Yirminci Söz - s.99

teşkil eden o koca taşlar, o kadar evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de, tahtezzemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizamla, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cetvelleri HAŞİYE 1 ve su damarları, kemâl-i hikmetle, o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat ve ağaçların dallarının suhuletle suret-i intişarı gibi, o derece suhuletle köklerin nazik damarları yeraltındaki taşlarda, mümânaat görmeyerek, evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişar ettiğini Kur'ân işaret ediyor. Ve geniş bir hakikati şu âyetle ders veriyor ve o dersle o kasavetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor? Halbuki, o koca, sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla, karanlıkta, nazik vazifelerini mükemmel ifa ediyorlar, itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medâr-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufât-ı İlâhiye misilli, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor. Bakınız: En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar! Ve memur-u İlâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

Hem 1 ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet hadisesinde meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum rû-yi zeminde, aslı sudan incimad etmiş, adeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisât-ı arziye suretinde tecelliyât-ı celâliye ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyât-ı celâliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp, toprağa kalb olup, nebâtâta menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menâfi için kudret ve hikmet-i İlâhiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i hikmet-i Sübhâniyeye emirber şeklini alıyorlar.

Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını; belki bir Hakîm-i Kadîrin tasarrufât-ı hakîmânesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik faydalar, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemâl-i intizamı ve hüsn-ü san'atı, kat'î, şüphesiz şehadet eder.

İşte, şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur'ân'ın letâfet-i beyanına ve i'câz-ı belâgatine: Nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını, üç fıkra içinde üç vakıa-i meşhure ve meşhude ile gösteriyor. Ve medar-ı ibret üç hadise-i uhrâyı hatırlatmakla lâtif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecir eder.

Meselâ, ikinci fıkrada der:

2 Şu fıkra ile, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın asâsına karşı kemâl-i şevkle inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir mânâyı ifham ediyor ve mânen diyor:

Ey Benî İsrail! Birtek mucize-i Mûsâya (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mucizât-ı Mûseviyeye (a.s.)


Yirminci Söz - s.100

karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?

Hem üçüncü fıkrada der:

3 Şu fıkra ile, Tûr-i Sinâ'daki münâcât-ı Mûseviyede (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celâliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir mânâyı ders veriyor ki:

Ey kavm-i Mûsâ! Nasıl Allah'tan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr'u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?

Hem birinci fıkrada diyor:

4 Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar harikanümâ ve mucizevâri bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı, galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi varidat olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte, bu sırra işareten, bu mânâyı ifade için, hadiste rivayet ediliyor ki, "O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor; ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivayette denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları Cennettendir."5 Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeânına kabil değildir. Elbette menbaları bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarifle varidatın muvazenesi devam eder.

İşte, Kur'ân-ı Hakîm şu mânâyı ihtarla şöyle bir ders veriyor ki, der:

Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâlin evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedînin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır'ınızı cennet suretine çeviren Nil-i mübarek gibi koca nehirleri âdi, câmid taşların ağızlarından akıtıp mucizât-ı kudretini, şevâhid-i vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukulüne isâle ediyor. Hem hissiz, câmid bazı taşları böyle acip bir tarzda HAŞİYE 2 mucizât-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelâli gösterdiği halde, nasıl Onun o marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?nur-u

İşte, şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş, gör. Ve belâgat-i irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-i irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

İşte, baştan buraya kadar anladınsa, Kur'ân-ı Hakîmin irşadî bir lem'a-i i'câzını gör, Allah'a şükret.

6


Yirminci Söz - s.101

Yirminci Sözün İkinci Makamı

Mucizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı Kur'ân

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

7

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti), şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü'l-İ'câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü'l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur'ân'ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitab-ı Mübin, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya iphâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san'at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san'at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur'ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mucizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:

8

HAŞİYE 3

9 gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

HAŞİYE 4

10

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mucizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.


MUKADDİME

İşte, Kur'ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara