SİYER |
C. Cihadın Mekruh Olduğu
Durum
Bu bölümde savaşmanın
mekruh olduğu ve kafirler içinden öldürülmeleri haram olan ve kendileriyle
savaşılmaları caiz olan kimseler ele alınacaktır.
1. Devlet başkanı veya
onun yetki verdiği kişinin izni olmaksızın [kafirlere karşı] savaşmak
mekruhtur.
2. Devlet başkanı bir
müfreze birlik gönderdiğinde onların başına birini emir tayin etmesi ve o
emirin kendilerinden sebat edeceklerine dair biat alması sünnettir.
3. Devlet başkanı
hıyanet etmeyeceklerine güvendiği kafir kimselerden yardım alabilir.
Bunların sayısının,
kafir olan iki fırka [karşıdaki düşman ve yardım aldığımız bu kafirler]
birleştiklerinde kendilerine karşı koyabileceğimiz şekilde olması gerekir.
4. [Devlet başkanı]
efendilerinin izniyle kölelerden ve ergenlik yaşına yaklaşmış güçlü çocuklardan
da yardım alabilir.
5. Devlet başkanı,
devlet hazinesinden veya kendi malından savaşmak için gerekli olan alet edevatı
ve silahı askere temin edebilir.
6. Cihad etmesi için bir
Müslümanı ücretle tutmak sahih değildir.
7. Devlet başkanının,
zımmı olan şahsı cihad için ücretle tutması sahihtir. [Zayıf] bir görüşe göre
devlet başkanı dışındaki kişinin ücretle tutması da sahihtir.
8. Savaşan kişinin,
[düşman saflarındaki] akrabasını öldürmesi mekruhtur, kendisiyle evlenilmeyecek
derecedeki yakınını öldürmesi daha şiddetli mekruhtur.
9. Ben [Nevevi] derim
ki: Ancak kişi bu yakınının Allah ve Resulullah (s.a.v.)'a sövdüğünü işitirse o
zaman mekruh olmaz. Allah daha iyi bilir.
10. Kişinin savaşta
çocuk, akıl hastası, kadın ve cinsiyeti tespit edilemeyen çift cinsiyetli şahsı
öldürmesi haramdır.
11. İmam Şafii'nin daha
güçlü olan görüşüne göre savaşa bizzat katılmasa ve görüşleriyle yönlendirmese
bile rahip, işçi, yaşlı, kör ve felçli kimseleri öldürmek helaldir. Bunlar
köleleştirilabilir. Düşmanın kadınları ve mallarına el konulabilir.
12. Kafirleri şehirlerde
ve kalelerde kuşatma altına almak, üzerlerine su göndermek, ateş ve mancınık
fırlatmak, gece baskını yapmak caizdir. Onlar içinde esir veya tacir Müslüman
bulunursa mezhepte esas alınan görüşe göre bu fiilleri yapmak yine caiz olur.
13. Savaş kızışır da
kafirler kadın ve çocukları si per edinirlerse onlara atış yapmak caiz olur.
Şayet kafirler onları siper edinerek kendilerine savunuyorsa ve bizim onlara
atış yapmamızı gerektiren bir zorunluluk söz konusu değilse daha güçlü görüşe
göre atış yapılmaz.
14. KaHrler Müslümanları
siper edinirse bakılır: Onlara atış yapma zorunluluğu yoksa atış yapmayız, aksi
takdirde daha doğru görüşe göre onlara atış yapmamız caiz olur.
15. KaHrlerin sayısı
bizim iki katımızı aşmadıkça [savaş esnasında] saftan ayrılmak haram olur.
Ancak bir harp taktiği olarak veya bir başka Müslüman birliğe sığınarak
onlardan takviye almak için saftan ayrılınabilir. Daha doğru görüşe göre
uzaktaki Müslüman birliğe sığınmak için de ayrılınabilir.
16. Uzakta bulunan
birliğe katılmak için saftan ayrılan kimse, ayrıldıktan sonra elde edilen
ganimetten alamaz. Daha doğru görüşe göre yakındaki birliğe katılmak için
ayrılan kimse ise ganimete ortak olur.
17. Düşmanın sayısı
bizim iki katımızdan fazla olursa o zaman saftan ayrılmak caiz olur.
Ancak daha dOğru görüşe
göre cengaver yüz kişinin, zayıf durumda olan iki yüz bir kişlik
düşman karşısından
ayrılması haramdır.
18. Mübareze [düello]
yapmak caizdir. Bunu bir kafir talep ederse bunun için çıkmak müstehap olur.
Bunu, bu konuda tecrübeli olan kişinin devlet başkanının izniyle yapması iyi
olur.
19. Savaş gereği ve
düşmana galip gelebilmek amacıyla onların binalarını ve ağaçlarını telef etmek
caizdir. Yine bu bina ve ağaçların bizim elimize geçmesi ümit edilmediğinde de
böyledir. Şayet bizim elimize geçmesi ümit ediliyorsa [bunları zarar
vermeksizin] bırakmak daha iyidir.
20. Hayvanları katletmek
haramdır. Ancak düşmanı def etmek ve onlara galip gelebilmek amacıyla yahut da
ganimet olarak aldığımız ancak yeniden düşmanın eline geçmesinden ve bize zarar
vermesinden korktuğumuz hayvanlar telef edilebilir.
96. Devlet başkanı veya
onun yetkilendirdiği kimseden izin almaksızın [kafirlerle] savaşmak mekruhtur.
Zira devlet başkanına karşı duyulan saygı bunu gerektirir. Ayrıca o, cihada
ilişkin maslahatları başkasından daha iyi bilir. Bunun [mekruh olduğu halde] haram
olmamasının sebebi şudur: Bu savaşta canları tehlikeye atmanın ötesinde bir
durum söz konusu değildir. Cihadda böyle şeyler caizdir.
Ezrai'nin dediği üzere
bu hükmün gönüllü savaşçı hakkında olması gerekir. Maaşlı askere gelince onun
bunu yapması caiz değildir; çünkü maaşlı askerler İslam' ın başına gelecek
önemli durumlarda kullanılmak üzere hazırda bekletilmekte olup onları devlet
başkanı yönlendirecektir. Onlar, ücretle tutulmuş işçiler hükmündedir.
Not: Bulkın! şu durumları "mekruhluk"
kapsamından istisna etmiştir:
Kişi izin istemek üzere
gittiğinde cihadın amacını yitirmiş alacaksa,
Devlet başkanı
-zamanımızda görüldüğü üzere- kafirlerle savaşmayı bir kenara bırakıp kendisi
ve ordusu dünya işlerine dalmışsa,
İzin istediğinde izin
verilmeyeceğini kuvvetle düşünüyorsa.
97. Devlet başkanı veya
onun yetkilendirdiği kimse kafirlerin beldelerine müfreze birlik gönderdiğinde,
o birliğin işleri konusunda kendisine itaat edeceği bir kimseyi komutan olarak
belirlemesi ve onlardan cihadda sebat edeceklerine ve kaçmayacaklarına dair
Allah adına yemin ettirmek suretiyle bey'at alması sünnettir. Nitekim sahih
rivayetlerde meşhur olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle yapardı. (Buhari,
Cihad ve's-siyer, 2783; Müslim, Hac, 4806)
98. Yine devlet başkanının
kafirlerin gizli hallerini araştırmak üzere gözcü ve casuslar göndermesi de
sünnettir. İmam ŞafiI, elÜmm'de şöyle demiştir: "Devlet başkanının savaşı
yürütme [komutanlık] işini din konusunda güvenilir, beden olarak cesaretli,
insanlar arası ilişkileri iyi, savaş taktiklerini iyi bilen, herkesin kaçtığı
anda sebat eden, gerektiği durumda öne atılan, orduyu tek bir söz altında itaat
edecek şekilde çekip çevirecek şekilde siyası görüş sahibi, fırsatları
değerlendirerek savaşı yürütecek basirete sahip, cihada ilişkin hükümler
konusunda içtihada ehil olan bir kimseye devretmesi gerekir."
99. Komutan olarak tayin
edilecek kişinin dinı hükümlerde ictihad ehliyetine sahip olması gerekir mi? Bu
konuda mezhep içinde iki görüş bulunmakta olup zahir olan bunun şart
koşulmamasıdır.
100. Devlet başkanının
müfreze birliği Perşembe günü erken vakitte yola çıkarması müstehaptır. Çünkü
Restılullah (s.a.v.) Perşembe günü savaş için sefere çıkmayı, gözcüler
göndermeyi, kafirlerin haberlerini iletecek casuslar göndermeyi, sancaklar
açmayı, her bir grup için bir sancak ve şiar / sembol belirlemeyi severdi.
Hakim'in Bera bin
Azib'ten naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> Düşmanla
karşılaşacaksınız. Sizin paralanız: "Hamim. Onlar kazanamayacak!"
olsun. (Hakim, Müstedrek: Cihad, 2, 107)
İbn Abbas şöyle
demiştir: "Hamim Allah'ın isimlerinden biridir.
Muhtemelen Hz. Peygamber
(s.a.v.) bu ifadesiyle "Allah'a yemin ederim ki kazanamayacaklar"
demek istemiştir.
101. Devlet başkanının askerleri
savaş için coşturması, düşman ülkesine bizzat girmesi sünnettir. Çünkü bu, hem
ihtiyata daha uygun hem de düşman açısından daha korkutucudur.
102. Karşılıklı iki saf
karşılaştığında devlet başkanının dua etmesi sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
> Göğün kapılarz iki
vakitte açılır: Namaz vakti girince, saf [düzenindeki asker] Allah yolunda
düşmanla karşılaşınca. "(Ebu Davud, Cihad, 2540. )
103. Devlet başkanı
(veya komutan), zayıfları vesile kılarak Allah'tan yardım ister. Zira Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> Size ancak zayıf
olanlarznız sebebiyle rzzık veriliyor ve yardım ediliyor.(Ebu Davud, Cihad,
2594; Tirmizi, Cihad, 1702)
104. Komutan sesi
yükseltme konusunda aşırıya kaçmaksızın tekbir getirir.
105. Muhataplara İslam
davetinin gitmediğini biliyorsa öncelikle onlara İslam'ı arz etmesi gerekir.
Şayet onlara davet gitmiş se bunu yapması [zorunlu değil] müstehaptır.
106. Onlara gece baskını
yapması caizdir.
107. Halim! şöyle
demiştir: Savaşçıların savaş adabı konusunda bilmeye ihtiyaç duyacağı
hususları, neyin helal neyin haram olduğunu, yaya ile süvari arasındaki farkı,
ganimetten kime pay verilip kime verilmeyeceğini bilmeleri gerekir."
108. Devlet başkanı,
kafirlere karşı yaptığı savaşta gerek ehl-i zimmetten olan gerekse olmayan
kafirlerden yardım alabilir. Bunun caiz olması iki şarta bağlıdır:
Birincisini Nevevi
"hıyanetlerinden emin olunması" şeklinde belirtmiştir. Nevevi,
Ravdatü 't-talibın adlı eserde" onların Müslümanlar hakkında iyi düşüncelerinin
olduğunun bilinmesi gerekir" demiştir. Rafii onların iyi düşüncelerinin
olduğunu bilmeyi hıyanetlerinden emin olunması ile birlikte tek şart olarak
kabul etmiştir.
İkinci şartı Nevevi şu
ifadesiyle belirtmiştir: "Yardım alınan kimselerin, kafir iki fırka
birleştiğinde kendilerine karşı direnebileceğimiz sayıda olması gerekir."
Yani bize yardım edenler, kendilerine karşı savaştığımız diğer gruba eklense
bile bizim kendilerini püskürteceğimiz kadar olmalı. Şayet iki grup
toplandığında Müslümanların sayısının iki katından daha fazla olursa onlardan
yardım almak caiz olmaz.
109. Iraklılar,
[kafirlere karşı yapılan savaşta başka kafirlerden yardım almanın caiz olması
için] Müslümanların sayısının az olmasını şart koşmuşlardır.
Rafii şöyle demiştir: Bu
ve önceki -yani her iki gruba karşı direnebilecek sayıda olmak- şartları sanki
birbiriyle çelişmektedir. Çünkü Müslümanların sayısı bir kafir gruba karşı bir
başka kafir grubun yardımını isteyecek kadar az ise bu Müslüman grup nasılolur
da her ikisine karşı direnebilir?
NevevI şöyle demiştir:
Arada bir çelişki yoktur; çünkü kendilerinden yardım alınan grubun sayısının,
onların katılması ile açık bir şekilde çok olacak durumda olmaması
kastedilmiştir.
Bulkın! "Nevevi bu ifadesinde
bir gevşeklik bulunmaktadır" dedikten sonra kendisi şu şekilde cevap
vermiştir:
Kafirlerin sayısı mesela
iki yüz kişi olsa, Müslümanların sayısı ise yüz elli olsa, iki sayının eşit
olmaması bakımından Müslümanların sayısı azdır. Müslümanlar elli kişilik bir
kafir topluluğundan yardım aldıklarında iki tarafın sayısı eşitlenmiş olur. Bu
elli kişilik grup düşmana katılsa, onların sayısı iki yüz elli olur ve onların
sayısı Müslümanların iki katına ulaşmadığı için Müslümanlar bunlara karşı
direnebilir.
Ayrıca Iraklı bir grup
alimin kitabında azlıktan söz edilmeksizin ihtiyacın bulunup bulunmaması
dikkate alınmıştır. Hizmet için kafirlerden yardım almaya ihtiyaç duyulabilir,
bu durumda iki şart birbiriyle çelişmez.
110. Maverd! bir diğer
şeyi daha şart koşmuştur ki bu da Yahudiler ile Hristiyanların birbirine karşı
durumunda oldUğU gibi yardım alınan grubun, kendilerine karşı savaşılanlarla
inançlarının farklı olmasıdır. Nevevi, Ravdatü't-talibin'de bu şartı
onaylamıştır.
Not: Devlet başkanı, kendilerdinden yardım aldığı
kimseleri maslahata uygun gördüğü şekilde değerlendirir. Dilerse onları
Müslüman ordunun kenarında ayrı olarak tutar, dilerse Müslümanların arasına
dağıtmak suretiyle onları birbirine karıştırır.
Devlet başkanının onları
ücretle istihdam etmesi daha iyidir; çünkü bu, onları alçak bir konumda tutar.
Devlet başkanı,
"düşmanlarımızın sayısı çok, bizim ordumuz zayıf. Biz onlara karşı güç
yetiremeyiz" diyerek askerin moralini bozan kimseleri etkisiz hale
getirir.
Yine "falanca müfreze
birlik öldürüldü", "düşmana şu bölgeden büyük bir yardım geldi",
"düşmanın şurada gizli kuvvetleri var" diyerek asker içinde yaygara
koparan [birliği sarsan] kimseleri de etkisiz hale getirir.
Yine düşmana elçi veya
mektup göndererek onlar lehine casusluk yapan, Müslümanların açıklarını
öğrenmeye çalışan kimseleri de etkisiz hale getirir.
Resulullah (s.a.v.),
münafıkların başı olan Abdullah bin Übey bin SelOI'ü askerin moralini bozma
gibi işleri yaptığı halde savaşlarda yanında götürüyordu; çünkü sahabenin dim
yönü güçlü olduğundan onlar, moral bozma vb. şeylere hiç aldırış etmiyorlardı.
Yahut da Allah Resulü (s.a.v.) o münafığın fiilleri konusunda vahiyle haberdar
edildiğinden onun tuzaklarından zarar görmüyordu.
Devlet başkanı bu üç tür
faaliyeti yapanların (moral bozma, yaygara koparma, casusluk yapma) ganimetten
payalmasını, hatta öldürdükleri şahısların üzerinden çıkan şahsi eşyaları
almalarını engeller.
111. Devlet başkanı
savaşta efendilerinin izniyle kölelerden de yardım isteyebilir; çünkü köleler
savaşta yararlılık gösterirler. Bulkini "işgücü devlet hazinesine vasiyet
yoluyla bırakılmış köle" ve "efendisiyle sahih bir özgürlük
sözleşmesi yapan köleleri" istisna ederek onların efendilerinin iznini
geçersiz saymıştır. Hocamız Zekeriya elEnsan "onun, özgürlük sözleşmesi
yapan köle ile ilgili bu görüşü, üzerinde düşünmeyi gerektiren bir
görüştür" demiştir. Bana göre burada izin şarttır.
112. Devlet başkanı,
-daha önce belirttiğimiz sebeple- buluğ çağına yaklaşmış güçlü-kuvvetli
kişilerden savaş veya su taşıma, hastaları tedavi etme gibi hususlarda yardım
isteyebilir. Yine bu gibi işleri yapmak üzere yanında kadınları götürebilir.
Müslim, Ümmü Atıyye'nin
(r.a.) şu sözünü rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.v.) ile birlikte yedi
savaşa katıldım. Ben onların bineklerinin gerisinde durur, onlara yemek
hazırlar, yaralıları tedavi eder, hastalara bakardım. "(Müslim, Cihad,
4667)
Not: Çift cinsiyetli şahıslar ve kadınlar şayet hür
ise, velilerinden izin isteme konusunda buluğa yaklaşmış erkek çocuk
hükmündedirler. Bunlar şayet köle iseler efendilerinden izin isteme konusunda
diğer köleler gibidirler.
Yukarıdaki hükümlerin
tümü, şayet bu şahıslar Müslüman iseler geçerlidir. Ehl-i zimmetin kadın ve
çocuklarını savaş meydanına getirmeye gelince eş-Şerhu'l-kebir ve
Ravdatü't-talibin'de bu konuda herhangi bir tercihte bulunulmaksızın İmam
Şafii'nin iki görüşü rivayet edilmiştir. Bulkini bunun caiz olduğu görüşünü
tercih etmiş ve şöyle demiştir: "Bu görüş el-Ümm'de kesin olarak
aktarılmıştır." Bulkın!' nin sözünün zahirinden buluğa yaklaşanlarda değil
ama kölelerde iznin dikkate alınacağı anlaşılmaktadır. İbn Şühbe'nin dediği
üzere velilerin izninin dikkate alınması daha uygundur. Bana göre de böyledir.
Özellikle de üst soy hısımı olan velide böyledir. Çünkü biz, yetişkin olan
kimsede bile üst soy hısımının (anne-baba, dede vb.) iznini dikkate alıyorsak
buluğa yaklaşmış olan çocuk için evleviyetle izin aranır.
Şöyle bir itiraz söz konusu
olabilir: "Buluğa yaklaşmış olan çocuklardan savaşta yardım almak onların
canlarını tehlikeye atmak anlamına gelir. Nasıl ki onların mallarını telef etme
konusunda kendilerinin ve velilerinin izinleri dikkate alınmıyorsa savaşta
şehit olmaları gibi bir amaçtan hareketle kendilerinin veya velilerinin izin
vermiş olmalarının bir etkisi yoktur."
Buna şöyle cevap
verilir: Onlardan yardım alınmasının açık bir etkisi olup bu da kendilerini
cihada hazırlamaktır.
113. Devlet başkanı,
gazilere yardımcı olmak amacıyla savaş hazırlığı ve silah için yapılacak
masrafı devlet hazinesinden karşılayabileceği gibi kendi malından da
karşılayabilir. [Şayet masrafı kendi cebinden karşılarsa] yardım etmenin
sevabını alır.
Bunun delili Buhari ve
Müslim'de yer alan şu hadistir: "Kim bir gaziyi [savaş aletlerini temin
etmek suretiyle] donatırsa [sanki bizzat kendisi] savaşmış olur. "(Buhari,
Cihad ve's-siyer, 2843; Müslim, İmare, 4879)
Cihad sevabına gelince,
bu sevap bizzat cihadı yapana aittir.
114. [Devlet başkanı dışında]
diğer fertlerin de savaş için gerekli masrafları kendi mallarından harcama
hakları vardır. Bu durumda cihada yardım etme sevabını ahrlar. Cihadın sevabını
ise bizzat cihad eden alır.
115. Yukarıdaki hükümler
Müslüman hakkında geçerlidir, kafire gelince onun hakkında bu hüküm gçerli
değildir. Bu konu İCtihadı gerektiren bir konu olduğu için bu hususta devlet
başkanının görüşüne başvurulur; çünkü kafir kişi ihanet edebilir.
Not: Belirtilen hüküm, devlet başkanı bu
masrafları kendi cebinden yapıp da savaşın [yani savaş sonunda elde edilmesi
muhtemel olan ganimet vb. malların] masraf yapan kimseye ait olmasını şart
koşmadığında geçerlidir. Aksi takdirde Ruyanı ve başkalarının açık olarak ifade
ettikleri üzere bu caiz olmaz.
116. Müslüman bir kimseyi
cihad için ücretle tutmak [üzere sözleşme yapmak] sahih değildir; çünkü cihad,
cihadı yapan kişi adına geçerli olmaktadır. Maaşlı askerlerin fey gelirlerinden
aldıkları maaşlar ile gönüllü savaşçıların zekattan ["Allah yolunda
olanlar" grubuna ayrılan fondan] aldıkları mallar onların cihad için
aldığı ücret kapsamında değildir.
Bu, onlar için tayin
edilmiş maaş olup cihadları kendi adlarına geçerlidir.
117. Devlet başkanı, bir
grup insanı savaşmaya zorlasa [ve onlar da savaşsalar] bu savaş kendileri adına
geçerli olduğundan onlar ücret almayı hak etmezler.
Beğavı şöyle demiştir:
"Bu, cihad etmek onlar üzerine farz-ı ayn olduğunda geçerli olan bir
hükümdür. Aksi takdirde memleketlerinden çıkıp da savaş meydanına gelinceye
kadarki zaman için ücret almaya hak kazanırlar. "
Rafii şöyle demiştir:
"Bu, güzel bir yorumdur. Diğer alimlerin mutlak [kayıtsız] ifadeleri de bu
şekilde yorumlanmalıdır."
118. Nevevi bu meseleyi
"kare (kira ve hizmet sözleşmeleri)" bölümünde zikretmiştir. Burada
ise şu meseleye giriş mahiyetinde zikretmiştir:
Devlet başkanının zımml,
antlaşmalı ve müste'men gibi gayr-i Müslimlerden savaş konusunda yardım
almasının caiz olduğu durumlarda onları ücretle savaşta kullanması da -isterse verilecek
ücret bir piyade veya süvarinin payından fazla olsun- sahih olur; çünkü kafirin
yaptığı savaş[ın sevabı] kendisi adına değildir. Bu, ücretle hayvan kiralamak
gibidir. Bir zorunluluk bulunduğu için buradaki bilinmezliğe göz yumulmuştur.
Zira amaç savaşmaktır. Ayrıca Müslümanlarla yapılan akitlerde göz yumulmayan
kimi şeylere kafirlerle yapılan akitlerde göz yumulduğu olur.
119. [Devlet başkanı
dışındaki bireyler, gayr-i Müslimleri savaş konusunda ücretle tutabilirler mi?
Bu konuda mezhep içinde iki görüş bulunmaktadır:]
[Birinci görüş]
[Zayıf] bir görüşe göre
[devlet başkanı dışında] diğer şahıslar da -tıpkı ezan konusunda olduğu gibi-
bunu yapabilir.
[İkinci görüş]
Daha doğru görüşe göre
ise bu yapılamaz; çünkü bu, kamuya ait maslahatlardan olduğu için bunu bireyler
kendi başına gerçekleştiremez. Ezana gelince orada ücretle tutulan kişi
Müslümandır. Burada ise kafir olup kendisine güvenilemez.
Not: Nevevi'nin ifadesinden şöyle bir anlam
çıkmaktadır: "Devlet başkanının ister kendi malından ister devlet
hazinesinden zımm! vb. durumda olan kişileri ücretle savaşmak üzere istihdam
etmesi sahihtir". Bu kastedilmemiştir. Aksine bunlara kamu yararı için
ayrılan paydan ücretleri verilir. Bu ücret ister taraflar arasında belirlenmiş
olsun ister emsal ücret olsun fark etmez.
Bu savaşçıya kendi
yaptığı savaş sonucunda elde edilen ganimetin dışındaki mallardan bile olsa
ödeme yapılır. Bu şahsa ganimetin aslından ya da beşte dörtlük kısmından ödeme
yapılmaz; çünkü bu gayr-i müslim, cihad ehli olduğu için değil kamu yararı için
savaşa getirilmiştir.
Ücretle tutulan gayri
müslim şahıs Müslüman olsa, sözleşme kendiliğinden fesholur.
Devlet başkanı gayri
müslim şahsı Müslümanlarla birlikte savaşa katılmaya zorlasa veya "seni
razı edeceğim", "sana, yetecek miktarda vereceğim" gibi bir
ifade kullanarak bilinmeyen bir ücret karşılığında istihdam etse ve o kişi de
savaşsa emsal ücret verilmesi gerekli olur. Savaşmadığı takdirde ise -tıpkı
benzer meselelerde olduğu gibi- emsal ücret vermek gerekli olmaz.
Devlet başkanı,
kafirleri kendisiyle birlikte cihada çıkma konusunda zorlayıp mağlup etse,
onlar da ordudaki safta yerlerini almadan önce savaştan kaçsa yahut devlet
başkanı onları bundan önce serbest bıraksa bu kişiler, her ne kadar geri
dönüşte [boşa zaman geçirmeleri sebebiyle] işgüçleri zayi olsa bile yalnızca
savaşa gitme zamanında geçen vaktin ücretini almaya hak kazanırlar. Çünkü onlar
bu durumda kendi diledikleri gibi savaş meydanından ayrılmakta olup ortada
zorla alıkoyma veya ücretle istihdam etme gibi bir durum söz konusu değildir.
Kafirler Müslümanlarla
birlikte cihada çıkmaya razı olmakla birlikte devlet başkanı onlara herhangi
bir şey vermeyi vaad etmese, ilgili bölümde geçtiği üzere ganimetin beşte
dördünden onlara bir şeyler verir. Bu, ücretten şu açıdan ayrılır: Kafir,
herhangi bir ücret kODuşulmadan kendi isteğiyle Müslümanlarla birlikte cihada
geldiğinde diğer mücahidlere benzemiş olur, bu sebeple taksim konusunda onlarla
birlikte olur. Ancak bir ücret karşılığında cihada geldiğinde bu tamamen
yaptığı işin bedeli olup onun baktığı tek şeyalacağı ücret olur. Bu durumda
onun ücreti devlet başkanının tasarruf yetkisinde olan mallar içinden verilir,
ganimette payı olanlar buna ortak olamazlar.
Kafirler devlet
başkanından izin almaksızın Müslümanlarla birlikte cihada çıkarlarsa onlar
herhangi bir şeyalmayı hak edemezler; çünkü onlar bu durumda İslam dinini
savunmamakta olup aksine hıyanet etmek ve kendi dinlerine meyletme ithamı
altında olurlar. Devlet başkanı onların savaşa çıkmasını engellemiş olsun ya da
olmasın hüküm aynıdır. Hatta devlet başkanı onların savaşa çıkmasını
yasakladığı halde çıkarlarsa, gerekli gördüğü takdirde onlara tazir cezası
verir.
120. Müslüman
savaşçının, kafir olan yakınını öldürmesi mekruhtur; çünkü onun yakınına olan
şefkati onu yaptığından pişman olmaya sevk edebilir ve bu durum cihadda zafiyet
göstermesine yol açar. Ayrıca bu, dince sıkı tutulması emredilmiş olan
akrabalık bağlarını kopartmak demektir.
Her ne kadar yukarıdaki
ikinci gerekçe bu mekruhluğun "tahrimen" olmasını gerektirse de
buradaki mekruhluk tenzihidir.
121. Kişinin, evlenmesi
haram olacak derecedeki yakınını öldürmesi daha şiddetli derecede mekruhtur.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), Uhud savaşında Hz. Ebubekir'in oğlu
Abdurrahman'!, Bedir savaşında da Huzeyfe'nin babasını öldürmesini
engellemiştir.
[Nevevi şöyle demiştir:]
"Ben derim ki: Şu durum bu hükümden istisna edilir: Kişi, mahrem olan
yakınını [savaş esnasında] Allah'a veya Resulüne söverken yani kötü bir şekilde
anarken duyarsa yahut yakınının bunu yaptığını güvenilir bir kaynaktan
öğrenirse o zaman kafir olan o yakınını öldürmesinde bir sakınca yoktur. En
doğrusunu Allah bilir." Hatta bu durumda "Allah ve ResAlü'nün
hakkının her hakkın önüne geçirilmesi gerektiği" hükmünden hareketle böyle
yapması müstehap bile olur.
Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
> Allah'a ve ahiret
gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da
olsa- Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.
[Mücadele, 22]
Buhari ve Müs!im'in
rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> Canımı elinde tutan
Allah'a yemin ederim ki hiçbiriniz beni çoluk-çocuğundan ve ana-babasından daha
fazla sevmedikçe iman etmiş olamaz. (Buhari, İman, 15; Müslim, İman, 167)
Müslim'in rivayetinde
"ve diğer bütün insanlardan" şeklinde ifade de yer almaktadır.
122. Yine kişinin mahrem
olan yakını onu öldürmeyi kastettiğnde bu kişinin canını korumak için onu
öldürmesi de mekruh değildir.
123. Kişinin savaşta
çocuk, deli, köle, kadın ve çift cinsiyetli şahısları öldürmesi haramdır.
Çünkü Buhari ve
Müslim'de yer alan hadiste çocukların ve kadınların öldürülmesi yasaklanmıştır.
Akıl hastası çocuğa, çift cinsiyetli şahıs da kadına kıyas edilir; çünkü onun
kadın olma ihtimali bulunmaktadır.
Not: Bundan şu meseleler istisna edilir:
Ravdatü't-talibin'in
"yiyecekler" bölümünde "daha doğru" olarak belirtilen
görüşe göre [açlıktan ölme raddesine gelip] zorda kalmış olan kişi bu
sayılanlardan [gayri müslim çocuk, deli, kadın, çift cinsiyetli şahıs] başka
kimseyi bulamasa onları öldürüp yemesi caiz olur.
Bu kişiler savaşa
katıldıklarında öldürülmeleri caiz olur. Rafii bunu el-Muharrer'de istisna
etmiştir.
Kafir savaşçılar, bu
sayılan kişileri önlerine siper edindiğinde [Müslümanların kendi canlarını
kurtarmak için onları öldürmeleri] zaruret halini alsa o zaman öldürülürler.
Kadınlar
"ateist", "putperest" vb. gibi kitabı bulunmayan inanç
gruplarına mensup olup Müslüman olmaktan kaçındıklarında öldürülürler. Maverdi
"bu durumda İmam Şafii' ye göre öldürülürler" demiştir.
Çift cinsiyetli şahıs
veya kadın İslam'a yahut Müslümanlara sövdüğünde fesad ortaya çıktığı için
öldürülmesi caiz olur.
[Kendilerine karşı savaş
yaptığımız kafirler arasında] buluğa yaklaşmış olan çocuğun kasıklarında sert
kıllar çıktığında öldürülür. Çünkü bunların olması -daha önce "malı
tasarrufların kısıtlaması" konusunda geçtiği üzere- çocuğun buluğa
erdiğini gösterir. Ancak çocuk, ilaç vb. kullanması sebebiyle buluğun vaktinden
önce gerçekleştiğini iddia edip buna dair yemin etse o zaman öldürülmez. Bu,
"kasıkta kıl bitmesi buluğun kendisi değil delilidir" anlayışına
dayalıdır. Çocuğa buna dair yemin ettirmek -her ne kadar bu, çocukluk iddiasında
bulunan kişiye yemin ettirme gibi bir durumu içerse de- zorunludur; çünkü
çocukta buluğ emareleri ortaya çıktığından sırf onun iddiasına dayalı olarak
çocuk [kendi haline] terk edilmez.
124. [Savaşa bilfiil
katılmayan kimseler öldürülebilir mi? Bu kanuda İmam ŞafiI'ye ait iki görüş
bulunmaktadır:]
Birinci görüş
[Kafirlere karşı yapılan
savaşta, düşman ordusundaki] safta hazır bulunmasalar bile rahip, işçi,
sanatkar, bedeni zayıf bile olsa ihtiyar, kör, felçli, el ve ayakları kopuk
olan kişiler bilfiil savaşa katılmamış ve savaş konusunda [düşmana]
görüşleriyle katkı sağlamamış olsalar bile İmam ŞafiI'nin daha güçlü görüşüne
göre öldürülürler. Çünkü "müşrikleri öldürün" [Tevbe, 5] ayetindeki
ifade geneldir. Ayrıca bu kimseler hür ve mükellef olduklarına göre diğer
kişileri öldürmek nasıl caiz ise onları öldürmek de caizdir.
İkinci görüş
Bunlar öldürülmezler;
çünkü bilfiil savaşmadıklarından [hüküm açısından] kadınlar ve çocuklara
benzemişlerdir.
Not: Bu görüş ayrılığı, şahıslar bilfiil savaşa katılmadığında
söz konusudur. Şayet savaşırlarsa o zaman kesin olarak öldürülürler.
"Rahip"
ifadesiyle Hristiyan abid kastedilmektedir. Bu ifade yaşlıgenç, erkek-kadın
herkesi kapsamaktadır.
"Görüşleriyle katkı
sağlamamış olsalar bile" ifadesi ile görüşleriyle savaşa katkı sağlayanlar
dışarıda bırakılmıştır. Çünkü onların öldürüleceği konusunda görüş ayrılığı
yoktur.
"Bilfiil savaşa
katılmayan" ifadesi, anlaşıldığı kadarıyla yaşlı şahıs ve sonrakilere
ilişkin bir kayıtlır.Çünkü rahip ve işçi bilfiil savaşa katılabilir.
Sıradan halk savaşta
öldürülebilir ancak elçiler öldürülmez; çünkü uygulama bu şekildedir.
125. Yukarıda belirtilen
kişilerin öldürülmesi caiz olduğuna göre bunların köleleştirilmesi,
kadınlarının, çocuklarının ve akıl hastalarının esir edilmesi, mallarının
ganimet olarak alınması da caiz olur. Bunların öldürülmesini yasak gördüğümüz
durumlarda ise esir alındıkları anda köleleştirilirler.
Not: Nevevi'nin yalnızca kadınların esir
edilmesini zikretmekle yetinmesinden çocukların ve akıl hastalarının esir
edilmeyeceği gibi bir anlam çıkmaktadır. Bu yönde mezhep içinde bir görüş
bulunmaktaysa da daha doğru görüş -daha önce açıkladığımız üzere- buna
aykırıdır.
126. Kafirleri şehirlerde,
kalelerde ve saraylarda muhasara altına almak, onların üzerine su salmak,
kendilerine ateş ve mancınık atmak, aynı mahiyette olan evlerini yıkmak,
sularını kesmek, üzerlerine yılan ve akrepler atmak -içlerinde kadınlar ve
çocuklar bulunsa bile- caizdir. Çünkü ayette "onları yakalayın ve muhasara
altına alın" [Tevbe, 5] buyrulmuştur.
Buhari ve Müslim'de
belirtildiği ne göre Hz. Peygamber (s.a.v.) Taif'lileri muhasara altına
almıştır. (Buhari, Meğazi, 4325; Müslim, Cihad ve's-siyer, 4596)
Beyhakl'nin rivayet
ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara atmak üzere mancınık diktirmiştir.
Toplu halde öldürme özelliğine sahip olan aynı mahiyetteki diğer fiiller de
buna kıyas edilmiştir.
Not: Nevevi'nin ifadesinden anlaşıldığına göre
onların içinde kadınlar ve çocuklar bulunsa ve ölümcülolan bu fiiller sonucunda
onların isabet alması muhtemelolsa bile bunları yapmak caizdir. Bu doğrudur;
çünkü bu şahısların öldürülmesinin yasaklanması onların esir alınmalarından
sonrasına yorulur; çünkü bu durumda onlar ganimet olur. Onlara bunu yapmanın
caiz olması Mekke ve harem bölgesi dışındaki yerlerdedir. Şayet harbılerden bir
grup -Allah korusun- Mekke'ye veya harem bölgeye sığınırsa onların tümünü
öldürecek şekilde kendilerine atış yapmak caiz olmaz. Nevevi bunu el-Mecmu'un
hac bölümünde İmam Şafii'nin el-Ümm adlı eserinin Siyerü'l-Vakıdı bölümünden
nakletmiştir.
Alimlerin ifadesinin
zahirinden anlaşıldığına göre kafirleri, yukarıda belirtilen yöntemlere gerek
olmaksızın öldürmemiz mümkün olsa bile belirtilen yöntemleri uygulamamız caiz
olur. Zerkeşi "Bendenici bunu açık olarak ifade etmiştir" demiştir.
Ancak bu durumda söz konusu yöntemlere başvurmak mekruh olur; çünkü bu yönteme
başvurarak saldırdığımızda ordu içinde kafir zannettiğimiz bir Müslümana isabet
etmesinden emin olamayız. Bunu Bulkini söylemiş ve "İmam Şafii el-Ümm'de
buna işaret etmiştir" demiştir.
127. Düşmana onların
gaflet anında gece baskını yapmak caizdir. Çünkü Buhari ve Müslim'de
belirtildiğine göre Resulullah (s.a.v.) Mustalıkoğulları'na gece baskını
yapmıştır. Kendisine gece baskını yapılan ancak içlerinde kadınların ve
çocukların da bulunduğu müşriklerin durumu sorulduğunda" onlar da
onlardandır" buyurmuştur. (Buhari, Cihad ve's-siyer, 3012; Müslim, Cihad
ve's-siyer, 4524)
Not: Alimlerden biri kendilerine İslam daveti
ulaşmayan kimseleri Nevevi'nin mutlak ifadesinden istisna ederek şöyle
demiştir: "Onlar İslam'a davet edilmedikçe kendileriyle savaşılması caiz
değildir. Onlardan herhangi bir kimse öldürülürse diyet tazmin edilir, keffaret
yerine getirilir."
İmam Şafii ve mezhepteki
Alimlerimiz bunu açık olarak belirttiğinden bunu istisna etmeye ihtiyaç yoktur;
çünkü bu zaten onlara ilk olarak savaş açmanın şartıdır.
128. Şayet [kendileriyle
savaştığımız kimseler] içinde Müslüman bir esir veya Müslüman bir tacir vb.
bulunuyorsa yukarıda belirtilen [mancınık vb. şeylerle] atış yapmak vb.
yöntemleri uygulamak mezhepte esas alınan görüşe göre caiz olur ta ki bir
Müslümanı kendileri yanında alıkoydular diye cihad atıl kalmasın. Üstelik
yapılan atış Müslümana isabet etmeyebilir. Hem isabet etse bile kendisine
şehitlik nasip olmuş olur.
Not: Nevevi'nin "caiz olur" ifadesi,
Müslümanlar bunu yapmak zorunda kalmış olsunlar ya da olmasınlar mekruhluğu
gerektirmez.
Ravdatü't-talibin'de özetle
belirtildiğine göre bu meselede üç rivayet bulunmaktadır:
a) Mezhepte esas alınan
rivayete göre bir zorunluluk bulunmadıkça bunu yapmak mekruhtur. Bu, bir
Müslümanı öldürmüş olmaktan kaçınmak içindir.
b) Daha güçlü görüşe
göre atış yapmak haram olmaz. Düşmanın zarar vermesinden korkmak veya düşman
kalesinin başka türlü fetholmasının mümkün olmaması gibi bir zorunluluk
dolayısıyla bu yapılırsa o zaman bunu yapmak kesinlikle caiz olur.
Rafii'nin belirttiğine
göre Müslümanlardan bir topluluğun bulunması da bir Müslümanın bulunması
gibidir. Buna göre Müslümanlar sayıca çok ise bu şekilde düşmana atış yapmanın
caiz olmaması gerekir ki doğrusu da budur.
129. Savaş kızıştığında
kafirler kendilerinden olan kadınları, çift cinsiyetli şahısları, çocukları ve
akıl hastalarını kendilerine siper edinirlerse şayet bir zorunluluk varsa
düşmana atış yapmak caiz olur. Bu durumda belirtilen şahıslara isabet
ettirmemeye çalışırız.
Bu durumda atış yapmanın
caiz olma sebebi onların bunu Müslümanlara karşı zafer elde etmek için bir
vesile edinmelerine engel olmaktır. Çünkü onlar belirtilen kişileri siper
edindi diye kendilerine atış yapmaktan geri durduğumuzda onlar bize atış
yapmaktan geri durmazlar. Şu halde kendimizi koruma konusunda ihtiyata riayet
etmek, belirtilen kişileri koruma konusunda ihtiyata riayetten daha
önceliklidir.
130. Kafirler,
belirtilen kişileri siper edinerek kendilerine yapılan saldırıyı def
ediyorlarsa ve bizim onlara atış yapmamızı gerektiren bir zorunluluk yoksa
[onlara atış yapabilir miyiz? Bu konuda İmam Şafii'ye ait iki görüş
bulunmaktadır:]
Birinci görüş
İmam Şafii'nin daha
güçlü görüşüne göre kendilerine atış yapmayı terk etmek zorunludur. Ta ki bu
durum, ortada bir zorunluluk bulunmadığı halde onların öldürülmesine yol
açmasın. Zira bizim onları öldürmemiz yasaklanmıştır. Bu, el-Muharrer'de de
tercih edilen görüştür.
İkinci görüş
İtimad edilmesi gereken
ve Nevevi'nin de Ravdatü't-talibin'de doğru gördüğü görüşe göre nasıl ki bu
kimselere isabet edecek olsa bile düşman kalesine mancınık atmak caiz oluyorsa
aynı şekilde burada da onlara atış yapmak caiz olur. Ta ki onlar bunu cihadı
atıl kılmak için bir vesile edinmesinler veya kalelerini kendi ellerinde
bırakmak için bir hile olarak kullanmasınlar. Zira bu büyük bir fesada yol
açar.
Nevevi "onları si
per edinerek kendilerini savunsalar" demek suretiyle şu durumu dışarıda
bırakmıştır: Şayet onlar bizim şeriatımızda kadınların ve çocukların
öldürülmesinin yasak olduğunu bilerek bunu bir hile ve tuzak olarak
kullanırlarsa bu durum onları muhasarayı terk etmeyi gerektirmeyeceği gibi bu
durum belirtilen kişilerin ölümüne yol açacak olsa bile atış yapmayı kesinlikle
engellemez. Bunu Maverdi belirtmiştir.
el-Bahr adlı eserde şöyle
denilmiştir: "Onlara atış yapmanın caiz olma şartı bunu yaparken onların
erkeklerine isabet ettirmeyi kastetmektir. "
131. Kafirler
Müslümanları -hatta bir Müslüman bile olsa- veya zımmileri siper edin se
bakılır:
> Düşmana atış yapma
zorunluluğu yoksa atış yapmayı terk etmemiz zorunlu olur. Bu, Müslümanları ve
ehl-i zimmeti korumak içindir. Bu durum, mezhepte itim ad edilen görüşteki
kadınlar ve çocukların siper edinilmesi halinde atış yapmanın caizliği
hükmünden şu açıdan farklıdır: Müslüman dini sebebiyle, zımmi de yaptığı
antlaşma sebebiyle can dokunulmazlığına sahip olduğundan ortada bir zorumluluk
yokken onlara atış yapmak caiz değildir. Oysa kadınlar ve çocukların
öldürülmemesi, [kendilerinin ganimet olarak alınacak olması ve onlar üzerinde] ganimette
hakkı olanların hakkının olması sebebiyledir. Bu sebeple ortada bir zorunluluk
yokken de kendilerine atış yapılması caizdir.
> Düşmana atış yapma
zorunluluğu varsa örneğin savaşın kızıştığı bir anda bu kişileri siper
edinirler ve biz atış yapmadığımız takdirde bize saldırmaları ve büyük zayiat
verdirmeleri söz konusu olursa [ne olur? Bu konuda iki görüş bulunmaktadır:]
Birinci görüş
Daha doğru olan ve İmam
ŞafiI tarafından açıkça ifade edilen görüşe göre onlara atış yapmak caiz olur.
Bu durumda atış yaparken imkan ölçüsünde müşriklerle savaşmayı kastedip
Müslümanlara ve ehl-i zimmete isabet ettirmekten kaçınmaya çalışırız; çünkü bu
durumda savaştan geri dur man ın zararı, savaşmanın zararından daha büyüktür.
İslam ülkesini savunmak ve kamu yararını gözetmek amacıyla Müslümanlardan bir
topluluğun gerektiğinde ölmesine katlanılır.
İkinci görüş
Kafirlere atış yapmak
ancak Müslüman ve zımmılere atış yapmakla mümkün oluyorsa o zaman atış
yapılamaz. Müste'men de zımmı ile aynı durumdadır.
Not: Bir şahıs kafidere atış yaptığı halde [attığı
ok vb. şey] bir Müslümana isabet etse [ve o Müslüman ölse] atan kişi üzerine
keffaret gerekli olur; çünkü masum bir kişiyi öldürmüştür.
Şayet katil, atış
yaptığı şahsın Müslüman olduğunu biliyorsa veya ona atış yapmaksızın başkasına
atış yapması imkanı dahilinde idiyse o zaman diyet ödemesi de gerekli olur. Bu
şekilde atış yapan kimseler üzerine kısas gerekli olmaz; çünkü hem atış yapmayı
caiz görüp hem de kısas uygulamak bir arada bulunamaz. Hür bir kimsede diyet
ödemenin gerekli olduğu yerde kölede de değeri ödenir.
Bir kafir, bir
Müslümanın malını siper edinir veya onun bineğine biner de bir Müslüman
kendisine atış yaparak bu malı ya da bineği telef ederse onu tazmin eder. Ancak
atış yapmak zorunda kalmışsa mesela taraflar birbirine girdikten sonra
kendisini savunması ancak o mala isabet ettirmekle mümkün olmuşsa iki görüş
içinden tercihe şayan olanına göre tazminle yükümlü olmaz. Mütevelli ise
zaruret halinde başkasının malını telef etme durumunda olduğu gibi burada da
tazminin gerekli olduğunu tek görüş olarak aktarmıştır.
Bir kaleyi muhasara
etmemiz esnasında düşmanlar Müslümanları kendilerine siper edinirse onlara atış
yapmayız; çünkü bu durumda atış yapmamızı gerektiren bir durum söz konusu
değildir.
132. Müslümanlar ile
kafirlerin safları birbiriyle karşılaştığında cihad etmesi gerekli olan bir
kimsenin saftan ayrılıp gitmesi -isterse safta kaldığında öldürüleceğine dair
kendisinde güçlü bir kanaat oluşmuş olsun- haramdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
> Ey müminler! Toplu
halde kafirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin. (Korkup
kaçmayın).[Enfal, 15]
Buhari ve Müslim'de yer
alan hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) "helak edici yedi şeyden kaçının"
buyurduktan sonra savaş meydanından kaçmayı da bunlar arasında saymıştır.
(Buhari, Vesaya, 2615; Müslim, İman, 258)
"Cihad etmesi
gerekli olan" ifadesi hasta ve kadın gibi cihad etmesi gerekli olmayan
kişileri dışarıda bırakmaktadır.
"Saftan ayrılıp
gitmesi" ifadesi şunu dışarıda bırakmaktadır: Bir Müslüman iki müşrikle
karşı karşıya gelse karşıdakiler onunla mücadele etmeyi talep etseler bile
Müslüman onlardan kaçabilir. Yine Müslüman, yalnızca o ikisi ile mücadele
etmeyi talep ettikten sonra da mücadeleden uzak durabilir. Bu, eş-Şerhu'l-kebir
ve Ravdatü'ttalibın'de belirtilmiştir. Bulkın! ise "daha güçlü olan ve
Müzenl'nin muhtasarında yer alan ifadeden de anlaşılan bu durumda Müslümanın
kaçamayacağıdır" demiştir.
133. Bu hüküm,
kafirlerin sayısı Müslümanların sayısının iki katından fazla olmadığında yani
iki katı veya daha aşağı olduğunda geçerlidir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
> Sizden sabırlı yüz
kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi
olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah
sabredenlerle beraberdir. [Enfal, 66]
Bu ayet haber formunda
gelmiş olmakla birlikte emir kastediImiş, yani "yüz kişi, iki yüz kişiye
karşı sabretsin" denilmek istenmiştir. "Bir toplulukla
karşılaştığınızda sebat edin!" [Enfal, 45] ayeti de bu şekilde [iki kat
veya daha az olan şeklinde] yorumlanmıştır; çünkü yukarıdaki ayet zahirinden
anlaşıldığı üzere haber olarak kabul edilirse o zaman haber verilen şey pratiğe
yansımamış ve böylece haber ile habere konu olan şeyaykırı düşmüş olur. Oysa
Allah'ın verdiği bir haberin onun dediğine aykırı çıkması imkansızdır.
Müslümanların iki kat
fazla düşmana karşı sabretmelerinin gerekli olmasının gerekçesi şudur: [Cihad
eden] müslüman, iki iyi ve güzel şeyden biri ile karşılaşmak durumundadır: Ya öldürülüp
şehit olur ve cennete girer yahut sağ salim kurtulup hem sevap hem ganimet elde
eder. Kafir ise yalnızca dünyada kazanma uğrunda savaş yapar.
134. Kişinin bir savaş
taktiği ve hilesi olarak düşman karşısından geri çekilmesi haram değildir.
[Konuyla ilgili ayette yer alan] "taharruf" kelimesi yolun ortasından
kıyısına, köşesine dOğru çekilmek anlamına gelir. Burada kastedilen ise savaş
meydanında dar bir yerden savaşmanın mümkün olduğu geniş bir yere veya güneşin
insanın yüzüne geldiği yahut rüzgarın insanların gözlerine toz toprak kaçıracak
şekilde estiği bir yerden geniş olan başka bir yere intikal etmektir. Maverdi
şöyle demiştir: "İnsanı susatan bir yerden suyun olduğu yere intikal etmek
de böyledir."
135. Yine yakınlarda bulunan
Müslüman bir birliğe katılıp onlarla birlikte tekrar savaşa dönmek üzere geri
çekilmek de haram olmayıp caizdir. Çünkü ayette şöyle buyrulmuştur:
> Tekrar savaşmak
için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında,
kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak
etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!
[Enfal, 16]
[Ayetin metninde geçen]
"tahayyüz" kelimesi kişinin kendisini koruyacak bir mekan ve mevziye
yerleşmesi anlamına gelmektedir. Burada bununla kastedilen şey "tekrar
savaşmak için geri dönmek üzere Müslüman bir birliğe katılmak üzere savaş
meydanından çekilmektir."
Daha doğru görüşe göre,
eklenilen bu birlikle beraber tekrar savaş meydanına geri dönmek şart değildir;
çünkü kişinin savaşmaya geri dönme niyetiyle geri çekilmesine ruhsat
verilmiştir. Niyeti bu olduktan sonra [ille de katıldığı birlikle geri
dönmesini şart koşacak şekilde] bir kısıtlama söz konusu değildir. Çünkü
cihadın kazası gerekmez. Zira nasıl ki kişi açıkça cenaze namazı kılmayı adak
olarak adadığında bunu yerine getirmesi gerekmiyorsa açıkça cihad etme adağında
bulunduğunda da bunu yerine getirmesi gerekmez. Bu gerekli olmadığına göre geri
dönmeye azmettiğinde geri dönmesi de gerekli olmaz.
136. [Kişi, yakında
değil de uzakta olan bir Müslüman birliğe katılmak üzere savaş meydanından
çekilebilir mi? Bu konuda mezhep içinde iki görüş bulunmaktadır:]
Birinci görüş
Daha doğru olan ve
bizzat İmam Şafii tarafından dile getirilen görüşe göre uzaktaki birliğe
katılmak üzere savaş meydanından ayrılması caizdir. Çünkü ayetteki ifade
[herhangi bir kayıtla kayıtlanmış olmayıp] mutlaktır. Ayrıca Hz. Ömer [kendi
döneminde böyle bir olay meydana geldiğinde] "ben, her Müslümanın kendisine
gelip sığındığı birliğim" demiştir. (Beyhaki, Siyer, 9, 77)
Hz. Ömer'in kendisi
Medine'de olduğu halde orduları Şam ve Irak'ta idi. Ayrıca kişinin savaşmaya
geri dönme azmi, katıldığı birliğin yakın ya da uzak oluşuna göre değişmez.
İkinci görüş
Bu savaşta kendilerinden
yardım almanın düşünülebilmesi için katıldığı birliğin yakın olması şarttır.
Not: Bir kimse hastalık sebebiyle yahut [içki ya
da uyuşturucu gibi] günah olan bir şeye başvurmaksızın aklı melekesini yitirme
gibi bir sebeple savaşamaz duruma gelse yahut silahı kalmamış olsa onun
herhalükarda savaş meydanından çekilmesi caiz olur. Yine köle, efendisinin izni
olmaksızın savaşa gelmişse geri dönebilir. Hatta bu durumda dönmesi sünnettir.
Kişinin silahı kalmamış
olmakla birlikte düşmana taş atması mümkün ise -Ravdatü't-talibin'in cihad
bölümünde belirtildiğine göre- saftan aynlamaz. eş-Şerhu'l-kebir'deki ilk
bölümde ise aynlabileceği görüşü doğru olarak kabul edilmiştir.
Süvari olan kişinin atı
savaşta elinden kaçsa [yahut ölse] ve bu kişi piyade olarak savaşmaya güç
yetiremese, savaş meydanını terk edebilir.
Acizlik veya yukarıda
belirtilen herhangi bir sebeple savaş meydanından ayrılma durumunda kalan
kişinin, haram olan "kaçma" görüntüsünden kurtulmak için
"Müslüman bir birliğe katılarak geri dönme" veya "savaş taktiği
olarak çekilme"ye niyet etmesi menduptur.
Kişi savaş meydanından
kaçarak günaha girmiş olsa tövbesinin kabulolması için savaşa geri dönmesi şar
mıdır yoksa bir daha savaşa gittiğinde Allah'ın emrettiği durumlar dışında
savaştan kaçmaması yeterli midir? Bu konuda el-Havi'de iki görüş zikredilmiş
olup ikincisi daha güçlüdür.
137. Uzakta bulunan bir
birliğe katılmak üzere savaş meydanını terk eden kimse, kendisinin ayrılmasından
sonra ordunun elde ettiği ganimete ortak olamaz; çünkü kendisinin
uzaklaşmasından sonra orduya olan desteği kalmamıştır. Savaş meydanından
ayrılmadan önce ordunun elde etmiş olduğu ganimete gelince, İmam Şafii'nin açık
olarak belirttiği üzere bu kişi ganimete ortak olur.
138. Yakında olan bir
birliğe katılmak üzere savaş meydanını terk eden kimse, kendisinin
ayrılmasından sonra ordunun elde ettiği ganimete [ortak olur mu? Bu konuda
mezhep içinde iki görüş bulunmaktadır:]
Birinci görüş
Daha doğru görüşe göre
ortak olur; çünkü onun orduya destek olma durumu devam etmektedir. Bu şahsın
durumu, ordunun elde ettiği ganimette kendilerine ortak olan yakındaki müfreze
birliğin durumu gibidir.
İkinci görüş
Savaş meydanını terk
ettiğinden dolayı ganimete ortak olamaz.
Savaş meydanını terk
etmeden önce ordunun elde ettiği ganimete ise kesin olarak ortak olur.
Not: 1.
Nevevi, yakında bulunan birliğe ilişkin bir ölçüden söz etmemiştir. Bununla
kastedilen, yardım isteme durumunda yardım etmeye yetişebilecek yakınlıkta
olmaktır.
2. Savaş taktiği olarak
savaş meydanından ayrılan kişi, ayrılmadan önce ordunun elde ettiği ganimete
ortak olur, ayrıldıktan sonra elde ettiği ganimete ise şayet uzağa gitmişse
İmam Şafrı'nin açık ifadesine göre ortak olamaz. "Ortak olur"
şeklinde mutlak ifade kullananların ifadesi, tıpkı katılan birliğe ilişkin
ayrımda olduğu gibi "uzakta değilse" şeklinde anlaşılır.
3. Savaş meydanından
kaçan kişi bunu bir harp taktiği olarak yaptığını iddia etse, şayet savaş
bitmeden önce meydana geri dönmüşse yeminle birlikte onun sözü kabul edilir.
Yemin ederse ganimeti n
tümü üzerinde hak sahibi olur. Yemin etmezse yalnızca savaş meydanına döndükten
sonra elde edilen ganimet üzerinde hak sahibi olur. Beğavi şöyle demiştir:
"Nevevi, Ravdatü't-talibin 'de ganimetlerin taksimi konusunda bu görüşü
tercih etmiştir."
4. Devlet başkanı,
düşmanın sayısını öğrenmek ve onlarla ilgili haberleri bize aktarmak üzere
onların arasına casus gönderdiğinde bu casus, kendisinin yokluğunda ordunun elde
ettiği ganimet üzerinde hak sahibi olur. Çünkü o, bizim maslahatımıza olan bir
görevi yerine getirmiş, safta sebat etmenin ötesinde kendi canını tehlikeye
atmıştır.
139. Kafirlerin sayısı
bizim sayımızın iki katından fazla olursa [savaş meydanında] saftan ayrılıp
gitmek caiz olur. Çünkü ayette şöyle buyrulmuştur:
> Şimdi Allah,
yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz
kişi bulunursa, {onlardan} ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi
olursa, Allah'ın izniyle {onlardan} ikibin kişiye galip gelirler. Allah
sabredenlerle beraberdir. [Enfal, 66]
Ancak Müslümanlardan
güçlü-kuvvetli yüz kişinin, kafirlerden zayıf durumda olan iki yüz bir kişinin
önünde geri çekilmesi daha doğru görüşe göre haram olur. Burada mana [hükmün
illeti, gerekçesi] dikkate alınmıştır; çünkü bu yüz kişi, savaş meydanında
sebat etseler diğerlerine karşı direnebilirler. Sayı, her iki tarafın [güçlülük
zayıflık bakımından] vasıfları birbirine yakın olduğunda dikkate alınır. Diğer
görüşe göre ise sayı dikkate alınarak bu davranış haram olmaz.
Not: Görüş aynlığı yalnızca bu duruma özgü
değildir. Bu konuda Bulkınl'nin belirttiği üzere ölçü şudur:
"Müslümanlarda, sayıca kendilerinin iki katından daha fazla olan düşmana
karşı direnme gücünün ve onları yenme umudunun bulunduğuna ilişkin hakim bir
kanaat varsa o zaman düşmanın karşısından çekilemezler."
Bu konudaki görüş
ayrılığı şu meseleye dayanmaktadır: Nasstan, onu tahsis edecek bir mana / illet
çıkarmak caiz midir değil midir? Daha doğru görüşe göre bu caizdir. Nitekim
"kadınlara dokunduysanız" [Nisa, 43] ayeti de "mahremler
dışındaki kadınlar" şeklinde tahsis edilmiştir.
Savaşın kendisi için
meşru kılındığı mana [illet] güç ve zaaf durumuna bağlı olup sayıya bağlı
değildir. Bu sebeple hüküm de manaya [illete] dayandırılmıştır.
Görüş ayrılığı aksi
durum hakkında da geçerlidir ki bu da Müslümanlardan zayıf durumda olan yüz
kişinin, düşmandan güçlü durumda olan yüz doksan kişinin karşısından kaçmasıdır.
Ravdatü't-talibin'de "düşmandan güçsüz yüz doksan kişi" ifadesi yer
almışsa da bu bir yazım yanlışı olarak kabul edilmiştir.
Maverdi ve Ruyani şöyle
demişlerdir: "Müslümanlar süvari, kafirler piyade şeklinde bile olsa şayet
düşmanın sayısı iki kattan fazla ise onların karşısından geri çekilmek caizdir.
Durum bunun aksi olsa
bile sayıca iki kat fazla düşmanın önünden geri çekilmek haramdır."
Nevevi,
Ravdatü't-talibin'de "bu görüş itiraza açıktır" demiştir. Bunu daha
önce geçen zayıflar ile güçlülerin karşılaşması konusundaki "bakılması
gereken şey mana mıdır yoksa sayı mıdır" konusundaki ihtilafa dayandırmak
mümkündür. Zahir olan da budur. Bulkıni ise şöyle demiştir: "Nevevi'nin bu
meseleyi illete dayandırması, İmam Şafii'nin Kur'an'ın zahirini delilolarak
ileri sürdüğü ifadelerine görünüşte aykırıdır."
Not: Kafirlerin sayısı Müslümanların sayısının iki
katından fazla olduğu halde savaş meydanında sebat etmemiz halinde onları
yenebileceğimiz konusunda güçlü bir kanaat oluşursa sebat etmemiz müstehap
olur. Şayet düşmana herhangi bir zarar veremeden öldürülme ihtimalimiz söz
konusu olursa savaş meydanından ayrılmak farz olur. Çünkü
Yüce Allah
"kendinizi, ellerinizle tehlikeye atmayın" [el-Bakara, 195]
buyurmuştur. Onlara kayıp verdirmemiz söz konusu olduğunda ise kaçmamız
[zorunlu olmayıp] müstehap olur.
140. Düşmanla düello
[mübareze] yapmak -mendupluk ve mekruhluk söz konusu olmaksızın- caizdir.
Düello, [karşılıklı] iki saf içinden iki kişinin savaşmak üzere ortaya
çıkmasıdır. Bu kelime "ortaya çıkmak" anlamına gelen
"buruz" kelimesinden türetilmiştir.
Düello yapmak bizim için
mübah kılınmıştır; çünkü Abdullah bin Revaha ve İbn Afra (r.a.) Bedir savaşında
mübareze yapmışlar, Resulullah (s.a.v.) onların bu hareketine tepki
göstermemiştir.(Beyhaki, Delailü'n-nübüvve, 3, 72)
141. Kafir birisi düello
talep ederse onun karşısına çıkmak müstehap olur; çünkü onun karşısına çıkmamak
Müslümanlar için bir zayıflık, kafirleri ise moral olarak güçlendirmek anlamına
gelir.
142. Düello yapmak şu
iki şartla me nd up olur:
1. Kendi nefsini daha
önce sınamış yani güçlü ve cür' etkar olduğunu bilen bir kimsenin bunu yapması
gerekir. Aksi takdirde bunu ilk olarak yapmak mekruh olduğu gibi karşı tarafın
isteği üzerine yapmak da mekruh olur.
2. Düellonun, devlet
başkanı veya ordu komutanının izniyle olması şarttır. Çünkü devlet başkanı,
kimlerin vuruşmaya güç yetirebileceğini belirleme konusunda karar verme hakkına
sahiptir.
Kişi, devlet başkanının
[veya ordu komutanının] izni olmaksızın düello yaparsa, yaptığı şey mekruh
olmakla birlikte caiz olur.
Maverdi şöyle demiştir:
"Düellonun müstehap olması için düello yapan kişinin içimizde önemli bir
konumda olup da yenilmesi halinde bizim için bir zararın söz konusu olmaması
gerekir."
Bulkini ve başkaları şöyle
demişlerdir: "Kişi köle, üst soy hısımları hayatta olan bir kişi veya
borçlu ise [efendi, üst soy veya alacaklı tarafından] açıkça düello yapmasına
izin verilmeksizin cihada katılmasına müsaade edilmişse onun düello yapması
mekruhtur."
Not: Bir Müslüman ve kafir "Düello sona
erinceye kadar Müslümanların Müslümana, kafirlerin de kafire yardım
etmemesi" şartıyla düella yapsalar yahut yardım etmeme konusunda bir adet
bulunsa kafir şahıs Müslümanı öldürse veya iki şahıstan biri yenilerek geri
çekilse yahut kafir şahıs etkisiz hale getirilse bizim onu öldürmemiz caiz
olur; çünkü dokunmama şartı düellonun bitmesine kadar verilmişti. Belirtilen
durumlarda ise düello bitmiştir.
Şayet etkisiz hale
getirilen kişiye hiç kimsenin ilişmemesi şart koşulmuşsa şarta riayet edilmesi
gerekir.
Etkisiz hale getirilen
şahsın kendi safına dönünceye kadar ona ilişilmemesi şart koşulsa buna uyulması
gerekir.
Müslüman, kafirle düello
yaparken onun önünden kaçsa yahut kafir şahıs onu etkisiz hale getirse, kafirin
onu öldürmesine engel olur, kafiri öldürürüz. Böyle yaptığımızda onun Müslümanı
etkisiz hale getirmesine müsaade edeceğimize ilişkin şarta muhalefet etmiş
olsak bile böyledir; çünkü kafir, ilk durumda emanı bozmuş, ikinci durumda ise
düello sona ermiştir. Şayet kafirin Müslümanı öldürmesine müsaade edeceğimiz
şart koşulmuşsa bunda bir zarar olduğu için şart batıl olur. Bu durumda eman
kökünden fasit olur mu yoksa olmaz mı? Bu konuda mezhep içinde iki görüş
bulunmakta olup ilki daha güçlüdür.
Kafir şahsın arkadaşları
ona yardım ederlerse onları öldürürüz. Şayet kafir şahıs yardım edenlere
engelolmazsa onu da öldürürüz.
Düelloda kimseye yardım
edilmemesi şart koşulmamış ve bu konuda bir adet de bulunmuyorsa kafir şahsın
mutlak olarak öldürülmesi caiz olur.
Öldürülen kafirlerin
başları vb. organlarının onların beldelerinden bizim beldelerimize nakledilmesi
mekruhtur. Çünkü Beyhaki'nin rivayet ettiğine göre Hz. Ebubekir (r.a.) bunu
yapana tepki göstermiş ve "böyle bir şey Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında
yapılmadı" demiştir. (Sünen-i Beyhaki, Siyer, 9, 132)
Ebu Cehil'in kellesinin
getirildiğine ilişkin rivayetin sübutu hakkında bazı söylentiler söz konusudur.
Bunun sahih olduğunu kabul etsek bile bu, bir yerden diğer bir yere nakledilme
olarak yorumlanır, bir şehirden diğerine nakletme olarak yorumlanmaz.
Muhtemelen sahabe bunu, insanların ona bakıp kendisinin öldüğününden emin
olsunlar diye yapmışlardır. Maverdi ve Gazali'nin belirttiğine göre böyle
yapmak düşmana daha büyük eziyet verecekse mekruh olmaz. Rafii ise
"alimlerin çoğunluğu buna temas etmemişlerdir" demiştir.
143. [Kafirlerle savaş
yaparken] savaşın gerektirmesi ve onlara karşı galip gelebilmemiz amacıyla
onların canlı varlıkları dışında binalarını tahrip ederek ve ağaçlarını da
kopar ma vb. yollarla telef etmemiz caizdir. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
> Hurma ağaçlarından,
herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah'ın izniyledir ve
O'nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir. [Haşr, 5]
Bu ayetin inmesine sebep
olan olay şudur: Resulullah (s.a.v.) [kuşatma altında tuttuğu] Yahudilerden
Nadiroğulları'nın hurmalıklarının kesilmesini emretti. [Kuşatma altındaki]
kalede bulunan şahıslardan biri "Ey Muhammed! Bu büyük bir bozgunculuktur.
Bir de sen bozgı,ınculuğu yasak ediyorsun" dedi. Bunun üzerine bu ayet
indi.
Bu hadisi Buharive
Müslim, İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir.(Buhari, Meğazi, 4031; Müslim, Cihad,
4527)
Şayet zaferin
kazanılması bu fiillerin yapılmasına bağlı hale gelirse Maverdi ve başkalarının
tek görüş olarak belirttiği üzere bunu yapmak zorunlu hale gelir.
144. Yine binalar ve
ağaçların biz Müslümanların eline geçeceği ümit ve zan edilmiyorsa o zaman
düşmanı öfkelendirmek ve onları sıkıntıya sokmak için bunların telef edilmesi
caizdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
> Onların Allah
yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa duçar olmaları, kafirleri
öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı
kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması
içindir. [et-Tevbe, 120]
> Ehl-i kitaptan
inkar edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların
çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan
koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah (O'nun azabı), onlara beklemedikleri yerden
geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle,
hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı. Eyakıl sahipleri! İbret alın.
[Haşr, 2]
145. Bunların bizim
elimize geçmesi ümit ediliyorsa ganimet elde edecek olanların hakkını muhafaza
etmek için bunları telef etmek mekruh görülür ama haram olmaz; çünkü bir şeyin
zannedildiği gibi çıkmama ihtimali vardır.
146. Düşman ülkesini
zorla fethederek bu malları ele geçirirsek veya bu malların bize yahut onlara
ait olması şartıyla barış yoluyla ele geçirirsek yahut da onların mallarını
ganimet olarak alıp geriye dönersek artık bunları telef etmek haram olur; çünkü
bunlar artık bizim için ganimet olmuştur.
147. Hayvanı yeme amacı
dışında boğazlamak dinde yasaklandığından dokunulmazlık hakkına sahip bulunan
hayvanı iHaf etmek haramdır. Hayvan bu konuda ağaçtan farklıdır; çünkü hayvan
için iki dokunulmazlık söz konusu olup bunlar "sahibinin hakkı" ve
"Allah hakkı"dır. Sahibinin kafir olması sebebiyle hayvan üzerinde
hakkı düştüğünde geriye yaratıcı kaldığından onun hakkı devam etmektedir. Bu
yüzden ağaçların aksine hayvan sahibinin hayvanını aç ve susuz bırakması
yasaklanmıştır.
148. Eti yenen hayvan
sadece yemek amacıyla kesilebilir. Bu, yukarıda geçen hadisten elde edilen zıt
anlamdan [mefhum-i muhalif] anlaşılmaktadır.
149. At vb. gibi
düşmanın üzerine binerek savaştıkları veya üzerine binerek hıyanet etmelerinden
korktuğumuz hayvanları telef etmek -onları def etmek ve onlara karşı zafer
kazanabilmek için- caizdir. Çünkü bunlar onların savaş aleti gibidir. Kadınlar
ve çocukları siper edindiklerinde onları bile öldürmek caiz oluyorsa atı
öldürmek evleviyetle caiz olur. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayatında sahabe,
[Hz. Peygamber (s.a.v.)'den] herhangi bir tepki görmeksizin bunu yapmışlardır.
150. Hayvanları ganimet
olarak aldığımızda bu hayvanların yeniden düşman eline geçeceğinden ve bizim
bundan zarar göreceğinden korkarsak bu kötülüğü def etmek ve düşmanı
öfkelendirmek üzere hayvanları öldürmemiz caiz olur. Sadece düşmanın hayvanları
geri almasından korkarsak hayvanları kesmek veya telef etmek caiz olmaz. Bu
durumda sadece yemek üzere kesmek caiz olur.
151. Düşmanın, [onlardan
esir aldığımız] kadınları, çocukları vb. geri almasından korkarsak -bunların
can dokunulmazlığı güçlü olduğundan- onları öldüremeyiz.
Not: Kafirlerden ele geçirdiğimiz kitaplardan
içinde inkarcılık, değiştirilerek bozulmuş kitaplar, İslam'a yönelik
eleştirilerin olduğu kitaplar, fuhşiyat gibi şeylerin olduğu kitaplara bakılır:
Bunlarda bulunan yazılar yıkanmak suretiyle giderilebiliyorsa yıkanarak
giderilir, değilse yırtılır. Tarih, şiir, tıp ve dil kitapları gibi
yararlanılması helal olan şeyler ise imha edilmez. Düşmandan ele geçirdiğimizde
imha ettiğimiz kitaplar ehl-i zimmetin elinde olduğunda imha edilmez,
bırakılır; çünkü onlar inançlarıyla başbaşa bırakılır. Bu tıpkı onların içki
içmelerine ses çıkarmamamız gibidir. Yıkanarak yazıları giderilen veya yırtılan
kitapları da ganimete dahil ederiz.
"Yırtma"
ifadesi yakma fiilini dışarıda bırakmakta olup yakmak malı zayi etme anlamına
geldiğinden haramdır. Çünkü yırtılan kitabın az da olsa bir değeri vardır.
Şöyle bir itiraz söz
konusu olabilir: Hz. Osman (r.a.) Kur'an'ı cem ederken insanların ellerinde
bulunan mushafları toplatıp yaktırdı ve buna hiç kimse muhalefet etmedi.
Buna şöyle cevap
verilir: O meselede, [yakılmayan] mushafların yayılması ile meydana gelecek
karışıklık bu meseledeki kitaplar sebebiyle meydana gelecek karışıklıktan daha
büyüktür.
Kafirlerin domuz, şarap
gibi dokunulmazlığı bulunmayan mallarını telef etmek caizdir.
Değeri yüksek olan şarap
kaplarını itlaf etmek ise caiz olmayıp bunlar İslam ülkesine götürülür.
Bunların değeri İslam ülkesine taşınmalarına değmeyecek kadar az ise itlaf
edilir. Bu hüküm, ganimet sahiplerinden herhangi biri bunlara rağbet
göstermediğinde söz konusudur. Aksi takdirde rağbet gösteren olursa bunlar
kendisine teslim edilir, telef edilmez.
Domuz insana
saldırıyorsa onu telef etmek gerekir, aksi takdirde telefin gerekli olup
olmadığı konusunda iki görüş bulunmaktadır. el-Mecmu'da şöyle denilmiştir:
"İmam Şafii'nin açık ifadesine göre bu durumda seçim hakkı söz
konusudur."
Zerkeşi "aksine bu
durumda telef etmek gerekir" demiştir.
Maverdi ve Ruyani de
bunu açık olarak ifade etmiştir. Zahir olan da budur; çünkü şarap -insana
yönelik herhangi bir saldırı özelliğine sahip olmadığı halde- dökülmektedir.
BİR SONRAKİ SAYFA İÇİN
AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN
III. EHL-İ HARPTEN
ELE GEÇİRİLEN ŞEYLERİN HÜKMÜ