![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1254 |
Yani imanı olanın şe'ni, onun hak olduğunu bilmektir.
Kendisinden daha kısa olan kelimesine bedel
denilmesi, onun hak olduğunu bilmek iman sebebiyle olduğuna ve keza onun hak olduğunu
bilmek iman olduğuna işarettir.
Belâgat nokta-i nazarından makama daha münasip olan cümlesine tercihan
denilmesi onların itirazlarından kastettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onlarla
maksatları, Allah'tan olduğunu nefyetmektir.
Hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki, takbih edilmeyip
istihsan edilen yalnız
temsilidir.
nin gayrısı ve
den
daha iyisi, ayıplardan hâli olsa bile, belâgatçe
nin yerini tutamaz. Çünkü
yalnız ayıplardan selâmet, kemâle delil olamaz.
O temsilin, Rablerinden nâzil olduğunu ifade eden bu kayıt, onlar
itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.
Bu
evvelki
gibi mâkablerindeki icmâli
tafsil etmekle, tahkik ve tekidi ifade ediyor.
nun
kelimesine tercihan zikredilmesi, onların bu inkârı,
kalblerinde rüsuh peydâ eden küfürden neş'et ettiğine ve onun için onları yine
küfre götürdüğüne işarettir.
Evvelki cümledeki nin mutabakatı için burada
denmesi münasip iken, onun
yerine zikredilen
îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir.
Takdir-i kelâm: "Küfrü olan adam, hakikati bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür."
Ve keza, kendileri dalâlette oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalâlete sürüklediklerine işarettir.
Bu cümleden evvelki cümlede
mukaddem olduğuna nazaran,
burada ona münasip olan
nin takdimi lâzımken,
takdim edilmiştir. Çünkü bu
kelâmdan maksat, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen,
kesb-i ehemmiyet ettiğinden, takdim hakkını kazanmıştır.
S - Dalâlet yerine hidayet yerine
yani masdardan fiile olan udulden
maksat nedir?
C - Fiil-i muzâri, teceddüd ve istimrara delâlet ettiğinden, yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kur'ân'ın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü'minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bâis olduğuna işarettir.
Ve keza, bu cümle ilââhir, cümlesiyle işaret edilen istifhama cevap olduğu
için, her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek icap etmiştir. Ve bu icaba binaen,
masdara tercihan fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalâlet, ötekisinin
de hidayettir.
Evvelki
dan kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir.
İkinci dan keyfiyet ve kıymetçe çokluk kastedilmiştir. Ve aynı zamanda,
Kur'ân'ın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir.
Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur'ân'ın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir.
Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.
Evvelki cümlede mutlak ve müphem olarak zikredilen
dan
hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddütleri bu cümle ile şöyle def etmiştir ki:
"Dalâlete gidenler, fâsıklardır. Dalâletlerinin menşei de fısktır. Fıskın
sebebi ise kisbleridir. Suç onlarda olup, Kur'ân'da değildir. Dalâleti halk etmek,
yaptıklarının cezası içindir."
Yine bilinmesi lâzımdır ki, bu cümlelerin herbirisi mâkablini şerh ve beyan eder, mâbadi de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâbadine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz.
1. Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü O, temsili terk etmez. Hem o temsil beliğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah'ın kelâmıdır. Bunu da mü'min olan kimseler bilir.
2. Allah, münkirlerin dedikleri gibi, o temsilden hayâ etmez. O münkirler, "O temsilin terki lâzımdır" diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler. Hem "Bunda ne fayda var?" derler. Hem inkâr ediyorlar; zira hakîr görüyorlar. Hem, işitmeleriyle
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27 - s.1255
dalâlete girdiler; zira Kur'ân onları dalâlete attı. Hem onlar fıskla kabuklarından çıktılar, hem Allah'a olan ahidlerini bozdular, hem sıla-i rahmi kestiler, hem arzda Allah'ın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh, hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, âhirette de Allah'ın gazabıyla ebedî bir azap içinde kalan onlardır.
Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur'ân-ı Kerimin i'câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur'ân-ı Kerim diyor ki: "Kur'ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i'câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur'ân-ı Kerîmin de nazm ve i'câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i'câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur'ân'ın mu'ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler."
"Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak" mânâsını
ifade eden
tâbiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakkın ahdi meşiet,
hikmet, inayet'in ipleriyle örülmüş nûranî bir şerittir ki; ezelden ebede kadar
uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecellî ederek,
silsilelerini kâinatın envaına dağıtırken, en acip silsilesini nev-i beşere
uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını
ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini, cüz-ü ihtiyarînin eline
vermiştir. O cüz-ü ihtiyarînin yuları da, şeriatın, yani delâil-i nakliyenin eline
verilmiştir. Binaenaleyh, Cenab-ı Hakkın ahdini bozmamak ve ifa etmek, ancak o
istidatları lâyık ve münasip yerlerine sarf etmekle olur.
Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ, bazı enbiyayı iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzip; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.
Bu cümledeki emir, iki kısımdır.
Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahim ile tâbir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen muvasala hattıdır.
Diğeri, emr-i tekvînîdir ki, fıtrî kanunlarla âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Meselâ, ilmin i'tâsı, mânen ameli emrediyor; zekânın i'tâsı, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvînen emrediyor.
İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvînen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları mârifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi, akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.
Evet, fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs
gibi, çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli
hâlet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa hafif olur.
Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa, yüksek hissiyatı, kemâlâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam mânâsıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.
S - Bir fâsıkın fıskıyla arzın müteessir olması akıldan uzaktır.
C - Madem ki arzda nizam var; muvazene de olmalıdır. Hattâ nizam, muvazeneye tâbidir. Binaenaleyh, bir makinenin dişleri arasına küçük birşey düşerse, makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılırken, terazi muvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse, müvazenesi bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, arzın muvazene-i mâneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.
üç şeyi ifade ediyor:
Birisi ihzar, ikincisi mahsusiyet, üçüncüsü uzaklıktır.
Demek bu gaip olan o fâsıkları ihzar eder, mahsus bir şekilde gösterir.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 28 - s.1256
S - Onların ihzarını icap eden sebep nedir?
C - Sâmiin talep ve isteğidir. Evet, onların pis ahvâlini işiten sâmi, onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için, hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor, tâ "Oh, oh!" demekle kalbi rahat olsun.
Müşahedeleri mümkün olmadığı halde ile mahsus gösterilmeleri, güya
pis ahvalleri, habis sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde bâliğdir ki,
herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsus bir
şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasârete mahkûm olduklarının sebebi de
anlaşılmış olur.
O fâsıklara râci olan nin ifade ettiği uzaklık ise, onların tarik-ı haktan
uzaklıkları öyle bir dereceye baliğdir ki, bir daha tarik-ı hakka rücuları mümkün
olmayıp, bu yüzden zemme, tahkire müstahak olduklarına işarettir.
Hasrı ifade eden hasâretin onlara münhasır olduğuna delâlet eder. Hattâ
mü'minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasâretleri, hasâret sayılmaz. Ve yine
mü'minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vâki olan zararları hasaret değildir.
deki harf-i târif, cinsi ve hakikati ifade eder. Yani, "Hüsran
görenlerin hakikatini, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksın."
Ve keza, onların meslekleri mahz-ı hasârettir, başka hasâretlere benzemiyor.
Hasâretin mutlak bırakılması, yani birşeyle takyid edilmemesi, hasâretin bütün envâına şâmil olduğuna işarettir. Meselâ, vefâ-i ahidde nakz ile hasâret ettiler sıla-i rahimde kat' ile, ıslahda ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasâretler gibi.
Yani, "Ne suretle Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, O size hayatı verdi. Sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu edip gideceksiniz."
Âyetlerin nazmına ait üç vecih, bu âyette de câridir.
Bu âyetin mâkabliyle irtibatı:
Evet, Kur'ân-ı Kerim, vakta ki insanları ibadete ve Allah'a iman etmeye dâvet etti. Ve imanın itikad edilecek esaslarıyla yapılacak hükümlerini icmâlen, delillerine işareten zikretti. Evvelce mücmelen işaret edilen delilleri tazammun eden nimetlerin tâdâdiyle, bu âyette de zikretmeye avdet etti.
Evet, bu âyetle, en büyük nimet olan hayata işaret edilmiştir. İkinci âyetle, beka nimetine işaret edilmiştir. Evet, semavat ve arzın tanzimatı, hayatın kemal ve saadetini temin eder.
Üçüncü âyetle, beşerin kâinat üzerine tafdil ve tekrimine işarettir.
Dördüncü âyetle, beşere tâlim-i ilim nimetine işaret yapılmıştır. Bu nimetlerin suretine, yani nimet oldukları cihete bakılırsa, inayet-i İlâhiyeye delil oldukları gibi, ibadete de delildirler. Çünkü nimetleri verene şükür vâciptir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır. Eğer o nimetlerin hakikatlerine bakılırsa, mebde ve meâdı ispat eden delillerdir.
Ve keza, bu âyet, geçen kâfir ve münafıkların bahsine de nâzırdır. Onun için,
taaccübü ifade etmekle inkârı tazammun eden ile yapılan istifham, onların
tehditlerine işarettir.
Şimdi, bu cümlelerin aralarındaki irtibat ve münasebetlerden bahsedeceğiz.
Evet, Kur'ân-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatçe malûm bir nükte içindir. Şöyle ki:
İnsan, bir adamın fenalığından, ayıplarından bahsederken, hiddeti, gazabı o
kadar galebe eder ki, hayalen, hayalî bir ihzar ile hitap suretiyle kendisine tevcih-i
kelâm etmeye başlar. Veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir;
hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitap ile konuşmaya başlar. Bu
"iltifat" ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin, lisan-ı Arapta büyük
bir mevkii vardır. İşte Kur'ân-ı Kerim, bu kaideyi takiben
diyerek, siga-i hitap ile onlara tevcih-i kelâm etmiştir.
Sonra, vakta ki bu makamda takip edilen maksat, iman, ibadet etmek ve küfran-ı nimet
etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usul ve esasları ispat için lâzım olan
delilleri zikretmektir ve delillerin en vâzıhı, ahvâl-i beşer silsilesinden istifade
edilen delillerdir ve nimetlerin en büyüğü, o silsilenin ukde ve düğümlerindendir.
Kur'ân-ı Kerim, olan âyet-i kerime ile, beş düğümlü, mürettep o
silsile-i acibeye işaret etmiştir.