Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi - s.762

İşte bu gözle görünen keyfiyet, akıl sahibi bir ehl-i tahkik için bir şahit olduğu gibi, ahmak bir münafığı dahi, bütün bunların Alîm-i Mutlak olan bir kudret-i mutlaka sahibinin eser-i vahdeti olduğunu kabul etmek zorunda bırakır.

Vahdette suhulet-i mutlaka, şirk ve kesrette ise içinden çıkılması imkânsız bir suubet vardır.

Eğer bütün eşya tek bir zâta isnad edilse, kâinatı hiç yoktan icad etmek bir hurma fidanını icad etmek kadar, bir hurma fidanı da bir meyve kadar kolay olur. Kesrete isnad edildiğinde ise, meyveyi ağaç kadar, ağacı ise kâinat kadar zorlaştıran bir imtinâ ortaya çıkar. Zira birtek zat, pek çok eşya için birtek netice ve vaziyeti, birtek fiil ile, külfetsiz ve mübaşeretsiz bir şekilde elde eder. Eğer bu vaziyet ve netice kesrete havale edilse, o neticeye ancak pek çok tekellüfat, mübaşeret ve nizâ ile ulaşılabilir: bir zabitin vazifesini neferata, ustanın vazifesini binanın taşlarına, arzın kendi etrafındaki dönüşüyle hasıl olan yıldız ve seyyarelerin mevkilerindeki değişmeleri o yıldız ve seyyarelerin hareketlerine, daire merkezinin vazifesini o dairenin çevresindeki noktalara bırakmak gibi...

Vahdette, intisap sırrıyla, gayr-ı mütenâhi bir kudret bulunur. Bu suretle, bir sebep bütün menâbi-i kuvvetini kendisi taşımak zorunda kalmaz ve o sebepten hasıl olan eser, onun istinad ettiği şey nisbetinde büyük olur. Şirkte ise, herbir sebep, kendi menâbi-i kuvvetini kendi belinde taşımaya mecburdur; eseri de kendi cirmi kadar küçük olur. Bir karınca ve bir sinek, işte bu intisap kuvvetiyle mütekebbir zalimlere galebe eder; bir küçük çekirdek, bu sırla koca bir ağacı üzerinde taşır.

Bütün eşya birtek zâta isnad edildiği takdirde, icad etmek, "adem-i mutlaktan çıkarmak" mânâsına gelmez. Birtek zâtın eşyayı icadı, tıpkı camdaki misalî sureti kemâl-i suhuletle fotoğraf kâğıdına aksettirerek ona bir vücud-u haricî vermek gibi, yahut görünmez bir mürekkeple yazılmış bir yazıyı, gizli yazıları ortaya çıkaran bir madde vasıtasıyla görünür hale getirmek gibi, bir mevcud-u ilmîyi vücud-u haricîye çıkarmak mânâsını taşır.

Eşyanın esbaba ve kesrete havale edilmesi halinde ise, birşeye vücut vermek için, o şeyi adem-i mutlaktan çıkarmak gerekir. Bu ise, eğer muhal olmazsa, suubetin en nihayet mertebesi olur. Demek, vahdette vücub derecesine varan bir suhulet, kesrette ise imtinâ derecesinde bir suubet vardır.


Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi - s.763

Vahdette, maddeye ve zamana ihtiyaç olmadan, bir mevcudu adem-i sırftan ibda' ve icad etmek mümkün olur ki, o mevcudun zerreleri külfetsiz bir şekilde ve hiçbir karışıklığa meydan vermeden bir ilmî kalıba dökülür. Şirkte ve kesrette yoktan var etmek ise, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, imkân haricidir. Çünkü bir zîhayatın vücudu için, yeryüzüne yayılmış zerrelerin ve anâsırın toplanması kaçınılmaz olur; ayrıca, ilmî bir kalıbın mevcut olmayışı sebebiyle, o zîhayatın cismindeki zerrelerin muhafazası için, her zerrede küllî bir ilmin ve bir irade-i mutlakanın bulunması gerekecektir. Bununla beraber, şerikler müstağniyetün anhâ ve mümteniatün bizzat, yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi ve vücutları muhal oldukları halde, onları dâvâ etmek sırf tahakkümîdir ve mevcudattan hiçbir şeyde böyle bir ihtimal için ne bir emare, ne bir işaret mevcut değildir. Zira kâinatın hilkati, bizzarure, gayr-ı mütenâhi bir kudret-i kâmile icap ettirir; şeriklere hiç ihtiyaç yoktur. Eğer şerik bulunsa, mütenâhi diğer bir kuvvet, hiçbir zaruret olmadan, hattâ zaruret bunun tam aksi iken, o nihayetsiz ve gayet kemaldeki kudreti, nihayetsiz olduğu bir vakitte tahdit edip ona nihayet vermek lâzım gelir ki, bu, beş vecihle muhaldir. İşte, şerikler böylece mümtenidirler; ve kâinatın mevcudatından hiçbir şeyde, mezkûr vecihlerle mümteni bulunan şeriklerin varlığına dair bir işaret yahut tahakkukuna dair bir emare yoktur.

Bu mesele, Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında zerrattan seyyârâta, İkinci Mevkıfta semâvattan teşahhusât-ı veçhiyeye kadar, hepsi de üzerlerindeki sikke-i tevhidi göstererek şirki reddeden mevcudatın cevaplarıyla izah edilmiştir.

Onun şeriki olmadığı gibi, muîni ve veziri de yoktur. Esbab ise, kudret-i ezeliyenin tasarrufuna ince bir perdeden ibarettir, hakikatte tesir-i icadî sahibi değildir. Zira, esbab içinde en eşref ve ihtiyarı en geniş olan insan olduğu halde, yemek ve içmek ve düşünmek gibi en zâhir ef'âl-i ihtiyariyesinden onun elinde bulunan, ancak yüz cüzden bir meşkûk cüzdür. En eşref ve en geniş ihtiyar sahibi sebebin eli, böyle gördüğün gibi tasarruf-u hakikîden bağlanmış olursa, sair hayvânat ve cemâdat, Hâlık-ı Arz ve Semâvâta icad ve rububiyette nasıl şerik olabilirler? Nasıl ki bir padişahın içine hediyesini koyduğu zarf yahut hediyesini sardığı mendil yahut hediyesini eline verip sana gönderdiği nefer o padişahın saltanatına şerik olamaz. Öyle de, elleriyle bize nimetlerin gönderildiği sebepler ve bizim için iddihar edilen nimetlerin sandukçalarından ibaret olan zarflar ve bize hediye gönderilmiş atâyâ-yı İlâhiyenin sarıldığı esbab, şerik veya muin veya müessir birer vasıta olamazlar.


Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi - s.764

İKİNCİ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, ilmi ve kudretiyle herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir Hallâk-ı Alîm ve Sâni-i Hakîm ve Rahmânü'r-Rahîmdir ki, kâinat bostanındaki şu mevcudat-ı arziye ve ecrâm-ı ulviye, bilbedâhe, o Hallâk-ı Alîmin mucizat-ı kudretidir. Ve şu yeryüzü bağında serilmiş rengârenk müzeyyen nebâtat ve açılıp saçılmış ve yayılmış mütenevvi hayvânat, bizzarure, o Sâni-i Hakîmin havârık-ı san'atıdır. Ve bu bağın bahçelerindeki şu tebessüm eden çiçekler ve süslenmiş meyveler, bilmüşahede, o Rahmânü'r-Rahîmin hedâyâ-yı rahmetidir. O mucizât-ı kudret şöyle şehadet ediyor; şu havârık-ı san'at nidâ ediyor; ve bu hedâyâ-yı rahmet ilân ediyor ki: Evvelkinin Hallâkı ve diğerinin Musavviri ve âhirkinin Vâhibi olan Zat herşeye kadîr, herşeye alîmdir. Onun rahmeti ve ilmi herşeyi kuşatmıştır. Kudretine nisbeten zerreler ve yıldızlar, az ve çok, küçük ve büyük, mütenâhi ve gayr-ı mütenâhi, herşey müsâvidir. O Sâni-i Hakîmin mucizâtı olan mâzinin bütün vukuat ve garâibi şehadet eder ki, o Sâni, Hallâk-ı Alîm ve Azîz-i Hakîm olduğundan, istikbalin bütün imkânât ve acâibine kadirdir.

Her türlü noksandan ve kusurdan münezzehtir o Zat ki,

Bu yeryüzü bahçelerinde