![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1251 |
Evet, dalâlet ve hidayet, temsilâta illet olamaz. Eğer illet olsa, cebir olur.
Ancak, temsilâtın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avâmı îkaz ve irşaddır. Sanki
onlar, "Niçin böyle oldu? Niçin i'câz bedîhi olmadı? Niçin Allah'ın kelâmı
olduğu zarurî olmadı? Niçin bu temsilât yüzünden vehimlere meydan verildi?"
diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kur'ân-ı Kerim,
cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:
O temsilâtı nûr-u iman ile tefekkür edenin nûr-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da, zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazarîdir, bedîhi değildir.
Evet, bu temsilât, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatları neşvünemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi, sağlam fıtratları, mücahede ile, bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.
S - Diyorsun ki: "Teklif saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?"
C - Cenab-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyarî ile ef'âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.
Evet, nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev'in saadetine de sebep olmuştur.
Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.
S - İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, "Şeriat rahmettir" diyorsunuz. Halbuki nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?
C - Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir.
Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve suyla sulanıp bilâhare yirmisi neşvünema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet etmiş olur.
Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemâline, saadetine sebep olur.
Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir. Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşvüneması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur.
Ve keza, herşeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalâlet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalâletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i nev'iyenin yegâne âmilidir.
Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti:
Evet, Kur'ân-ı Kerim cümlesinde dalâlete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip
müphem bıraktığından, sâmi korktu. "Acaba o dalâlete atılanlar kimlerdir?
Sebep nedir? Kur'ân'ın nurundan zulmet nasıl geliyor?" diye sorduğu bu üç sual,
şu cümleyle cevaplandırılmıştır ki: "Onlar, fâsıklardır. Dalâlete
atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr
nâra, ziya zulmete inkılâp eder." Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün
eder, kokar, berbat olur.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1252
Bu cümlenin evvelki cümle ile veçh-i nazmı:
Evet, bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:
Fısk, hakdan udul, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terk etmektir. Fıskın menşei, kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş'et eder.
Evet, ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delâil, uhûd-u İlâhiye hükmündedir. O delâile muhalefet eden, Cenab-ı Hakla fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.
Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intaç
eden esbaptandır. Buna, fıskın birinci sıfatı olan
cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki
âmildir. Evet, bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan
rabıtaları, kanunları keser, atar. Evet, şehvet veya gazap, haddini aşarsa, ırz ve
namuslar payimâl olur, mâsumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan
cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intaç edip fesat ve ihtilâle sebebiyet
veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan
cümlesiyle işaret edilmiştir.
Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadâta ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar, atar.
Ve keza, kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder.
Ve keza, kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa, heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur. Kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla, fâsıklar hem nev'inin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.
Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda tekididir. Şöyle ki:
Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, arzda fesat yapmak gibi fasıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdit ve korkuyu tekit için, fâsıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: "O fâsıklar, âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi, hidayeti dalâletle tebdil eden kafasız adamlardır."
Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.
Evvelâ bunu bilmek lâzımdır ki, Kur'ân-ı Kerimin âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri, saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi, bir âyet bir maksadı takip ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takip ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor:
Yani, "Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar." Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerimin selâseti ve yüksek belâgati ve nakşındaki inceliği tabaka-i i'câza vasıl olmuştur.
Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:
kelimesi, hem hükmün hakikate bağlı olduğuna, hem hükümde vâki olan tereddüd ve
inkârların def'ine delâlet eder. Öyleyse bu
âyetin başında zikredilen
müteselsil tereddüdlere işarettir.
kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları
kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani, "Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl
Allah'ı mümkinata kıyas ediyorsunuz? Allah ünvanını taşıyan Zât,
mümkinata kıyas edilebilir mi?"
S - Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret
olduğundan, Cenab-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali
nefyetmekte fayda yoktur. Binaenaleyh
yerinde
denilmiş olsaydı, muhaliyete mahal kalmazdı?
C - ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat
vesaire gibi esbaba karşı temsili terk etmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab
yoktur. Hayâ da Cenab-ı Hak hakkında muhaldir. Öyleyse, o temsili terk etmeye
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1253
asla sebep bulunmadığına işareten, kelimesi,
kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü
kelimesi, bu mânâyı ifade
edemez. Yahut
nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri
Yani, "Muhammed'in Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez
mi?" diye söyledikleri sözlerindeki kelimesine müşakelet ve
müşabehet içindir. Kur'ân-ı Kerim, belâgatçe kıymetli olan
üslûbuna binaen, onların kullandıkları
kelimesini aynen kullanmıştır.
Onların bu sözlerine müşâkelet ve müşabehet nokta-i nazarından
yerinde
denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasip olurdu. Fakat bu
münasebetin nazara alınmaması, lâtif bir üslûba işarettir ki, temsiller, mühür
veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir. Nasıl ki yazılan birşey mühürlenmekle
tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve
ispat edilmiş olur.
Yahut ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani, temsillerin darbı ve darb-ı
meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani, nasıl ki sikke, gümüş
ve altına kıymet veriyor; darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar
veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri def etmek için temsillerin güzel bir vasıta
olduklarına ve temsillerin bid'a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde
olduğuna ima edilmiştir. Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir.
Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı üzerine
nin
fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp,
nin
hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara
mahal değildirler. Zira
fiildir. Fiil, müstakil ve sabit olmadığından, sanki
lâtiftir. Mütekellimin kastı onda durmuyor, mef'ule geçiyor. Masdar olan
ise,
isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için, sanki kesiftir. Mütekellimin kastını
cezb edip, mef'ule vermemesi ihtimali vardır. Binaenaleyh,
denilmiş olsaydı,
mahalli
olurdu. Halbuki istihyânın
mahalli,
dir.
Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî birşeyi hissî birşeyle ve aslı olmayan
mevhum birşeyi muhakkak ve mevcut olan birşeyle ve gaip olan bir şeyi, hâzır
birşeyle tasvir etmektir.
deki tenkirden anlaşılır ki, burada medâr-ı nazar, bizzat meselin zâtıdır,
sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline
havale edilmiştir.
tâmimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki, cevap yalnız onların
itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.
Pek çok küçük ve hakir şeyler
ve hayvanlar bulunduğu halde
nin tahsisi, inde'l-büleğa
temsil için istimali çok olduğuna binaendir.
Yani, kıymet ve belagatçe bauzenin (sinek) mâfevki veya küçüklükte
bauzenin mâdunu veyahut hem kıymette, hem küçüklükte bauzenin mâdunu olan şeyler.
Fakat
tâbiri, küçük şeyin belâgatçe daha garip, hilkatçe daha acip olduğuna
işarettir.
Bu cümlenin evvelki cümleden teferru' ve teşa'ub ettiğini ifade eden bu cümleyi
her iki şıkkıyla intaç eden zımnî ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle
olsa gerektir:
Cenab-ı Hak, temsili terk etmez. Zira belâgatin iktiza ettiği bir temsildir; belâgatin iktiza ettiği şey terk edilmez. Öyleyse Cenab-ı Hak bu temsili terk etmez. Binaenaleyh, insafı olan, o temsilin beliğ, hak ve Allah'tan olduğunu bilir. İnatla bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer.
Hülâsa: Mü'min, insaflı olduğu için Allah'tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inatçı olduğundan, "Bunda ne fayda var?" der.
Bu
şart edatıdır. Dahil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım veya
evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar.
Evet bu iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz edilmiştir. Binaenaleyh,
burada
cümlesinin
cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delâlet eder.