran'a komşuyuz, kendi­mizi onlardan koruyamıyoruz." Rasûlullah @: "Bir gün gelecek, siz onların menzillerine ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksi­niz ve onların evlatlarını esir alacaksınız." de­di. "Sen kimsin?" dediler. Rasûlullah @: "Ben Allah'ın rasûlüyüm" dedi. Bu görüşme­den sonra onların yanından ayrıldı. Arkasın­dan oraya amcası Ebu Leheb geldi ve halka: 'Sözünü kabul etmeyin" diyordu. Ona: "Sen bu adamı tanıyor musun?" diye sordular. Evet, bu adam eskiden çok iyi idi, ama şimdi aklım kaçırmıştır, saçmalıyor." deyince, onlar da: "Iran hakkında söylediklerini duyunca biz de aklî dengesinin yerinde olmadığını anla­mıştık." dediler.

 

KISIM 4

 

HZ. PEYGAMBERDİN DAVET İÇİN ELÇÎ GÖNDERMESİ

 

Ebû Asım, Ahnef b. Kays'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Osman'ın Hilâfeti zama­nında Kabe'yi tavaf ederken, Benî Kays kabi­lesinden birisi elimden tuttu ve "Beni hatırla­dın mı?" dedi. "Hani, Allah'ın Rasûlü @ j beni senin kavmine göndermişti de size İslâm'ı be­yan edip, İslâm'a inanmaları için davet etmiş­tim." Bunun üzerine ben de: "Sen, bizi hayra davet edip iyliği emretmiştin. Şimdi ben de iyiliğe davet ediyorum." dedim.

Darekutnî, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber @ Abdurrah-man b. Avfı çağırttı; "Hazırlığını yap, bir se-riyye İle beraber seni göndereceğim..." dedi. Hadis şöyle devam ediyor: Abdurrahman yo­la çıktı ve arkadaşlarına yetişti. Dûmetu'l-Cendel'e vardılar. Şehre girince halkı İslâm'a davet ettiler. Bu tebligat üç gün sürdü. Üçün­cü gün, Hıristiyan reisleri el-Esbağ b. Amr el-Kelbî müslüman oldu. Abdurrahman, bu du­rumu, Cüheyne kabilesinden Rafi' b. Mükeys vasıtasıyla gönderdiği bir mektupla Hz. Pey­gamber @'e bildirdi. Peygamber @, "Es-bağ'ın kızıyla evlen" diye mektubu cevaplan­dırdı. Bunun üzerine kızıyla evlendi. Ki bu kız, Ebu Seleme b. Abdurrahman'ın annesi olan Tema'dır.

İbni îshak, Muhammed b. Abdurrahman Temîmî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah @, Arapları İslâm'a davet için Amr b. As'ı gönderdi. O'nu bu iş için seçmek­ten maksadı, Ümmü'1-As b. Vâil'in, Benî Bilâl kabilesinden olmasıydı. Onlarla uyuşa­bilmek İçin onu gönderdi.

Beyhakî, Berâ'nın şöyle dediğini rivayet et­miştir: Rasûlullah @, Yemen halkını İslâm'a davet etmek için Hâlid b. Velid'i gönderdi. Berâ diyor ki: Ben de Hâlid b. Velid ile gidenlerden idim. Altı ay kadar orada kaldık, fakat hiç kimse davete icabet edip müslüman olmadı. Sonra Rasûlullah @, AH b. Ebû Tâlib'i göndererek, Halid'in geri dönmesini emretti. Yalnız Halİd ile beraber bulunanlar­dan, kalmak isteyenlerin Ali'nin maiyyetinde kalmasını tavsiye etti. Berâ diyor ki: Ben de Ali ile birlikte kaldım. Kavme varınca toplan­dılar. Ali, cemaatin önüne geçerek namaz kıl­dırdı. Sonra onları bir tek safta topladı. Ce­maatın önünde oturup, Rasûlullah @'m ken­dilerine gönderdiği mektubu okudu. Bunun üzerine bütün Hemedân kabilesi müslüman oldu. Hz. Ali, olup bitenleri bir mektupla Rasûlullah @'e bildirdi. Rasûlullah @ mektu­bu okuduğunda secdeye kapandı. Başını sec­deden kaldırınca, "Hemedân kabilesine selâm olsun, Hemedân kabilesine selâm olsun!" de­di.

 

Bilenlerin Bilmeyenlere Öğretmesi

 

Ebû Nuaym Hilye adlı kitapta, Urve b. ez-Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ensâr, Rasûlullah @'in sözünü duyduktan sonra, doğru olduğunu anlayarak, dâvetine gönülleri yatıştı, imân ettiler ve hayra vesile oldular. Gelecek hac mevsiminde buluşmak üzere memleketlerine döndüler. Medineye varınca Rasûlullah @'den şu talepte bulundu­lar: "İnsanları Allah'ın Kitabına davet etmek üzere, bir kimseyi seni temsilen buraya gön­der, halk ona daha iyi ısınır." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah @, Benî Abduddar kabile­sinden Mu'sab b. Umeyr'i gönderdi. Mus'ab, Medine'ye vardığında Benî Gunem kabilesin­den Es'ad b. Zürâre'nin misafiri oldu. Onlarla sohbet edip Kur'ân-ı Kerîm okuyordu. Mus'ab sonra, Sa'd b. Mu'âz'ın yanında kal­dı. Halkı İslâm'a davet etmeye devam etti. Al­lah da onun vasıtasıyla pek çok kimseyi hida­yete erdirdi. Öyle oldu ki, bir kaç müslüman erkek veya kadının bulunmadığı tek bir Ensâr mahallesi kalmadı. İleri gelenler de müslüman oldular. Amr b. el-Cemûh da İslâm'ı kabul etti. Ve putlarını kırdılar. Bilahare Mus'ab b. Umeyr, Mekke'ye, Rasûlullah @'in yanına döndü.

Taberânî Kebîr adlı kitapta, Bükeyr b. Ma-rufdan, o da Alkade'den, o da Rasûlullah @'den şöyle rivayet etmiştir: "Bazı kimselere ne oluyor ki, komşularını tanımaz, öğretmez, onlara öğüt vermez ve onlar için emr bi-l-ma'rûf ve nehy ani'l-münkerde bulunmazlar. Hem ne oldu bazı kimslere ki, komşularından öğrenmez, İslâmî bilgileri almaz ve öğüt de kabul etmezler. Allah'a yemin olsun, insanlar ya komşularına öğretecek, onlara İslâmî bilgi verecek ve onlar için emr bi-1-ma'rûf ve nehy ani'l-münkerde bulunacaklar, hem de insanlar komşularından öğrenecek, İslâmî bilgileri on­lardan alacak, öğütlerini kabul edecek. Yok­sa, çabucak onlara azab gönderilmesi için münacatta bulunacağım." Sonra minberden inip gitti. Sahabelerin bir kısmı, "Rasûlullah @ kimi kasdetti? Herhalde Eş'arileri kasdetti. Onlar İslâm'ı bilen kimselerdir. Suyu arayıp bâdiyede yaşıyan komşuları vardır." denildi. Bu söz Eş'arilere ulaştı, bunun için Rasûlullah @'e geldiler: "Ya Rasûlullah! Bir kavmi med-hü sena ettin ama bizi de kötüledin, bizim su­çumuz nedir?" dediler. Rasûlullah @ buyurdu ki: "İnsanlar komşularına öğretip öğüt versin­ler. Onlar için emr bi-1-ma'rûf ve nehy ani'l-münkerde bulunsunlar. Hem de insanlar on­lardan öğrensin, öğüt alsın, bilgilerini alsın­lar. Yoksa üzerine azabın inmesi için ne lazımsa yapacağım." Bu sözlerden sonra: "Başkasına öğüt verecek miyiz ya Rasûlullah" dediler. Allah'ın Rasûlü, sözünü tekrar etti. Onlar aynı şeyi üç kez sordular. Allah'ın Rasûlü de her defasında aynı cevabı verdi. Bunun üzerine "Öğrettiklerini anlat­mak ve öğüt vermek için bize bir yıl müsaade et" dediler. Rasûlullah @ müsaade etti ve sonra şu ayeti okudu: "İsrailoğullarından inkâr edenler, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ di­liyle lanetlendiler.Çünkü (onlar) isyan ediyor­lar ve sının aşıyorlardı, işledikleri kötülükten dolayı birbirlerine mâni olmuyorlardı. Ne kö­tüydü işleyip durdukları." (5: 78-79).

 

Gönderilen Elçiler Ve Mektuplar

 

Hz. Peygamber @'in komşu devletlerin reis­lerini ve Arap kabile başkanlarını İslâm'a da­vet etmek için yazmış olduğu davet mektup­ları, İslâm'ın hükümranlık haklarına sahip olacak şekilde teşkilatlanmasından sonraya aittir. Bu da hicreti müteakip Medine devrin­de kendini gösterir. (Âbidin Sönmez, Rasû-lullah'ın İslâm'a Davet Mektupları, sh. 58).

Hudeybiye antlaşmasından sonra (Milâdî 627) durumun kısmen sakinleşmesi, komşu kabile ve devletlerle münasebetlere imkân verdi. Böylece yirminin üzerinde hükümdar, kabile reisi ve din adamı Rasûlullah @'in gönderdiği mektupları ve elçileri vasıtasıyla islâm'a davet edildi. Her ülkeye oranın dilini bilen kimseler gönderildi. (İbni Sa'd).

İbni Sa'd'ın bildirdiğine göre, sahabe-i kiram arasından seçilerek görevlendirilen elçiler gi­decekleri yerlere aynı günde hareket etmişler­dir. Buna göre:

1- Amr b. Umeyye ed-Damrî, Habeşistan kralı Necâşi'ye;

2- Dıhye b. Halîfe el-Kelbî, Bizans impa­ratoru Hirakl'e;

3- Hâtib b. Ebî Beltea, İskenderiye kralı Mukavkıs'a;

4- Abdullah b. Huzâfe es-Sehmi, Fars kralı Kisra'ya;

5- Şücâ b. Vehb el-Esedî, Haris b. Ebî Şemir el-Gas saniye;

6- Salît b. Amr el-Amirî, Yemâme reisi Hevze b. Ali'ye gönderilmişlerdir.

Aynı tarihte hareket eden bu elçilerden başka değişik tarihlerde Hz. Peygamber @ tarafın­dan diğer bazı elçiler daha gönderilmiştir ki bunların bazılarını şöylece sıralamak müm­kündür:

7- Amr b. el-As, Uman yöneticilerinden Ceyfer ve Abd el-Cülendâ kardeşlere;

8- Alâ  b.   el-Hadremî,  Bahreyn  meliki Münzir b. Sava'ya;

9- Muhacir b. Ümeyye el-Mahzumî, Him-yer reisi  Haris  b.   Abdi  Külâl  el-Hımyerî'ye;

10- Ali b. Ebî Tâlib,

11- EbuMusael-Eş'arî,

12- Muâz b. Cebel, Yemen'e gönderilmiş­lerdir. Her bir elçi üzerine aldığı görevi kusursuz olarak yerine getirmiştir. (A. Sönmez, a.g.e., sh. 60).

Beyhâki, İbni İshak'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah @, Cafer b. Ebî Tâlib ve arkadaşları hakkında Habeşistan kralı Necâşiye bir mektup gönderdi. Amr b. Umey-ye'nin götürdüğü bu mektubun metni şöyle­dir:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Rasûlullah Muhammed'den, Habeş Meli­ki Asham Necâşi'ye.

İslâm'ı kabul et. Ben, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'ın sana olan nimetinden dolayı mesrurum. O Melik'tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır). Kuddûs'tür (O, her türlü ayıplardan ve noksanlardan beridir). Selâm'dır (bütün âfet ve kederlerden salimdir). Mü'min'dir (emniyet verendir). Müheymin'dir (her-şeyi gözetip koruyandır).

Ben şehadet ederim ki, İsa bin Meryem Allah'ın Ruhu ve Kelimesi'dir. Onu iffet­li, her türlü dünya kirinden ve fitnesinden temizlenmiş olan Meryem'e ilkâ etmiştir ve o, İsa'ya hamile kalmıştır. Allah onu, tıpkı Adem'i kendi eliyle ve nefhi ile ya­rattığı gibi kendi ruhundan ve nefhinden yaratmıştır. Ben seni, eşi ortağı olmayan Allah'a davet ediyorum. Taatına devam etmeye ve bana tâbi olmaya çağırıyorum. Bana gelene iman etmeye davet ediyo­rum. Ben, Allah'ın rasûlüyüm. Sana (daha önce) amcam oğlu Ca'fer'i ve onunla birlikte müslümanlardan bir gru­bu göndermiştim. Sana geldikleri zaman onları misafir et. Cebbârlığı bırak. Ben seni ve askerlerini Allah'a davet ediyo­rum. Şüphesiz ki ben tebliğ ettim ve na­sihat ettim. Nasihatimi kabul ediniz. Selâm, hidayete tâbi olan kimselere ol­sun."

Abdullah b. Abbas'm Ebu Süfyan'a dayanarak bildirdiği, Bizans imparatoru Hirakl ile ara­sında geçen muhavere belli başlı hadis mec­mualarında yer almaktadır. Bu rivayette, Rasûlullah @'in Hirakl'e gönderdiği mektu­bun tam metni de yer almaktadır:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Allah'ın kulu ve rasûlü Muhammed'den, Rum kralı Hirakl'e,

Hidayete tâbi olanlara selâm olsun.

Bundan sonra; ben seni İslâm'ı kabul et­meye davet ediyorum. İslâm'ı kabul et, selâmet bulursun. Müslüman ol ki, Allah sana iki kat ecrini versin. Şayet yüz çevi­rirsen, bütün tebeanın vebali de sana aittir. "Ey ehl-i kitab, hepiniz bizimle sizin ara­nızda müsavi (ve âdil) bir kelimeye gelin. Şöyle diyerek: Allah'dan başkasına tapma­yalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım. Al­lah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler (diye) tanımıyalım. Buna rağmen eğer yi­ne yüz çeviririlerse (o halde) deyin ki, şa-hid olun, biz muhakkak müslümanlanz."

Rasûlullah @, elçisi Dıhye ile Bizans impara­toruna zikredilen davet mektubunu ulaştırır­ken, aynı zamanda Rumların ruhanî lideri olan ve devlet yönetiminde müessir rol oyna­yan patriğe de bir mektup göndermiştir. Şöyle ki:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Duğâturu'l-Üskufa, Selâm, iman eden kimseler üzerine olsun, Bunun eserine gelince, Meryem oğlu İsa,

Allah'ın afîfe olan temiz ve nezîh Mer­yem'e ilka ettiği Ruh'u ve Kelime'sidir. Şüphesiz ki ben, Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e ve İsmail'e ve îshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene ve (bütün) pey­gamberlere Rableri katından verilenlere iman ederim. Onların hiçbirinin arasını ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş müslü­manlanz.

Selâm, hidayete tâbi olan kimseler üzerine olsun." (îbni Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, c. I, sh. 274).

İbni Cerîr, İbni İshak tarikiyle Hz. Peygamber @'in Kİsrâ'ya gönderdiği mektubun tam met­nini rivayet etmiştir:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Rasûlullah Muhammed'den, Fars kralı Kİsrâ'ya, Selâm, hidâyete tâbi olan kimseler üzerine olsun. Allah'a ve Rasûlüne tâbi olan, Al­lah'dan başka ilâh olmadığına, eşi ortağı bulunmadığına şehadet eden, Muham-med'in, O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna iman eden kimseler üzerine olsun.

Seni, Allah'ın hak dinine davet ediyorum. Şüphesiz ki ben, bütün insanlara gönderil­miş Allah'ın elçisiyim. (Bu da) hayatı olan kimseleri (gelecek tehlikelerle) korkut­mam ve kâfirlere o (azâb) söz(ü) hak ol­ması içindir.

İslâm'ı kabul et, selâmet bulursun. Şayet kaçınırsan mecûsîlerin vebali sana aittir."

Beyhakî'nin metnini bildirdiği, Necran halkı­na gönderilen mektup da şöyledir:

"İbrahim, İshak ve Yakub'un İlâhı adıyla,

Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed'den Necran Başpiskoposu'na ve Necran halkı­na;

Siz barışsever insanlarsınız. Ben; İbrahim, İshak ve Yakub'un İlâhına olan hamdirni size bildiririm. Bundan sonra, sizi kullara kulluğa değil, (yalnızca) Allah'a kulluk .yapmağa ve kulların dostluğuna değil, Al­lah'ın dostluğuna çağırıyorum. Bunu kabul etmediğiniz takdirde size cizye lâzım gelir. Bunu da kabul etmezseniz size karşı savaş açmayı haber veriyorum. Vesselam."

Bu misaller, Hz. Peygamber @'in Allah'ın emirlerini, din ve şeriatını nasıl tebliğ ettiğini gösteren örneklerdir. (Geniş bilgi için bkz.: Stret Ansiklopedisi, c. I, 3. bölüm).

Muhataplar, elçilerin davetini duyduktan son­ra, dinlerinden dönmeyi kabul etmezlerse; in­sanların inanç ve düşüncelerinde hür olduğu, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel ve hatta si­lahlı güçlerinin dokunulmazlığı korunurken hakikate inanmaları ve inandırılmalarının kendi iradelerine bağlı olduğu uluslararası ba­rış düzeni olan Pax Islamica-îslâm barışına katılmaya davet edildiler. Rasûlullah @ (İslâm Devleti) bütün insanları İslâm'a davet etme fırsatlarını araştırdı ve onların şahsî ka­rarlarına saygı gösterdi. Onları boyun eğdir­meye çalışmadığı gibi herhangi bir şekilde de sömürmedi. Yalnız kendi menfaatlerini değil, eşit haklara sahip, Allah'ın indirdiği vahyine muhatap eşit kullan olarak onların haklarını da gözetti. Rasûlullah @'İn (İslâm Devletinin) görevi Allah'tan gelen mesajı nakletmekle sı­nırlandırılmıştı.

Bu daveti kabul veya red etmek, Allah'ın bu­yurduğu gibi (18: 19) kişinin kendi tercihine kalmıştı. Fakat hiç bir güç, kurum veya gele­nek insanları ilâhî çağrıyı duymaktan ve ona icabet etmekten alıkoyamazdı. Onları mahkûm etmek, bunu onların yetersizlikleri­ne yorumlamak yanlış ve onur kinci olması­nın yanında, aynı zamanda bir çeşit manevî zulümdü.

Hz. Peygamber @'in elçilerine, krallara ve kabile başkanlarına "her yöneticinin maiyye-tindekilerin manevî refahı için sorumluluk ta­şımaları gerektiğini" söylemelerinin sebebi budur. Bizans imparatoru, Mısır hükümdarı ve Habeşistan kralı bu daveti nezaketle cevaplandırdılar. Fars kralı \e Kuzey Arabis­tan'daki uydu devlet ve kabile başkanları da­veti hor görerek, küstahlıkla reddettiler. Bir Bizans derebeyi olan Zatû'l-Taleh'in valisi, kendisine ve halkına İslâm'ı tebliğ için gön­derilmiş Rasûlullah @'in onbeş sahabisini şe­hit etti. Bir başka Bizans vekili olan Busra valisi, müslüman elçinin davetini yaydığını duyması üzerine onu öldürdü. Bazı müslüman tarihçiler, İmparator Hirakl'in bizzat eyalet yöneticilerine bu kıyımı emrettiğini belirtir­ler. (M. H. Heykel, The Life of Muhammed, sh. 338-339).

Bizans ve ona bağlı bölgelerden gelen bu tep­ki, müslümanlan, İlâhî mesajın duyurulması­nı engelleyen bu otoriteyi kırmaya yöneltti. Bu küstah yöneticiler, düşmanca tavırlarıyla müslümanlara başka çare bırakmadılar. Müs­lüman orduları, onlara üç şarttan birini tercih etmelerini isteyerek kapılarına dayandılar: İslâm'ı kabul etmek; içinde dinlerini yaşa­makta hür olacaklan, mensuplarım ve toplu haklarım teminat altına alacak şekilde bir ümmet olarak yaşayabilecekleri İslâm'ın dün­ya düzenini kabul etmek; veya savaş.

Müslümanların bu konudaki tavrı, Rasûlullah @'in ashabı, Ölü Deniz'in güneydoğusundaki Maan ordularının komutanı Abdullah b. Revâha tarafından simgelenmekteydi. Düş­manla karşılaşmadan Önce, adamlarına şöyle dedi: "Kardeşlerim! Bazılannm başımıza ge­leceğinden korktukları şey, bizim buraya gel­memizin kat'i sebebidir; yani şehitlik. Biz müslümanlar ne sayıca, ne de silahça üstün­lükle savaşırız. Bizim tek dayanağımız, Al­lah'ın bir merhamet olarak bize lütfettiği ima-nımızdır. Cihad için kalkın ve ilerleyin! En büyük iki nimetten birisi bizim olacak: Zafer yahut şehâdet. Her iki hâlde de kazanan bi-ziz!"

Müslümanları İran (Fars) imparatorluğuyla savaşırken harekete geçiren de aynı ruhtu. İran'ın komutanı, oldukça şâşâlı, debdebeli ve içinde zorlukla hareket ettiği altın işlemeli süslü giysileriyle; günlük çöl kıyafeti içindeki müsl'iman komutanını gördükten sonra şunu sordu: "Seni buraya bizimle savaşmaya geti­ren nedir?" Müslüman komutan şöyle cevap­ladı: "Bu insanlar, kullara ibadet etmeyi bıra­kıp, insanların Yaratıcısına ibadet edebilirler. Bunun gerçekleşmesi için adamlarımız, senin adamlarının yaşamaya istekli oldukları kadar, ölmeye isteklidirler." (Farukî, İslâm Kültür Atlası, sh. 157).

Hz. Muhammed @, yirmi üç senelik peygam­berlik hayatının her ânında ve her fırsatta in­sanları Allah'ın yoluna çağırmıştır. Savaşta, barışta, ikili görüşmelerde ya bizzat ya da mü'minler vasıtasıyla tebliğ görevini yerine getirmiştir.

Hz. Peygamber @, ayrıca, bütün mü'minlerin tebliğ ile mükellef olduğunu bildirdi. Tâ ki, yeryüzünde davetini duymayan kimse kalma­sın. Bunun neticesinde, Rasûlullah @ henüz hayatta iken Arap Yarımadası, Allah'ın emri­ne baş eğip dâvetine icabet etti.

Yarımada'ya komşu devletlerin büyükleri de ilâhî daveti elçiler ve mektuplar vasıtasıyla tebellüğ ettiler. Böylece Hülefâ-i Râşidîn za­manında yeryüzünde yaşayan insanların çoğu İslâm hakkında bilgi edinip tebellüğ etmişler­di. Kimi İslâm'ı kabul edip davete icabet etti, kimi de yüz çevirip küfründe ısrar etti. Ben­zeri olmayan ve içten gelen bu tebliğin davet ve dâvetçinin doğruluğunun neticesi olduğu bir gerçektir. Doğruluğun en yüksek zirvesin­de bulunan dâvetçi, tam görevini yapıp Al­lah'a karşı sorumluluğunu idrak etmeseydi bu aşk ve heyecanı kendisine inananlara vere­mezdi.

Henüz hayatta olan bir insanın davetinin bu tarzda benimsenip herkesçe sahip çıkıldığına dair tarihte bir başka vakıa yoktur. Bu ancak Rasûlullah @'e nasib olmuştur. O, henüz ha­yatta iken onbinlerce mü'min, nazil olan Kitâb'ı ve çok sayıda hadisini ezberlemiş, sonra Kitâb'ı harfiyyen sonraki nesillere dev­retmişlerdir. Bu, onların imân etmekle mükel­lef olmaları gibi tebliğ hususunda da Allah'a karşı mükellefiyetlerinin bir neticesi olmuş­tur. İslâm, davetin ulaşmadığı insanları so­rumlu saymamaktadır. Ancak, tebliğ için gös­terilen çabalar sayesindedir ki, asırlardır Hakk'ın mesajından haberdar olmayan kimse çok nâdirdir. Allah'ın Rasûlü @, tebliğ vazi­fesini gereği gibi yerine getirdi. Bugün de dünyanın her köşesinde Allah'a davet eden mü'minler vardır.

 

KISIM 5

 

HZ. PEYGAMBER @'İN BÜYÜK ZEKÂ VE FETÂNETİ

 

Peygamberler, davet için gerekli zekâ ve fetânete sahip kimselerdir. Onlar, risalet gö­revlerini yerine getirirken hasımlarıyla müna­kaşaya mâruz kalabilecekleri gibi, taraftarla­rının sorularını cevaplandırmak, yapılan itiraz ve tenkitleri izale etmekle de karşı karşıya ka­lacaklardır. Öyle ise böyle bir vazife için ze­ka, fesahat ve münazara gücü lüzumludur ki, muhatablarını ikna etsin ve mağlup düşme­sinler. Mağlubiyetleri, onlara karşı üstünlük­lerini sağlayamaz. Bu da, Peygamberlerin bü­tün davasının hak olduğuna bağlıdır. Çünkü, bâtıl olan bir davanın üstün gelmesine imkân yoktur. O, daima zevale mahkûmdur. Hakkın üstün gelebilmesi için davasını delîl ile isbat edebilecek bir akla ihtiyaç vardır. Aklî izahla­rı bulunmayan haklar kaybolup ortadan kalk­mıştır. Delili gereği gibi açıklamak için fesahat ve konuşma kabiliyeti lâzımdır. Bu da ancak en bilgili, en zeki ve en fasîh olan kim­se için mümkündür.

İnsanların ilim ve meslekleri farklı farklıdır. Kimi din adamıdır, kimi siyasetçidir, kimi ik­tisatçı, kimi doktor, kimi felsefeci... Bunlar­dan herhangi biri kendi branşı açısından bir tenkitte bulunacak olursa onu ikna etmek ge­rekir. Peygamber davasıyla ilgili her konuda herkesten daha bilgili olmazsa davasını ispat-layamaz.

insanlar zekâ, fesahat ve konuşma kabiliyyeti yönünden de farklılık gösterir. Peygamberin bir vazifesi de bütün insanları ikna edip dava­sını ispatlamaktır. Herkesten zeki olması da bunu ispatlamaya yetmez. Bunlara sahip olan kimse, açık bir ifadeye ve fasîh bir lisâna da muhtaçtır. Allahu Teâlâ, peygamberi Musa'yı tebliğ ile görevlendirdiği zaman Hz. Mûsâ Ş°yle dedi: "...Rabb'im, benim göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmesi için yüreğimi genişlet), bana işimi kolaylaştır, dilimden (şu) düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar." (20: 25-28). Yani, "kalbimi bir rasûlün büyük görevi ile ilgili zorluklan yerine getirmeme yaraya­cak cesaretle doldur ve bu görevin yerine ge­tirilmesi için bana güven ver." Hz. Musa böy­le dua etti, çünkü görevinin büyük sorumlu­luklarının şuurundaydı. Ayrıca akıcı bir dile sahip olması niyazında da bulundu,

Bu hususiyetler Allah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Muhammed @'in şahsında toplan­mıştı. O, zihin açıklığı, anlama ve kavrama yeteneği ve üstün bir zekâ ile teçhiz edilmişti. Ne önden ve ne de arkadan bâtıla mâruz ol­mayan tam ve açık bir burhan, mükemmel ve düzgün bir üslûp ile hakkı ifade etmek; hasmı susturup onu teslim olmağa zorlamak, ancak her şeyi bilgisiyle ihata eden Allah'ın davet ve risalet yükünü yüklenen Rasûl için müm­kün olabilir.

"Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer..." (22: 75).

"...Allah, elçiliğini nereye koyacağını (risale-tini kime vereceğini) daha iyi bilir..." (6: 124).

Bu hususiyetleri gözden geçirince, Hz. Mu­hammed @'in bunların her birinde zirve oldu­ğunu göreceğiz. Peygamber @ en büyük -ger­çekten de mucizevî ve karşı konulamaz- bir silâhla yani Kur'an'ın belagatİ ve fesahatiyle silahlandırılmıştı. İnandırmak ve ikna etmek için Kur'an'ın gücü, eşi olmayan büyük bir "tremendum" ve harekete sevkeden bir tesir­dir. Peygamber @ her fırsatta İslâm'ın üstün bir sunucusu olarak İlâhî kelâmın müessir gü­cüyle insanları Allah'a çağırdı. Kur'ân'dan yaptığı iktibasların yanında Hz. Muhammed @'in kendi konuşması da etkileyiciydi. Benî Sa'd b. Bekr'in kampında yetiştirildiğini söy­lerdi. Arapçayı mükemmel ve belagatla konu­şurdu. Konuşmada belagat ve fesahatin kıy­metini çok iyi takdir ederdi. Dinleyenlerin kalplerinde tesir uyandıracak ve onların hayallerini harekete geçirecek yetenekte Arap diline hâkimdi. İnsanları hakikate inandır­makta fevkalâde başarılıydı. O'nun ifadeleri Hz. Aişe'nin belirttiğine göre, ilk duyuşta ez­berlenebilecek kadar açık-seçik ve tane tane idi. Hz. Muhammed @'in daveti aynı zaman­da insanların gönüllerine hitap ediyor ve on­ların fıtratlarındaki duyguları aydınlığa çıka­rıyordu. (Farukî, a.g.e., sh.135-136).

Dâva yönünden, davasının hak ve doğru ol­duğunda şüphe yoktur. Bunu isbat etmek için kitabın konularını incelemek kâfidir. Fesahat yönünden ise O, bütün Araplardan daha fasih ve açık bir ifadeye sahipti. Burhan ile davası­nı isbat etmek yönünden de, bir başkasında görülmeyecek şekilde, Rasûlullah @'in her insanın seviyesine inip, sâde bir ifade ile onu iknaya kabiliyetli olduğu görülür. Böylelikle bütün insanlara inanç, ibâdet, yaşayış ve ha­yat yolunu gösterip Kur'ân-ı Kerim'in her şeyi açıkladığını isbat etmiş ve herkesi susturmuş-tur. Kur'ân-ı Kerîm kıyamete kadar her devir­de insanlar için Allah'tan birer belgedir. O'nun rasûlü Hz. Muhammed @'in sahîh sün­neti de bu dinin tatbiki için en güzel bir mi­saldir.

Bütün bu hususiyetleri açıklamak için Hz. Peygamber @'in serdettiği hüccetlerden ve İslâm'a davet etmek için okuduğu hutbe ve mektuplardan ve emr-i bil mâruf ve nehy-i ani'I münker meyamnda söylediği delil ma­hiyetindeki sözlerinden de bir kaç misâl vere­ceğiz. Bunlan gördüğümüzde, Allah'ın, Rasû-lüne verdiği ikna kabiliyetinin ne kadar kuv­vetli olduğunu ve her yönden mahlûkâtın en mükemmeli bulunduğu anlaşılacaktır:

Abdullah b. Ahmed ve Ebû Ya'la. Saîd Ebî Râşid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hi-rakl'in Hz. Peygamber @'e elçi olarak gön­derdiği (Arap) Tenûh kabilesine mensup zâtı Humus'ta gördüm. O, benim komşum idi. Çok yaşlanmış, pîri fâni olmuştu. O'na: "Hi-rakl'in Hz. Peygamber @'e, Peygamber'in Hi-rakl'e gönderdikleri mektuplar hakkında bana bilgi verebilir misin?" dedim. Tenûhî: "Evet." dedi ve söze başladı.. "Hirakl'in mektubum alıp götürdüm. Tebük'e varınca baktım ki Peygamber ashabı ile birlikte suyun kenarın­da oturuyorlar. 'Adamınız nerededir?' dedim 'İşte budur!' dediler. Ben de kendisine yakla­şıp oturdum ve mektubu eline verdim. O dt mektubu alıp eteğinin üzerine koydu. Bana: 'Kimlerdensin?' dedi. Ben de: 'Tenûh kabile-sindenim' dedim. Peygamber @: 'İbrâhim'ir hanif dinini ister misin?' diye sorunca: 'Ber bir kavmin elçisiyim ve onun dinine mensu­bum. Onlara dönmedikçe ondan (dinimden^ dönmem.' dedim. Bunun üzerine şu ayeti (28; 56) okudu: "Sen, sevdiğini doğru yola ilete­mezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola ile­tir. O, yola gelecekleri daha iyi bilir."

Tenûhî dedi ki: "Sonra mektubu sol yanında bulunan birine verdi. 'Mektubu okuyan arka­daşınız kimdir?' diye sordum. 'Muâviye'dir' dediler. Benimkinin (Hirakl'in) mektubunda şu vardı: 'O, muttakiler için hazırlanmış, eni gökler ile yer kadar olan cennete beni davel ediyor, ya cehennem nerededir?'

Peygamber @ buna karşılık: 'Subhanallah! Gündüz gittiği zaman gece nerededir?' dedi."

İbni Huzeyme, İmran b. Hâlid b. Talayk b. Muhammed, İmran b. Husayn babasından, 0 da dedesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kureyşliler Husayn'a gidip (onu sayıyorlar­dı) dediler ki: 'Sen bu adamla görüş. O, bizim ilâhlarımıza sövüyor.' Birlikte gittiler, Pey­gamber @'in kapısına yakın bir yerde oturdu­lar ve birbirlerine şöyle dediler: 'Bu yaşlı zâtın konuşmasına müsaade ediniz.' İmran ile arkadaşlan epeyce vardı. Sonra Husayn ko­nuşmaya başladı: 'Nedir bu kulaklarımıza ge­len şu sözler? Sen bizim ilâhlarımıza sövüp kötülüyorsun. Halbuki senin baban kal'a gibi ve iyi bir insandı.' Hz. Peygamber @ de şöy­le dedi: 'Ey Husayn! Benim babamla senin baban ateştedirler! Ey Husayn, kaç ilâha tapı­yorsun?' Husayn: 'Yer yüzünde yedi, gökte bir olmak üzere sekiz ilâha tapıyorum' dedi. Peygamber @: 'Sana bir musibet gelirse kime yalvarıp dua ediyorsun?' 'Gökte olan Allah a yalvarıp duâ ediyorum.' 'Malın helak olursa kime duâ ediyorsun?1 'Gökte olana yalvarıp dûa ediyorum.' 'Yalnız o senin duam kabul ettiği halde neden diğerlerini ortak ediyor­sun? Acaba şükretmek hususunda rızasını mı aldın, yoksa sana galebe çalmaktan mı korku­yorsun?' 'Hayır bunlardan hiç birisi değil.' dedi- (Husayn, şimdiye kadar böyle bir kimse ile konuşmamıştım, dedi). Peygamber @: 'Ey Husayn! Müslüman ol, selâmet bulursun.' Husayn: 'Benim kavmim ve aşiretim vardır, onlara ne diyeceğim?' "De ki: 'Allah'ım be­nim için en doğru yolu göster, bana faydalı bir ilim ver?"

Husayn I unları söyledi. Bunun için kavmin­den İslâm'a girmeyen kimse kalmadı. Sonra İmran kalkıp onun başını, elini ve ayaklarını öptü. Hz. Peygamber @, bu hâli görünce göz­leri yaşardı. Husayn, kâfir olarak Peygam-ber'in yanma girdiğinde, İmran onun için ne ayağa kalkmış ne de O'ndan tarafa bakmıştı. Müslüman olunca hakkım Ödedi. Husayn çık­mak istediği zaman, Hz. Peygamber @, ashaba: 'O'nu evine kadar yolcu ediniz.' bu­yurdu. Kapıdan çıkar çıkmaz onu gören Ku-reyş: 'Sapıttı!' dediler ve dağıldılar." (el-İsâbe).

Ebû Temime Hüceymî'nin rivayetine göre, kendi aşiretinden bir zât, Peygamber @'e gitti (veyahut Peygamber @'in yanında iken birisi geldi) ve: "Allah'ın Rasûlü (veya Muham-med) sen misin?" dedi. Peygamber @: "Evet." "Kime yalvarıp duâ ediyorsun?"

'Ben yalnız Allah'a yalvarıp duâ ediyorum. O, öyle bir zattır ki, başına gelen musibetin kalkması için duada bulunsan onu kaldırır; sana çatan kıtlığın kalkması için duâ edersen bitki ve ekinlerini bitirir. Bir çölde kaybetti­ğin bineğinin geri dönmesi için duâ edersen U, sana geri çevirir." Bunun üzerine adam Müslüman oldu. Sonra: "Ey Allah'ın Rasûlü, bana bir vasiyette bulun" dedi. Peygamber @:

Wıç bir şeye (veya kimseye) sövme." dedi. Râvî dedi ki: "Peygamber @ bana vasiyet ettikten sonra, ne bir deveye ne bir koyuna ve ne de bir keçiye sövmedim." (Müsned-i Ah-med).

Adiy b. Hatem'in şöyle dediği rivayet edil­miştir:

Peygamber'in ortaya çıktığını duyunca hiç hoşlanmadım, nefret ettim. Bunun için Bizans Devleti(Kayseri)nin tarafına geçtim. Bulun­duğum yerde de yalnızdım, bu yalnızlık ise bana fazlasıyla sıkıntı veriyordu. Sonra şöyle düşündüm: 'Bu adama gideyim. Yalancı çı­karsa bana zarar vermez, doğru ise ben de du­rumu öğrenmiş olurum.' Geri dönüp yanına gittim, yanına varınca etraftakiler: "Bu, Adiy b. Hatem'dir" diye takdim ettiler. Rasûlullah @ bana: "Ey Adiy b. Hatem! Müslüman ol, selâmet bulursun." dedi ve bunu üç defa tek­rarladı. Adiy: "Ben bir dine mensubum." Pey­gamber @: "Dinini senden iyi bilirim." "Ben­den iyi mi bilirsin?" "Evet, sen Rükûsiye (Hı­ristiyanlığın bir kolu) dinine müntesip olup kavminin elde ettikleri ganimetin dörtte birini yiyen bir kimse değil misin? "Evet." "Bu se­nin dininde caiz değildir." "Evet." dedim, bir kaç defa tekrar etti. Ben de buna tevazu gös­terdim. "Haberin olsun! Senin müslüman ol­manı önleyen şeyin ne olduğunu bilirim. Sen diyorsun ki, etrafında bulunanlar zaif ve güç­süz kimseler; onları da Araplar safdışı etmiş­tir. Sen Hire şehrini bilir misin?" "Görmedim, sadece işittim." "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bu iş tamam olacaktır. Öyle ki, Hire'den deve üstünde yola çıkan bir kadın, tek başına, kimseden çekinmeden, ra­hatça gelip Beyti (Kabe'yi) tavaf edebilecek­tir. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazîneleri fethedile­cektir." "İbni Hürmüz'ün hazineleri mi?" "Evet! Kisrâ b. Hürmüz'ün hazineleri. Mal ve servet öyle çoğalacaktır ki, onu kabul edecek kimse bulunmayacaktır?" dedi.

Adiy b. Hâtem şöyle diyor: Gerçekten de böyle oldu. İşte Hîre'den kalkan bir kadın, hiç bir kimsenin himayesine girmeden tek başına gelip Beyti tavaf ediyor. Kisrâ'nın hazîne­lerinin fethine gelince, ben bizzat onu fethe­denlerle beraber idim. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun, üçüncüsü de ola­caktır. Çünkü Rasûluilah @ haber vermiştir. (Müsned-i Ahmed).

Adiy b. Hâtem'in rivayetine göre, kendisi Ak-rap'ta bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber @ 'in seriyyeleri gelip halasını ve bazı kimse­leri alıp götürmüşlerdi. Onları Peygamber @'in yanına çıkarınca iki saf haline getirmiş­lerdi. Halam şöyle dedi: "Bize bakan uzaklar­da, kimsem yok. Ben de yaşlı bir kadınım, ar­tık hizmet edecek bir hâlim kalmadı. Beni ba-ğiŞİa ki, Allah da seni bağışlasın." Hz. Pey­gamber @: "Sana bakan kimdi? "Adiy." "Şu, Allah ve Rasûlünden kaçan kimse mi?" Sonra Peygamber @ halamı bağışladı. Hatta o, bir binek de isteyince çevresindekilere verilmesi­ni emretti. (Adiy diyor ki,) Halam sonra bana gelip şöyle dedi: "Sen öyle bir şey yaptın ki, baban olsa onu yapmazdı. Hoşuna gitsin veya gitmesin, O'nun yanına gitmelisin. Falan ve filan yanına gittiler, pek çok şey elde ettiler."

Bunun üzerine Peygamber @'in yanına git­tim, yanında bir kadın ve bir kaç çocuk (veya bir çocuk) vardı. Onların Peygamber @'e bağlılıklarından sözetti. O zaman anladım ki, ne Kisrânın ne de Kayser'in hükümdarlıkları kalmayacaktır. Peygamber @ bana: "Ey Adiy b. Hâtem! Neden kaçtın, yoksa Lâ ilahe İllallah demekten mi? Neden? Yoksa Allahu ekber demekten mi? Allah'tan büyük ne var?" Bunun üzerine müslüman oldum. O za­man Peygamber @'in yüzünün sevinçten par-ladığını gördüm. (Müsned-i Ahmed).

Ebû Ya'lâ, Harb b. Süreyc'den, o da Belade-viye kabilesine mensup birisinden, o da dede­sinden şöyle rivayet etmiştir: Medine'ye git­tim, Vâdi'nin kenarına gelince baktım ki, bir keçiyi tutan iki kişi müşteri ile pazarlık yapı­yordu. Müşteri satıcıya; "bana ikram et", di­yordu. Kendi kendime, "Bu adam, halkı dalâlete sürükleyen Haşimî değil mi?" dedim. Dikkatlice baktım; yakışıklı, zarif, geniş alın­lı, ince kavisli kaşları vardı. Göğüs kılları seyrekti. Üzerinde iki parçadan ibaret eski bir elbise vardı. Bize doğru geldi ve esselâmû aleykûm dedi. Biz de selâmını aldık. Müşteri hemen durmadan: "Ya Rasûluilah! Ona (satı­cıya) söyle, bana ikram etsin." dedi. O da eli­ni uzatıp şöyle dedi: "Siz mal sahibisiniz. Ben hiç kimsenin malına, kanına ve ırzına haksız­lık etmeden Allah'a kavuşmayı arzu ediyo­rum. Allah'ın hakkı hâriç. (O zâlim değildir) Allah, dürüst alış-veriş yapana, borcunu eda edene ve alacağını isterken nazik olan kimse­ye merhamet etsin." Sonra gitti. Ben de kendi kendime; 'vallahi, bu adamın tatlı bir dili var. Onu takip edeyim' dedim ve peşinden gidip: "Yâ Muhammedi" deyince, Peygamber <Ş> bütün bedeniyle dönüp: "Bir arzun mu var?" diye cevap verdi. Ben: "Halkı dalâlete sürük­leyip helak eden ve ecdadın yaptıkları ilâhlardan çeviren sen misin?" dedim. Pey­gamber @: "O, Allah'tır." Ben: "Neye davet ediyorsun?" "Allah'ın kullarını Allah'a davet ediyorum." "Ne diyorsun?" Peygamber @ şöyle dedi: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim, Allah'ın Rasûlü olduğuma ve bana ge­lene imân edip Lât ve Uzza putlarını inkâr et­meye, namaz kılıp zekat vermeye davet edi­yorum." "Zekât nedir?" diye sordum. Pey­gamber @: "Zenginlerimizin, mallarından bir kısmını fakirlerimize vermesidir." "Çağırdı­ğın şey güzeldir" dedim. (Râvi, anlatmaya de­vam ediyor:) Daha önce yeryüzünde herkes­ten ziyade nefret ettiğim bir adam iken, sonra evladımdan, babamdan ve bütün insanlardan daha fazla bana sevimli oldu. Peygamber @: "Dediğimi anladın mı?" dedi."Evet dediğinizi anladım" dedim. "Öyle ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet eder ve bana gelene imân eder misin?" Ben de: "Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Ayrıca bir çok kimsenin uğradığı bir yere, beni davet ettiğin şeye onları da davet edeceğim, sana tâbi olacaklarına umutlu­yum." dedim. Peygamber @: "Evet, onları davet et." Daha sonra dediğim yerde davetimi yaptım. Erkekli kadınlı hepsi müslüman oldu­lar. Allahın Rasûlü, beni taltif etmek için ba­şımı okşadı.

Buhârî ve Ebû Dâvûd, Uhud savaşında müslümanlar yenilgiye uğradıktan sonra, mü'minlerle müşrik ordusunun başı Ebû Süf-van arasında cereyan eden muhaverenin bir kısmını naklettiler. Geri kalanını da Râzî zik­retti. Rivayetlerine göre, muhaverenin tam metni şöyledir: Ebû Süfyân, savaş meydanın­dan döneceği zaman bir tepenin üzerine çıktı ve yüksek sesle şöyle bağırdı: "Muhammed içinizde midir?" Peygamber @, yanındakilere cevap vermemelerini tembihledi. Ebû Süfyân cevap alamayınca: "İçinizde Ebû Kuhâfe (Ebû Bekir) var mıdır?" diye seslendi. Pey­gamber @ yine sus işareti verdi. Bu sefer Ebû Süfyân: "Yâ Hattab oğlu Ömer!" diye bağır­dı. Peygamber @ yine cevap vermemelerini emretti. Ebû Süfyân haykırmalarına cevap alamayınca çevresindekilere: "Anlaşıldı, hep­si ölmüş. Hayatta olsaydılar mutlaka cevap verirlerdi." dedi. Ömer kendini tutamayıp şöyle seslendi: "Ey Allah'ın düşmanı! Yalan söylüyorsun, seni üzenleri Allah korumuş­tur!" Ebû Süfyân da: "Yaşasın Hübel!" diye bağırdı. Bunun üzerine Peygamber @: "Ken­disine cevap veriniz." dedi. "Ne diyelim?" dediler. Peygamber @: "Allah her şeyden bü­yük ve yücedir! deyiniz" dedi. Ebû Süfyân: "Bizim Uzzâ'mız var, sizin ise yok!" deyince Peygamber @ şu cevabı verin, buyurdu: "Al­lah bizim mevlâmız(dost ve yardımcımız)dır, sizin ise mevlânız yok!"

Ebû Süfyân dönerken: "Savaşta yenmek nö­betledir. Bugün Bedir (savaşının) karşılığıdır. Cesedleri görüyorsunuz." diye seslendi. Pey­gamber @: "Kendisine söyleyiniz" dedi. "Bi­zim şehitlerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir!"

Ebu İshak, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dedi­ğini rivayet ediyor: Allah'ın Rasûlü @, Hu-neyn günü ele geçirdiği ganimetleri Kureyşin yeni müslümanlan ve diğer Araplar arasında bağıttı. Ensâra hiç bir şey vermedi. Bunun üzerine Ensar'm bir kabilesinin kalbinde bazı Şüpheler uyandı. Hatta onlardan birisi "Valla­hi, Peygamber kendi kavmiyle anlaşmış ir" dedi. Bu sebeple Sa'd b. Ubâde, Peygamber @'e giderek: "Yâ Rasûlullah! Ensâr ganimet mallarının bu suretle taksiminden dolayı zâtınıza karşı gönüllerinde teessür duymuşlar­dır. Ganîmet malını Rasûl-i Ekrem kendi kav­mi arasında bol bol dağıttı, kavmine büyük hediyeler verdi de Ensâr'a bir şey vermedi, di­yorlar." dedi. Hz. Peygamber @: "Ey Sa'd, sen de bu fikirde misin?" diye sordu. Sa'd b. Ubâde: "Yâ Rasûlullah! Ben de kavmimden bir fert olmaktan başka bir şey değilim." diye son derece edibâne cevap verdi. Bunun üzeri­ne Peygamber @: "Öyle ise haydi kavmini şurada topla!" diye emretti. Sa'd çıkıp Ensâr'ı orada topladı. Muhacirlerden bazı kimseler gelmişlerdi. Bunları da içeri aldı. Başka ge­lenleri kabul etmedi. Sonra gelip: "Yâ Rasûlullah! Ensâr toplandı. Teşrifinize hazır­dır." diye cevap verdi. Rasûlullah @ de he­men kalkıp geldi. Ve şu şekilde en heyecanlı hitabelerinden birisini irad etti: Allahu Teâlâ'ya hamdü senadan sonra: "Ey Ensar ce­maati! Hakkımda gönlünüzde duyduğunuz te­essürü işittim. Siz dalâlet içinde iken ben size gelmiş değil miyim ve benim vasıtamla Al­lah'ın hidayeti erişmiş değil midir? Siz fakir iken benim hicretimle Allah sizi zengin kıl­madı mı? Aranızdaki düşmanlık ateşi sizi ke­mirirken, gelişimle, Allah kalblerinizi birleş-tirmedi mi?" buyurdu. Ensar bu soruları: "Evet! Allah ve Rasûlullah'ın üzerimizdeki minnet ve şükranı daha yücedir." diye tasdik ve teyit ettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: "Siz benim suallerime şöyle cevap verseydi­niz daha doğru söylemiş ve tarafımdan daha ziyade tasdik edilirdiniz! Siz bana: 'Ey Mu­hammed, herkes sana yalancı derken sen ara­mıza geldin. Biz, sarsılmaz bir kanaatle senin peygamberliğine inandık! Herkes seni terk et­tiği sırada biz sana müzaheret ettik! Vatanın­dan kovdukları zaman seni yurdumuza sığın­dırıp evimize misafir ettik. Sen bize fakir gel­din, biz sana yardım ettik!' deseydiniz, ben de 'çok doğru söylüyorsunuz!' derdim. Ey Ensâr cemaati! Bir takım kimselerin kalbleri-ni telif ile müslüman olmaları için verdiğim ve müslümanlığımızın kuvvet ve kemâline güvenerek sizi mahrum ettiğim önemsiz dün­ya metamdan dolayı canınız mı sıkıldı, nefsi­nizde bir endişe mi buldunuz? Halk aldıkları develerle, koyunlarla evlerine dönerken siz de Rasûlullah ile yurdunuza dönmek istemez mi­siniz ey Ensar cemaati? Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, muhakkak ben Ensâr'dan bir fert olmak isterdim. Halk bir vadiye yönelse, Ensâr da bir vadiye seyr edip gitse, hiç şüphesiz ben de Ensâr vadisine yö­nelirdim. Allah'ım! Sen Ensâr'a, Ensâr'ın ev­ladına, evladının evladına rahmet eyle!" bu­yurdu.

Bu heyecanlı hutbeden sonra Ensâr hüngür hüngür ağladı. Sakallarını gözyaşları ıslatı­yordu. Ve bir ağızdan: "Biz nasip, sevinç ve saadet vesilesi olarak Rasûlullah'ı isteriz!" di­ye bağırıştılar. Sonra Rasûlullah @ mekânına döndü, onlar da dağıldı. (Buharî).

Atâ b. Yesâr anlatıyor: Birisi, Hz. Peygamber @'e gelerek sordu: "Yâ Rasûlullah! Annemin yanına girerken izin istemem gerekir mi?", "evet" cevabını verince adam tekrar: "Eğer ben evde onunla berabersem?" Hz. Peygam­ber @ tekrar: "izin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekteyim." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah @ (öfkeyle): "Annenden izin iste, onu üryan olarak görmekten hoşlamr mısın?" dedi. Adam: "Hayır" deyince; "Öyleyse (her seferinde yanına girerken) annen­den izin iste!" buyurdu. (Muvatta).

Ebû Ümâme'nin rivayetine göre, bir genç Hz. Peygamber'e gelerek: "Yâ Rasûlullah! Bana zina yapmak için izin ver" der. orada bulu­nanlar gencin üzerine yürüyerek onu ayıplar­lar ve hırpalamağa başlarlar. Hz. Peygamber @: "Bana getirin" der. Yaklaşınca: "Bu fiili annen için kabul eder misin?" diye sorar. "Vallahi, hayır" cevabı üzerine: "Başkaları da anneleri için buna razı olmazlar" der ve aynı şekilde "kızın için kabul eder misin?...", "kız kardeşin için...", "halan için...", "teyzen için... kabul eder misin?" diye sorar ve her seferinde: "Vallahi hayır" cevabını alınca

Rasûlullah @ da: "Başkaları da buna razı ol­mazlar" der. Sonunda elini üzerine koyup: "Yâ Rabbi, günahlarını affet, kalbini paket, fercini hıfzet" diye dua eder ve genç bundan böyle hiçbir menfî temayül göstermez. (Müs-ned-i Ahmed).

Siyer kitaplarının rivayet ettiklerine göre, Medine'ye gelen Necrân Hıristiyanları Rasû­lullah @ ile tartışmaya girmişlerdi. "O'nun (İsâ aleyhisselâm'ın) babası kimdir?" diye sordular. Akılları sıra bu soruyla, Hz. Pey-gamber'i susturup -hâşâ- İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm, onların sorularını şöyle cevaplandırı­yor: "Allah yanında İsâ'nm durumu, Âdem'in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı, sonra ona 'Ol' dedi, o da oldu." (3: 59).

Peygamber @ onlara şöyle cevap verdi: "Al­lah'ın Ölmeyeceğini ve İsa'nın ölmeye mahkûm olup öleceğini bilmiyor musunuz?" "Evet biliyoruz." "Rabbimizin herşeyin koru­yucusu ve rızıklandıncısı olduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ, bunlardan herhangi birini yapabilir mi?" "Hayır." "Ne yerde, ne gökte hiç bir şeyin Allah'a gizli kalmadığını bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ, bunlardan hiç bir şey bilir mi?" "Hayır." "Rabbimiz di­lediği şekilde İsa'yı ana rahminde suretlendir-diğini, ne yemek yediğini ne su içtiğini, ne de abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Her anne gibi, İsa'nın annesinin de ona hamile olduğunu; sonra her annenin yav­rusunu doğurduğu gibi onu doğurduğunu; sonra her çocuk gibi emzirildîğini; yemek yi­yip su içtiğini ve abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Öyleyse iddia ettiğiniz gibi nasıl olacaktır?" dedi.

Hudeybiye günü, Kureyş kabilesi müslüman-lara karşı savaşa hazırlanmıştı. Hz. Peygam­ber ise bu niyetle gelmemişti. Müslümanların Hacc için Mekke'ye girmelerine müsaade et­meyen Kureyş'e şöyle söyledi: "Siz de bilirsi­niz ki, biz Kureyş ile cenk etmek için buraya gelmedik. Fakat Kureyşlileri bizimle savaşa girmeye pek arzulu görüyorum. Beni dinlerlerse, onlara şöyle bir teklifim var: Aramızda bir mütareke yapalım. Onlar beni diğer Arap-jarla başbaşa bıraksınlar; yenilirsem, zaten maksatlarına ererler. Allah beni galip kılarsa onlar da ötekiler gibi ister İstemez İslâm'a gi­rerler. Ya Allah dinini galip kılacak, yahut şu cah daman kesilecektir."

Bunlar, açık ve fasih bir uslûbla, Hz. Pey­gamber @'in başkalarıyla yaptığı tartışma, nasihat ve hutbelerinden bir kaç misaldir.

Veda haccında Peygamber @ uzun bir hutbe irâd etti. Yüksek bir sesle bunu cemaate du­yuran, Rebî'a b. Ümeyye idi. Aşağıda zikre­dilen metin, bunun bir bölümüdür.

Rasûlullah @, Rebî'a b. Ümeyye'ye: "Ey in­sanlar! Peygamber şöyle diyor, de" dedi. Rebî'a bunu aktardıktan sonra: "Bu ay hangi aydır?" diye seslendi. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. "Zilhicce (ayı) değil midir?" buyurdu. "Evet Zilhiccedir!" dediler. "Bu içinde bulunduğumuz hangi beldedir?" bu­yurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedi­ler. Sustu, arkasından: "Mekke şehri değil mi­dir?" buyurdu. "Evet, Mekke'dir!" dediler. "Bugün hangi gündür?" buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah @: "Yevmü'n-nahr (kurban kesim günü) değil midir?" buyurdu. "Evet, yevmü'n-nahr'dır!" dediler. Bundan sonra Rasûlullah @: "Ey in­sanlar! Şu hâlde iyi biliniz ki, bu aylarınız, bu şehriniz, bu gününüz nasıl mübarek ve mu­kaddes ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir; her türlü saldırıdan masundur." buyurdu. (Buharî).

Konuşmalarından biri de şudur: "Rabbim ba­na dokuz emir vermiştir: Gizli ve açıkta Al­lah'tan korkmak; öfke ve rıza halinde hak sö­zü söylemek; yoklukta ve bollukta iktisada ri­ayet etmek; bağı koparan kimseyle irtibatı sağlamak ve beni mahrum bırakan kimseyi mahrum bırakmayıp yardım etmek; bana hak­sızlık edeni affetmek; ayrıca, susmamın te-kkür; konuşmamın zikir; bakışımın da ibret olmasını ve iyiliği emretmemi dilemiştir."

Vasiyetlerinden biri de şudur; "Evlâd, Allah'ı (yani emir ve nehyini) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki, O'nu karşında bula­sın. (Bir şey) istediğin vakit Allah'tan iste. Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün mahlûkat toplanıp el birliğiyle sana bir fayda ve menfaat bahşetmek istese­ler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir şey bahsedemezler. Yine bütün mahlûkat el birli­ğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan ziyadesini yapa­mazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırıl­mış, sahifeler de (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur. Rıza ve imanla Allah için çalışabilirsen çalış. Buna gücün yetmezse, ar­zu etmediğin şeylere karşı sabretmende bü­yük bir fayda vardır. Bil ki, Allah'ın yardımı sabır iledir, kolaylık da sıkıntısıyla birliktedir. Her güçlükle beraber mutlaka birer kolaylık vardır." (Tirmizî).

Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Peygamber @'in uzun bir hutbesinden ezberlediği şu sözleri nakle­der:

"Şüphesiz dünya güzel ve tatlıdır. Allah bu dünyada sizi halife kılacak ve yapacağınızı da görecektir. Dikkat ediniz, dünya(mn zevk ve eğlenceleri) ve kadın(lar) sizi Hakk'tan uzak­laştırmasın. Yine dikkat ediniz: Kınayanların kınaması, sizleri, hakkı söylemekten alıkoy­masın. Biliniz ki: Ahdini bozup hıyanet eden herkes için hiyaneti nisbetinde birer sancak dikilecek. Müslümanların hükümdarına karşı hıyanet yapmaktan daha büyük bir hainlik yoktur. Hâinin sancağı, arkasında dikilecek­tir. İnsanlar çeşit çeşit yaratılmışlardır. Bir kısmı mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, mü'min olarak Ölür. Bir kısmı da mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Bir başka çeşit de; kâfir ola­rak doğar, kâfir olarak yaşar ve mü'min ola­rak ölür. Diğer bazıları da, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bilmiş olun ki, bir sınıf insan var ki, alıngan değildir. Kolay kolay öfkelenmez, öfkelense de öfkesi çabuk geçer. Bir sınıf da var ki, çabuk öfkelendiği gibi çabuk da yumuşar. Bİr başka sınıf da var ki, kolay kolay öfkelenmez, öfkelendi­ğinde geç yumuşar. O, onun dengidir. Diğer başka bir sınıf var ki, çabuk öfkelenir, geç yu­muşar. Bilmiş olun ki, bir sınıf var; vereceği­ni güzel verir, alacağını güzel İster. Bir sınıf da vardır ki, vereceğini güzel vermez, ama alacağını güzel ister. Diğer bir sınıf var ki, alacağını güzel istemez ama vereceğini güzel verir. Başka bir sınıf var ki hem vereceğini güzel vermez, hem alacağını güzel istemez. Bunların en iyisi, hem vereceğini güzel veren, hem alacağını güzel isteyen kimsedir. Şerlile­ri de; vereceğini güzel vermiyen ve alacağını güzel istemeyen kimsedir. Bilmiş olun ki, öf­ke insanın kalbinde bir ateş parçasıdır. Siz gözün kızartısını ve boyun damarlarının ka­barmasını görmediniz mi? Onun için onu his­seden yere yapışıp kalkmasın.

Muaz b. Cebel'den şöyle rivayet olunmuştur: Demiştir ki, Hz. Peygamber @ ile Tebük gazasına çıkmıştık. Sıcak bastı. Herkes birer tarafa dağıldı. Bir de baktım ki, Rasûlullah @ yanı basımdadır. Hemen yaklaşıp: "Yâ Rasûlullah, beni cennete sokacak ve cehen­nemden uzaklaştıracak bir ameli bana haber ver" dedim. Peygamber @ buyurdu ki; "Sen çok büyük bir şey sordun.Böyle olmakla be­raber, Allahu Teâlâ'nın müyesser kıldığı kim­seye göre herhalde asandır. Allah'a hiç bir şe­yi şerik etmemek üzere ibadet edersin. Nama­zı kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar, Beytu'llâh'ı hacc edersin.." Peygamber @ şöyle devam etti: "Sana hayır kapılarına delâlet edeyim mi? Oruç siper ve kalkandır. Sadaka günahı, suyun ateşi söndürdüğü gibi söndürür. Gece ortasında kişinin namaz kıl­ması da böyledir." (Sonra şu âyeti okudu:) "Yanlan yataktan uzaklaşır, korku ve ümit içinde Rab'lerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır) için harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne göz­ler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!" (32: 16-17). Sonra: "İşin (dînin) başı, direği, en yüce tarafı nedir, sana haber   vereyim   mi?"   dedi.   "Evet   Rasûlullah!" dedim. "İşin başı İslâm'dır. Di­reği namazdır. En yüce tarafı da cihaddır." Sonra şöyle devam etti: "Bu dediklerimin hepsini tutan, işin esası nedir, sana söyliye-yim mi?" "Evet yâ Rasûlullah" deyince mü­barek dilini (eliyle) tutup: "İşte şunu tut" bu­yurdu. Dedim ki: "Yâ Nebiyya'llâh, biz söy­lediğimiz sözlerle de mi muâhaze olunaca­ğız?" Buyurdu ki: "Herkesi cehennemde yü­zükoyun düşüren, dillerinin biçtiklerinden (yani kazandıklarından) başkası mı zanneder­sin." (Tirmizî).

Ebû Hureyre, Rasûlullah @'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Allah'a ve âhiret gü­nüne imanı olan, ya hayır söylesin, ya ağzını mühürlesin. Allah'a ve âhiret gününe imanı olan, komşusuna ikram etsin. Allah'a ve âhiret gününe imam olan, misafirine ikram et­sin." (Buhârî ve Müslim).

Ebû Zerr, Rasûlullah @'ın şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: "Allah üç kişiyi sever ve üç ki­şiye de buğz eder. Sevdikleri:

1- Aralarında akrabalık bağını vesile yapmadan sadece Al­lah'ı vasıta kılmak suretiyle bir kavme baş vu­rarak yardım isteyen ve mahrum bırakılan kimseye yardım etmek için geriye kalıp gizli­ce Allah ve ondan başka hiç bir kimsenin ha­beri olmadan yardım edendir.

2- Gece yürü­yüşü yapıp devam eden ve uyku her şeyden hoş gelince konaklayan kavimden birisi, kal­kıp benim hoşuma giden söz ve hareketlerde bulunup âyetlerimi okuyan kimsedir.

3- Düş­manla karşılaşıp çarpışan ve hezimete uğra­yan birlikten birisi, göğsünü gererek ölünceye veya galip gelinceye kadar savaşa devam edendir. Allah'ın buğz ettiği kimseler de şun­lardır:

1- Zina eden yaşlı,

2- Kibirli fakir ve

3- Zâlim zengindir.

Ebû Hureyre, Peygamber @'den şöyle rivayet etmiştir: Allahu Teâla kıyamet günü şöyle di­yecektir: "Ey Âdem oğlu! Hastalandım, be­nim ziyaretime germedin." Âdem oğlu: "Na­sıl ben senin ziyaretine gelebilirim. Halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Sen bilmiyor mu­sun ki, filan kulum hastalandığında ziyaretine gitmedin. Sen bilmiyor musun ki, onun ziya­retine gitseydin beni orada bulurdun." "Ey Âdem oğlu! Senden yemek istedim. Sen bana yedirmedin." "Rabbim, nasıl sana yemek ye­direceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum senden yemek istediği halde kendisine yemek yedirmedin.. Sen bilmiyor musun ki, kendisine yemek yedirseydin onu (mükâfatını) yanında bulacaktın." "Ey Âdem oğlu! Senden su istediğim halde bana su içir-medin." Adem oğlu: "Nasıl ben sana su içire-ceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum senden su istediği halde kendi­sine su içirmedin. Sen bilmiyor musun ki, ona su içirseydin, onu (mükâfatını) yanında bula­caktın."

Hz. Peygamber @'in fasih olmasının sırrı; öz söyleyip, sözün bütün ufuklarını ve muhtemel mefhumlarını kapsayıp, mes'elenin derinlikle­rine inmesidir. İnsanlar ilimleri ve kavrayış derecelerine göre O'ndan faydalanabilir.

Rasûlullah @'in tavrmdaki yumuşaklığı, söze başlamasındaki tatlılığı, bitirmesindeki güzel­liği, sözlerindeki açıklık ve netliği, kolay an­laşılır, güçlü ifadelerle konuştuğu herkes tara­fından bilinirdi. Allah O'na özlü kelimelerle üstün hikmetle konuşan güçlü bir natıka ver­miş ve Arap kavimlerinin lehçelerini öğret­mişti. Onlar Peygamber @'e kendi dilleri ile konuşuyorlar, Peygamber de onların kendi dilleri ile cevap veriyordu. Her kavmin dilini öyle ustalıkla konuşuyordu ki, çoğu defa as­habı O'nun ne konuştuğunu ve ne demek iste­diğini sormak zorunda kalırdı. Rasûlullah @'m hadislerini ve sîretini inceleyen bunu an­layacaktır. (Kadı Iyaz, Şifâ-i Şerîf).

Büyük mânâları ve bütün siyaset ilmini içine alan kısa sözlerinden birisi şudur: "Nasılsa-nız, öyle idare edilirsiniz." Yani, her millet, başında bulunan idareden sorumludur. Yol­suzluğunu bilmezse mazur sayılmaz ve mes'uliyetten kurtulamaz. Çünkü cehalet ce­zayı gerektiren bir suç olduğu gibi, yönetimin zor kullanması ve baskıda bulunması cezayı gerektiren aczİyet suçunun neticesidir. Ayrı­ca, mevcut düzen ve yönetimin İlân ettiği programın pek değeri yoktur. Önemli olan milleti meydana getiren fertlerin ahlâkıdır. Yönetici her ne kadar kanun ve nizama bağlı değilse de baskıya boyun eğmeyen bir milleti istibdad ile yönetmek mümkün değildir. Hür­riyetin mânâsını bilmeyen bir milletin hür ol­masına imkân olmadığı gibi, hükümdar, bir kanun ve nizama bağlı kalsa da durum değiş­mez. İdare asıl değil, tâbidir. Bir toplum, hâlini değiştirmedikçe Allah onun halini de­ğiştirmez. Biliniz ki, toplum kendi durumunu düzeltmedikçe idare onu düzeltmez. Ve, in­sanlar bir idareye müstehak oldu mu ona kat­lanır; isterse yönetim iyi olmasın ve millet hürriyetten mahrum kalsın. İşte bu, her tarafa ulaşan en etkin bir tebligattır.

Siyâset, ahlâk ve sosyal hayat kurallarına dair bu hadisin benzerleri sayılamayacak kadar çoktur. Hz. Muhammed @'in sözü, lisanı ve ifadesi fasihdi. Nezaket ve yeterlilik yönünde belagatın en akıcı bir üslûbu üzerinde idi ve böylece bir belagat ile görevini edâ eti. O'nun vefatından sonra mü'minler tarafından günü­müze kadar İslâm'a davet faaliyetleri yürütü-legeldi. Kıyamete kadar İslâm davetini sürdü­recek, Hakk uğrunda mücadele ve mukatele edecek bir topluluğun bulunacağı yine Rasûlullah @'in belirttiği bir husustur.

Kur'an-ı Kerîm'de yer alan: "Siz insanları doğru yola ulaştırmak için çıkarılmış en ha­yırlı Ümmetsiniz..." (3: 110) ilâhî kelâmı aynı zamanda müslümanlara görevlerini hatırlat­maktadır. Bu yoldaki gayretler bazen müca­dele, bazen anlatarak ve ikna ederek, bazen de daha değişik vasıta ve usûllerle yürütülme­lidir. Bu konuda da önderimiz elbette ki, Al­lah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Mu­hammed @'dir.

Rasûlullah   @'in   ulaşılmaz   fesahat   ve belagatına, O'nun hadislerinden birçok misal göstermek mümkündür:

"Müslümanların kanları birbirine denktir. Onların zimmetinde en zayıfların bile sözü ge-Çerlidir. Onlar kendi dışındakilere karşı tek eldirler."

"İnsanlar bir tarağın dişleri gibidirler." "Kişi sevdiği ile beraberdir."

"Onun hakkım senin gözettiğin gibi, senin hakkını gözetmeyen kimse ile arkadaşlık et­mekte hayır yoktur."

"İnsanlar madenlerdir."

"Kendi kıymetini bilen helak olmaz."

"İstişare edilen kimse güvenilir olmalıdır. Konuşmadığı sürece de serbesttir."

"Allah o kuluna rahmet etsin ki, hayır söyler fayda bulur; sükût eyler selâmet bulur."

"Müslüman ol, selâmete çık."

"Müslüman ol, Allah mükâfatını iki kat ver­sin."

"Allah'a en sevimli ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olan ile çevresi güvenli olandır ki, onlar insanlarla, insanlar da onlarla iyi geçinirler."

"Belki kendini ilgilendirmeyen şeyleri konu­şuyor ve kendine faydası olacak fiil ve sözler­den kaçmıyordu."

"İki yüzlü olanın Allah katında yüzü olmaz." "Nerede olursan ol, Allah'tan kork."

"Kötülüğün arkasından iyilik yap ki onu yok etsin."

"İnsanlara iyi ahlâkla muamele et." "İşlerin en hayırlısı orta olanıdır."

"Sevdiğini normal ve ihtiyatlı sev; olur ki, bir gün kızdığın birisi oluverir."

"Zulüm, kıyamette zulümattır."

"Yâ Rabbi! Senin katından öyle bir rahmet diliyorum ki, onunla kalbimi düzeltesin; onunla işimi düzene koyasın; onunla zihnimi toplayasm; bana gizli olan işlerimi düzeltesin; görülen İşlerimi yüceltesin; amelimi tezkiye edesin; onunla bana olgunluğumu ilham ede­sin; iyi kimselerle kaynaşmamı sağlayasm ve onunla bütün kötülüklerden beni koruyasın."

"Yâ Rabbi! Senden hüküm ânında kurtuluşu, şühedanın makamım, süedamn (mutluların) hayatını ve düşmana karşı nusretini istiyo­rum."

"Mü'min, aynı yılan deliğinden iki defa so­kulmaz."

"Bahtiyar kişi başkasından ders alandır."

Ümmu Ma'bed, Rasûlullah @'i anlatırken di­yor ki: "Tatlı sözlü, tane tane konuşur, çok ve anlaşılmaz söz söylemez. Kelimeleri sanki iti­nayla dizilmiş inci taneleri gibiydi. Sesi açık ve güzeldi. O'na salât ve selâm olsun."

 

.

 

 

 

 

Bu bölüm Inkılâb yayınları tarafından hazırlanmıştır.

 

HZ. MUHAMMED: SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM

 

ISLAHATÇI

 

Rasûlullah @'in Çok Yönlü Islâhatları

 

Allah Rasûlü Muhammed @, Rabbi tarafın­dan beşeriyetin hidayeti için gönderildi (7:158). O'nun tebliğ ve uygulamaları her de­vir ve yerde insanlığın hayrını gözetmektedir (4:170). Bu sebepten dolayı O'na vahyedilen "insanlık rehberliğinin esasları" tamarnıyle anlaşılır, tam ve mükemmeldir. Hayatın ruhî, ahlâkî, iktisadî, sosyal ve siyasî bütün yönle­rini kuşatmaktadır. Bu önderliğin daha mües­sir olabilmesi için Hz. Muhammed @, her du­rumu büyük bir zekâ ve yetenekle göğüsle­mek, başarı ve etkisini kolaylaştırmak üzere lâzım olan çeşitli vasıf ve seciyelerle (21:107; 3:159) beraber, kendisiyle karşılaşma fırsatı bulan herkesin gönlünü fetheden ahlâkî zera-fet ve mükemmelliği (68:4), hâl ve davranış-lanndaki güzelliği ve asîl karakterindeki pek çok yönlerin tezahürü sadedinde muhtelif mevki, hâl ve vazifelerle teçhiz edilmiştir. Bir Çok kimse O'nun basit, sâde ve mütevazi hayat tarzından bir hayli etkilenirken pek çoğu da üstün ve nüfuzlu kişiliğinin tesirinde kal­mıştır.

İşte, bu çok-yönlü tâlim ve terbiyesi vasıta­sıyla Allah, O'nun örnek hayatını ve güzel davranış tarzını bütün zamanların insanları için bir model hâline getirdi.

Bu bölümde kısaca, O'nun siyasî, sosyal ve iktisadî sahalardaki ıslahatlarının mahiyetin­den ve faaliyetlerinden bahsedeceğiz.

 

İlâhî Rehberlik

 

Rasûlullah @ insanlığın hidayeti için gönde­rildi. İnsanlar, cahiliyyenin karanlığından, il­min ve İlâhî Hikmet'in aydınlığına çıkarıl­makla iffetli, temiz ve dürüst bir hayata sev-kediliyor; böylece kendilerini kötülük, yalan ve günahtan koruyorlardı. Bundan dolayı, O'na insanlığın tümüyle ıslah edilmesi ve re­faha kavuşması için rehberliğin genel pren­sipleri vahyedildi. O'nun rehberliğindeki bir kimse sadece siyasî, iktisadî, sosyal, ahlâkî veya ruhî bir varlık olarak düşünülmemiş, bü­tün yönleriyle dikkate alınmıştır. Bunların her biri mükemmel bir insanın farklı yönleridir. Fakat insanlar bunları "ekonomik insan", "sosyal insan" veya "politik insan" türünden varlıklar varmış gibi değişik bölümlere ayır­mıştır. Tabiî ki, durum bundan ibaret değildir. Her insan bir çok parçadan oluşan bir bütün­dür. Bir kimse tek bir vücuda sahiptir; fakat iki ayağı, iki kolu, iki gözü vs. bir araya gele­rek onun vücudunu oluşturmaktadır. Hiç bir kimse bunlardan herhangi birine, vücuttan ay­rı olarak sahip olamaz.

Tıb mesleğinde, tedavide kolaylık sağlamak ve etkinliği arttırmak maksadıyla, insan vücu­dunun her bölümüyle ilgili değişik klinikler kurulabilir. Fakat bu bölümlerle ilgilenirken, herbirinin bütüne ait olduğu gözönünde bu­lundurulmalı ve bütünle olan alâkası dikkat­lerden kaçırılmamalıdır. Vücudun muhtelif kısımlarındaki hastalıkları tedaviye çalışır­ken, bunların tek bir vücut mekanizmasına ait parçalar olduğu gerçeği esas alınmalıdır. Ay­nı şekilde, toplumda da, insan hayatının muh­telif yönleri mevcuttur. Fakat bu hususların, işin temel noktası olan ferdin hayatını bir çok bakımdan etkilediği gerçeği dikkate alınma­dan bu meseleleri münferiden ele almak pra­tik bir yol değildir. Bu sebeple, siyasî, sosyal, iktisadî ve benzer meselelerin hepsi birbiriyle tamamen alâkalı ve bağımlıdır. Gerçekte, in­san için sadece ekonomik, sosyal veya politik mesele veya durum yoktur; bütün mesele, onun diğer taraflarıyla olan münasebetlerinde aranmalıdır.

Çağdaş insanın ahlâkî, sosyal ve iktisadî has­talık ve problemleri; temelde onun, kendi mukadderatının tayin edicisiymiş gibi hareket etmesi ve neticelere tahammül etmeksizin kendi prensip ve istekleri ne olursa olsun, on­ları yapabilirmiş gibi davranması gerçeğine dayanır. Ne var ki gerçekler, biyolojiden tarihî hikâyelere kadar muhtelif manâlar taşır. İnsan, tamamen yardımsız olduğu yerde biz­zat "tabiat kanunlan"na bağımlı ve kendi vü­cûdunun dahi sahibi değilken, kâinata olan üstünlüğü hususunda oldukça kibirlidir. Onun evrensel oluşumu etkileyebileceğini söyleme­nin yanlışlığı bir yana; ne düçâr olduğu bir hastalığa mâni olabilir, ne ölüm zamanım se-Çebilir, ne de ölümden kaçabilir veya ölüm­süzlüğe ulaşabilir.

Her insan maddî ve manevî yapısıyla bölün­mez bir bütündür; hayatının farklı yönlerine bu zaviyeden bakılarak mütâlâa edilmelidir. Bu farklı yönlerin ayrı ve bağımsız olarak mütalaa edilmesi etkili çalışma, araştırma ve tetkik için gerekiyorsa da, işin ehli, bu yönlerin hakikatte bir öze ait olduğunu asla gözardı etmez. îslâm, insanın bütün meselelerine bu şartlarla çözümler sunar. Neticede insanın re­fahına yönelik her tür tasnif ve uzmanlıkların bütün tavsiyelerine aynı derecede önem veril­melidir.

Tarihin bütün bu dallarındaki merkezî değer, araştırmanın bizatihî kolu veya konusu değil, insan ve onun refahıdır. Bu bakış açısıyla İslâm, hayatın farklı yönlerine sadece uzman­ların tasnifleriyle yaklaşmaz; aynı zamanda muhtelif meselelere de temas eder; sonuçta sosyal, siyasî ve iktisadî yönleriyle hayatın bütün bünyesini bozan kötülük ve zararlardan uzak olan insan hayatını korumak için değişik yol ve metodlar tavsiye eder. Biz de bu bö­lümde her yönüyle insana ve hayatının farklı alanlarındaki problemlerine temas edecek; bi­rer numune olmaları bakımından, Kur'an'ı ve Hz. Peygamber @'in uygulamalarının insan hayatının keyfiyetini artırmada ne gibi fayda­lar sağladığını inceleyeceğiz.

 

KISIM 1

 

YÖNETİMDEKİ ISLAHATLAR

 

Rasûlullah @, Medine İslâm Devleti'nin yö­neticisi olarak, iç ve dış güvenliğin sağlanma­sı, diğer kabile ve devletlerle anlaşma yapma, adaleti tesis, barış siyaseti, savaş esirleriyle il­gili hükümleri dahil bütün devlet işlerinde hükümet ve yönetimin tarihteki en güzel ör­neğini vermiştir. Burada O'nun liderliğini ör­neklendiren olaylardan bir kaçma temas ede­ceğiz. (Daha fazla bilgi için bkz.: Sîret Ansik­lopedisi, c. I ve II).

 

Devlet Memurlarının Tayini

 

İslâm'ın Arap yarımadasındaki etkisi yayılıp daha geniş bir bölge Medine merkezî hükü­metinin doğrudan yönetimi altına girince, Rasûlullah @ halkın işleriyle ilgilenmek üze­re bir çok vali, zekat tahsildarı ve hâkim (ka­dı) tayin ederek onları muhtelif yerlere gön­derdi. Bu devlet memurlarım tayinde Rasûlullah @'in aradığı özellikler genel ola­rak şunlardı:

a- O bölgenin ilk memuru veya orada ikamet eden biri olması;

b- Dürüst ol­ması;

c- Sağlam karakterli ve güzel ahlâklı olması; ve

d- Müslüman olmakla beraber idareye ehil olması.

Memurların tayininde sosyal statülerine ba­kılmadığı gibi kabile ve kavimleri de asla dikkate alınmazdı. Bir Arabın, bir Farslıya yahut zenciye arap olduğu için tercih edildiği görülmemiştir. İnsanlar ancak ehil olmalarıy­la sorumluluk makamlarına getirilmişlerdir.

Bahreyn, îslâm Devleti'nin yönetimi altına gi­rince, Rasûlullah @, bu devletin müslüman olan hükümdarını yönetim tecrübesi olması dolayısıyla devlet merkezinde tuttu. Bahran Gûr'un aile efradından Bâzân b. Sâsân, Pers-lerin Yemen'deki son valisiydi. Bâzân ve tebâsı da müslüman olunca Peygamber @ onu yönetim ve hükümet işlerinde tecrübe sa­hibi olması hasebiyle bu vazifede bıraktı. Bâzân b. Sâsân ölünce, aynı esasa dayanarak oğlu Sher b. Bâzân da Yemen'in bir bölümü olan Safa'ya vali olarak tayin edildi.

 

Memurların Görevleri

 

Bu memurlar değişik görevler îfa ettiler. So­rumlu oldukları bölgelerde etkili bir yönetim sürdürdüler; haraç ve zekât gibi vergileri top­ladılar ve ihtilafları karara bağladılar. Bu Önemli vazifelerinden başka, İslâm'ı tebliğ et­mekle ve diğer müslüman memurların tâlim ve terbiyelerinden de sorumluydular.

Rasûlullah @, memurları göreve sevkederken onlara sık sık öğüt verirdi. İbni Abbâs'dan ri­vayetle, Peygamber @ Muâz b. Cebel'i Ye-men'e vali ve kadı olarak gönderirken şu tav­siyelerde bulunmuştu: "Ey Muâz! Yemenlile­ri (öncelikle) Allah'tan başka ibadete lâyık bir tanrı olmadığını ve benim de Allah'ın Pey­gamberi olduğumu bilmeğe ve tanımağa da­vet et! Eğer bu iki şehadeti kabul ederlerse bu defa onlara her gece ve gündüz üzerlerine beş vakit namaz farz kılındığını öğret. Eğer na­mazın vücubunu namaz kılarak itiraf ederler­se, bu defa da onlara bildir ki, Allah, kendile­rine mallarında zekat farz kılmıştır. Bu zekat, zenginlerinden alınır ve onların fakirlerine verilir." (Buhari ve Müslim).

 

Rüşvet Olarak Verilen Hediyeler Konusu

 

Devlet memurlarının, herhangi birinden her ne suretle olursa olsun hediye ve bahşiş alma­ları kesinlikle yasaklanmıştı. Bu hususta Rasûlullah @ tarafından sıkı bir İmtihana ve muhasebeye tâbiydiler.

Bir defa Peygamber @, Benî Süleym kabile­sinin zekâtlannı toplamak üzere Îbni'1-Lüte-biyye isimli zâtı memur tayioı buyurdu. Bu zât, memuriyet görevini yerine getirip dönünce, zekat mallarından bir kısmını işaret ede­rek: "Bu sizin içindir. Bu kısım da bana hedi­ye edilmiştir." demesi üzerine Rasûlullah @ derhal minbere çıkarak Allahu Teâlâ'ya ham-dü sena eyledikten sonra: "Bir âmil (zekat tahsildarı) ki, onu ben göndereyim de, o da 'bu sizindir, bu da bana hediye edilmiştir' de­sin. Bunun düşüncesi nedir? Babasınm, anası­nın evinde oturaydı da göreydi ki kendisine bir şey hediye edilir miydi, yoksa edilmez miydi? Nefsim yed-i kudretinde olan Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd'a yemin ederim ki, bu zekat malından her kim bir şey alırsa, aldığı şey, kı­yamet gününde boynu üzerine yüklenmiş ola­rak gelecektir. Yüklendiği şey de ağzı köpür­müş devedir veya kendisine has sesiyle bağı­ran inektir veyahut da meleyen bir koyun­dur." buyurdu. Daha sonra ellerini kaldırarak dua etti ve "işte Yâ Rabbî, emrini tebliğ eyle­dim!" diyerek hutbeyi bitirdi (Buharı ve Müs­lim).

O'nun kasteddiği, zekât toplayıcılarının hedi­ye olarak aldıklarının rüşvet olduğu ve bunla­rın hizmet süresince herhangi bir devlet me­muru tarafından asla kabul edilmemesiydİ.

Adiy b. Adiy; "Rasûlullah @ Efendimizin şöyle buyurduğunu işittim" diyerek rivayet ediyor: "Bizim, kendisini bir vazife ile gön­derdiğimiz her şahıs, (vergi cinsinden) ne al­mışsa, onun azını, çoğunu yani hepsini teslim etsin. Kim bir ipliği dahi saklayarak İhanet ederse, kıyamet gününde onu boynunda taşır ve hesabını verir." (Müslim).

Burada Al-i İmrân Sûresi'nin 161. âyetine işaret edilmektedir. Âyette Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Bir peygamberin, ganimet malını gizlemesi (emanete hıyanet etmesi) as­la (doğru) olamaz. Kim emanete hiyânet eder, aşırırsa kıyamet günü aşırdığım boynuna yük­lenip getirir. Sonra herkese kazandığı tasta­mam verilir, hiç haksızlığa uğratılmazlar." (3: 161).

İnsanların yakınlarına haksız kazanç temin et­tikleri bu tür uygulamaları sona erdirmek için Rasûlullah @, kendi aile fertlerine sadaka ve zekât verilmesini yasakladı. Hatta herhangi bir aile ferdini vergi veya zekât toplayıcısı olarak asla tayin etmedi. Çünkü bu memurla-n ücretleri vergi gelirlerinden ödeniyordu, pu kuralı, kendine olan yakınlıkları sebebiyle aile efradının haksız menfaat elde etmemeleri için koydu. Resmî vazifelerinden dolayı ken­dilerine ve yakınlarına hediye ve rüşvet gibi adlarla haksız kazanç elde etmenin yollarını kapayan bu uygulama diğer Müslüman yöne­ticiler ile üst makamlardaki memurlara da bir hatırlatma ve haleflerine bir numuneydi.

Ayrıca Rasûlullah @, hakkından fazla ücret alan herhangi bir devlet memurunun, itimadı sarsması ve emanete ihanet etmesi sebebiyle günahkâr olacağı hususunda önemle durdu. (Ebû Dâvud). Devlet memuriyetini arzu ede­ne veya istekte bulunana vermemeyi bir kural hâline getirdi. (Buhari ve Müslim).

 

Devlet Memurlarının Sert Davranmaları Yasaklanmıştı

 

Rasûlullah @, devlet memurlarının yönetim işlerinde halka karşı sert muamelede bulun­malarını yasaklayarak herkese karşı nâzik ve kibar olmalarını tavsiye etti. Özellikle zekat tahsildarlarından zekât toplarken yumuşak ve tatlı dilli olmalarını istedi. Görevleri süresin­ce, halka nezaketle davranmaları, işlerini ko­laylıkla halletmeleri ve onlarla asla münakaşa etmemeleri üzerinde ısrarla durdu (Buhari ve Müslim). Zekât veya vergi toplayan memur­lara, âdil olmalarının karşılığı olarak elde et­tikleri güven ve itibar ile haksız bir muamele­ye girişirlerse mesul tutulacaklarını da hatır­lattı (Ebû Davud), Rasûlullah @'in, cizye vergisi toplanırken gayri müslimlere haksız ve hatalı muamele yapılmaması hususunda kesin emri vardı. Ay­rıca ödeme esnasında onlara yumuşak dav­ranmalarım ve mümkün olan her kolaylığı sağlamalarını öğütledi. Rasûlullah @'den ri­vayet edildiğine göre, dünyada insanlara ezi yet edenler sonuçta Allah'ın kendilerine vereceği daha şiddetli bir eziyet ile karşılaşacak­lardır (Müslim).

Bu hususta Hz. Peygamber @'İn duası şöyle­dir: "Ey Allah'ım! Her kim ümmetimin bir işi üzerine tayin olunur da onları meşakkate dü-şürürse, sen de onu meşakkate düşür. Ve her kim ümmetimin bir işi üzerine tayin olunur da onlara rıfk ile muamele ederse, Sen de ona yumuşaklık göster."

 

Haksız Muamele

 

Herhangi bir devlet işinde veya adalet meka­nizmasında meydana gelen iltimas, haksız muamele kesinlikle yasaklanmıştı.

Beni Mahzûm kabilesinden hırsızlık eden bir kadın Kureyş'i bir hayli meşgul etmiş, onun hakkında Rasûlullah @ ile konuşmak üzere Üsame b. Zeyd'i aracı kılmışlardı. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah @ Üsâme'ye: "Allah'ın hududundan bir hadd hakkında şefaat mı ediyorsun?" demiş; bun­dan sonra ayağa kalkarak hutbe okumuş ve: "Ey insanlar! Sizden Öncekiler ancak ve ancak şu sebeple helak olmuşlardır: Aralarından şerefli biri hırsızlık ederse onu bırakırlar; za­yıf bir kimse çalarsa ona emredilen cezayı tatbik ederlerdi... Allah'a yemin olsun ki, Muhammed @'in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsa onun da eli kesilir." buyurmuştur. (Bu-hari ve Müslim).

 

Her Durumda Adaletin Gözetilmesi

 

Adaletin her halükârda insanlar arasında uy­gulanması İslâm'ın önemli bir prensibidir. Rasûlullah @, etki ve sonuçlarını dikkate al­maksızın bu hükmü uyguladı. İnsanlar arasın­da adaletle hükmetmesi Allah tarafından ken­disine emredilmişti. (42:15). Rivayet edildiği­ne göre, Rasûlullah @'e, öfkeli ve sevinçli ol­duğu zamanlarda bile adaletin icablannı gö­zetmesi emredilmişti. (Buhari ve Müslim).

İslâm Hukuku'nun tamamen adalet, merhamet ve hikmete dayandığı burada ifade edilmeli­dir. İslâm Dini'nde bir prensip vardır: Adalet ve insaf yolundan saparak kötülük ve ahlâksızlıklarla dolu bir alana yönelen; mer­hametin gereklerine karşı olan; rüşveti ve günahkârlığı destekleyen veya gayesiz olma­ları için insanları akim ve ilmin yolundan uzaklaştıran herhangi bir davranışın İslâm ile hiçbir alâkası olmadığı gibi O'nun bir parçası­nı da teşkil edemez. (İbn-i Kayyım, Alem el-Murakkî, c. III) İslâm'ın adalet dini olduğu apaçık bir gerçektir. Âlimler ve fâkihler, hak ve adalete teslim olana Müslüman dendiği hususunda önemle dururlar.

 

KISIM 2

 

İKTİSADİ ISLAHATLAR

 

Bir peygamber, Allah tarafından sadece sos­yal, iktisadî ve siyasî ıslahatları tanıtmak, bu ekonomik reformlara vasıtalar bulmak veya herhangi bir kimseye hayatın ahlâkî prensip­lerini öğretmek için gönderilmez; aynı za­manda güzel, temiz ve rahat bir hayata yönel­sinler diye insanlığın bütün hayatını günahtan ve kötülükten temizlemek için gönderilir. (57: 25). Böylece O, madde ve manasıyla insanın bütün yönleriyle ilgilenir, hayatını iyileştir­meye cehdeder. Gıdasını yeterli derecede ala­mayan vücut gelişemez; güçsüz düşer. Hayat sistemleri de ahenk ve düzen olmaksızın ge­reği gibi çalışıp ilerleme ve yükselme kayde­demez. Allah'ın yeryüzündeki elçileri olan peygamberler, insanı ve hayat düzenini bu perspektifte ele alırlar. İnsan hayatının her­hangi bir sahasında buldukları engelleri orta­dan kaldırmaya çalışır ve gördükleri hataları düzeltirler. Ancak düzgün işleyen bir kural var ise ona dokunmazlar. Çünkü gayeleri, in­san hayatını bozmak veya altüst etmek değil; aksine bütün kuralların ana gaye doğrultusun­da ahenkle işlemesi, adalet ve hürriyet içinde barış ve huzurun temin edilmesidir.

Bundan dolayı Rasûlullah @'e, insanların ha­yat sistemlerine dahil ettikleri bütün kötülük ve uyumsuzlukları temizlemesi Rabbi tarafın­dan emredilmişti. Muhakkak ki her peygam­ber; insanların refah ve ıslâhları, zamanın İhtiyaç ve olaylarına, bunların güç ve vasıtaları­na uygun olarak dünya düzeninin sağlanması için üzerlerine düşenin en iyisini yapmıştır. Bu zaman zarfında insan tecrübesi şunu gös­termiştir: Mülkiyetin büyük ölçüde tek elde toplanması, dünyadaki iktisadî faaliyetlerde daima aşırılığa ve baskıya yol açmıştır. Bu, sadece insanlık düzeninin dengesini bozmak­la kalmaz, aynı zamanda bir kısım insanların diğerlerine karşı haksız muamelelerine ve saldırganlıklarına sebebiyet verir. Bu kötülükleri ortadan kaldırmadan peygamberlerin müsbet ve yapıcı gayretleri bir netice vermeyecekti. Çünkü bunlara mani olunmadan uzun süre Jcendi haline bırakılırsa, meydana gelecek karşılıklı ihtilaf ve çatışmalar toplumu derece derece bozarak "Fıtrat KanunıTnun sonuçla­rını davet ederler (17:16).

Zenginler servet elde etmek için âdil olmayan yollar kullandıkları, fakir ve zayıflan istismar edip ezdikleri ve servetlerini israf içinde har­cayıp lükse daldıkları zaman, servetin eşit ol­mayan dağılımı toplumda hayatın dengesini bozar. Zengin daha zengin, fakir daha fakir olur. Sonuçta bu ekonomik tablo insanların huzur ve refahını alt-üst eder, topluca çöküşü beraberinde getirir. Bir tarafta lüks ve sefaha­te milyonlar harcayan zenginler ve diğer ta­rafta temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan sefalete boğulmuş kitleler: Servetin bu âdil olmayan dağılımı toplumları helak eder.

Halkın gelir dağılımı arasında var olan uçu­rum onların iman ve ahlâklarının önünde bir engel olarak dururken hiçbir peygamberin tebliğinde tesir ve başarı sağlayabileceği dü­şünülemez.

Allah'ın rasûlü Hz. Muhammed @, toplumda âdil olmayan gelir dağılımının sebep olacağı kötü sonuçlan yeri geldikçe ifade etmiştir. Rivayet edildiğine göre bir hadis-i şerifte şöy­le buyuruluyor: "Bir taraftan aşın servet Müs­lümanların imanlarını ve ahlâklannı tehlikeye atarken, diğer yandan yoksulluk onları küfre sürükleyebilir."

Bir defasında Rasûlullah @ bazı Müslüman­ları fakir ve perişan bir hâlde gördüğünde Şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Bu insanlar Çıplaktırlar; onlan giydir. Ey Rabbim! Bu in­sanlar açtırlar; onlan doyur." (Ebû Davud).

Münzir b. Cerîr'in rivayetine göre; "Bir öğle vakti ashabı, Rasûlullah @'ın huzurunda iken Mudar kabilesinden aç, çıplak bir fakirler ka­filesi gelmişti. Bunları derin bir yoksulluk içinde gören Peygamber @'in müşfik siması

birden değişmişti. Bilâl'e ezan okumasını ve kamet etmesini emreyledi. Öğle namazım kıl­dıktan sonra irâd ettiği beliğ bir hutbesinde sadakaya, yardım ve dayanışmaya teşvik bu­yurdu, ilk önce Ensar'dan bir zât, elinde taşıyamayacak kadar ağır ve para ile dolu bir tor­bayla geldi. Bundan sonra yiyeceğe ve giye­ceğe dair kesretli ve önemli iki küme mal bu­nu takip etti. Bu olayda Rasûlullah @'in mü­barek yüzünü, altın yaldızlı gümüş bir levha gibi parlar surette gördüm..." (Buharı ve Müslîm).

Rasûlullah @, beşerî ihtiyaçlann tedarik edil­mesini, maişet temini için çalışmayı Müslü­manlar için hemen hemen farz görecek kadar Önem vermiştir. O'nun, "fakirlik insanı küfre yaklaştırır" (Müslim) sözü insanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasının gerekliliğini göstermektedir. Çünkü bu istek ve ihtiyaçlar karşılanmazsa insan manevî yönünü koruya­maz.

Maddî varlık öncelikle sahibine ibadetlerinde yardımcı olur. İbadeti takviye, yemek, giy­mek, mesken ve evlenmek gibi zaruri ihtiyaç­lar ekonomik şartların yerinde olmasıyla te­min edilir. İslâm'ın hacc ve zekât emirleri, sadaka ve mal ile cihad da servetin varlığıyla doğrudan ilgilidir.

Yine Kur'ân, insanın ahlâkî ve manevî yükse­lişi için iktisadî refahı, önceden gerekli şey olarak gösterir; çünkü zarurî ihtiyaçlarım kar­şılayamayan bir kimse ne iyi bir vatandaş ola­bilir, ne de ahlâkî faziletlerini geliştirebilir. Muhtaç insanlardan dinî veya ahlâkî bir ölçü­ye tâbi olmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Bu yüzden islâm, kendi iktisadî sisteminde herkesin aslî ihtiyaçlarını temin etmiştir. Rasûlullah @'in, "Nerede ise fakirlik küfür olacaktı" sözü her ferdin aynı temel ihtiyaçla-nna işaret etmektedir.

Böylelikle İslâm, insan hayatının maddî ve manevî yönleri arasında bir denge kurmaya Çalışır; çünkü birindeki eksiklik diğerinde de eksikliğe yol açacaktır. İslâmın öngördüğü sistemde insanı, bir yanda maddî kazancıyla meşgul iken diğer yanda kulluğunun şuurun­da buluruz: "Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah'ı anmaktan, namaz kılmak­tan, zekât vermekten alıkoymadığı erkekler. (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar." (24: 37). Al­lah nimetlerini sebepsiz olarak bahşetmez, onları ancak hak edene lütfeder. Alıcının ken­disini içten sevdiğini, karşısında huşu ile dur­duğunu, lûtfunu isteyip gazabından çekindiği­ni, maddî kazançlar peşinde koşturmadığım ve dünyevî meşguliyetlerine rağmen., kalbini daima zikirle uyanık tuttuğunu gördüğü za­man nimetlerini yayar. Bunları hak eden kişi, alt seviyedeki manevî mertebelerle yetinmez. Rabbinin kendisini vâsıl edeceği zirvelere ulaşmaya gayret eder. Bu fâni dünyanın de­ğersiz kazançlarına göz dikmez, bunun yerine gözü hep ebedî âhiret yurdundadır. Bütün bu vasıflar, kişinin Allah'ın nurundan faydalanıp faydalanamayacağını belirleyen ölçülerdir. Sonra, Allah nimetlerini vermeye razı olduğu zaman, bunları hesapsız verir, eğer kişi bunla­rı bütünüyle alamıyorsa, bu kabının dar olu-şundandır. (The Meaning ofthe Qur'ari).

Bu husus Rasûlullah @ tarafından şöyle dile getiriliyor: "Sizin en hayırlınız ahireti için dünyayı, dünyası için ahireti terketmeyen ve başkalarına yük olmayandır."

Rasûlullah @ burada, hayatın ahlâkî ve iktisadî yönlerinin ahengini insanların zihnine yerleştirmek istemiştir. Bir kimse ne hayatın maddî vasıtalarının elde edilmesi çabasında bu dünya hayatına tamamen kendini kaptır­mak ve Allah'ı (O'nun hayatla ilgili emirleri­ni) unutmah ve ne de iktisadî sahayı görmez­likten gelecek kadar manevî hayata meylet-melidir. Herşeyi lâyık olduğu gibi yerli yerin­de değerlendirmelidir.

"Başka insanlara yük olmamalıdır" buyur­makla Rasûlullah @, İslâm'ın, çalışmayıp başkalarına bağımlı olan kimseleri tasvip et­mediğini açıkça belirtmektedir. İslâm insanla­ra, hem şahsî ihtiyaçlarını temin etmeleri hem de başkalarına faydalı olabilmeleri için çalış­malarını telkin eder.

Rasûlullah @'in; "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya İçin, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın." buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu ha-dis-i şerifte Rasûlullah @, müslümanlara doğru ve orta yollu bir hayat seyrini benimse­melerini, böylece maddî ve manevî ihtiyaçları arasında ahenk sağlamalarını tavsiye etmekte­dir. Bİr tarafı ihmal edip diğer tarafa yönel-memelidir. Çünkü madde ve mâna eşit dere­cede öneme sahiptir. Bunların her ikisi bir arada olmadığında insan hayatı eksiktir. Bu şekildeki bir terbiye insanın hayatında aşırı­lıklardan uzak, orta bir yol tutmasını mümkün kılar.

Hz. Peygamber, insanların kendileri için oluşturdukları her türlü yanlış din telâkkilerini reddetmiş ve dinin insanlara bu dünyadan nefret etmeyi öğretmediğini, dün­yadan nefretin bir insanı muttaki yapmayaca­ğını belirtmiştir.

Kur'ân ve Sünnet'in ortaya koyduğu bu iktisadî yapıyı Rasûlullah @'ın ilk dört halife­si bütünüyle tatbik etmiştir. İlk halife Hz. Ebû Bekr (r.a.), halifeliğinin siyasetini şu sözlerle ifade etmiştir: "Ey insanlar! Sizin en iyiniz olmadığım hâlde başınıza geçmiş bulunuyo­rum. Vazifemi yollu yolunda ifa edersem ba­na yardım ediniz, yanılırsam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanet; yalancılık hıya­nettir. Aranızdaki zayıf, hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetııaır. Yine ara­nızdaki güçlü, ondan başkasının hakkını alın­caya kadar zayıftır. Bir millet Allah yolunda cihaddan geri kalırsa, o millet zillete düçâr olur..."

Bu sözleriyle Hz. Ebû Bekr, toplumdaki iktisadî eşitsizlikleri her an sona erdirebilmek için bir yol göstermiştir. Zayıfın hakkı yerde kalmaz; kuvetli görünen de olsa derhal hak­kın gereği îfa edilir. Bu sistemde fazlalıklar, bunları gayri âdil ve hileli yollardan elde eden kişilerden alınırken; kendi haklarına düşeni tam olaiak alamayanlara hisseleri teslim edilir- Böylece, toplumda iktisadî adalet ve ahenk sağlanmış olur.

İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) da, şu sözleriyle bu adalet prensibine işaret etmektedir: "Al­lah'a yemin ederim ki, içinizden hiçbir kimse, hakkını başkalarından alıncaya kadar benim gözümde zayıftan daha güçlü değildir. Yine içinizden hiçbir kimse, başkalarının sırtından haksızlıkla kazandığı paylarını ondan geri alıncaya kadar, benim gözümde güçlüden da­ha zayıf değildir." (Muhammed Hüseyn Hey­kel, el-Fâruk).

Hz. Ömer, sosyal adaleti temin etmede son derece titizdi ve bir suç işlendiğinde hiçbir kimseyi kayırmamıştı. Bir defasında şöyle de­mişti: "(Zayıfın hakkını gasbeden) bir mütecavizi yakalarsam başını ayağımın altına alıp o haksızlığa uğrayanın bütün hakkını on­dan alacağım. Müslümanlardan önce ben ken­di yanağımı yere koyacağım."

Bu sözleriyle Halife Hz. Ömer, bize sosyal adaletin önemini hatırlatmıştır. Çünkü ekono­mik sistemde dengesizlik ve aşırılık bulundu­ğu müddetçe toplum olgunlaşamaz. Gerçekte, toplumdaki güven, başarı ve refah; ahenk, iti­dal ve adaletle oldukça yakın bir şekilde bir­birine bağlıdırlar. Toplum bu prensip üzerin­de yürüdüğü sürece gelişecek ve orada hiçbir dert zuhur etmeyecektir.

Rasûlullah @ adalet prensibinin aslını şu söz­lerinde açıkça beyan etmiştir: "İşlerin en ha­yırlısı itidalli olanıdır" (Buharî). Yine aynı prensip hakkında Rasûlullah @'dan şu hadis-i şerif rivayet ediliyor: "Ben (içtimaî hayatta bütünüyle uygulanan) güzel ahlâkı insanlara öğretmek için gönderildim" (Muvatta, Müs-ned-i Ahmed).

Şah Veliyullah Dehlevî, bu prensibi aşağıdaki sözleriyle genişletmeye çalışmıştır: Şu önemli nokta hatırlanmaya değerdir. Allah'ın rızası­na, hayat mücadelesinden kaçınılarak ulaşıla­maz. Peygamberlerden hiç biri bunu tavsiye etmemiştir. Mağaralara ve manastırlara çekilip barbarlar gibi münzevî bir hayatı benimse­yen insanlar Allah tarafından sevilmezler. Onların bu hareketi, Rasûlullah @'in talima­tına aykırıdır. Ashabdan bazıları münzevî bir hayatı arzuladıklarında Rasûlullah @, onları bu davranışlarından alıkoyarak: 'Ben riyazi­yeyi va'zetmek için değil, dininde zorluk ol­mayan İbrahim peygamberin yolunu tebliğ için gönderildim." buyurmuştur.

Peygamberler, mevcut sosyal sistemi ıslah et­mekle emrolunmuşlardır. Eğer insanlar siste­me herhangi bir ahenksizlik sokmuşlarsa pey­gamberler ahengi geri getirmeye çalışırlar. Allah, gayretlerini sadece maddî refahın temi­nine hasretmiş insanlardan müteşekil bir sis­temi de sevmez. Gerçekte Allah, lüks içinde bir hayat yaşanmasını da, riyazeti de sevmez. Her iki yönü de göz önüne alarak peygamber­lere, orta yolu benimsemeleri ve böylece in­san hayatının maddî ve manevî yönleri ara­sında bir denge kurmaları buyurulmuştur." (Şah Veliyullah Dehlevî, Hüccetüllâhi-l Bâliğa,c.l,sh. 105-106).

Belirtildiği gibi insana, manevî hayatını ke­male erdirmesi için maddî hayatını da imar etmesini öğretmiş olması, İslâm'ın en önemli katkılarındandır. Hayatın bu ahlâkî telâkkisi, birbirine zıt sistemler arasında pratik bir köp­rü oluşturur. Bir yandan yeryüzündeki herşe-yin insanın kullanımı için olduğu bildirilir­ken, diğer yandan insanın kendi nefsine oldu­ğu kadar, ailesi, yakınları, içinde yaşadığı toplumu ve bütün insanlığa karşı mesul oldu­ğu hatırlatılmaktadır. Kendi servetinden bizatihî İstifade ettiği gibi aynı şekilde başka­larının da bundan faydalanmasına müsaade etmelidir.

Böylece, insanın bencilliğini cömertliğe çe­virmekle ve maddiyat ile maneviyatı dengele­mekle İslâm, en karmaşık ve müşkil mesele­nin pratik çözümünü göstermiştir. Adalet ve eşitliğe dayalı bir sosyal sistem kurarak haya­tın maddî ve manevî yönlerinden istifade et­mesini mümkün kılmaktadır. Bu hedef Öylesi­ne basit bir tarzda gerçekleşmektedir ki, fert,