Soru: Bir kadının kocası namazı terketse nikahı düşer mi?
Cevap: Namazın terki konusunu aydınlatmak için öncelikle namazın dindeki yerine ve amel olmasına rağmen imana nasıl etki ettiğini incelememiz için bir kaç konuyu ele almamız gerekmektedir.
Amel imandan bir cüzdür müdür?
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıp, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve canlarını korurlar. (İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır.”1
Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “Hadisten anlaşılmaktadır ki, bu şehadete ve Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu bütün herşeye itikad ile birlikte iki şehadetin dil ile ikrar edilmesi, imanın şartlarından birisidir.”2
İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “İki şehadeti, gücü yettiği halde teleffuz etmeyen kişinin kâfir olduğu konusunda, Müslümanların ittifakı bulunmaktadır. Ümmetin selefi, imamları ve bütün âlimleri nazarında o kişi batınen ve zahiren kâfirdir.”3
Amelin İmandan Sayılması:
Birçok nass, amelin imandan sayıldığına delalet Allahu Tealâ’nın şu sözü, bu nasslardandır:
“Allah imanınızı zayi edecek değildir.” (2 Bakara/143)
Buradaki imandan kasıt namazdır. Allahu (Subhanehu ve Tealâ), namazı -ki bu ameldir- iman olarak isimlendirmiştir. Kurtubi (rahimehullah) şöyle der:
“Allah imanınızı zayi edecek değildir.” Yani namazınızı. Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı namaza “iman” adı verilmektedir. İmam Malik şöyle demiştir:
Ben bu ayet-i kerime vesilesiyle Mürcie’nin; namaz imandan değildir şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü nasıl söylediklerine şaşıyorum).”4
Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), hangi amelin daha faziletli olduğu soruldu. Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’a ve Resulüne iman.”5
Görüleceği üzere Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) imanı, amellerin en üstünü olarak isimlendirmiştir.
Yine Resulullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “İman altmış küsur veya yetmiş küsur şubedir. Bu şubelerin en üst şubesi “Lailahe illallah” sözü, en alt şubesi ise yolda eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Haya ise, imandan bir şubedir.”6
Görüleceği üzere Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yoldan eziyet veren şeyleri gidermeyi -ki bu ameldir- ve aynı şekilde hayayı imanın şubelerinden saymıştır.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Abdikays heyetine şöyle demiştir: “Allah’a iman etmenizi emrediyorum. Tek olan Allah’a iman nedir bilir misiniz?” Bunun üzerine onlar, “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun Resulü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir.”7
Bu hadiste iman, amel ile tefsir edilmiştir. Amel ise uzuvlarla yerine getirilir. Buna benzer diğer hadislerden bazıları ise şunlardır:
“Komşusu, kötülüğünden emin olmayan kişi mü’min değildir.”8
“Vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir, komşusu, kötülüğünden emin olmayan kişi, vallahi iman etmemiştir.”9
Bu ve bu kabilden olan diğer nasslara binaen, ümmetin âlimleri ve selefi, imanın; itikad, söz ve amel olduğunu söylemişlerdir.
Buhari, Sahih’inin “İman” bölümde şöyle der: “İman, söz ve ameldir.”
Ömer bin Abdülaziz şöyle der: “Muhakkak ki imanın bir takım farizaları, akîdeleri, yasaklanmış şeyleri ve mendubları vardır. Kim bunları tam yaparsa imanı tamamlamış olur, kim de bu işleri tam yapmazsa imanı kemale erdirmemiş olur. Eğer ben yaşarsam, bu işleri bilmeniz için ben onları size iyice beyan edip açıklayacağım. Ve şayet ölürsem, ben sizlere hemdem ve yar olmaya hırslı değilim.”
İbn-i Receb şöyle der: “Selef-i salihin, amelleri imandan saymayan kimseleri şiddetli bir şekilde reddetmişlerdir. Bunu söyleyeni reddeden ve bu sözü, sonradan çıkmış bir söz olarak nitelendirenlerden bazıları şunlardır: Said bin Cübeyr, Meymun bin Mihran, Katâde, Eyyûb es-Sıhtiyânî, İbrahim en-Nehâî, ez- Zührî ve Yahya bin Ebî Kesîr.”10
Sevri şöyle der: “Bu sonradan ortaya atılmış olan bir görüştür. Halbuki biz, kendi dönemimizdeki bütün âlimleri bu görüş üzere bulduk.
Evzai der ki: “Bizden önceki Selef âlimleri, İman ve ameli birbirinden asla ayırmamışlardır.”
İmam Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Sahabe, tabiin, tebeu’t-tabiin ve onlara yetişenlerin icması şudur: İman; söz, amel ve niyettir. Üçü de bulunmadıkça, bunlardan biri tek başına yeterli olmaz.”11
İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “Şehristanî’nin hocası olan Ebu’l-Kasım el-Ensarî, “Şerhu’l-İrşad” isimli kitapta der ki: “Hadis ehli, imanın, itaat türünden olan bütün her şeyi, farzları ve nafileleri kapsadığını söylemişlerdir. Bunu, Allahu Tealâ’nın farz ve nafile olarak emrettiği şeyler ve yasak kıldığı şeylerle ifade ederler.” Bu, hicret yurdunun imamı Malik bin Enes’in ve selef imamlarının büyük bir çoğunluğunun (rahimehumullah) görüşüdür.”12
İbn-i Receb (rahimehullah) şöyle der: “Âlimlerin çoğu şunu söylemişlerdir: İman, söz ve ameldir. Bu söz, hadis ehli âlimlerin ve selefin tamamının icmasıdır. Şafii, bu konuda sahabe ve tabiinin icmasını zikretmiştir. Ayrıca Ebu Sevr’de bu konuda icma olduğunu söylemiştir. Evzai der ki: “Bizden önceki Selef âlimleri, İman ve ameli birbirinden asla ayırmamışlardır.” Fudayl bin İyad ve Veki’ bin el-Cerrah gibi, Ehli Sünnet ve’l- Cemaat’tan olan birçok kimse de bu icmayı aktarmıştır. İmanın, söz ve amel olduğunu söyleyenlerden bazıları şunlardır: Hasan, Said bin Cübeyr, Ömer bin Abdülaziz, Atâ, Tâvûs, Mücahid, Şa’bi, Nehai, Zühri, Sevri, Evzai, İbnu’l-Mübarek, Malik, Şafii, Ahmed, İshak, Ebu Ubeyd ve Ebu Sevr.”13
İmanın tarifine İlişkin birkaç uyarı
İlim ehlinin bir kısmı imanın tarifini şöyle yapmaktadır: “Kalbin marifeti ve tasdik etmesi, dil ile telaffuz ve farzları yerine getirmek.”
Bu tarif ilim ehlinin bir kısmından rivayet edilmişse de, imana dahil olan şeylerin tamamını kapsamamaktadır. Zira kalbin marifeti veya tasdik etmesi, kalbin amellerinden sadece biridir. Halbuki iman, tasdik, sevgi, korku, ilim, boyun eğmek, bağlılık gibi kalbin bütün amellerini kapsar. Bu nedenle “Kalp ile tasdik” ifadesi, kalp ile itikad ifadesinin aksine, imana dahil olan herşeyi kapsamaz.
“Farzları yerine getirmek” ifadesi de böyledir. ‘Uzuvlar ile amel’ ifadesinin aksine, zahiri amellerden imanın kapsamına giren şeylerin tamamını kapsamaz. Halbuki farzları yerine getirmek ifadesi, sadece farz olan amelleri belirtip, nafileleri kapsamamaktadır. Allahu Tealâ en doğrusunu bilir.
İkinci Mesele: Kitap ve sünnetin nasslarının delalet ettiği ve ümmetin âlimlerinin, üzerinde icma etmiş oldukları bu iman tarifinden, iman konusundaki diğer sözlerinin ve görüşlerin batıl ve fasit olduğunu öğrenmekteyiz. Bu mezheplerden bazıları imanın, mücerred kalp tasdikinden ibaret olduğunu, bazıları ise kalp ile tasdik ve dil ile ikrardan ibaret olduğunu söylemektedirler. Kerramiye Mürciesi ise imanın sadece dil ile ikrar olduğu görüşündedir.
Bozuk ve batıl olmalarına ve insanların hayatlarında olumsuz etkileri bulunmasına rağmen, günümüzde, birçok üniversite ve mescidlerde yapılan dersler bu tanımlar üzerine dönmektedir. Bu tanımların yol açtığı bir takım kötülüklerden ancak Allahu Tealâ’nın rahmet ettiği kişiler kurtulmuştur.
Üçüncü Mesele: Yukarıda aktarmış olduğumuz iman tanımından ortaya çıkmaktadır ki iman; itikad, söz ve amel ile gerçekleştiği gibi, küfür de, itikad, söz ya da amelden herhangi biri ile gerçekleşebilir.
İmanın tanımı konusunda selefin görüşünü kabul edip, tekfir konusunda küfrü, sadece kalbin yalanlamasına veya kişinin, işlediği fiili helal görmesine bağlayarak mücerred olarak fiilin, küfre sebep olmayacağını söylemek, kişinin kendi kendisini yalanması gibidir.
İman konusunda selefin sözlerini kabul edip, küfür konusunda ameli, muteber bir küfür sebebi olarak görmeyen kişi, Mürcie ve Cehmiyye mezheblerine daha yakındır.
Dördüncü Mesele: “İtikad ve dil ile ikrar, imanın sıhhati için birer şart ise, amel de imanın sıhhati için şart olur mu? Yoksa bu konuda tafsilat mı vardır?” denirse, şunu söylerim: Bu konuda insanların tuttuğu üç yol bulunmaktadır. İfrata yönelmiş olan ve sınırı aşan bir grub; ameli, imanın sıhhati için şart saymıştır ve mutlak olarak büyük günahlardan olan ameller nedeni ile insanları tekfir etmişlerdir. Haricilerin durumu bu kabildendir.
İkinci bir grub, tefrite yönelmiş ve mutlak olarak ameli imandan soyutlamışlar ve amellerden hiçbirini imanın sıhhati için bir şart olarak kabul etmemişlerdir. Ancak bu grubdan olan bazıları, mutlak olarak amelin imanın kemalinden olduğunu söylemiştir. Fakat amelin, imanın aslından sayılacak bir dereceye ulaşmadığını söylerler. Bu görüş, mezhep ve meşrebleri değişse de mürci’ye aittir.
Bu iki grub arasında bulunan, ifrata ve tefrite kaçmayan diğer bir bir grub ise, amellerin bir kısmını, imanın sıhhati için şart olarak kabul eder ve bu amellerin gerçekleştirilmesini gerekli görür. Onlara göre, diğer bir kısım ameller ise, imanın kemalini etkiler, varlığı veya yokluğu imanın artmasına ya da eksilmesin neden olur, ancak imanın aslını yok edecek bir dereceye ulaşmaz. Bu, Kitap ve sünnetin nasslarının ve ümmetin selef âlimlerinin sözlerinin delalet ettiği, hak olan orta yoldur.
İmanın sıhhati için bir şart niteliğinde olan ve imanın aslını yok eden ameller, bu kitabın konusudur. Allahu Tealâ’nın izni ile bunun açıklaması ayrıntılı bir şekilde izah edilecektir.
İman ve Küfür Hükümleri Batına Göre Değil Zahire Göre Verilir
Kitap ve sünnetin nassları, dünya hükümlerinin, kişinin söz ve fiil olarak izhar etmiş olduğu zahir üzerine bina edileceğine delalet etmektedir. Buna göre iman ve küfür hükümleri de zahir üzerine bina edilir. Kişi söz ve fiilleri ile iman ve İslam’ı izhar ederse, bu kişi hakkında iman ile hükmedilir, gizli yönlerinin araştırılmasına gerek duyulmaz ve bu kişi için dünyada İslam hükümleri geçerlidir. Aynı şekilde söz veya fiil ile küfrü izhar eden kişi hakkında, küfür ile hükmedilir ve batınen gizlediklerinin araştırılmasına gerek duyulmaz. Kimin açık bir küfrü görülürse, muteber şer’i bir engel bulunmadığı sürece bu kişiyi kâfir ve dinden çıkmış biri olarak kabul ederiz.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıp, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve canlarını korurlar. (İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır.”14
İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle der: “Bunun anlamı şudur: “Onların görünürdeki durumlarını kabul etmek ve gizlediklerini ise Allah’a havale etmek ile emrolundum.” Bu nedenle Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem), ne mücerred olarak vahiy ile ne de deliller ve (şer’an tamamlanmamış olan) şahitler ile onlara hadleri uygulamıyordu. Ta ki had cezasını gerektiren şeyler muteber deliller ile sabit oluncaya yahut kişinin kendisi ikrar edinceye kadar.”15
Buna rağmen zan, şüphe ve ihtimaller ile insanlar hakkında özellikle küfür ve dinden çıkma konusunda hüküm veren topluluklara ne oluyor. Halbuki Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulaması bu değildir. Bu topluluğun tam zıddı olan başka bir grup ise, açık bir söz ya da fiil bulunduğu halde, insanların kalplerini ve batınlarını araştırma peşine düşmektedir. Şüphesiz Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulaması bu da değildir.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi yerse bu kimse Müslümandır, Allah’ın ve Resulünün zimmeti altındadır.”16
Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem), kişinin İslam’ına delalet eden bir takım alametleri izhar etmesinden dolayı bu kimsenin Müslüman olduğuna hükmetmiş ve o kimsenin Allah’ın ve Resulünün zimmeti altında olduğunu bildirmiştir.
Üsame bin Zeyd’den (radıyallahu anh) şöyle rivayet olunur: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bizi Huruka’ya gönderdi. Sabah baskını yapıp onları hezimete uğrattık. Derken ben bir adamı yakaladım. Adam hemen “Lâilaheillallah” dedi. Ben, buna rağmen adamı öldürdüm. Ancak bu yaptığımdan dolayı kalbime bir şüphe düştü ve Medine’ye döndüğümüzde bu yaptığımı Resulullah’a haber verdim. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Usâme! Sen, lailâhe illallah dedikten sonra adam mı öldürdün?” diye sordu. Ben: “Ey Allah’ın Resulü, o bu sözü, canını kurtarmak için söyledi!” dedim. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Bu sözünde doğru olup olmadığı hakkında, onun kalbini mi yarıp baktın?” dedi. Bu cümleyi o kadar çok peşpeşe tekrar etti ki, keşke bugünden daha önce Müslüman olmasaydım (Müslüman olarak böyle bir cinayeti işlememiş olurdum) diye temenni ettim.”17
Yani silahtan korkması nedeni ile sözü söyleyip söylemediğini öğrenmek için onun kalbini ve niyetini mi araştırdın -ki senin buna gücün yetmez-. Bu, Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem), Üsame’nin yaptığını kabul etmediği ifade eden bir soru sorma biçimidir. Bu nedenle Üsame (radıyallahu anh), Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini reddetmesinin şiddetinden dolayı: “keşke bugünden daha önce Müslüman olmasaydım (Müslüman olarak böyle bir cinayeti işlememiş olurdum) diye temenni ettim” demiştir.
Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), “onun kalbini mi yarıp baktın” sözünde, fıkıh ve usulde, hükümlerin zahire göre verileceğine ve gizli olan şeylerin Allahu Tealâ’ya havale edileceğine dair bilinen kaide hakkında delil bulunmaktadır.”18
Ebu Said el-Hudri’den (radıyallahu anhu) şöyle rivayet edilir: “Çukur gözlü, yanakları solmuş, geniş alınlı, gür sakallı, başı traşlı, peştemalını yukarıya çekmiş bir adam –haricilerin atalarından ve ilklerinden- ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Resulü, Allah’tan kork” dedi. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Yazıklar olsun sana, ben yeryüzündeki insanların Allah’tan korkmaya en layık olanı değil miyim?” buyurdu. Sonra adam dönüp gitti. Halid bin Velid (radıyallahu anh): “Ey Allah’ın Resulü, bana izin ver de şu adamın boynunu vurayım” dedi. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Hayır, namaz kılan bir kimse olabilir” buyurdu. Halid, “Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı dili ile söylüyor” dedi. Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ben, insanların kalplerini açmakla ya da onların karınlarını yarmakla emrolunmadım” dedi ve sonra gitmekte olan o adama bakarak şöyle buyurdu: “Bu adamın sülalesinden öyle bir kavim çıkacaktır ki, Allah’ın kitabını okuyacaklar, fakat (okudukları) gırtlaklarından öteye geçmeyecek. Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar. Eğer onlara yetişirsem, Semud kavminin öldürüldüğü gibi onları öldürürdüm.”19
Denirlirse ki; “Hadiste bahsi geçen kişi, namaz kılması ile bir yönüyle İslam’ı izhar ederken, diğer bir yönüyle ise, Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) söylemiş olduğu söz ile küfrünü izhar etmektedir. Buna rağmen Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) onu tekfir etmemiş ve öldürülmesini de emretmemiştir. Bu ikisini nasıl uyumlu hale getireceğiz?”
Derim ki, onun namaz kılıyor olması, açık İslam alametlerindendir. Ancak Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) söylemiş olduğu söz ihtimal taşımaktadır ve dolayısıyla da açıkça küfre delalet etmemektedir. Açık bir şekilde izhar olunan İslam, açık bir şekilde izhar olunan küfür bulunmadıkça yok olmaz. Kimin İslam’a girdiği kesin olarak tesbit edilmiş ise, açık ve kesin bir küfür izhar etmedikçe tekfir edilmez. Zan, kesinlik karşısında; müteşabih, muhkem karşısında ve ikinci veya üçüncü derecede tercih edilmiş olan, birinci derecede tercih edilmiş olan karşısında duramaz. Bedir esirleri ile ilgili olan rivayette de şöyle geçer:
“Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Abbas bin Abdulmuttalib’e şöyle dedi: Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebi Talib, Necfel bin Haris ve dostun Utbe bin Amr için fidye ver. Sen mal sahibi birisisin.” Abbas dedi ki: “Muhakkak ki ben Müslüman idim. Ancak topluluk beni zorlamıştı (ikrahta bulunmuşlardı.)”
Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: “Söylediğin şeyi Allah daha iyi bilir. Eğer söylediğin doğru ise, Allah karşılığını verecektir. Ancak görünürdeki durumun bize karşı olduğundur.”
Zira Abbas, hicret etmek için bir yol ya da hile bulamayan mustaz’aflardan değildi. Bu nedenle müşrikler tarafından ikrah olunduğunu mazeret olarak söylediğinde, bu kabul edilmedi. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onun zahiren Müslümanlara karşı müşriklerle birlikte olduğuna hükmetti.
Yukarıda aktarılan hadislerin tamamı, hükümlerin batına ve kişinin gizli yönlerine binaen değil, zahire binaen verilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Bu deliller artırılabilir, ancak üzerinde durmuş olduğumuz kaidenin doğruluğunu kanıtlamak açısından bu aktarılanlar yeterlidir.
Ömer bin el-Hattab’dan (radıyallahu anh) şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanlar, Resulullah döneminde vahiy alıyorlardı, daha sonra vahiy kesildi. Şimdi ise amellerinizden gördüğümüzü alıyoruz. Kimin hayırlı bir iş yaptığını görürsek, onu korur ve ona yaklaşırız, onun gizledikleri bizi ilgilendirmez. Gizlediklerinden dolayı onu hesaba çekecek olan Allahu Tealâ’dır. Kimin bir kötülük işlediğini görürsek, gizlediği şeylerin iyi olduğunu söylese dahi ona inanmayız ve onu korumayız.”20
Tahavi (rahimehullah) şöyle der: “Mü’minler bu hususta herhangi bir şeyi açıkça ortaya koymadıkça, onlar hakkında küfür, şirk ya da münafıklık ettiklerine dair şahitlikte bulunmayız, onların iç hallerini Allahu Tealâ’ya bırakırız.”21
Birinci Uyarı: Ele aldığımız konu açık bir küfre düşen kimse ile ilgilidir. Ancak ihtimal taşıyan bir söz söyleyen veya amel işleyen kişinin küfrüne hükmetmek için, tek başına bu sözü veya ameli delil olarak yeterli olmaz. Bu durumda kişinin kastının ve onu bu sözü söylemeye veya fiili işlemeye sevkeden etkenin ortaya çıkarılması gerekir.
Kişinin kastının ortaya çıkarılması ise bazen, kişiden sadır olan bir takım tavırlarla anlaşılabilir. Buna “karainu’l-hal” denir.
Örneğin, müziği helal sayan bir kişi, Allahu Tealâ’nın haram kıldığı bir şeyi helal kılmış olur. Bu ise, bilinen kaideye göre küfürdür. Yapılması gereken, müziği helal sayan kişinin bu kaidenin kapsamına girip girmediğinin ortaya çıkarılmasıdır.
Derim ki, müzik ve çalgı aletlerini helal saymak, açık bir şekilde küfre delalet etmemektedir. Zira bu meselede insanlardan aktarılan birçok rivayet bulunmaktadır. Bu nedenle o kişinin kastının ortaya çıkarılması ve müziği helal kılmasına neden olan etkenin belirlenmesi gerekir. Eğer kişi, kendisine ulaşmış ve yanında sabit olmasına rağmen nassları yalanlayarak veya reddederek müziğin helal olduğunu söylüyorsa, şüphesiz kâfir olduğuna hükmedilir.
Ancak bu konudaki nasslar kişinin yanında sabit değilse ve eşyanın aslının mübah olduğu yönündeki kurala binaen müziği helal kabul ediyorlarsa, tekfir edilmez. Zira bu kişiyi, müziği helal kabul etmeye sevkeden etken, nassları yalanlama ve yüz çe- virme değildir. Müziğin haram olduğuna dair bulunan nasslar, bu kişinin yanında sabit olmamıştır.
Bu mesele hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye’ye ait olan “Raf’u’l-Melam ani’l- Eimmeti’l-A’lam” isimli esere müracaat edebilirler.
İkinci Uyarı: Söz veya fiil yönünden, açık küfür sebeplerinden birini işleyen hakkında küfür hükmünün verilmesi ge- rektiği konusunda İrca ehlinden olan biri ile münakaşa ettiğinde sana şunu söyleyecektir:
“Onların kalplerini ve karınlarını yardın mı, kalplerinde küfrü helal kıldıklarını bildin mi?”
Yine küfür sebebi itikadi yönden olan birinin tekfiri konusu gündeme gelse, bu defa da şunu söyleyeceklerdir: “Onları nasıl kâfir sayarsın. Halbuki onlar ‘La ilahe illallah’ diyerek imanlarını izhar etmektedirler.”
Dolayısıyla söz veya fiil yönünden açık küfür sebeplerinden birini işleyen kişi konusunda Cehm bin Safvan’ın menhecini takip ederler. Kalplerin ve karınları yarılmasını şart görürler. İtikadi yönden açık küfür sebeplerinden birini işleyen kişi konusunda ise Muhammed bin Kerram’ın menhecini takip ederler. Hükümlerin ancak zahire göre verileceğini söylerler. Bu çirkin üslubu burada belirtmemizin sebebi ise, ilim talebelerini, bu üslubu takip eden kişilere karşı uyarmak isteğimizdir.
Terki Küfür Olan Ameller ile İmanın Sıhhatinin Şartı Olan Ameller
Namazı terk etmek kişiyi dinden çıkaran büyük bir küfür olduğuna göre, namazların edası Tevhid ve imanın sıhhatinin bir şartıdır.
Dinle alay etmek ve onun aleyhinde konuşmak küfür olduğuna göre, bunu terk etmek ve aksini yapmak, Tevhid ve imanın sıhhatinin bir şartıdır.
Allahu Tealâ’dan başka kimsenin kadir olamadığı hususların birinde yaratılandan yardım istemek kişiyi dinden çıkaran büyük küfür olduğuna göre, bunu terk etmek ve yardımı sadece Allahu Tealâ’dan istemek, Tevhid ve imanın sıhhatinin bir şartıdır.
Uyarı: Yapılması veya terkedilmesi Tevhid’in sıhhati için şart olan bütün ameller, tevhid şartlarından biri olan, “Tevhid ile amel etmek” şartının kapsamına dahildir. Allahu Tealâ en doğrusunu bilir.
Namazı Terk Etmek
Namazı terk etmek küfürdür, namazı terk eden kişi, onun farz olduğunu ikrar etse dahi dinden çıkar. Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“O haram aylar çıkınca, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın. Onları alıkoyun. Onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer, tevbe edip namaz kılar ve zekat verirlerse, yollarını serbest bırakın. Gerçekten Allah Ğafurdur, rahimdir.” (9 Tevbe/5)
“Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme ayetleri uzun uzadıya açıklarız.” (9 Tevbe/11)
Ayetlerin mefhumu, onların tevbe edip namaz kılmadıkça ve zekat vermedikçe yollarının serbest bırakılmamasına delalet etmektedir. Onlar, mü’minlerin din kardeşleri de değillerdir. Din kardeşliğinin nefyedilmesi ise ancak müşrik kâfirler için sözkonusudur.
Zekatın terkedilmesi konusunda ise, bunun küfür olmadığına dair bir takım nasslar bulunmaktadır. Bu nasslardan birisi Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözüdür: “Malında Allah’ın hakkını eda etmeyen herkes kıyamet günü cehennem ateşine atılacaktır. Orada yüzü, yanları ve sırtı yanacaktır. Öyle ki Allah elli bin yıl sayılan bir günde kulları arasında hükmedinceye kadar, onun bu hali devam eder. Sonra yolu cennete mi yoksa cehenneme mi gidiyor görecektir.”
Buradan anlaşılmaktadır ki onun durumu Allahu Tealâ’nın dilemesine kalmıştır. Yolunun cennete gitmesi ihtimalinin olması, onun kâfir olmadığına delalet eder. Zira kâfirin yolu ancak cehenneme gider.
Zekât vermeyi terketmenin küfür olmadığına, Abdullah bin Şakik’in (radıyallahu anh) şu sözü de delildir: “Muhammed’in ashabı, namazın terki kadar, hiçbir amelin terkini küfür saymazlardı.” Diğer amellerin aksine, namazı terk eden kimsenin tekfir edileceği konusunda icma bulunmaktadır. Zekâtı terkedenin tekfiri konusunda ise icma bulunmamaktadır.
İbn-i Abdilber şöyle der: “İbn-i Abbas der ki: Kişinin malının çok olduğunu görürsün ama zekât vermez. Böyle bir kişiye kâfir denmez ve kanı helal olmaz.”22
Namazı terk eden kimsenin küfrüne şu hadisler delildir: “Kişi ile küfür arasında namazı terk vardır.”23
Yani, namazın terki, küfre ve şirke düşmektir. Namazı terkeden ise, kâfir ve müşrik olur.
“Kul ile küfür arasında ancak namazı terk vardır.”24
“Küfür ile iman arasında namazı terk vardır.”25
“Bizimle onlar arasındaki ahid namazdır. Kim namazı terk ederse, küfre düşmüştür.”26
“Kul ile küfür ve iman arasında namaz vardır. Onu terk eden, şirke düşmüştür.”27
“Namazı bilerek terk etmeyin. Kim bilerek namazı terk ederse, Allah’ın ve Resulünün zimmetinden ayrılmış olur.”28
“Kim namazı bilerek terk ederse, dinden çıkmış olur.”29
“İslam’ın yok olacak son bağı, namazdır.”
İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle der: “Sonu giden her şeyin tamamı gitmiştir. Bir kişinin namazı gitmişse, herşeyi gitmiştir.”
Resululah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde ümmetimin arasında tanıyamayacağım kimse yoktur.” Dediler ki: “Birçok insan bulunduğu halde onları nasıl tanıyacaksınız ey Allah’ın Resulü?” Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: “-İçinde siyah ve koyu renk atların bulunduğu- Bir ahıra girseniz, diğer renklere karışmayan siyah olanını, -alnı parlak bir atı- bacaklarındaki beyazlıktan tanımaz mısın? O gün ümmetimin, secdeden dolayı alnı beyaz olacaktır, abdestten dolayı da ayakları parlayacaktır.”30
Hadis, namazı terk edenin Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinden olmadığını ifade etmektedir. Çünkü o gün insanları tanıtacak tek işaret, namazdır. Namazın izi ise, yüz ve alında olacaktır.
Ömer bin Hattab (radıyallahu anh) şöyle der: “Namazı terk edenin, İslamdan bir payı yoktur.”
İbn-i Mes’ud (radıyallahu anh) şöyle der: “Namazı terk edenin dini yoktur.”
Ebu’d-Derda (radıyallahu anh) şöyle der: “Namazı olmayanın imanı yoktur, abdesti olmayanın da namazı yoktur.”
Ali bin Ebi Talib (radıyallahu anh) şöyle der: “Namaz kılmayan, kâfirdir.”
Cabir bin Abdullah (radıyallahu anh) şöyle der: “Namazı terk küfürdür, bunda ihtilaf yoktur.”
İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “Selefin büyük bir çoğunluğu, farz olduğunu ikrar etmesine rağmen namazı terk edenin kâfir olarak öldürüleceği görüşündedir.”31
İbn-i Hazm şöyle der: “Ömer, Abdurrahman bin Avf, Muaz bin Cebel, Ebu Hureyre ve diğer sahabenin görüşüne göre, kim farz bir namazı vakti çıkıncaya kadar kasıtlı olarak terk ederse, dinden çıkmış kâfir olur. Sahabenin bunun aksini söylediğini bilmiyoruz.”32
Hafız el-Münziri şöyle der: “Sahabeden ve onlardan sonra gelenlerden bir topluluk vakti çıkıncaya kadar namazı kasıtlı olarak terk eden kimsenin tekfir edileceği görüşündedir. Bu görüşte olanlar şunlardır: Ömer bin El-Hattab, Abdullah bin Mes’ud, Abdullah bin Abbas, Muaz bin Cebel, Cabir bin Abdillah ve Ebu’d-Derda (radıyallahu anhum). Sahabenin dışında aynı görüşte olanlar ise Ahmed bin Hanbel, İshak bin Rahaveyh, Abdullah bin El-Mübarek, Nehai, Hakem bin Utbe, Eyyub es-Sahtiyani, Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Bekr bin Ebi Şeybe, Züheyr bin Harb ve diğerleridir.”33
Eğer, “Namazın terki konusunda kişiyi küfre düşüren miktar nedir? Selefin bir kısmından rivayet edildiği gibi bir vakit namazı terk eden tekfir edilir mi?” denirse, şöyle cevap veririz: Bu meseledeki ihtilaf güçlüdür. Tercih edilen görüş ise şudur: Kimin kıldığı farz namazlar, terk ettiği farz namazlardan daha fazla ise ve kıldığı nafileler, terkettiği farz namazları karşılayabilecek kadar varsa bu kişi tekfir edilmez. Bunun aksi ise mutlaka kâfir olur.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Kıyamet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Allahu Tealâ: “Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nafilesi var mı?” buyurur. Böylece, farzın eksikleri nafile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir.”34
Eğer farz namazlardan bir kısmının eksik olması, küfür olarak itibar olunmuş olsaydı, nafile namazları kişiye fayda vermezdi. Resulullah’ın “Eğer farzında eksiklik çıkarsa” sözü, şu iki duruma hamledilebilir: Birincisi, kişi farz olan namazlarını kılıyordur ancak bazen, namazın rükunlarına ve farzlarına gereken önemi vermiyordur. Dolayısıyla da namazın rükun ve farzlarında bir takım eksiklikler bulunmaktadır. Bu eksiklikler nafile olarak kıldığı diğer namazları ile tamamlanır. İkincisi ise, kişi farz olan namazların tamamını ya da büyük bir kısmını terketmiştir. Ancak kılmış olduğu nafileleri varsa, bu eksiği nafileler ile tamamlanır. Her iki durumu da sünnet delalet etmektedir.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Benden sonra başınıza bazı yöneticiler gelecektir. Bir takım şeyler onları namazı vaktinde kılmaktan engelleyecektir. Öyle ki namazın vakti geçecek.” Bir adam: “Eğer onların zamanına yetişirsem, onlarla birlikte namaz kılayım mı?” diye sordu. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Evet, eğer istersen” dedi.”
Yani, onlarla birlikte nafile olarak namaz kıl. Zira farz namaz bir günde iki defa kılınmaz.
Resulullah’ın, namazları vaktinde kılmayan bu yöneticiler ile birlikte namaz kılınmasına izin vermesi, bu yöneticilerin, vakti geçinceye kadar namazı terk etmeleri nedeni ile kâfir olmadıklarına delildir. Çünkü mürted ve kâfir kimsenin arkasında namaz kılınmayacağı konusunda icma vardır.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Rabbimiz şöyle buyurdu ki: “Kim namazı vaktinde kılarsa, buna devam eder ve hakkını verirse, onu cennete sokacağımı vaad ediyorum. Kim namazı vaktinde kılmaz, buna önem vermez ve hakkını vermezse, ona vaad etmiyorum. Dilersem ona azab eder, dilersem bağışlarım.”35
Namazı vaktinde kılmayan ve namazın hakkını vermeyen kişi hakkında, bağışlanma ihtimalinin bulunması, onun kâfir olmadığına delalet etmektedir.
“Kim namazı vaktinde kılmaz, buna önem vermez ve hakkını vermezse” sözünden, namazın mutlak olarak terk edilmesi anlaşılmamalıdır. Çünkü namazı mutlak olarak terk etmek, daha önce aktardığımız gibi, büyük küfürdür.
İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle der: “Kim namazı terk etme konusunda ısrar eder, asla namaz kılmaz ve bu durum üzere ölürse, o kimse Müslüman değildir. Ancak insanların çoğu bazen namaz kılar, bazen de kılmazlar. Namaza bu şekilde önem vermeyenler, tehdit altındadırlar. Ubade, Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah kullarına gece ve gündüz olmak üzere beş vakit namazı farz kılmıştır. Kim bunlara devam ederse, Allah’ın o kimseyi cennete koyacağına dair bir sözü vardır. Kim de bunlara devam etmezse, Allah’ın onun için bir taahhüdü yoktur. Dilerse ona azab eder, dilerse bağışlar.” —Yukarıdaki hadisi de zikrettikten sonra şöyle devam eder- Bununla namazı terk eden kimsenin küfre düşmediğini iddia etmek, zayıf bir delildir. Bu hadis, namaza önem vermeyen kişinin tekfir edilmeyeceğine delildir.”36
İbn-i Teymiye’nin, namaz kılmayı terkeden kişi ile, namaza gereken önemi vermeyen kişiyi ayırmasına dikkat edilmelidir. Birincisi tekfir edilirken, diğeri tekfir edilmez.
İbnu’l-Kayyim (rahimehullah), Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kim ikindi namazını terkederse, ameli boşa gitmiştir” sözünde geçen ‘boşa gitme’ ifadesi hakkında şöyle der: “Hadiste –ki Resulü’nün maksadını Allahu Tealâ daha iyi bilir- belirtilen terk iki çeşittir: Birincisi, tamamen terkedip hiç kılmamaktır ki bu, kişinin bütün amellerini yok eder, boşa çıkarır. İkincisi ise, belirli bir günde belirli bir vakti terketmektir ki bu, o günkü ameli boşa çıkarır.”37
Bunun delillerinden biri de Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şu sözüdür: “Allah’ın kullarından birine kabrindeyken yüz değnek vurulması emredilir. Derisi bir kez değişinceye kadar vurulur. Tekrar derisi değişir ve ardından kabri ateşle doldurulur. Kalkıp doğrulduğunda: “Bana niçin vurdunuz?” der.
Bunun üzerine kendisine: “Sen temizlenmeden bir vakit namaz kıldın ve bir mazlum gördüğünde ona yardım etmedin” denir.”38
Hadis, abdestsiz olarak bir vakit namaz kılmış olmasına rağmen bu kişinin kâfir olmadığını ifade eder. Bunun misali, o namazı terketmiş olan kişinin durumu gibidir. Çünkü temizlik ve abdest, namazın sıhhatin şartlarındandır. Dolayısıyla hadis, hayatı boyunca bir vakit namazı ya da bazı namazları terk eden kimsenin, tekfir edilmeyeceğine delalet etmektedir. Ancak hadiste, bazılarının ileri sürdüğü gibi, namazları tamamen terkeden kişinin de tekfir edilmeyeceğine dair herhangi bir delalet yoktur.
Kişinin bazen terketmiş olduğu bu namazları, kılmış olduğu nafile namazlar ile tamamlanır. Ancak terketmiş olduğu namazlar fazla ve nafile namazları da az olursa, kişinin eksikleri tamamlanamaz. Dolayısıyla bu kişi küfre düşmüş olur.
Buna göre, cuma, bayram ya da sadece Ramazan günleri dışında namaz kılmayan kişi, mürted bir kâfirdir. Yukarıda aktarılmış olan nasslar, bu kişiye hamledilir. Allahu Tealâ en doğrusunu bilir.
Sonuç olarak derim ki:
Yukarıda açıklandığı39 üzere bir kocanın namazı bu nevi amelin cinsini terk ya da nafileler ile kapatılacak bir durumdaysa nikah geçerli olur. gevşekliken dolayı bu düşmez. Ancak buradaki tembellik, namaza has ise bu tembellik olarak açıklanamaz. Çünkü insanlar işlerine gece saat 4’lerde kalkıp gitmekteler iken namazları terkediveriyorlarsa, herşeye çalışkan olup bir tek namaza tembelseler. Bu Hanefi ulamasının dahi özür saymadığı bir gaflet ve dalalettir. Allah yar ve yardımcımız. Bununla beraber kişinin namaz kılmayan müşrik kimseleri dost edinmesi Yüce Allah’ın dinine aykırı ve tevhide zarar getirecek bir durumdur. Zararın eksriyeti de bundan gelir.
1 Muttefekun Aleyhi
2 Nevevi, Müslim Şerhi, 1/212.
3 Mecmuu’l-Fetava’da, 7/609.
4 Tefsiru Kurtubi, 2/157.
5 Buhari
6 Muslim, Ebu Hureyre’den (radıyallahu anhu) rivayet etmiştir
7 Müttefekun Aleyhi
8 Müslim
9 Buhari
10 Camiu’l-Ulum
11 El-Ümm
12 Mecmuu’l-Fetava, 7/144.
13 Fethu’l-Bari Şerh-i Sahih-i Buhari, 5/1.
14 Muttefekun Aleyh
15 es-Sarimu’l-Meslul
16 Buhari
17 Buhari ve Müslim
18 Müslim Şerhi, 2/107
19 Müslim
20 Buhari
21 Metnu’l-Akîdeti’t-Tahaviyye
22 et-Temhid, 4/234.
23 Müslim
24 Nesai tahric etmiştir. Sahihu’t-Terğib, 563
25 Tirmizi tahric etmiştir. Sahihu’t-Terğib, 563
26 Ahmed ve diğerleri tahric etmişlerdir. Sahihu’t-Terğib, 564
27 Sahihu’t-Terğib, 574
28 Ahmed ve diğerleri tahric etmişlerdir. Sahihu’t-Terğib, 569
29 Hafız el-Münziri Terğib’de şöyle der: “Taberi, rivayet etmiştir. Muhammed bin Nasr, Kitabu’s-Salat’ta iki isnadla rivayet etmiştir.”
30 Ahmed tahric etmiştir. Es-Silsiletu’s-Sahiha, 2836.
31 Mecmuu’l-Fetava, 28/308
32 el-Muhalla
33 et-Terğib
34 Ahmed, Ebu Davud, Nesai ve diğerleri tahric etmişlerdir. Sahihu’l-Cami, 2571
35 Taberani ve diğerleri tahric etmişlerdir. Sahihu’t-Terğib, 397
36 Mecmuu’l-Fetava, 7/578, 22/49
37 Kitabu’s-Salat ve Hukmu Tarikuha, 65.
38 Tahavi, Müşkilu’l-Asar’da tahric etmiştir.
39 Yukarıdaki bölüm Ebu Basir Et Tartuşi’nin İslam Dininden Çıkaran Ameller kitabından özetle iktibas edilmiştir.