![]() ![]() ![]() |
ŞUALAR |
Birinci Şua - s.831 |
İki acîp suale karşı def'aten hatıra gelen garip cevaptır.
Birinci sual: Denildi ki: "Fâtiha ve Yâsin ve hatm-i Kur'ânî gibi okunan virdler, kudsî şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüz'î birtek hediye ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve herbirisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir."
Elcevap: Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış. Ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de, okunan bir Fâtiha dahi, meselâ umum ehl-i iman emvâtına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle mânevî âlemde, mânevî havada çok mânevî elektrikleri, mânevî radyoları sermiş, serpmiş, fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler aynaya, herbirine tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbirine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.
İkinci sual: Şiddetle ve âmirâne denildi ki: "Sen Risale-i Nur'un makbuliyetine dair Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbuki, asıl söz sahibi Kur'ân'dır. Risale-i Nur, Kur'ân'ın hakikî bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin burhanıdır. Kur'ân ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz'î değildir. Belki Kur'ân, umum işârâtıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur. Görelim o ne diyor?"
Elcevap: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'ân'ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur'ân'ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur'un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur'ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle itham edenlere hakkımı helâl etmem.
Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç saat zarfında birden Kur'ân'ın âyât-ı meşhuresinden Sözler adedince otuz üç âyetin hem mânâsıyla, hem cifirle Risale-i Nur'a işaretleri uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefikan Risale-i Nur'u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü.
İHTAR
En evvel yirmi dördüncü âyetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek lâzımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.
İKİNCİ BİR İHTAR
Tevafukla işaretler, eğer münasebât-ı mâneviyeye istinad etmezse, ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i mâneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir mâsadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakati bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emâre olur. Ve ondan o ferdin hususî bir surette dahil olduğuna ya remiz, ya işaret, ya delâlet hükmünde onu gösterir.
İşte, gelecek âyât-ı Kur'âniyenin Risale-i Nur'a işaretleri ve tevafukları ekseriyetle kuvvetli bir münasebet-i mâneviyeye istinad ederler. Evet, bu gelecek âyât-ı meşhure müttefikan on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kur'ân ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve medâr-ı teselli bir Nurdan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalâlet fitnesinden gelen şübehatı izale edecek Kur'ânî bir burhanı müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek, Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kur'ânî olacak. Halbuki Risale-i Nur bu mezkûr noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasıyla delâlet eder ki, o âyetler bilhassa Risale-i Nur'a bakıp ona işaret ediyorlar.
BİRİNCİSİ
Sûre-i Nur'dan Âyetü'n-Nur'dur ki, Risale-i Nur'un Resâilü'n-Nur ve Risalei'n-Nur ve Risaletü'n-Nur namlarıyla sebeb-i tesmiyesinin on altı sebebinden bir sebep olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir. Bu Âyeti'n-Nur:
Birinci Şua - s.832
Şu âyet-i nuriyenin mânâca çok tabakatı ve vücûh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işârî ve remzî bir veçhi, mânâca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risalei'n-Nur ve Risaletü'n-Nur'a dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi, mucizâne elektrikten haber veriyor.
Risale-i Nur'a bakan birinci cümlesi: dur. Yani, nur-u İlâhînin veya
nur-u Kur'ânînin veya nur-u Muhammedînin (a.s.m.) misali, şu
dur.
Makam-ı cifrîsi 998 olarak, aynen Risaletü'n-Nur-şeddeli nun, iki nun sayılmak
cihetiyle-tam tamına tevafukla ona işaret eder.
İkinci cümlesi: dur. Yirmi Sekizinci Lem'a'da tafsilen beyan edildiği
gibi, İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye'sinde sarahat derecesinde Risalei'n-Nur'a
bakarak ve ona işaret ederek demiş:
Ben tahmin ediyorum ki, İmam-ı
Ali'nin (r.a.) bu işareti, bu cümle-i nuriyenin remzinden mülhemdir. Bu cümle-i
âyetin makamı, 546 edip, Risale-i Nur'un adedi olan 548'e gayet cüz'î ve sırlı iki
farkla tevafuk noktasından işaret ettiği gibi, remzî bir mânâsıyla tam bakıyor.
Üçüncü cümlesi: dir. Eğer
deki
vakıflarda gibi
sayılsa 598 ederek tam tamına Resâili'n-Nur ve Risalei'n-Nur adedi olan
598'e tevafukla beraber,
in adedine yine sırlı birtek farkla tevafuk-u remzî ile, hem
Resâili'n-Nur'u efradına dahil eder, hem yine Risalei'n-Nur'un şecere-i mübareki
Furkan-ı Hakîm olduğunu gösterir.
Eğer deki
,
kalsa, o vakit makam-ı cifrîsi
993 eder, tevafuka zarar vermeyen cüz'î ve sırlı beş farkla Risaletü'n-Nur adedi
olan 998'e tevafukla mânâsının dahi muvafakatine binaen ona işaret eder.
Dördüncü cümlesi: dir ki, 999 ederek sırlı birtek farkla Risaletü'n-Nur
adedi olan 998'e tevâfukla mânâsının kuvvetli münasebetine binaen işaret
derecesinde remzeder.
Beşinci cümlesi: cümlesi gayet cüz'î bir farkla Risaletü'n-Nur
Müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına tevafukla mânâsı baktığı gibi bakıyor.
Eğer
daki mukadder zamir izhar edilirse
olur, tam tamına tevafuk eder.
Bu âyet nasıl ki Risalei'n-Nur'a ismiyle bakıyor; öyle de tarih-i telifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor.
cümlesi daki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılmak ve
vakıf
yeri olduğundan
,
olmak cihetiyle 1349 ederek, Resâili'n-Nur'un en nuranî
cüzlerinin telifi hengâmı ve tekemmül zamanı olan 1349 tarihine tam tamına tevafukla
işaret eder.
Hem cümlesi 1345 ederek Resâili'n-Nur'un intişarı ve iştiharı ve parlaması
tarihine tam tamına tevafuk eder. Çünkü şeddeli
, iki
; şeddeli
, iki
; şeddeli
, aslı
itibariyle bir
, bir
ve birinci
vakıf cihetiyle
, ikinci vakıf olmadığından
sayılır.
Eğer şeddeli , iki
sayılsa, o vakit 1322 eder ki, yine Risalei'n-Nur Müellifi, mukaddemat-ı
Nuriyeye başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk eder.
Hem cümlesi; tâ-i evvel
, ikinci
ise, vakıf yeri olduğundan
olmak ve
deki
tenvin
sayılmak cihetiyle 1311 eder ki, o tarihte Resâili'n-Nur Müellifi Risaletü'n-Nur'un
mübarek şecere-i kudsiyesi olan Kur'ân'ın basamakları olan ulûm-u Arabiyeyi tedrise
başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk ederek remzen bakar.
İşte bu kadar mânidar ve müteaddit tevâfukat-ı Kur'âniyenin ittifakı yalnız bir emâre, bir işaret değil, belki kuvvetli bir delâlettir. Belki elektrikle
Birinci Şua - s.833
beraber Resâili'n-Nur'a münasebet-i mâneviyesiyle bir tasrihtir. Bu âyetin münasebet-i mâneviyesinin letafetlerinden bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayb nev'inden mucizâne hem elektriğe, hem Risalei'n-Nur'a işaret ettiği gibi, ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarına ve hilâf-ı âdet vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.
Meselâ, cümlesi der: "Nasıl ki elektriğin kıymettar metâı, ne şarktan, ne
de garptan celb edilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet
hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya
lüzum yoktur" der. Öyle de, mânevî bir elektrik olan Resâili'n-Nur dahi ne
şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir
mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur'ân'ın şark
ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.
Hem meselâ, cümlesi, mânâ-yı remziyle diyor ki: "On üçüncü ve
on dördüncü asırda semâvî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar.
Onun zamanı yakındır." Yani, 1280 tarihine yakındır. İşte, bu cümle ile
nasılki elektriğin hilâf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen
öyle de, mânevî bir elektrik olan Resâili'n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim
olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm
edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine
göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine
istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki, Resâili'n-Nur Müellifi
dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi
kendine nurlanır, âlim olur.
Evet, bu cümlenin bu mucizâne üç işârâtı elektrik ve Resâili'n-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki, İzhar kitabından sonraki medrese usulünce on beş sene ders almakla okunan kitapları Resâili'n-Nur Müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.
Hem, nasıl ki bu cümlenin mânevî münasebet cihetinde kuvvetli ve letafetli
işareti var; öyle de, cifrî ve ebcedî tevafukuyla hem elektriğin zaman-ı zuhurunun
kurbiyetini, hem Resâili'n-Nur'un meydana çıkması, hem de müellifinin velâdetini
remzen haber veriyor; bir lem'a-i i'caz daha gösterir. Şöyle ki: nun
makamı 1279 olup
kısmı ise, iki tenvin, iki nun sayılmak cihetiyle 1284
ederek, hem elektriğin taammümünün kurbiyetini, hem Resâili'n-Nur'un
yakınlığını, hem on dört sene sonra müellifinin velâdetini
kelime-i kudsiyesiyle mânen işaret ettiği gibi, cifirle de tam tamına aynı tarihe
tevafukla işaret eder. Mâlumdur ki, zayıf ve ince ipler içtima ettikçe kuvvetleşir,
kopmaz bir halat olur. Bu sırra binaen, bu âyetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir,
teyid eder. Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delâlet derecesine
çıkar.
TENBİH: Ben bu âyet-i nuriyenin işaretlerini elektrik ve Resâili'n-Nur'un hatırı için beyan etmedim. Belki bu âyetin i'câz-ı mânevîsinin bir şubesinden bir lem'asını göstermek istedim.
Elhasıl: Bu âyet-i kudsiye sarîh mânâsıyla nur-u İlâhî ve nur-u Kur'ânî ve nur-u Muhammedîyi (a.s.m.) ders verdiği gibi, mânâ-yı işârîsiyle de her asra baktığı gibi, on üçüncü asrın âhirine ve on dördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın âhir ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münasebet-i mâneviyesi bulunan ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum. Resâil'in-Nur'un bu âyetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen zatlar hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir Hapishanesi'nin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem'a namındaki altı esmâ-i İlâhiyeye dair altı nükte risalesine, hiç olmazsa o Lem'adan İsm-i Hayy ve Kayyûm'a dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere dikkatle baksa, elbette tasdik eder.
RESAİLİ'N-NUR'A İŞARET EDEN İKİNCİ ÂYET
3
âyet-i meşhuresidir ki, 4
hadîsinin vürûduna sebep olmuş.
nin işareti Sekizinci Lem'a'da
tafsilen beyan edildiği gibi, Sûre-i Hûd'da