MUĞNİ’L-MUHTAC

SİYER

 

A. Cihidın Farz-ı Kifiye Olduğu Durum

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra kafirler için iki durum söz konusudur: Birincisi onların kendi ülkelerinde bulunduğu [Müslüman ülkeye saldırmak üzere gelmediği] durumdur. Bu durumda cihad farz-ı kifayedir. Cihad için yeterli olacak kimseler bunu yerine getirdiğinde diğer Müslümanlardan sorumluluk kalkar.

 

9. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra kafirlerin iki durumu vardır. Bunların birincisi onların kendi ülkelerinde bulunduğu, Müslüman ülkelere yönelik herhangi bir saldırı içinde olmadığı durumdur. Bu durumda Müslümanların onlarla cihad etmeleri -raşid halifelerin uygulamalarından da anlaşılacağı üzere- farz-ı kifayedir. Kadı Abdülvehhab bu konuda icma bulunduğunu nakletmiştir. Bu durumda cihad farz-ı ayn olmuş olsaydı, insanların yaşamlarını temin etmeleri tamamen devre dışı kalırdı.

 

10. [Cihad farz-ı kifaye olunca] Müslümanlar içinden cihad için yeterli olacak olan kimseler bunu yerine getirdiğinde diğerleri üzerinden sorumluluk kalkar. Çünkü farz-ı kifaye olan şeylerin durumu böyledir.

 

11. Nevevi'nin "sorumluluk kalkar" ifadesinin zahirinden, farz-ı kifayede sorunmluluğun [ilk başta] herkesin üzerinde olduğu anlaşılmaktadır ki usulcülere göre dOğru olan da budur.

 

12. Nevevi'nin "yeterli olacak kişiler" ifadesi kendisine cihad farz olmayan kimseleri de kapsamaktadır ki doğru olan budur. Buna göre buluğa yaklaşmış olan [ama buluğa girmemiş olan] erkekler cihad etse, farza ehil olan kimseler üzerinden sorumluluk kalkar.

 

13. Ravdatü't-talibin' de şöyle denilmiştir: Küçüklük, akıl hastalığı ve dişilik durumunda [cihadın] farz-ı kifaye [olması hükmü] düşer.

 

14. Eğer cihadı herkes terk ederse birazclan zikredilecek özürleri bulunmayan herkes günaha girmiş olur.

 

Not:  Cihadın en azı, -tıpkı Kabe'yi ihya etmede olduğu gibi- senede bir defa cihad etmektir.

Çünkü Yüce Allah "onlar her yıl bir ya da iki defa sınandıklarını görmüyorlar mı?" [Tevbe, 126] buyurmuştur. Mücahid şöyle demiştir: Bu ayet cihad hakkında indirilmiştir.

 

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'e cihad emredildiği andan itibaren kendisinin uygulaması da bu şekilde olmuştur.

 

Aklı delil ise şudur: Cizye cihadın bedeli olarak ödenmesi gerekli olan bir vergi olup her yıl bir defa ödenmesi gerekli olduğuna göre onun bedeli olan cihadın da böyle olması gerekir.

Yine cihad tekrarlanan bir farzdır. Tekrarlanması gereken farzlar -tıpkı zekat ve oruçta olduğu gibi- yılda en azından bir kere gerekli olur. Şayet [devlet başkanı] bir kereden daha fazla yaparsa bu daha faziletli olur.

 

Farz-ı kifaye, devlet başkanının sınır boylarını kafirlere karşı savunabilecek şekilde askerle doldurması, kaleleri ve hendekleri sağlamlaştırması, savaşmak için komutanlar tayin etmesi ile yerine geldiği gibi devlet başkanı veya onun görevlendirdiği komutanın savaşmak üzere küfür diyarına orduyla birlikte girmesiyle de yerine gelmiş olur.

 

Cihad amaç olarak değil vesile olarak farz kılınmış bir hükümdür. Çünkü savaşmanın amacı, kafirlerin hidayete gelmesi ve bunun dışında [İslam ümmetine yüklenen] şahitlik görevini yerine getirmektir, kafirleri öldürmek ise savaşın doğrudan amacı değildir. Öyle ki savaş yapmaksızın ortaya deliller koymak suretiyle kafirlerin hidayete gelme imkanı varsa bunu yapmak savaşmaktan daha faziletli olur. Nevevi'nin belirttiği hükümler savaş esnasında uygulanan hükümlerdir. Müslümanların kalelerini koruma altına almak ise derhal yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

 

1. Farz-ı Kifayelerden BazIları

2. Cihadın Engelleri

 

1. Farz-ı Kifayelerden BazIları

 

Bil ki farz-ı kifayeler gerçekten çoktur. Nevevi "cenazeler" bölümünde ölünün yıkanlanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesini zikretmiş, "buluntu çocuk" ile ilgili bölümde sokağa bırakılmış çocuğun alınmasından söz etmiş, burada da cihad konusundan bahsetmiş, sonrasında bazı meseleleri ek olarak zikretmiştir.

 

Nevevi şöyle demiştir: Farz-ı kifayelerden bazıları şunlardır:

 

> Din konusunda deliller getirmek ve problemleri çözmek. Tefsir ve hadis gibi şer't ilimleriyle uğraşmak, hakimliğe elverişli olacak şekilde furU [fıkıh] ilmiyle uğraşmak.

 

> iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak.

> Her yıl bir kere ziyaret etmek suretiyle Kabe'yi ihya etmek.

> Şayet Müslümanların ihtiyacı zekatla ve devlet hazinesinden karşılanmıyorsa çıplağı giydirmek, açı doyurmak fiillerinde olduğu gibi Müslümanların zararlarını gidermek.

> Şahitliği yüklenmek ve eda etmek.

> Meslekler, sanatlar ve maişetin temini için gerekli olan şeyleri yerine getirmek.

> Topluluğa verilen selamı topluluğun alması. Selamı ilk olarak vermek sünnettir. Tuvalet yapan veya yemek yiyen kişinin selamı alması farz değildir, yine hamamda da selam almak farz değildir. Bunların selama cevap vermeleri gerekmez.

 

15. Farz-ı kifayelerden biri Yüce Allah'ın varlığına, O'nun hakkında zorunlu ve imkansız olan sıfatlara, peygamberliğin ispatı ve peygamberlerin doğru sözlülüğüne, şeriatta bildirilen hesap, yeniden diriliş, amellerin tartılması gibi konuların ispatına dair ilmı deliller ortaya koymaktır. [İslam'ı savunmak üzere gerektiğinde] nasıl ki kılıçla mücadele yapmak şart ise aynı şekilde bu belirtilen konulara dair deliller ortaya koyacak, şüpheleri giderecek, problemleri çözecek kişilerin [alimlerin] bulunması da şarttır. Nitekim Nevevi "din konusunda problemleri çözmek, şüpheleri def etmek" ifadesini bu sebeple zikretmiştir.

 

16. [Mükellef bir kimsenin ne tür bilgileri öğrenmesi farz-ı ayndır?]

 

> Mükellef bir kimsenin, kalbine soktuğu şüpheyi ortadan kaldırması onun hakkında farz-ı ayndır. Bu ise aklı delilleri bilmek, hased, riya ve kibir gibi kalp hastalıklarının tedavisini, bu hastalıkların tanımlarını ve sebeplerini bilmekle olur.

 

> Yine mükellef bir kimsenin, dinin farz kıldığı ibadetleri yerine getirecek şekilde mesela namaz ve oruç gibi ibadetlerin rükünleri ve şartlarına dair bilgilerde olduğu gibi genel bilgileri bilmesi farz-ı ayndır, bunların inceliklerini bilmesi ise farz-ı ayn değildir. Bu bilgileri öğrenmek, ancak bu ibadetlerin farz olmasından sonra söz konusu olur. Şayet vakit girdikten sonra bu ibadetleri yaparken öğrenme imkanı yoksa vaktinden önce öğrenmesi de farz olur. Haccın rükün ve şartları da böyle olup bunları öğrenmesi [derhal değil] zaman içinde farzdır. Yine şayet malı varsa zekata ilişkin hükümleri öğrenmesi de -zekatları toplayıp bu işten kendisini kurtaracak olan bir memur var olsa bile- farzdır.

 

> Alım-satım yapıp ticaretle uğraşacak olan kimsenin satım ve mudarebe akdine ilişkin hükümleri bilmesi farzdır. Mesela ekmek satacak olan kişinin buğdayekmeği ile buğdayın veya ununun karşılıklı satımının caiz olmadığını bilmesi gerekir.

 

> Sarf [para değiş tokuşu] yapacak olan kişinin bir dirhemi iki dirhem karşılığında satmanın caiz olmadığını bilmesi gerekir.

 

> İnanca ilişkin temel meselelere gelince; kişinin Kitap ve Sünnetle geçtiği şekliyle doğru inancı öğrenip buna bağlanması farz-ı ayndır. "Kelam ilmi" adı verilen ilmi öğrenmek ise farz-ı ayn değildir. Sahabe kelam ilmi ile iştigal etmiyordu.

 

Cüveyni şöyle demiştir:  :'Eğer insanlar, [sahabe döneminde olduğu gibi] saf haliyle Islam'ı yaşıyor olsaydı biz kelam ilmi ile uğraşmayı zorunlu kılmaz, hatta belki de bunu yasaklardık. Ancak zamanımızda bid' atlar yaygınlaşmış olduğundan halkı bu bid' atlarla boğuşmak üzere kendi başına bırakmak mümkün değildir. Hak olan yola insanları davet edecek ve şüpheyi giderecek bilgiyi hazırlamak gerekli olduğundan aklt delillerle uğraşmak ve şüpheleri gidermek farz-ı kifaye olmuştur. İmam ŞafiI'nin kelamla uğraşmayı haram kabul edip "kişinin şirk dışında her türlü günah ile Allah'ın huzuruna varması, kelam ilminden herhangi bir şeyle Allah'ın huzuruna varmasından daha hayırlıdır" demesi tamamen kelamda derinlere dalmakla ilgilidir."

 

> Felsefe, hokkabazlık, astroloji, fal, tabiatçıların ilimleri ve sihir öğrenmek ise haramdır.

> Şiire gelince, şayet şiirde hafif meşreplilik yahut kötülüğe teşvik gibi bir durum söz konusu değilse mubahtır. Zamparalık ve berduşluğa yönlendiren şiir ise mekruhtur.

 

17. Farz-ı kifayelerden biri de tefsir ve hadis gibi şer't ilimlerle iştigal etmektir. Bu iki ilmin anlamı "vasiyetler" bölümünde geçmişti. Yine [şer'i ilimlerden biri olan] füru fıkıh ilmiyle, öğrenilmesi zorunlu olan miktarın ötesinde uğraşmak da böyledir. Öyle ki bu konuda yargılamaya -ve el-Muharrer'de belirtildiği üzere fetva vermeye- ehil olacak kadar bununla uğraşmak farz-ı kifayedir; çünkü buna çok ihtiyaç duyulmaktadır. Şayet bu ilimlerin [bir kişi değil de] bir topluluk tarafından öğretimine ihtiyaç duyulursa onların bunu yapmaları gerekir.

 

18. Namazların kısaltılabileceği uzunlukta bulunan her mesafede bir müftünün bulunması gerekir ki o, bu mesafeyi kat etmek zorunda kalmasın. Alimler hakim ile ilgili şöyle demişlerdir: "Sabah gidip akşam gelinebilecek uzaklıkta bulunan mesafenin hakimsiz olması caiz değildir." Müftü ile hakim arasında şu şekilde ayrım yapılmıştır: Yeni meydana gelen olaylarda fetva verme meselesinin aksine bir gün içinde insanlar arasında pek çok anlaşmazlıklar olabilir ve bu durum tekrarlanabilir.

 

19. Ortada fetva verebilecek güvenilir başka biri varsa, müftü fetva vermediğinde günaha girmez, fetva vermesi gerekmez. Nevevi, Ravdatü't-talibin'de "muallimin de böyle olması gerekir" demiştir.

 

20. Bu mesele ile buna benzeyen "nikahta veliler" ve "şahitler" meselesi şu şekilde birbirinden ayrılmıştır: Burada bu hükmü gerekli kılmakta -çok olay söz konusu olduğu için- bir sıkıntı ve zorluk bulunmakla birlikte diğer meselede bu söz konusu değildir.

 

Nevevi, Ravdatü't-talibın'de şöyle demiştir: "Öğrenciye ve fetva soran kişiye yumuşak davranmak müstehaptır."

 

21. Furu fıkıhtan öğrenilmesi zorunlu olan şeyleri öğrenmek ise daha önce belirttiğimiz üzere farz-ı ayndır.

 

Not:  Farz-ı kifaye olan hususlar arasında insanların bedenlerini tedavi etmek için tıp ilmini öğrenmek, mirasları, vasiyetleri taksim edip insanlar arası muameleleri düzgün yürütmek için matematik ilmini öğrenmek, fıkıh usulü, nahiv, lügat, sarf, hadis ravilerinin isimlerini, cerh ve tadil ilmini öğrenmek, alimlerin ihtilaf ve ittifak ettikleri meseleri öğrenmek de yer alır.

 

Mantığa gelince; İmam Gazali mantık bilmeyenin ilmine güvenilecemeyeceğini söylemiştir.

Başkaları ise mantıkla uğraşmanın haram olduğunu söylemiştir. Daha önce abdesti bozan şeyler meselesinde "istinca"dan bahsederken bu konuda açıklama yapılmıştı.

 

Şarih Celaleddin el-Mahalli şöyle demiştir: "Nevevi, furu ifadesinin başına elif-lam takısı getirmiş, diğerlerinin başına ise getirmemiştir. Bunun sebebi, füru kelimesinden sonra zikrettiği "yargılamaya ehil olacak kadar" ifadesidir. Böyle yapmasının sebebi, bu ifadenin daha önceki kelimelere [tefsir ve hadis kelimesine] de döndüğü zannedilmesin diyedir.

Burada Nevevi'nin eleştiriye açık bir yönü bulunmaktadır. Bu da şudur: Furu kelimesi ya tefsir kelimesine atıfla mecrur veya "bi ikame" ifadesinde ba ile mecrur olan ikame kelimesine atfedildiği için mecrurdur. Şayet ilkinden dolayı mecrur ise o zaman Nevevi'nin zikretmediği şer'ı ilimler de kalmaktadır, oysa geriye şer'ı ilim kalmamıştır. Şayet ikincisinden dolayı mecrur ise o zaman furu fıkıh ilmi şer'i ilimlerden değilmiş gibi anlaşılmaktadır, oysa bu kastedilmemiştir. Bunların ilki tercih edilip "burada kaf, istiksa kafıdır" şeklinde cevap verilebilir.

 

Maverdi şöyle demiştir: İlimde farz-ı kifaye, şu dört şartı toplayan için söz konusudur:

 

1. Mükellef olma,

2. Hakimlik görevini üstlenme ehliyetine sahip olma: Yani kişinin hür ve erkek olması, köle ve kadın olmaması,

3. Zekasında problem olmaması,

4. Geçimini sağlayacak yeterli geliri bulunması sebebiyle kendisini tamamen ilme verebilecek durumda olması.

 

Fasık da farz-ı kifaye kapsamına dahil olmakla birlikte fasık bir müftünün bulunması halinde farz-ı kifaye sorumluluğu diğer insanlardan düşmüş olmaz; çünkü fasığın fetvası kabul edilmez. Kadın ve kölenin farzın kapsamına girip girmediği konusunda mezhep içinde iki görüş vardır. Daha güçlü olanına göre bunlar girerler; çünkü bunlar hakim olmaya ehil olmasa da fetva vermeye ehillerdir.

 

Farz-ı kifaye olan hususlardan biri de dinin gerekli kıldığı hususlarda iyiliği emretmek ve dinin haram kıldığı hususlarda kötülüğü yasaklamaktır. Bu konuda icma bulunmaktadır.

Kötülüğü yasaklamanın gerekli olması, kişi kötülüğü yasakladığında kendisinin veya bir başkasının canına veya malına o işlenen kötülükten daha büyük bir mefsedet gelmesinden korkmadığında yahut -Gazall'nin İhya adlı eserinde tıpkı hocası Cüveyni gibi işaret ettiği üzere- kötülüğü yapan kişinin, inatçılık gösterip kötülüğünü daha da arttıracağını zannetmediğinde söz konusu olur.

 

22. İyiliği emredip kötülüğü yasaklamak yalnızca idarecilerin sorumluluğu olmayıp erkek-kadın, hür-köle gücü yeten her mükellef bununla yükümlüdür. Çocuk da bunu yapabilir ve yapması halinde sevabını alır, ancak onun bunu yapması zorunlu değildir.

 

23. İyiliği emreden kişinin adalet vasfına sahip olması şart değildir. Cüveyni şöyle demiştir:

"Kendisi bir kadeh içki içen kimse, içki içmek üzere birlikte oturduğu kimselerin bunu yapmasını engellemekle yükümlüdür." Gazalı de şöyle demiştir: "Zina etmek için bir kadını kaçıran kişi o kadının kendisine karşı yüzünü örtmesini istemekle yükümlüdür."

 

24. Kötülüğü engellemek elle olur. Şayet kişi bunu yapamıyorsa diliyle söyleyerek engelolur. Kötülüğünden korktuğu kimseye karşı yumuşak dille bunu yapar. Şayet fitneden korkmuyorsa o kişiye karşı başkasından yardım isteyebilir. Bunu yapamıyorsa durumu yöneticiye bildirir. Bunu da yapamıyorsa kalbiyle kötülÜğÜ protesto eder.

 

25. Kişinin iyiliği emredip kötülüğü yasaklaması için sözünün dinleniyor olması gerekmez. Kişi, söylediği sözün adeten kar etmeyeceğini bilse bile iyiliği emredip kötülüğü yasaklamakla yükümlüdür. "Muhakkak ki hatırlatmak müminlere fayda verir." [Zariyat, 55]

 

26. Kişinin emrettiği şeyi kendisinin yapıyor olması, yasakladığı şeyden kendisinin uzak duruyor olması şart değildir. Aksine kişi [kendisi de iyiliği yapıp kötülükten uzak durmaya çalışmalı ancak bunu yapamıyor olsa bile] başkasına iyiliği emredip kötülüğü yasaklamahdır. Bunlardan birinin olmaması diğerinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

 

27. İnce araştırma gerektiren hususlarda iyiliği emredip kötülüğü yasaklama işini ancak alim birisi yapar, sıradan halktan birinin bunu yapma yetkisi yoktur.

 

28. Alim birisi, ancak kötü olduğu konusunda icma bulunan şeyleri yasaklar, hakkında ihtilaf bulunan şeyleri yasaklamaz. Ancak fiili yapan kişi onun haram olduğuna inanıyorsa o zaman ona karşı bu yasaklanır.

 

Şöyle bir itiraz söz konusu olabilir: Alimlerimiz, Hanefı mezhebine mensup bir kimse nebiz içtiğinde kendisine had cezası uygulanacağını açık olarak belirtmişlerdir. Oysa kötülüğü fiil yoluyla reddetmek sözle reddetmekten daha öte bir durumdur.

 

Buna şöyle cevap verilebilir: Nebizin haram olmadığına ilişkin deliller son derece çürüktür. İşte bizim nebiz içene had cezası uyguladığımız halde velisiz olarak evlenip ilişkide bulunan kimseye had cezası uygulamamamız da bu bakımdan birbirinden ayrılıyor.

 

Başka bir muhalefete veya sabit bir sünnetin terkine yoI açmadığı sürece [diğer mezheplerle aramızda oIan] görüş ayrılığından yumuşak bir üsIupIa kurtuImak tavsiye edilen bir şeydir. Çünkü bu durumda görüş ayrılığından kurtuImak alimlerin ittifakıyIa müstehaptır.

 

29. İster iyiliği emretsin ister kötüIüğü yasaklasın bunIarı yapanIarın hiçbiri sırf zanna dayanarak kimsenin özel hallerini araştıramaz, evlerine baskın yapamaz. [Dışarıya yansıyan] bir şey görürse onu değiştirir. Ancak, güvenilir bir kimse, gizlenmiş haIdeki birinin [bir Müslümanın namus ve can dokunulmazlığının] zina ve adam öIdürme gibi teIafisi mümkün oImayan bir şekilde zedelenmekte olduğuna dair bir haber verirse o zaman derhal bunun yapıldığı eve baskın yapmak ve gizli durumları araştırmak zorunlu hale gelir.

 

Not:  Her ne kadar iyiliği emredip kötülüğü yasaklama görevi [bütün Müslümanların sorumluluğu olup] yalnızca bu işle görevlendirilen kimsenin sorumluluğunda olmasa da devlet başkanının, insanlara iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak üzere görevli bir memur tayin etmesi gerekir. Bu memurun [muhtesib], kendisinde Cuma namazının şartları bulunan kimselere Cuma namazına gitmeyi emretmesi gerekir. Bayram namazının sünnet olduğu görüşünü kabul etmiş olsa da aynı şeyi bayram namazı için de yapması gerekir.

 

Şöyle bir itiraz söz konusu olabilir: Cüveyni şöyle demiştir: "Fakihlerin çoğunluğu müstehap olan konularda iyiliği emretmenin de müstehap olduğunu kabul ederler." Bu da müstehap olan bir konudur.

 

Buna şöyle cevap verilir: Cüveyni'nin belirttiği hüküm, bununla görevli olan memur dışındakiler içindir. İdareciler dışındakiler onlara kıyas edilemez. Bu sebepledir ki devlet başkanı yağmur duası sebebiyle namaz kılmayı ve oruç tutmayı emretse bunu yapmak farz olur.

 

Muhtesib (iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla görevli memur), farklı mezhepten olan kimselerin kendi mezheplerinde caiz görmedikleri bir şeyi onlara emretmez, farz veya sünnet olarak kabul ettikleri şeyleri onlara yasaklamaz.

 

Muhtesib, beldenin surlarının ve su yollarının onarılması, muhtaç olanların ihtiyaçlarının karşılanması gibi menfaati herkese dönük olan şeyleri emreder. Devlet hazinesinde mal varsa bunların devlet hazinesi tarafından karşılanması gerekir. Aksi takdirde bunu karşılama gücü olanların bunu yapması gerekir.

 

Muhtesib, şayet alacaklı talepte bulunduysa ödeme gücü olan borçlunun borcunu geciktirmesini yasaklar. Bir erkeğin bir kadınla boş bir yolda dikilmesini yasaklar; çünkü bu şüpheli bir durumdur. Ancak insanların gelip geçtiği bir yolda bir erkek ve kadını bir arada gördüğünde bunu yasaklamaz.

 

Muhtesib, [boşanan] kadınların iddetlerinin tamamlanmasını, kadınların velilerinin onları denkleriyle evlendirmelerini, efendilerin kölelerine yumuşak davranmalarını, hayvan sahiplerinin hayvanlarının bakımlarını yapmasını, bu hayvanları güç yetiremeyecekleri işlerde kullanmamalarını emreder.

 

Muhtesib, ehliyet sahibi olmaksızın ders, fetva ve vaaz veren kimselerin bunu yapmalarını yasaklar. Böyle yapmaya kalkışan kişiyi toplum içinde afişe eder ki insanlar ona aldanmasınlar.

 

Muhtesib, kıraatin açıktan yapılması gereken bir namazı sessiz yapan kimseyi veya ezana ek cümle ekleyenleri yahut bunun aksini yapanları bu fiillerden men eder.

 

Hak sahibinden bir talep bulunmadıkça insanlara ait haklar konusunda muhtesib herhangi bir kimseye yasak koymaz, kimseyi hapsetmez, borç sebebiyle kimseye dayak cezası uygulamaz.

 

Şayet hakimler, davalıların davasına bakmaktan uzak dururlarsasa veya davalara bakmakta ihmalkar davranırlarsa muhtesib buna engelolur.

 

İnsanların gelip geçtiği yollar üzerine kurulu olan mescitlerde imamlar namazı uzun kıldırırsa muhtesib buna engelolur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bu şekilde yapan Muaz'a engel olmuştu.

 

Düşük ahlaklı kimselerin kadınlarla muamelede (alım-satım vb.) bulunmasına da engelolur.

Çünkü bunun fesada yol açmasından korkulur.

 

Muhtesib, insanları kendi mezhebine uymaya zorlayamaz.

 

30. Farz-ı kifaye olan hususlardan birisi de her yıl bir defa Kabe'yi ve orada bulunan diğer mekanları ziyaret etmek suretiyle ihya etmektir. Çünkü bu, İslam'ın şiarlarındandır.

 

Not:  "Her yıl ziyaret etmek" derken kastedilen hac ve umre için gelmek olup -her ne kadar Nevevi'nin ifadesinden orada sadece itikaf yapmak veya namaz kılmak suretiyle de ihyanın gerçekleşeceği anlaşılabilirse de- sırf namaz ve itikaf ile ihya gerçekleşmez. Yine Nevevi'nin belirttiği üzere sadece umre ile de ihya gerçekleşmez; çünkü bununla haccın amacı yerine gelmiş olmaz. Kabe'nin inşa edilmesinin en büyük amacı orada hac yapmak olduğundan Kabe'nin ihyası hac ile olur. Dolayısıyla her yıl hac ve umre yapmak için oraya gelinmesi gerekir. Bu farzı yerine getirenlerin sayısının belirli bir miktara ulaşması şart koşulmuş değildir. Farz olan şey, mükelleflerin bir kısmının her yıl hac yapmasıdır. Nevevi bunu el-Mecmu'da söylemiştir. İsnevi ise "hac şiarının ortaya çıkacağı sayıda kimsenin hac yapmasının göz önünde bulundurulması mantıklı olan görüştür" demişse de kendisine bu konuda itiraz edilmiştir.

 

Şöyle bir itiraz söz konusu olabilir: Bu hükümle, [bir kimsenin yaptığı haccın] "nafile hac" [olarak gerçekleşmesini] nasıl uzlaştırabiliriz? ÇÜnkÜ Kabe'yi ihya etmek farz-ı kifaye olan hususlardan biridir. Hac için her yıl gelen kafileler Kabe'yi ihya ediyorlar. Üzerinde farz hac bulunan kimsenin yaptığı hac ile Kabe'yi ihya etme farzı da düşmüş oluyor. Üzerinde farz hac bulunmayan kimse ise farz-ı kifayeyi yerine getirmiş oluyor. Şu halde bu şartlar altında, yapılan bir haccın nafile olması düşünülemez.

 

 

Buna şöyle cevap verilir:

 

1. Burada iki farklı açıdan değerlendirme yapılmaktadır: Yapılan bu hac, farz hac olmaması bakımından nafiledir. Kabeyi ihya etme emri açısından ise farz-ı kifayedir. Şu halde bu hacca farz-ı ayn aimaması açısından "natile hac", Kabe'yi ihya etmek açısından ise "farz-ı kifaye hac" denilebilir.

 

2. Ayrıca Kabe'yi ihya etme zorunluluğu ibadetin farz olmasını gerektirmez. Çünkü muayyen farz, mendup olan bir tiille düşebiiir. Örneğin abdestte ilk yıkamada [su temas etmeden] yıkanmaksızın kalan bir parça ikinci ve üçüncüde yıkanır. İki secde arasında dinlenme oturuşu yapmakla da farz olan oturuş yerine gelmiş olur. Muayyen farz, mendup olan bir tiille düştüğüne göre farz-ı kifaye evleviyetle düşer. Bu sebeple bir cenaze namazını çocuk kılmış olsa, mükellef şahıslar üzerinden bu yükümlülük düşer.

 

Şayet "bu durum köleler, çocuklar ve akıl hastaları için düşünülebilir; çünkü onlar üzerine farz-ı kifaye yükümlülüğü düşmez" denilirse bu da uygun bir cevap olur.

 

31. Zekat [malları] veya devlet hazinesi[ndeki mallar] zararları karşılamaya yetmediğinde gerek Müslüman gerekse başkalarından dokunulmazlıkları bulunan kişilerin çıplak olanlarını giydirmek ve aç olanlarını doyurmak gibi hususların gücü yeten kimselerce yerine getirilmesi de farz-ı kifaye olan hususlardan biridir.

 

32. Nevevi "zekat" ve "devlet hazinesi"ni zikretmekle yetinmiştir; çünkü bunlar [zararları giderme konusunda] başka hususlara göre daha baskındır. [Hüküm bu ikisi ile sınırlı olmayıp] insanların canlarını korumak amacıyla [ganimet ve fey gelirlerinden] "müslümanların yararı için ayrılan pay", genel vakıf, adak, keffaret ve vasiyet de bu ikisi ile aynı özelliktedir.

 

Not:  Nevevi'nin ifadesinin zahirinden "elbise" ifadesiyle bedende örtülmeye ihtiyaç olan yerlerin örtülmesi kastedilmektedir.

 

[İsnevi] el-Mühimmat adlı eserde şöyle demektedir: "Bunun böyle olduğunda şüphe yoktur.

Buna göre durum yaz ve kışın değişir. Ravdatü't-talibin'deki "avret yeri örtmek" ifadesi itiraza açıktır."

 

Yine Nevevi'nin ifadesinin zahirinden, [yardım yapması gerekli olan kişi, malından] kendisine bir şey bırakmayacak olsa bile [zararda olanların] zararının def edilmesi gerektiği anlaşılmaktaysa da Ravdatü't-talibin'de Cüveyni'den aktarılan şu görüş daha doğrudur: "Maddı durumu yerinde olan kişi, kendisine bir yıl yetecek miktar ne ise ondan artan kısımla başkasına yardım etmekle yükümlüdür." Bundan şu sonuç çıkar: Kendisine bir yıl yetecek maddi imkandan sonra geride elinde mal kalmayan kimsenin muhtaç olan kimseye yardım etmesi farz değildir. Doğru olan da budur. Oysa Bulkini "böyle bir şeyi hiç kimse söylememiştir" demiştir. Bu hüküm, "yiyecekler" bölümünde geçen, "bir kimse, elindeki yiyeceğe daha sonradan ihtiyaç duyacak olsa bile açlıktan ölecek derecede zorda kalan kişiye bu yiyeceğini vermesi gerekir" şeklindeki hükümle çelişmez; çünkü burada yer alan hüküm, ölecek derecede zorda kalmış olmayan kimse içindir. Diğeri ise zorda kalan kişi içindir.

 

[Zor durumda kalan bir kişi söz konusu olduğunda onun] zorunlu ihtiyacını gidermek yeterli midir yoksa o kişiye nafaka ödemesi gereken kişinin yapması gereken yeterli harcama kadar harcama yapmak gerekir mi? Bu konuda mezhep içinde iki görüş bulunmaktadır. Rafil'nin "yiyecekler" bölümündeki "bu mesele, zorda kalan kişinin ölmüş hayvan bulması konusunda İmam Şafii'ye ait iki görüşe dayalıdır" ifadesinden anlaşıldığına göre ilki tercihe şayandır. Oysa ikincisi daha uygundur, zira meselenin o iki görüşe dayalı olması, tercih konusunda her ikisinin eşit olmasını gerektirmez.

 

Yine maddı imkanı olan kimselerin, kendi mallarından harcama yaparak Müslüman esirleri kurtarmaları gerekir. Devlet başkanının Müslüman esirleri, devlet hazinesinden ödeme yaparak satın alması gerekmez. el-Minhac şerhlerinin bir kısmında bu şekilde belirtilmiştir. Bazıları şöyle demiştir: "Muhtemelen bu, Ravdatü'ttalibın'in cizye bölümünde yer aldığı üzere kafirlerin işkence yaptıkları esirlere ilişkindir. Ancak "ateşkes" konusunda belirtildiğine göre esirleri fidye ile kurtarmak [farz değil] müstehaptır." Bu yorumla Ravdatü't-talibin'deki iki ifade de uzlaştırılmış olmaktadır. Zımmılerin esirleri konusunda ise iki ihtimal söz konusudur. Daha uygun olan bu konuda bir ayrım yapmaktır.

 

33. Farz-ı kitayelerden birisi de [davaya konu olan meselelerde haksızlık edenlerden] hakların tam olarak tahsil edilmesi konusunda hakimlere yardımcı olmaktır; çünkü buna ihtiyaç bulunmaktadır. Yine [şahitliğin yüklenilmeSi gereken durumda] şahitlik edilecek şeyin yanında bulunan kişinin şahitliği yüklenmesi farz-ı kitayedir. Ancak kişi, [orada mevcut olmayan, başka yere gitmeyi gerektiren bir konuda] şahitliği yüklenmeye çağrılırsa, hakim yahut da hastalıktan dolayı mazur olan bir kişi vb. tarafından çağrılmadıkça buna icabet etmesi gerekmez. Şahitlik için gerekli olan miktardan daha

fazla kişi bir şeye şahit olmuşsa bu şahitliği [mahkemede] eda etmek için çağrılan kişinin gitmesi farz-ı kifayedir. Şayet mal davalarında iki kişi şahitliği yüklenmişse şahitliği eda etmek farz-ı ayndır. Şahitliğin yüklenilmesi ve eda edilmesi, "şahitlikler" bölümünde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır.

 

Not:  Şahitliği yüklenmek, şahitliği mahkemede eda etmekten şu açıdan farklıdır: Şahitliği yüklenmek insanlar üzerine farz-ı kifayedir. Şahitliği eda etmek ise yalnızca şahitliği yüklenmiş olan kimseler üzerine gereklidir, diğer insanlara değil. Maverdi "şahitlikler" bölümünde şöyle demiştir: Şahitliği eda etme farzı, şahitliği yüklenme farzından daha ağır bir sorumluluktur. Çünkü Yüce Allah "şahitliği gizlemeyin!" [Bakara, 283] buyurmuştur.

 

34. Farz-ı kifaye olan hususlardan birisi de ticaret, terzilik, hacamatçılık vb. meslek ve sanatları icra etmektir. Çünkü dünyanın ayakta durması bunlarla mümkündür. Oinin ayakta durması ise dünyevı işlerin düzgün olmasına bağlıdır. Buna göre insanların tümü bu sanat ve mesleklerden uzak durursa hepSi günahkar olur, kendilerini öldürmeye çalışmış gibi kabul edilirler. İnsanların nefisleri bunları yerine getirmeye meyilli olarak yaratıldığından bu konuda ayrıca teşvik ve özendirmeye gerek duyulmamıştır. Hadiste "ümmetimin ihtilafı rahmetlir" buyrulmuştur. Halımı bunu "insanların himmetlerinin ve mesleklerinin farklılığı rahmetlir" şeklinde yorumlamıştır.

 

Not:  Metinde "sanatlar" ifadesinin "meslekler" ifadesine atfedilmesi, bu ikisinin farklı olmasını gerektirir. Oysa es-SıMh yazarı, sanatı "meslek" diye açıklamıştır. Buna göre Nevevi'nin "sanatlar" ifadesini "meslekler" ifadesine atfetmesi, tıpkı şu ayette "rahmet" kelimesinin "salavat" kelimesine atfedilmesi gibidir:

 

"İşte Rablerinden salatlar [selamlar] ve rahmet onlar üzerinedir. " [el-Bakara, 157]

 

Zerkeşi şöyle demiştir. Sanatlar, terzilik ve ticaret gibi bizzat meşgul olunan uğraşılardır. "Meslek" ise her ne kadar sanatlar için de kullanılırsa da örfe göre "meslek sahibi" ifadesi, sanatkarları çalıştıran ama kendisi çalışmayan kimse için kullanılır. Şu halde "meslek", "sanat" ifadesinden daha geneldir.

 

35. Alım-satım, çiftçilik gibi din ve dünyanın devam etmesinin kendisine bağlı olduğu maişet yollarının yerine getirilmesi [birilerinin bunlarla meşgulolması] farz-ı kifayedir.

Çünkü her bir kimse kendisinin ihtiyaç duyduğu şeyleri bizzat karşılamaktan acizdir.

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ali'nin "Allah'ım! Beni, yarattıklarından hiç kimseye muhtaç kılma!" diye dua ettiğini duyunca şöyle demiştir: "Böyle söyleme! İnsanlara muhtaç olmayan hiç kimse yoktur." Hz. Ali kendisine "o halde nasıl dua edeyim?" deyince Peygamberimiz "Şöyle de: Allah'ım! Beni, yarattığın insanlar içinden kötülere muhtaç etme!" buyurmuştur. [Hz. Ali diyor ki] Ben "Ey Allah'ın elçisi! Allah'ın yarattıkları içinden kötü olanlar kimlerdir?" diye sordum. O şöyle dedi: "Bir şey verdiklerinde başa kakarlar. Bir şey vermediklerinde kınayıp eleştirirler. "

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ebubekir'in şöyle dua ettiğini duydu: "Allah'ım ben senden sabır istiyorum!" Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

 

"Sen Allah'tan bela istedin, O'ndan afiyet iste!".(Tirmizi, deavat, 94)

 

İmam Ahmed bin Hanbel, bir adamın şöyle dua ettiğini duydu: "Allah'ım! Beni yarattıklarından hiç kimseye muhtaç etme!".

 

Bunun üzerine İmam Ahmed şöyle dedi: "Bu adam, ölmeyi temenni etti."

 

36. Müslüman ve akıl sahibi olan -isterse mümeyyiz çocuk olsun- kimsenin Müslüman mükelleflerden oluşan bir gruba verdiği selamı almak da farz-ı kifaye hususlardan biridir.

 

Bunun farz olduğunun delili şu ayettir:

 

> Bir selam ile selamlandığznızda onun daha güzeliyle veya aynı şekilde karşılık verin. [Nisa, 86]

 

Bu farzın, kifaye şeklinde olduğunun delili ise Ebu Davud'un rivayet ettiği şu hadistir:

 

> Bir topluluk bir yere uğradığında içlerinden birinin selam vermesi yeterli olur. Oturan bir gruba selam verildiğinde içlerinden birinin karşılık vermesi yeterli olur.(Ebu Davud, edeb, 5210)

 

Sevabı yalnızca selama karşılık veren kişi alır, diğerlerinden ise sorumluluk kalkmış olur.

Hepsi selamı alırsa -tıpkı cenaze namazında olduğu gibi- ister aynı anda ister sırayla yapmış olsunlar farzı eda etmiş olurlar.

 

Doğru görüşe göre mümeyyiz küçüğün selamı alması ile farz düşmez.

 

Şöyle bir itiraz söz konusu olabilir: Cenaze namazı farzı, mümeyyiz küçüğün cenaze namazı kı lmasıyla düşmektedir. Burada da böyle olmalıdır.

 

Buna şöyle cevap verilir: Namazın amacı duadır. Çocuk, duası icabet edilmeye en layık olan kimsedir. Selamın amacı ise karşı tarafa güvence temin etmektir. Çocuk buna ehil değildir.

 

37. Meşhur olan görüşe göre, selamı işitmeyen kimsenin selamı alması da [selamı alma konusundaki] farzı düşürmez.

 

38. Bir kimse, içlerinde bir kadının olduğu bir topluluğa selam verdiğinde selamı kadın alsa yeterli olur mu? Zerkeşi'nin belirttiği üzere bunu "kadına ilk olarak selam vermek meşru mudur değil midir?" sorusuna verilecek cevaba bağlamak gerekir. Bunun meşru olduğu durumda kadının selamı alması da yeterlidir. Bu konuda açıklama ileride gelecektir. Şayet bu meşru değilse kadının selamı alması da farzı düşürmez.

 

39. Hocamız Zekeriya el-Ensarl'nin belirttiği üzere çift cinsiyetli şahıs da bu konuda kadın gibidir.

 

40. Nevevi "grup" diyerek tek kişiyi dışarıda bırakmıştır; çünkü onun selamı alması farz-ı ayndır. Ancak selam veren veya alan kişi kendisine şehvet duyulacak bir bayan olup diğeri erkek ise ve aralarında mahremiyet yoksa o zaman selamı almak gerekmez. Bu durumda erkek selam verirse kadının selamı alması haram olur. Ancak aralarında mahremiyet türü bir ilişki varsa mesela kişi karısına selam verirse veya kadın kölesine selam verirse -ki kendisine bakılması mübah olan bütün kadınlar da böyledir- o zaman selamın alınması gerekir.

 

41. Kadınlar topluluğuna veya yaşlı bir kadına selam vermek -fitne korkusu bulunmadığından- mekruh olmaz, hatta ilk olarak bu kadınlara selam verilmesi menduptur, bunun aksi de söz konusudur. Selama karşılık vermek de böyledir.

 

42. Çift cinsiyetli şahsın kadın ile arasındaki konum erkek ile kadın arasındaki konum gibidir. Onun erkek ile arasındaki konum ise kadının çift cinsiyetli ile arasındaki konum gibidir. Çift cinsiyetlinin diğer çift cinsiyetli ile durumu erkek ile kadın arasındaki konum gibidir.

 

43. Akitte icab nasıl ki kabule bitişik oluyorsa selamı alırken de bunun selam vermeye bitişik olarak yapılması gerekir.

 

44. Dağınık olan bir grup bir kişiye selam verdiğinde o kişi "ve aleykümselam" der ve bütün gruba cevap vermeyi kastederse bu yeterli olur, kendisinden bütün hepsine cevap verme farzı düşer. Bu, birden fazla cenaze için tek bir cenaze namazı kılınmasına benzer. Nevevi bunu el-Mecmu'da Mütevelli'den ve Rafii'den aktarıp onaylamıştır. Ancak onların tümüne selam vermeyi kastetmezse durum farklıdır. Buna göre kişi herhangi bir şeye kastetmezse bu yeterli olmaz. Hocamız Zekeriya el-Ensarl'nin belirttiğine göre daha güçlü olan görüş buna aykırıdır.

 

45. El-Mecmu'daki ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre topluluğun bir anda selam vermesi ile dağınık halde selam vermeleri arasında fark yoktur. Sonrakilerden birinin de dediği gibi bu, bir defada selam vermeleri halinde dOğrudur. Ancak birbirlerinin peşi sıra selam verir ve sayıları da çok olursa [tek bir defa selamı almakla] onların tümüne cevap verme sağlanmış olmaz. Çünkü daha önce geçtiği üzere vacibin yerine gelme şartı, başlangıca bitişik olarak yapılmasıdır.

 

46. Nevevi'nin ifadesi onları kapsamış olsa da akıl hastası ve sarhoşun selamına cevap vermek gerekmez .

 

47. Şayet selamlarını almamak kendilerini yahut başkalarını bulundukları durumdan ayıracaksa fas ık ve bid'atçı gibi kimselerin selamını almak da gerekmez.

 

48. Bir kimse bir şahsa yazdığı mektupta selam verse veya kendisine elçi gönderip elçiye "filancaya selamımı söyle!" dese, bu mektup veya elçi diğer kişiye ulaştığında o şahsın selamı alması gerekir.

 

49. Başkası aracılığıyla selam gönderirken "falan kişiye selam olsun" mu denir yoksa yukarıda geçenlerin zahirinden anlaşılacağı üzere "benim adıma filan kişiye selam söyle!" demek yeterli midir? et-Tetimme'deki ifadenin zahirinden ikincisi anlaşılmaktadır. Onun ibaresi şöyledir:

 

Bir kimse bir perde veya duvarın arkasından birine bağırarak: "Sana selam olsun ey falan kişi" dese veya yazdığı mektupta selam verse yahut elçi gönderip elçisine "falan kişiye selam söyle!" dese bu kitap veya elçi diğer kişiye ulaştığında onun selamı alması gerekir. Çünkü yaygın olarak görülen selamlama ya nida etmek veya mektup göndermek yahut elçi yollamakla olur.

 

50. Sağır [olan ama konuşabilen] bir kimse selam vereceğinde selamını hem söz hem de işaretle verir. Sözle vermesi buna gücü yettiği içindir. İşaretle vermesi ise karşı tarafa meramını anlatmanın bu yolla gerçekleşmesi sebebiyledir. Sağır kimsenin selamına cevap verilmesi gerekir. Onun selamına cevap veren kişinin de meramını karşı tarafa tam olarak anlatabilmek için selamı hem söz hem de işaretle alması gerekir. Bunu yaptığı zaman selama cevap verme farzı üzerinden düşmüş olur.

 

Gerekçeden şu sonuç çıkmaktadır: "Hal karinesinden veya konuşan şahsın ağzının hareketinden sağır şahıs onun selam verdiğini anlamışsa o şahsın ayrıca işaret yapmasına gerek yoktur." Bu, Ezral' nin kendi çıkarımıdır.

 

51. Dilsiz kişinin işaret yoluyla verdiği selam muteber olduğu gibi kendisine bu şekilde cevap verilmesi de böyledir. Çünkü dilsizin işareti konuşma yerine geçer.

 

Not        1. Bir zımmı bir Müslümana selam verirse Maverdi ve Ruyani'nin belirttiğine göre ona yalnızca "ve aleyke" demek gerekir. Bunun delili Buhari ve Müslim'deki şu hadistir:

 

> Ehl-i kitap size selam verince "sizin de üzerinize olsun" diye cevap verin.(Buhari, İsti'zan, 6258; Müslim, Selam, 5617)

 

Buharl'deki bir rivayet ise şöyledir

 

> Yahudilerden biri size selam verince "es-samu aleyküm (ölüm sizin üzerinize olsun]" der.

Siz de ona "senin de" diye cevap verin.(Buhari, İsti'zan, 6257)

 

Hattabı şöyle demiştir: "Süfyan bu hadisi vavsız olarak "senin üzerine olsun" şeklinde rivayet ederdi ki doğru olan da budur. Çünkü vav harfi zikredilmediğinde onların sözü kendilerine aynen iade edilmiş olur. Ancak vav harfi zikredilirse onlarla birlikte ortak olunmuş, onların söylediği şeyin kapsamına girilmiş olur."

 

Zerkeşi şöyle demiştir: "Bu, itiraza açıktır; çünkü bu sözün anlamı "biz de sizin beddua ettiğiniz gibi size beddua ediyoruz" demektir. Üstelik "sam" kelimesini "ölüm" anlamında tefsir etsek bile bütün halkın ölüm konusunda müşterek olduğu hususunda bir problem söz konusu değildir. "

 

2. Selam veren kişi karşıdaki şahsın bu selamı almamasına razı olsa bile Mütevelli'nin belirttiğine göre selamı alma farzı düşmez; çünkü bu Allah hakkıdır.

 

3. Farz-ı kifayenin yerine getirilmediğini bilen ve onu yerine getirme gücü bulunan kimse o bölgeden uzakta bulunsa bile farzı yerine getirmediğinde günaha girer. Yine yakında olan kişi, farzın yerine getirilip getirilmediğini araştırma konusunda kusurlu davranıp da yerine getirmediğinde günahkar olur. Bu, Cüveyni'nin belirttiği üzere şehrin büyüklük ve küçüklüğüne göre değişir.

 

4. Herkes farz-ı kifayeyi yerine getirse, sırayla yapmış olsalar bile hepsinin fiili farz-ı kifaye olmuş olur.

 

5. Cüveyni ve başkaları şöyle demiştir: "Farz-ı kifayeyi yerine getirmek farz-ı aynı yerine getirmekten daha faziletlidir; çünkü farz-ı aynı yerine getirmek yalnızca o kişi üzerineden sorumluiuğu düşürür. Farz-ı kifayeyi yerine getirmek ise hem o kişi hem de ümmet üzerinden sorumluluğu kaldırır."

 

İtimad edilmesi gereken görüş ise -Celaleddin el-Mahalli'nin Cem'u'l-cevami' şerhinde belirttiği üzere- farz-ı aynı yerine getirmedin daha faziletli olduğudur.

 

52. Her Müslümana, hatta çocuğa karşı ilk selam veren olmak sünnettir. Şayet selam veren bir kişi ise bu aynı sünnettir. Şayet bir topluluk selam veriyorsa selama başlamaları kifa! sünnettir. Sünnet olmasının delili şu ayettir:

 

> Evlere girdiğinizde birbirinize selam verin. [Nur, 61]

 

Ayrıca Buhari ve Müslim'de selamın yayılması ile ilgili hadisler de buna delildir. (Buhari, İsti'zan, 5882; Müslim, İman, 159)

 

53. Zımmıye ilk olarak selam vermek caiz değildir.

 

54. ilk olarak selam vermenin farz olması şu durumda düşünülebilir: Bir kimse, yanında olmayan bir kimseye elçi aracılığıyla selam gönderse -Ravdatü't-talibin'de belirtildiği ne göre- elçinin bu selamı ulaştırması gerekir. Bu selam bir emanet olduğundan eda edilmesi gerekir. Buna, daha önce belirtildiği şekilde cevap verilir.

 

55. Selamı ulaştıran elçinin karşı tarafın selamını alması sünnettir. Kadı Hüseyin'in fetvalarında belirtildiğine göre ilk olarak selam vermesi selamı almasından daha faziletlidir.

Bu, farzdan daha faziletli olan sünnettir. Bunun bir benzeri de şudur: Ödeme güçlüğü içindeki kişinin borcunu silmek sünnet, kendisine süre tanımak farzdır. Bununla birlikte borcunu silmek daha faziletlidir.

 

Not:  Kadı Hüseyin'in "mezhebimizde, topluluk halinde olan kişilerin ilk olarak selam vermeleri dışında kifai sünnet yoktur" şeklindeki ifadelerine itiraz olarak yemek yerken besmele çekmek, ev halkı açısından kurban kesmek, hapşıran kişiye "yerhamükallah" demek, ezan okumak ve kamet getirmek zikredilmiştir.

 

56. Tuvalet yapmakta olan bir kimseye ilk olarak selam vermek sünnet değildir. Çünkü Sünen-i İbn Mace'de bulunan bir hadis bunu yasaklamaktadır. (İbn Mace, et-Tahare ve sünenüha, 352)

Ayrıca onunla konuşmak edebe aykırı bir harekettir. Metinde "def-i ha.cet" ifadesiyle büyük ve küçük tuvalet yapmak kastedilmiştir. Cinsel ilişkide bulunana evleviyetle selam verilmez.

 

57. Yemek yiyen kişiye de -yemekle meşgulolduğu için- selam verilmez. Yine hamamda olan kişi yıkanmakla meşgulolduğu için ona selam verilmez. Hamam, şeytanların sığınağı olup selam vermeye elverişli bir yer değildir.

 

58. Yukarıdakiler dışında şunlar da "selam vermenin ilk olarak sünnet olduğu" kimseler kapsamından istisna edilmişlerdir:

 

> Namaz kılan kişi,

> Ezan okuyan kişi,

> Hutbe veren kişi,

> Hac veya umre için telbiye getiren kişi,

> Kalbi / kafası duaya odaklanmış [vecd halinde] dua eden kişi,

> Ezral'nin belirttiğine göre Kur'an okuyan kişi,

> Uyuyan veya uyuklayan kişi,

> Fasık ve bid'atçı: Çünkü bunların hali selam vermeye elverişli değildir.

 

Cüveyni'nin belirttiği üzere burada ölçü şudur: Kişiye yaklaşmanın caiz olmadığı veya şahsiyetle bağdaşmayacağı durumda ona selam vermek de caiz değildir.

 

59. Yukarıda olan kimselere selam verilecek olursa bunların selama cevap vermeleri gerekmez; çünkü böyle durumlarda selam vermek sünnet olmadığından selam veren kişi uygun olmayan yerde selam vermiştir.

 

İmam Cüveyni şunu istisna etmiştir: Kişi yemek yerken bir lokmayı yutup diğerine geçmeden önce ona selam vermek sünnettir. Bu durumda onun da selama karşılık vermesi gerekir. Yine Zerkeşi ve başkalarının belirttiğine göre hamamda elbiseleri çıkarma yerinde olan kişiye selam verilmesi durumunda da hüküm böyledir.

 

Not 1:    Nevevi'nin ifadesinden, belirtilen kişilerin hepsinin hükmünün aynı olduğu anlaşılmaktaysa da bu kastedilmemiştir. Tuvalet yapan veya ilişkide bulunan kişilerin selam vermesi mekruhtur. Yemek yiyen veya hamamda olan kişilerin selama karşılık vermesi ise menduptur. Namaz kılan vb. kimselerin işaret yoluyla selam vermesi de böyledir.

 

Ezan okuyan kişiye selam verildiğinde ezanı bitirinceye kadar buna cevap vermesi gerekmez. Ezanı bitirdikten sonra cevap vermesi farz mıdır mendup mudur? Alimler bunu açık olarak ifade etmemişlerdir. Bulkini'nin belirttiği üzere daha uygun olan bunun farz olmamasıdır.

 

[Zayıf] bir görüşe göre namaz kılan kişiye selam verildiğinde namazını bitirdikten sonra buna cevap vermesi farzdır. Doğru görüşe göre ise bu selama mutlak olarak [yani ne namaz içinde ne de namaz dışında] cevap vermesi farz değildir.

 

İmam Şafii'nin "hutbede hazır bulunanların konuşmaları haram değildir" şeklindeki yeni görüşünü kabul ettiğimizde hutbede hazır bulunan bir kimseye selam verildiğinde buna cevap vermenin hükmü konusunda üç görüş söz konusudur. Beğavl'nin en doğru kabul ettiği görüşe göre selama cevap vermek gerekir. Bulkini bunu doğru kabul etmiştir. İkinci görüşe göre cevap vermek müstehaptır. Üçüncü görüşe göre ise cevap vermek caizdir. Görüş ayrılığı, hutbe veren dışındaki kişiler hakkındadır. Hutbe veren kişi ise meşgulolduğundan onun selam vermesi kesinlikle farz değildir.

 

İbnü'l-Mukrl'nin belirttiğine göre selam vermenin müstehaplığı ve selam veren kişiye lafzen cevap vermenin farz olması bakımından Kur'an okuyan kişinin durumu diğer şahısların durumu gibidir. Ancak daha önce Ezral' den aktardığımız üzere okumaya odaklanmış olan kişi bundan farklıdır.

 

Not 2:    Selam ilk olarak "es-Selamu aleyküm" şeklinde verilir. Kişi "aleykümü's-selam" derse bu da caizdir; çünkü bu da selam vermektir. Ancak ilk olarak bu şekilde selam vermek -Tirmizi ve başkalarının rivayet ettiği hadiste yasaklandığından- mekruhtur. (Buhari, el-Edebü'l-Müfred, hadis no: 111; Müslim, Selam, 5626)

Ezrai her ne kadar bu şekilde verilen selama cevap vermenin farz olmadığını söylemişse de er-Ravda adlı eserde Cüveyni'den aktarılıp onaylandığına göre doğru olan görüşe göre bu şekildeki selama cevap vermek gerekir.

 

"Aleyküm selam" ifadesi de [hüküm açısından] "aleykümü'sselam" ifadesi gibidir.

 

Kişi "Ve aleykümü's-selam" diye selam verirse bu bir selam olmadığından cevap vermeyi de gerektirmez; çünkü Nevevi'nin el-Ezkar adlı eserde Mütevelll'den aktarıp onayladığına göre bu ifade, ilk olarak selam vermeye elverişli değildir.

 

Selam verilen kişi tek olsun çok olsun melekler[in de selama dahil olması] sebebiyle selam verirken çoğul ifade kullanmak menduptur. Tek kişiye selam verirken ["aleyküm" ifadesi yerine "aleyke" diyerek] tekil ifade kullanmak yeterlidir. Böyle yapan kişi sünnetin aslma isabet etmiş olur. Ancak cemaate bu şekilde selam verilmesi halinde bu yeterli olmaz.

 

Söz söylemeksizin el veya başka şekilde işaretle verilen selama karşılık vermek gerekmez; çünkü Tirmizl'nin rivayet ettiği hadiste bu yasaklanmıştır. (Tirmizi, İsti'zan, 2695)

 

Hem söz hem de işaretle selam vermek yalnızca sözlü selam vermekten daha iyidir.

 

Selama cevap verilirken "ve aleykümü's-selam" veya tek kişiye cevap verirken "ve aleyke's-selam" denilir. "Ve" ifadesini söylemeksizin "aleykümü's-selam" dese bu da yeterli olur. "Ve'sselamü aleyküm" veya "esselamu aleyküm" dese bu da yeterli olur. "Ve aleyküm" deyip "selam" sözcüğünü zikretmezse bu yeterli olmaz; çünkü bu ifadede selam ile ilgili herhangi bir şey yoktur. [Zayıf] bir görüşe göre ise bu yeterlidir.

 

Şöyle bir itiraz söz konusu olabilir: Bir zımmı bir Müslümana selam verse, Müslüman ona cevap verirken sadece "ve aleyke" dese bu yeterli olur. Bu, [yukarıda zayıf olduğu söylenen] görüşü desteklemektedir.

 

Buna şöyle cevap verilir: Orada amaç zımmıye selam vermek değil ona hadiste sabit olduğu şekilde karşılık vermektir.

 

İlk olarak selam verirken "selamun aleyküm" demek, cevap olarak da "ve aleyküm selam" demek yeterlidir. Bununla birlikte [selam sözcüğünü harf-i tarifli olarak] "es-selam" şeklinde söylemek daha faziletlidir.

 

Gerek ilk olarak selam verirken gerekse selama cevap verirken "ve rahmetullahi ve berekatüh" ifadesini söylemek, bunu söylemeksizin selam vermekten daha üstündür.

 

Alimlerin ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre ilk olarak selam veren kişi "ve rahmetullahi ve berekMüh" demiş olsa bile cevap verirken yalnızca "ve aleykümü's-selam" demek yeterlidir. İbn Şühbe ise bunu itiraza açık görmüştür. Çünkü ayette "Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynı ile karşılık verin" buyrulmuştur.

 

İki kişi birbiriyle karşılaştıklarında aynı anda birbirlerine selam verseler her birinin diğerinin selamına karşılık vermesi gerekir, kendi verdiği selam diğerinin selamına karşılık olmuş olmaz. İki kişi birbirine sıra ile selam vermiş olsalar ikinci şahsın selamı iikinin selamına karşılık olarak yeterli olur. Ancak bununla [selama karşılık vermek değil] ilk olarak selam vermeyi kast etmişse ZerkeşI'nin belirttiğine göre bu yeterli olmaz; çünkü bu sözü cevap mahiyetinde söylememiştir.

 

Bazı ayrıntdar:

 

Yolda karşılaşmaları halinde binitlinin yürüyen kimseye, yuruyenin durana, küçüğün büyüğe, sayısı az olan topluluğun sayısı çok olan topluluğa selam vermesi sünnettir.

Bunun aksi yapılırsa mekruh olmaz.

 

Yukarıda belirtilen kişiler oturan, ayakta duran veya yatan bir şahısla karşılaşırlarsa ister büyük ister küçük, ister az ister çok olsun gelen kişi selam verir.

 

Selam verirken ve alırken bir topluluktaki belirli bir kişiye selamı tahsis etmek mekruhtur.

 

Kişi, şayet meramını muhatabına anlatabiliyorsa yabancı bir dille selam vermesi halinde -Arapçayı iyi konuşabiliyor olsa bile- bu caiz olur. Bu durumda selamı almak gerekir; çünkü buna da selam adı verilir.

 

Zımmı bir şahsa ilk olarak selam vermek haramdır; çünkü bu yasaklanmıştır. Kişinin selam verdiği kişinin zımmi olduğu anlaşılırsa kişinin onu tahkir amacıyla Ravdatü't-talibin'de belirtildiğine göre "selamımı geri aldım" demesi veya el-Ezkar'da belirtildiğine göre "bana selamımı geri ver" demesi mendup olur. Şayet zımmi şahıs Müslümanların arasında bulunuyorsa onlara selam veren kişi kalbiyle zımmıyi istisna eder.

 

Kişi, bir özür olmadıkça selam dışında insanlarla karşılaşınca söylenen "hayırlı sabahlar", "sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun" gibi ifadeleri de zımmı şahsa ilk olarak söylemez. Bir kimse kafir bir şahsa mektup yazıyorsa "selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun" diye yazması menduptur.

 

Bir kimse oturduğu yerden kalkıp da selam verince onun selamına karşılık vermek gerekli olur.

 

Bir eve giren kimsenin o ev halkına selam vermesi menduptur. Şayet boş bir yere girerse "es-selamu aleyna ve ala ibadillahi's-salihin" demesi menduptur. Girmeden önce besmele çekmesi, dilediği şekilde dua etmesi, girdikten sonra dua etmesi, kelamdan önce selamla başlaması menduptur.

 

Kişi bir çarşıya veya kalabalık bir gruba uğrar ve onlar içinde tek bir selamın yayılması mümkün olmazsa ilk karşılaştığı anda yanındakine selam verir. Onu duyan kişinin yanına oturursa selam sünneti düşer. Onu işitmeyen bir kimsenin yanına oturursa ikinci defa selam verir.

 

Kibir veya başka bir sebeple selamının alınmayacağından korkan kimse selam vermeyi terk etmez.

 

Hamamdan çıkan veya başka bir şahsa rastlayan kimsenin "hayırlı sabahlar", "mutlu sabahlar", "sıhhatler olsun", "Allah gücünü arttırsın" gibi ifadelerin dinde herhangi bir aslı yoktur; çünkü bu konuda herhangi bir şey sabit değildir. Bu gibi sözleri söyleyenlere cevap vermek gerekmez. Şayet dua ederek cevap verirse bu güzel bir davranış olur. Ancak karşı tarafın selam vermeyi terk etmesi sebebiyle tedip etmek istiyorsa duayı terk etmesi daha iyi olur.

 

"Allah ömrünü uzatsını (sağol)" şeklinde selamlamaya gelince bunun mekruh olduğu söylenmişse de en uygun olanı Ezral'nin belirttiği şu görüştür: "Şayet kişi din ve ilim ehlinden yahut adil yöneticilerden ise bu şekilde onun için dua etmek kişiyi Allah'a yaklaştıran hususlardan biridir. Aksi takdirde böyle dua etmek mekruhtur. "

 

[Selam verirken] sırtını öne doğru eğmek mekruhtur. Bunu yapanların çok olması kişiyi aldatmamalıdır.

 

Zühd ve salih amel sahibi olmak gibi dini bir şeyden dolayı ve yine bu mahiyette olan yaş büyüklüğü, şeref, [bir kimsenin velisi olup onu] koruma gibi bir sebeple el öpmek müstehaptır. Dünya, servet, güç, makam gibi bir sebeple bir kimsenin elini öpmek ise şiddetli derecede mekruhtur.

 

Başkasına ait bile olsa kendisine şehvet duyulmayacak yaştaki bir bebeğe şefkat ve merhamet göstererek yanağını, el ve ayaklarını öpmek sünnettir.

 

Salih bir kimse vefat ettiğinde teberrük için yüzünü öpmekte bir sakınca yoktur.

 

İlim, salah, şeref, üst soy hısımlığı, akrabalık, [bir kimseyi] koruyarak veya böyle olmaksızın ona velilik etme gibi bir sebeple kişi için ayağa kalkmak menduptur. Bu ayağa kalkma fiili iyilik etmek, ikramda bulunmak ve saygıyı göstermek için olup riya yapmak veya kişiyi [olduğundan fazla] yüceltmek için değildir.

 

Dışarıdan gelen kimsenin -zorba kimselerde görüldüğü üzerekendisi oturup da insanların onun etrafında ayakta beklemesi şeklinde bir beklemeyi sevip istemesi haramdır. Ancak kişi böyle değil de kendisine saygı gösterisin diye ayağa kalkılmasını isterse hocamız

Zekeriya el-Ensarl'nin de belirttiği üzere bu durumda haramlık söz konusu olmaz.

 

İki kişi karşılaştığında güleryüzlü bir şekilde tokalaşmak ve Allah'ın bağışlaması için dua etmek vb. fiiller menduptur. Sabah ve ikindi namazlarından sonra musafaha yapmanın [dinde] bir aslı yoktur.

 

Bununla birlikte bunda herhangi bir sakınca bulunmamaktadır zira bu fiil genel anlamda "tokalaşmak" kabilinden bir fiil olup şeriatı tebliğ eden Peygamberimiz (s.a.v.) buna teşvik etmiştir.

 

Başka birine ait kapalı bir kapıdan girmek isteyen kişinin önce oranın sahiplerine selam verip sonra girme konusunda izin istemesi menduptur. Kendisine cevap verilmezse bunu üç kere tekrar eder. Cevap verilirse ona göre hareket eder, aksi takdirde [içeri girmeksizin] dönüp gider. İzin istedikten sonra "sen kimsin?" diye sorulursa kendisini tanıtacak şekilde "falanın oğlu filan" gibi bir ifadeyle cevap vermesi menduptur. Kişinin kendi [babasının veya çocuğunun adını belirterek] künyesini söylemesinde veya muhatap kendisini ancak öyle tanıyacaksa "kadı filan", "şeyh filan" demesinde bir sakınca yoktur. Kişinin ["sen kimsin?" şeklindeki soruya] sadece "ben" veya "hizmetçi" diye cevap vermesi mekruhtur.

 

Kişinin kendisine ve karşı tarafa zorluk çıkarmayacak şekilde salih kimseleri, kötü olmayan komşuları, kardeşleri ve akrabalarını ziyaret edip onlara ikramda bulunması menduptur. Yine onların kendisini ziyaret etmesini talep etmesi, zorluk çıkarmayacak şekilde çokça ziyaret etmelerini talep etmesi de menduptur.

 

Hastaları ziyaret etmek, hapşıracak olan kimsenin elini, elbisesini veya başka bir şeyi yüzüne koyması, mümkün olduğunca sesini alçaltması, hapşırdıktan sonra Allah'a hamdetmesi menduptur. Kişi namaz kılarken hapşırırsa "ehlamdülillah" ifadesini gizlice söyler. Kişi tuvalet yaparken, cinsel ilişkide bulunurken hapşırırsa içinden hamdeder.

 

Hapşıran kimseye üç defaya kadar "yerhamükallah" denilir.

 

Daha fazla hapşırırsa şifa bulması için dua edilir, hamdetmeyi unutursa kendisine hatırlatılır. Müslüman kişi hapşırdığında ona "yerhamükallah" veya "yerhamüke Rabbuke" denir. Buna cevap veren kişi ''yehdıkumullah'' Veya "yağfirullahu leküm" der. Hapşırana rahmet okumak ve onun buna cevap vermesi şayet ortamda tek kişi bulunuyorsa ayni sünnettir, aksi takdirde kifai sünnettir. Kafir hapşırdığında ona "yehdıkallah" vb. ifadeler söylenir, "yerhamükallah" denilmez.

 

Kişinin imkan ölçüsünde esnemeyi engellemesi menduptur. Şayet buna engel olamazsa eli veya başka bir şeyle ağzını kapatır.

 

Kişinin dışarıdan gelen Müslümana hoş geldin demesi, kendisini çağırdığında icabet etmesi meduptur, kafire ise bunu yapması gerekmez.

 

Kişinin Müslüman kardeşine onu Allah için sevdiğini söylemesi, kendisine iyilik yapan kişi için dua etmesi menduptur.

 

Kişinin alim, salih vb. üstün bir kimseye "Allah beni sana feda kılsın", "anam, babam sana feda olsun" demesinde bir sakınca yoktur.

 

Bu söylenilen hükümlerin meşhur hadislerde pek çok delilleri bulunmaktadır.

 

 

2. Cihadın Engelleri

 

Nevevidaha sonra "cihadın engelleri" konusunu ele almaya başlayarak şunları söylemiştir:

 

1. Çocuk, akıl hastası, kadın, hasta, topallığı ileri derecede olan kimse, [el veya ayağı] kopuk, çolak olan kimse, köle, savaş hazırlığı yapacak imkanı olmayan kimse üzerine cihad yükümlülüğü yoktur.

 

2. Yolda kafirlerden korkma hariç haccın farziyetine engel olan her özür cihadın farziyetine de engelolur. Doğru görüşe göre Müslüman hırsızlar da böyledir.

 

3. Peşin borç, alacaklının izni olmaksızın kişinin cihad veya başka bir yolculuğa çıkmasını haram kılar. Vadeli borç ise haram kılmaz. [Zayıf] bir görüşe göre ölüm tehlikesi bulunması [halinde borçlunun] yolculuğuna engelolur.

 

4. Kişinin ana-babası Müslüman ise onların iznini almaksızın cihada gitmek haramdır. [Ana-babanın izni olmaksızın] farz-ı ayn olan bir şeyi öğrenmek için yapılan yolculuk haram olmaz. Daha doğru görüşe göre farz-ı kifaye bir şeyi öğrenmek için yapılan yolculuk da böyledir. Şayet ana-baba ve alacaklı, kişiye izin verdikten sonra izinlerini geri alsalar kişi [savaş meydanında] saf içinde hazır halde bulunmuyorsa geriye dönmesi gerekli olur.

 

60. Cihad ancak şu şartları taşıyan kimseye farz olur:

 

> Müslüman -Zerkeşi'nin belirttiğine göre mürted e de farzdır-,

> Aklı başında,

> Erkek,

> Cihada güç yetirebilen,

> Hür. Sarhoş olsa bile bu özellikteki kişiye cihad farzdır.

> Savaşmak için gerekli teçhizatı bulabilen kişi.

 

61. [Bu şartlar dikkate alındığında] şu kişilere cihad farz değildir:

 

> Zımm! statüsünde olsa bile olsa kafire cihad farz değildir; çünkü zımm!, biz Müslümanları savunmak için değil kendisi savunulsun diye cizye ödemektedir.

 

> Çocuk ve akıl hastasına da cihad farz değildir; çünkü bu ikisi dince yükümlü değildir. Ayrıca ayette "zayıflar üzerine herhangi bir sorumluluk yoktur" [Tevbe, 91) buyrulmaktadır. Bu ayette kastedilenlerin bedenlerinin zayıf olması sebebiyle çocuklar olduğu söylendiği gibi akıllarının zayıf olması sebebiyle akıl hastaları olduğu da söylenmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) bir savaşta, yaşlarını küçük gördüğü bazı kimseleri geri çevirmiştir.

Buhari ve Müslim'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Uhud savaşında Abdullah bin Ömer'i geri çevirmiş, Hendek savaşına katılmasına ise izin vermiştir. (Buhari, Meğazı, 4097; Müslim, İmare, 4814)

Aynı durum sahabeden Sad bin Habbe'nin de başına gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisini daha yaşı küçükken Hendek savaşında şiddetli bir şekilde savaşırken gördü ve "Allah, dedeni mutlu mesut kılsın. Şöyle bir bana yaklaş bakayım!" dedi. Sad yaklaşınca peygamberimiz onun başına dokundu ve çocukları ve neslinin bereketlenmesi için dua etti. Bu zat kırk kişinin amcası, kırk kişinin dayısı ve yirmi kişinin de dedesi oldu. İbn Oıhye ve başkaları bu şekilde aktarmıştır.

 

> Çift cinsiyetli şahıs ve kadın da zaafı sebebiyle cihadla yükümlü değildir. Ayrıca ayette "Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et" [Enfal, 65] ayetinde yer alan "müminin / müminler" ifadesi, yalın halde kullanıldığında bundan kadınlar değil sadece erkekler anlaşılır. Çift cinsiyetli şahıs da [bu konuda] kadın hükmündedir.

 

> Hasen bin Hani, şu şiirinde ne güzel söylemiş:

 

Bineklerimiz bizi Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ulaştırdığında, Artık o bineklerin sırtlarzna binmek erkeklere haramdır.

 

> Savaşmayı imkansız kılacak veya büyük bir zorluk doğuracak şekilde hasta olan kimseye de cihad farz değildir.

> Köre cihad farz değildir.

> Bir ayağında bile olsa açıkça belli olacak şekilde topallığı bulunan kimseye cihad farz değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

 

"Köre [cihad etmediği için] bir sorumluluk yoktur. Topala bir sorumluluk yoktur. Hastaya bir sorumluluk yoktur." [Nur, 61]

 

> Baş ve diş ağrısının bir zararı yoktur.

> Kişi önüne çıkan kişiyi görebiliyorsa ve silahtan sakınabiliyorsa görmesinde zayıflık bulunmasının bir zararı yoktur.

> Yürümeye, saldırmaya ve kaçmaya engelolmayacak derecede hafif topallığın da bir zararı yoktur.

 

> Elinin tamamı veya büyük bir kısmı kopuk olan kimseye cihad farz değildir. Elinin az bir kısmı veya parmak boğumları kopuk olan yahut ayak parmakları kopmuş olmakla birlikte açıkça topallamaksızın yürümesi mümkün olan kişiye cihad farzdır.

 

> Elinin tamamı veya parmaklarının çoğunluğu çolak [felçli] olan kimseye cihad farz değildir; çünkü cihad etmek elle bir şeyleri tutmak ve saldırıda bulunmakla gerçekleştirilir.

Çolak olan elde ise bu durum yoktur. Çünkü elinin tümü veya parmaklarının çoğunluğu çolak olan kimse bunları yapamaz.

 

> Köleye -isterse bir kısmı hür olsun veya efendisiyle özgürlük sözleşmesi yapmış olsun- cihad farz değildir. Çünkü ayette "Allah yolunda mallarınızia ve canlarınızIa cihad edin" [Tevbe, 20] buyrulmuştur. Kölenin herhangi bir malı olmadığı gibi o, kendi nefsine de malik değildir. Bu sebeple bu ayetteki hitap köleyi kapsamamaktadır. Öyle ki Cüveyni'nin belirttiğine göre efendisi köleye cihad etmesini emretse bile cihad, köle üzerine gerekli olmaz. Çünkü köle bu işe ehil değildir. Savaşmak da efendinin hakkı olan istihdam kapsamında bir fiil değildir; çünkü köleye malik olmak, onu ölüme maruz bırakmayı gerektirmez.

 

> Savaş için gerekli nafaka ve silahı temin edememiş olan kimseye de cihad farz değildir.

Şayet namazların kısaltılacağı mesafede sefere çıkılıyorsa binek hayvanı bulamayan kimse de böyledir. Bundan daha kısa mesafeli sefere çıkılıyorsa bakılır: Kişi yürümeye güç yetirebilen bir kimse ise cihad farz olur. Kişinin savaş için yapacağı harcama, -tıpkı hacda olduğu gibi- bakmakla yükümlü oldUğU kimseler için gerekli olan nafakanın dışında kendisinde bulunmalıdır.

 

> Kişi savaşa çıktıktan sonra hastalansa veya azığı tükense yahut hayvanı ölse bu kişi geri dönmek veya yola devam etmek şıklarından birini seçebilir. Savaş meydanına gelmiş ise şayet savaşması mümkün değilse doğru görüşe göre geri dönebilir. Taş atması mümkün ise -Ravdatü't-talibin'de daha dOğru olduğu belirtilen görüşe göre- taş atması gerekli olur.

Bu konuda Ravdatü't-talibin'de çelişkili ifadeler bulunmaktadır.

 

> Savaş kişinin evinin kapısında veya çevresinde yapılıyorsa Kadı Ebu't-Tayyib ve başkalarının belirttiği üzere savaş masraflarını karşılayabilme gücü dikkate alınmaz. 

 

Not:  Nevevi'nin ifadesinden kişinin savaş için gerekli olan donanıma malik olmasının şart olduğu anlaşılmaktadır. Ancak o "bulamamak" ifadesi ile malik olmamak ve güç yetirememeyi kastetmişse o başka. Gerekli donanımı olmayan kimseye ihtiyaç duyduğu şeyler bedava verilse bakılır: Şayet bu, devlet hazinesinden veriliyorsa bunu alması gerekir, aksi takdirde gerekmez.

 

62. Nevevi, bunun ardından daha önce geçen hususları ve diğerlerini kapsayan genel bir ilkeye işaret ederek şöyle demiştir: "Azık ve binek hayvanının bulunmaması durumunda olduğu gibi haccın farz olmasını engelleyen her durum cihadın farz olmasını da engeller. Ancak yolda kafirlerin bulunmasından korkmak bundan müstesnadır." Bu durum cihadın farziyetini kesinlikle engellemez, zaten cihad, korkulu durumlarla yüzleşmek için vardır. Yine Müslüman hırsızların bulunması korkusu da doğru görüşe göre cihadın farz olmasını engellemez.

Çünkü bu yolculukta korkuya katlanılır. Ayrıca hırsızlarla savaşılması daha önemli ve önceliklidir. Diğer görüşe göre ise tıpkı hacda olduğu gibi burada da böyle bir durum cihadın farziyetini engeller. Zira kişi, Müslümanlarla savaşmaktan kaçınıyor olabilir.

 

Not:  Her iki meselede cihadın farz olduğu durum, kişinin onlara karşı direnme gücünün bulunması halidir. Aksi takdirde kişi mazurdur.

 

63. Nevevi, cihadın, duyularla algılanabilecek engellerini ele aldıktan sonra şer'ı engeller konusuna geçerek şöyle demiştir: Ödeme gücüne sahip olan bir kimsenin Müslüman veya zımm! bir kişiye yönelik peşin borcu, onun cihad için veya başka amaçla yolculuğa çıkmasını haram kılar. Çünkü kişinin bu borcu ödemesi onun üzerine farz-ı ayndır. Cihad ise farz-ı kifayedir. Farz-ı ayn, farz-ı kifayeden önce gelir.

 

Müslim'in sahihinde belirtildiğine göre "[Allah yolunda] öldürülmek, borç dışındaki şeylere keffaret olur. "(Müslim, İmare, 4861)

 

64. İzin vermeye yetkisi bulunan alacaklı, kişinin yolculuk yapmasına izin verirse o zaman kişi cihada gidebilir. Bu şahıs, borçlunun yolculuğa çıkmasını engelleyebilir; çünkü borç ilgili şahıstan talep edilecek, şayet vermezse hapse atılacaktır. Alacaklı izin verdiğinde borçlunun cihad için sefere çıkması haram olmaz.

 

65. "Kısıtlı şahsın velisi" gibi izin verme yetkisi olmayan kişi, kısıtlı şahsa borcu bulunan kişinin yolculuğa çıkmasına izin veremez.

 

66. Sonrakilerden birinin belirttiğine göre borçlunun velisi de borçlu hükmündedir; çünkü borç kendisinden talep edilecektir.

 

67. Ödeme gücüne sahip olan borçlu, hazır olan malından borcunu ödemek üzere birini vekil tayin etse alacaklının izni olmaksızın yolculuğa çıkabilir. Ancak malı hazır olmayıp ulaşmama ihtimali varsa o zaman yolculuğa çıkamaz.

 

68. Ödeme gücüne sahip olmayan borçluya gelince; eşŞerhu'l-kebir'de "doğru" kabul edilen görüşe göre alacaklı, onun yolculuğa çıkmasına engelolamaz; çünkü [borçlu şahsın ödeme gücü bulunmadığından] alacağını an itibariyle istemesi söz konusu değildir.

 

Not:  Kişi izinle cihada gitmişse Maverdi ve Ruyani'nin belirttiğine göre şehit düşmesine neden olacak hareketlerde bulunamaz, ön saflarda savaşamaz, orta veya yan saflarda durur. Böylece canını korumak suretiyle borcunu korumuş olur.

 

69. Vadeli borç, borçlunun yolculuğa çıkmasını [haram kılar mı? Bu konuda mezhep içinde iki görüş bulunmaktadır:]

 

Birinci görüş

 

Bu borç hiçbir şekilde [yolculuğa çıkmayı] haram kılmaz. Vade tarihi yaklaşmış olsa bile alacaklı şahıs borçluya engelolamaz. Çünkü ödeme talebi ancak vadenin dolmasından sonra söz konusu olacaktır. Borçlu, şu anda farz-ı kifaye ile muhataptır. Hak sahibi olan şahıs, vade tarihi geldiğinde alacağını isteyebilmek için borçlu ile birlikte yolculuğa çıkabilir.

 

İkinci görüş

 

[Zayıf] bir görüşe göre cihad ve deniz yolculuğu gibi ölüm tehlikesinin söz konusu olduğu yolculukları vadeli borç engeller.

 

70. Kişinin ana-babası Müslümansa onların izni olmaksızın ister yolculuk yaparak ister yapmaksızın cihada çıkması haram olur.

 

Çünkü cihad farz-ı kifayedir. Ana-babaya iyi davranmak ise farz-ı ayndır.

 

Buhari ve Müslim' de belirtildiğine göre bir adam gelip cihada çıkmak için Hz. Peygamber (s.a.v.)'den izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine "senin ana-baban var mı?" diye sordu. Adam "evet" deyince Allah Resulü (s.a.v.) "öyleyse git onlarla hizmet ederek] cihad et!" buyurdu. (Buhari, Cihad ve's-siyer, 3004; Müslim, el-Birr ve's-sıla, 6451)

 

Bir diğer rivayette belirtildiğine göre Resulullah (s.a.v.) o şahsa "senin annen sağ mı?" diye sormuş, adam "evet" deyince Peygamberimiz "öyleyse git ve ona iyi davran. Çünkü cennet onun ayağının altındadır" buyurmuştur. (Hakim en-Nisaburı, Müstedrek (cihad), 2, 104. Hakim: 'sahihtir' der.)

 

71. Kişinin ana-babasından biri hayatta ise onun iznini almadan cihada çıkması caiz olmaz. Kişinin Müslüman olan üst soy hısımları da (dede, nin e vb.) böyledir.

 

72. Kişinin üst soy hısımlarından daha yakın olanı hayatta olup izin verse [cihada çıkabilir].

 

73. Kişinin üst soy hısımlarının hür veya köle, erkek ya da kadın olması birbirine eşittir. Çünkü kişinin bunlara iyi davranması farz-ı ayndır. Üst soy hısımlarından kafir olanlar bunun dışında olup onlardan izin istemek gerekmez. el-Ümm'de açık olarak belirtildiği üzere münafıktan da izin istenmez.

 

74. Maverdl'nin belirttiğine göre kölenin cihada çıkması konusunda ana-babasının değil efendisinin izni dikkate alınır. Kısmen köle olan kimsede hem hürriyet hem de kölelik özelliği bulunduğundan ana-babasının ve efendisinin izni dikkate alınır.

 

75. Kişi, [kendi yakınında] farz-ı ayn olan bir şeyi kendisine öğretecek birini bulamazsa yahut [bulsa bile] uzakta olan hocanın kendisiyle daha fazla ilgileneceğini veya irşadda bulunacağını ümit ediyorsa -tıpkı vakti daralmış olan hac ibadetinde olduğu gibi- anababanın iznini almaksızın onu öğrenmek üzere yolculuk yapması caiz olur. Doğru görüşe göre vakti daralmamış olan hac da böyledir.

 

76. [Farz-ı kifaye olan bir ilmi öğrenmek için ana-babanın izni olmaksızın yolculuğa çıkılır mı? Bu konuda mezhep içinde iki görüş bulunmaktadır:]

 

Birinci görüş

 

Daha doğru görüşe göre farz-ı kifaye olan bir şeyi öğrenmek için de ana-babanın izni almaksızın yolculuğa çıkılabilir. Buna örnek olarak o bölgede fetva verme işini yapan bir kimse bulunsa bile [müftü olup] fetva verme imkanına kavuşmak için [ilim tahsil etmek üzere] yolculuğa çıkmayı zikredebiliriz. Çünkü mükellef olan bir kimsenin [yolculuk yapmasına engelolmak suretiyle hareketlerine] kısıtlama getirmek ve onu hapsetmek kabul edilemeyecek bir davranıştır.

 

İkinci görüş

 

Cihadda olduğu gibi [farz-ı kifaye olan] ilim tahsilinde de anababa, çocuklarının yolculuğa çıkmasına engelolabilir.

 

İlk görüş sahipleri cihad ile ilim tahsilini şu şekilde ayırt etmişlerdir: Cihadda ölüm tehlikesi bulunmaktadır. [İlim tahsilinde ise bu yoktur].

 

77. O bölgede fetva verme işini yerine getiren bir kimse bulunmamakla birlikte bir grup insan [müftü olmak üzere ilim tahsili amacıyla bölgeden hareketle] yolculuğa çıkmışsa, mezhepte esas alınan görüşe göre ana-baba, çocuklarının da o grupla birlikte ilim tahsili için gitmesine engelolamaz; çünkü an itibarıyla [fetva sorma konusunda] amaçlanan işi yerine getiren birisi bulunmamaktadır. Bu amaçla yola çıkanlar da amaçlarına ulaşamayabilirler. Eğer, şahısla birlikte başka hiç kimse bu amaçla yola çıkmıyorsa o kişinin anababasının iznini almasına gerek yoktur. Bu durumda ana-babanın kesinlikle onu engelleme hakları yoktur; çünkü bu durumda o şahıs, [her ne kadar farz-ı kifaye olan bir şey için yola çıksa da başka hiç kimse bunu yerine getirmediği için] tıpkı farz-ı ayn olan konularda oldUğU gibi burada da kendisi üzerinden günahı kaldırmak üzere bu yolculuğu yapmaktadır.

 

Rafii, burada yolculuğa çıkan kişinin reşid olması gerektiğini söylemiştir.

 

Ezral'nin belirttiği üzere yolculuğa çıkan kişinin, [namusuna yönelik bir saldırı meydana gelmesinden] korkulmaması için sakalsızbıyıksız ve güzel yüzlü olmaması gerekir.

 

78. Maverdi şöyle demiştir: Kişi üzerine ana-babasının nafakasını karşılamak gerekli olmuşsa ana-baba kafir bile olsa cihada Çıkarken onların iznini alması gerekir. Ancak kişi, hazır olan malından onlar için harcama yapmak üzere birini vekil tayin ederse o zaman izin almaksızın çıkabilir.

 

Zerkeşi'nin belirttiği üzere bundan şu sonuç çıkar: "Kişinin alt soy hısımı [çocukları, torunları vb.] için nafaka vermesi gerekli olduğunda, alt soy hısımı izin vermeye ehil ise onun iznini de almak gerekir." Bu mesele bir bilmece olarak şu şekilde sorulur: "Hangi baba, çocuğundan izin almaksızın yolculuğa çıkamaz?"

 

Bulkini şöyle demiştir: Kıyasa göre kişi, nafakasını vermekle yükümlü olduğu kişinin bir günlük nafakasını verip de günün geri kalan kısmında yolculuğa çıktığında, vadeli borcu bulunan bir kimse hükmünde olmuş olur.

 

Not: Nevevi, ticaret vb. mübah bir amaçla yolculuk yapmanın hükmünden söz etmemiştir. Bunun hükmü şudur: Yolculuk kısa ise bu durum hiçbir şekilde engel teşkil etmez.

Yolculuk uzun ise bakılır: Ölüm tehlikesi ağır basıyorsa bunun hükmü cihad için yolculuğa çıkmanın hükmü gibidir. Aksi takdirde izin istemeksizin yolculuğa çıkılabilir.

 

Cihad meselesi dışında bu yolculuklar konusunda kafir olan babanın hükmü de Müslüman baba gibidir.

 

79. Bir kimsenin cihada çıkması için ana-babası ve ondan alacaklı olan kişi izin verse, bu kişi cihada çıktıktan sonra izin verenler vazgeçse, kişi de bu durumu öğrense, savaşta saf düzeni içinde bulunmuyorsa geriye dönmesi gerekli olur; çünkü başta] izni n olmaması savaşa çıkmayı engelleyen bir özür olduğu gibi sonradan iznin geri alınması da böyledir.

Nitekim körlük ve hastalık da böyledir. (35)

 

80. Kişi cihad için yola çıktıktan sonra onun kafir olan üst soy hısımı Müslüman olsa ve savaşa çıkmasına izin vermese, alt soy hısımı da bu durumu öğrense, bunun hükmü, izni geri almanın hükmü gibidir.

 

81. Nevevi'nin sözünün kapsamından şu durumlar istisna edilir:

 

> Kişi geri döndüğünde canına veya malına bir tehlikenin geleceğinden korkarsa,

> Geri döndüğünde Müslümanların moral-motivasyonlarının bozulacağından korkarsa,

> Maverdi'nin İmam Şafii'nin açık ifadesine tabi olarak belirttiği üzere devlet başkanının yanında ve ücretli olarak cihada katılmışsa geri dönmesi gerekmez. Dahası bu durumların genelinde geri dönmesi caiz de olmaz.

 

82. [Savaşa katılmayıp geriye dönmesi halinde canına ya da malına bir tehlike isabet etmesinden] korkması durumunda kişinin yol üzerinde bir yerde ordu geri dönünceye kadar ikamet edip ordu ile birlikte geri dönmesi mümkün olsa bunu yapması gerekir. İkamet etmesi ve geri dönmesi mümkün olmazsa ordu ile birlikte yola devam etmesi caizdir. Ancak bu kişi el-Ümm'de açık olarak belirtildiği üzere ölüm tehlikesinin bulunduğu yerlerden uzakta durur.

 

83. Kişi [savaş düzenindeki] safta hazır bulunur [düşmana ve bize ait olan] iki saf birbirine kavuşarak savaş başlar ve bundan sonra belirtilen kişiler [bu şahsa savaş için verdikleri] izinden dönerler ve kişi de bundan haberdar olursa [hüküm ne olur? Bu konuda İmam ŞafiI'ye ait iki görüş bulunmaktadır:]

 

Birinci görüş

 

İmam Şafii'ye ait daha güçlü görüşe göre savaşı bırakıp gitmek haram olur; çünkü "Ey iman edenler, düşman toplulukla karşzlaştığınızda sebat edin" [Enfal, 45] ayeti sebebiyle sabretmek farz olmuştur. Ayrıca [o esnada] saftan ayrılıp gitmek savaş düzenini bozar, moralleri bozar. Ravdatü't-talibin'de bu görüş "daha doğru" şeklinde belirtilmiştir.

 

İkinci görüş

 

Diğer görüşe göre haram olmaz, aksine kul hakkına riayet amacıyla dönüp gitmek gerekir; çünkü kul hakkında iş sıkı tutulur.

 

84. İlk görüş esas alındığında kişi şehit olması muhtemelolan bölgede beklemez, safların en sonunda bekçilik yapar. Bunu Kadı Ebu't-Tayyib, İmam Şafii'nin açık ifadesi olarak nakletmiştir.

 

Not:  Nevevi, benim yaptığım gibi "kişi ordudaki safta hazır bulunursa" demiş olsaydı daha iyi olurdu; çünkü kişinin cihaddan geri dönmesinin haramlığı gerçek anlamda savaşma konusuna bağlı olmayıp -geçtiği üzere- iki ordunun saflarının karşılaşması yeterlidir.

 

Bazı ayrıntılar:

 

Kişi izinsiz olarak savaşa çıksa ve savaşmaya başlasa, belirtilen gerekçe sebebiyle savaştan dönmesi haram olur.

 

Köle, efendisinden izinsiz olarak savaşa çıkmışsa savaşmaya başlamadan önce geri dönmesi farz, savaş başladıktan sonra dönmesi menduptur. Onun savaştan sonra orada kalıp sebat etmesi farz değildir; çünkü köle cihad etmeye ehil kimselerden değildir.

 

Cihada çıkan kimse hastalansa, ileri derecede topallığa duçar olsa, azığı tükense, binek hayvanı ölse savaş meydanında olsa bile geriye dönmesi Müslümanların başarısızlığına yol açmayacaksa geri dönebilir, aksi takdirde geriye dönmesi haram olur.

 

Hastalık vb. bir sebeple savaştan geri dönen kişi kaçmaya niyet etmez.

 

Kişi savaştan geriye dönerken düşman ülkesinden ayrıldıktan sonra değil de ayrılmadan önce özür durumu ortadan kalksa cihada geri dönmesi farz olur.

 

Cenaze namazına başlayan kişinin bu namazı tamamlaması gerekir; çünkü bu namaz bir bütün hükmündedir. Ancak bir ilim öğrenmeye başlayan kimsenin kendisinde bu ilim konusunda yeterlilik hissetse bile bunu tamamlaması gerekmez. Çünkü genellikle bir işe başlamak, başlanan şeyin hükmünü değiştirmez.

 

Ezrai şöyle demiştir: "Tercih edilmesi gereken görüş, bu ilmi öğrenmeyi tamamlamasının gerekli olduğu görüşüdür; çünkü kişi [kifaye de olsa] farz olan bir şeye başlamıştır. Eğer şeriat ilmini öğrenmeye başlayan herkesin sonradan bundan vazgeçmesi meşru görülürse bu durum ilmin zayi olmasına yol açar."

 

Subki, ilim öğrenmenin cihada kıyaslanmasına şu şekilde cevap vermiştir: "İlimle uğraşan kimse, ilmin sonuçlarını sevdiğinden dolayı zaten ilimle meşgulolmaya kendisini teşvik eden bir psikolojiye sahip olur. Oysa savaşan kimsenin yaşamaya olan arzusu onu savaşmaktan uzaklaştırmaktadır; çünkü o ölmeyi ve ölüm esnasında zorluklarla karşılaşmayı istemez.

Bu sebeple ilimle meşgulolan kimse, ilme olan arzu ve iştiyakıyla başbaşa bırakılmış, [kendisine ilim uğrunda sebat etmesi emredilmemiş] tir. Çünkü bu kişi zaten ilme aşıktır,

ilme doymaz. Savaşan kimse ise korktuğu ölüm esnasında savaş meydanında sebat etmekle yükümlü tutulmuştur. Bu yüzdendir ki Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından daha üstündür. "(Suyuti, ed-Dürerü'l-müntesira, hadis no: 141)

 

BİR SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

B. Cihidın Farz-. Ayn Olduğu Durum