![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1248 |
Ve bu cüz'î ve hakîr şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?"
Acaba o süfeha takımı, Allah'ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, muhît olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu' âsârıdır; yalnız bir eser mikyas olamaz? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hakkın tecellîsine mîzan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki, eşcar kalem, denizler mürekkep olsa, o kelimatı yazıp bitiremezler?HAŞİYE 1
Meselâ, şems âkıl, ihtiyar ve irade sahibi farz edilse, ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı "Niçin bu pis, bu mülevves zerreyle meşgul oldu ve niçin ona ziyasını verdi?" diye itiraz edilebilir mi? Hâşâ! Şemsin azametine bir nakîse gelir mi? Yok.
Binaenaleyh, gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir san'atla ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi, cevher-i fert ile tâbir edilen zerre de Onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i san'atıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında, cevahir-i fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah'ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zâtî sıfatlarıdır, Zât-ı Akdese lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun. Maahaza, acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlâhiyede zerre ile şems arasında fark yoktur.
Meselâ, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse, aralarında müsavat ve muvazene bulunduğundan, hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur, ikisi de birdir.
Kezalik, mümkün olan bir şeyin tarafeyni, yani vücut ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre, bu hususta hepsi de birdir.
Hülâsa: Zerre gibi küçük şeyler veya âdi fiiller, Hâlıkın halkıyla
vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dahil oldukları bedihîdir. Bu itibarla,
onlardan bahsetmekte, bilbedahe, müşâhhat (münakaşa etmek) yoktur. Kur'ân-ı Kerim,
1
âyetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani, halkeden Hâlık, mahlûkunu bilmez mi? Ve
bilmemesinin imkânı var mı? Öyleyse mahlûkundan niçin bahsetmesin, niçin
mahlûkuyla konuşmasın?
İkinci mugalâta: Onlar, "Kur'ân'ın üslûpları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür" diyorlar. Çünkü Kur'ân'da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir. Bu cahil herifler bilmezler mi ki, söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar? Çünkü muhatabın ahvâlini nazara almak lâzımdır ki, söylenilen söz o ahvâlin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh, Kur'ân'ın muhatabı beşerdir. Kur'ân'ın maksadı da tefhimdir. Yani, beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belâgatın iktizası üzerine, Kur'ân, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üslûplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tavahhuş edip ürkmesin.
Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz ve i'tâlar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere i'tâ edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, kat'iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1249
alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.
S - Hakikaten, eşyanın hakareti, hisseti, kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafidir.
C - Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik, eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nazırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz edilmiştir ki, sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti, yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taallûk ettiği bu cihette, hiçbirşey kudretin taallûkundan hariç değildir.
Evet, azamet-i İlâhiye esbab-ı zahiriyenin vaz'ını iktiza ettiği gibi, vahdet ve izzet-i İlâhiye de kudretin bütün eşyaya şumulünü ve kelâmın herşeye ihatasını iktiza ederler. Maahaza, bir zerre üstünde zerrelerle yazılan bir Kur'ân, sahife-i semada yıldızlarla yazılacak Kur'ân'dan hüsünde (güzellik) aşağı değildir. Ve kezaHAŞİYE 2 bir sivrisineğin yaratılışı, san'atça filin hilkatinden dûn değildir.
Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir filozofla konuşmaktan aşağı değildir.
S - Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye âittir?
C - O gibi haller temsil getirene ait değildir, ancak mümessel-i lehe âittir. Yani, kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgati, mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, "Padişah iyi yapmadı" diye kimse itiraz edemez. Çünkü herşeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.
Evet, sanemler pek âdi, hakîr olduklarından Cenab-ı Hak, sineğiHAŞİYE 3 onlara
musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki, ile,
yani örümceğin ağıyla tâbir edilmiştir.
Üçüncü muğalâta: Onlar diyorlar ki: "Hakikati izhar etmekte, aczi ima eden bu gibi temsilâta ne ihtiyaç vardır?"
Elcevap: Kur'ân'ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avâm-ı nâs, çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanıyla, hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libasla, bir şiveyle göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.
Bu âyetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:
Evet,
cümlesi onların irad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.
1. Allah'ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahır ve itab etmekte ve onlardan şikâyet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki, âlemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.
2. İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerin getirilmesi. Zira bu, Kur'ân'ın beşer kelâmı olduğuna alâmettir.
3. Kelâmın arkasında, üslûbların arasında insanın timsali görünür.
4. Hakaik, temsilâtla tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatı izhar etmekten âciz olduğuna delâlet eder.
5. Getirilen temsiller, âdi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin zihni, inhisar altında olduğuna emaredir.
6. Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zayıf olduğuna delildir.
7. Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından, terki zikrinden evlâdır.
8. Bilhassa, ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, bu itiraz silsilesini,
ilaâhir, cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır:
1. Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celâle münafi olmadığı gibi; ulûhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1250
çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hâriç tutulmaları, ulûhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, teb'asından çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.
2. Belâgat ve hikmetin iktizası üzerine, hakir mânâları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.
3. Âdi temsillerde bir beis yoktur; terbiye ve irşad öyle ister.
4. İnâyet-i İlâhiyenin iktizası üzerine, hakaik, temsilâtla tasvir edilir.
5. Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları, kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslûpları, şiveleriyle irşad etmek lâzımdır.
6. Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakkın insanlarla konuşması zarurîdir.
Hülâsa: Cenab-ı Hak, insanlara cüz-ü ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef'âle masdar yaptı. O âlem-i ef'âli bir nizam altında almak üzere kelâmını, yani Kur'ân'ını da resul olarak o âlem-i ef'âle gönderdi. Binaenaleyh, tanzif ve tanzim için yapılan İlâhî bir program, itirazlara mahal olamaz.
Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince:
Evvelki cümledeki hükmü ispat için, bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def ediyor. Şöyle ki:
Her kim inâyet-i ezeliye ile rububiyet-i İlâhiyeyi göz önüne getirip Allah
cânibinden kudretin azameti altında bakarsa, ve emsaliyle getirilen
temsillerin belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder.
Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz
vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar.
Bu iki taife insanların misli, şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.
Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir ayna bulunan iki şahsın misaline benzer ki, birisi aynanın şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, aynanın renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.
Hülâsa: Allah'ın sun'una, ef'âline, kelâmına, temsilâtına, üslûplarına, inâyet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber, Allah'ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nûr-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz'î fikriyle müşteri nazarıyla bakarsa, zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağını gözün rüyetinden men eden sineğin kanadı gibi, zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.
ilââhir. Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:
Evet, temsilât-ı Kur'ân'iyedeki hikmeti fehmetmek için Allah cânibinden nûr-u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise, mezkûr temsilâttaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:
Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle
temsilât-ı Kur'ân'iyeye bakan olursa, tabiî o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama
kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir;
tarik-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual
etmeye başlar, içinden çıkamaz; en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde
kalır. Kur'ân-ı Kerim, ihtisar ve kinaye tarikiyle onların inkârı tazammun eden
istifhamlarına, cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki,
evvelki cümlede mezkûr olan
ye mutabakat için, burada
nin
zikri lâzım iken
ilââhir, denilmiştir.
Bu cümle, onların temsilâtının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere
ile
yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat Kur'ân-ı Kerim, usul ittihaz ettiği îcaz ve
ihtisara binaen, temsilâtın âkıbetini, yani temsilâta terettüp eden dalâlet ve
hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir.