![]() ![]() ![]() |
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 28 - s.1257 |
Biz de o beş düğümü, beş meselede hal ve beyan edeceğiz.
Birinci mesele: cümlesi ukdeyi, yani birinci düğümü açıyor. Şöyle ki:
İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmî bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılâp eder. Sonra müteselsil inkılâplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılâpların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.
S - Mevt, hayatın zevalidir. Halbuki o zerrelerde hayat yoktur ki, zevali, mevt olsun.
C - Mevtin o zerrelere ıtlak edilmesi, mecazdır. Sebebi ise, üçüncü, dördüncü düğümleri zihne kabul ettirmek üzere, zihin için bir hazırlamadır.
İkinci mesele: düğümünü açıyor.
Evet, hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acip bir mucizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meâdın burhanlarından en zahir burhandır.
Evet, hayat nevilerinin en ednâsı nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar melûf iken, zaman-ı Âdemden şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.
Ve keza, hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekânından başka birşeyle münasebeti yoktur. Lâkin balarısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman, bütün kâinatla münasebettar olur ve herşeyle alışveriş yapar. Hattâ diyebilir ki, kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir. Kâinatın her tarafına gider, havassıyla tasarruf eder, bütün eşya ile kesb-i muarefe eder. Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misâle seyahat eder. Kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun aynasında temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hattâ insan, "Âlem, Allah'ın fazlıyla benim için halk olunmuştur" diyebilir.
Hayat-ı insaniye, herbirisi çok tabakalara şâmil olarak, hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı mâneviye, hayat-ı cismâniye gibi nevilere ayrılır, inbisat eder. Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebep olduğu gibi, hayat da, mevcudatın kâşifi ve sebeb-i zuhurudur.
Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, "Âlem benimdir" diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz. Müzahame ve münakaşa, yalnız nev-i beşerde olur. İşte, hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.
Ve keza camit, dağınık bazı zerrelerin birden bire bir vaziyetten çıkıp, mâkul bir sebep olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâniin vücuduna zahir bir delildir. Hattâ hayat, hakikatlerin en eşrefi, en temizidir; hiçbir cihetle hısseti yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da, içi de, her iki yüzü de lâtiftir. Hattâ en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat ile kudret arasında zahirî bir sebep tavassut etmiyor. Hayata bizzat kudretin mübaşereti, izzete münâfi değildir. Halbuki umur-u hasiseye kudretin zahiren mübaşereti görünmemek için esbab-ı zahire vaz edilmiştir. Demek, hayatta hısset yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki, hayat, Sâniin vücuduna en zahir bir delildir.
Ve keza, en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılâbat ve tahavvülâta dikkatle bakılırsa görülür ki, âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anâsıra intikal edince başka suretlere girerler, âlem-i mevâlidde, başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra âlâka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılâbât-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, meselâ âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid'in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüt hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerrâtın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acip ve garip tavırlar, insana, ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirir.
İşte, hayatın mebde ve meâde delil olduğu bu hakikatlerden anlaşıldı.
cümlesi,
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 28 - s.1258
cümlesine bir delil gibidir; hepsi de birlikte,
den
istifâde edilen inkâra delildir.
Üçüncü mesele: ukdesini açar. Evet, mevtin de hayat gibi mahlûk
olduğuna, mevtin idam ve adem-i mahz olmadığına delâlet eder. Mevt, ancak, ruhun
ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.
Ve keza, nev-i beşerde mevcut emârât ve işârât-ı kesireden kat'iyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek, ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. Bu hâsse-i zâtiyenin bir fertte mevcut olması nev'in tamamında mevcut olmasını istilzam etmekle, mûcibe-i cüz'iyenin mûcibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh, mevt, hayat gibi bir mucize-i kudrettir. Yoksa, hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.
S - Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dahil edilmiştir?
C - Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi vâcip, haramın mukaddemesi haramdır.
Saniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahrâya çıkmak gibidir. Binaenaleyh, ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.
Salisen: Ölüm olmasaydı, küre-i arz nev-i beşeri istiab edemezdi ve nev-i beşer müthiş perişaniyetlere maruz kalırdı.
Rabian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kàdir olamaz, daima ölümünü isterler.
İşte bunun için, ölüm nimettir.
Dördüncü mesele: ukdesinin beyanındadır.
Evet, bu hayat, ikinci hayattır ki, ölümden sonra, haşirden evvel vukua gelir.
Demek, hayat-ı uhreviye bu ikinci hayatla başlar. Binaenaleyh, bu deki
hitap, yalnız insanlara ait değildir, bilcümle kâinata râcidir. Çünkü bu hayat-ı
uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen
herşey, zıddına inkılâp eder. Meselâ nimet nikmet olur, akıl belâ olur, şefkat
yılan olur.
Beşinci mesele: un ukdesi hakkındadır.
Evet, Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ve fesad denilen şu âlemde hüsün, kubuh, nef', zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait ve esbâbı vaz etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar biribirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar. Ortadaki perde ve hicap kalktıktan sonra, herkes Sâniini görür ve hakikî Mâlikini bilir.
Tetimme
Mezkûr âyetteki cümlelerin arasındaki irtibatın hülâsasına bir zeyildir.
Cenab-ı Hak, vakta ki onların küfrünü, istifham ifade eden ile
reddetti ve halkı da taaccübe dâvet etti ve ondan sonra gelen dört büyük inkılâbı
gösteren dört cümle ile burhan getirerek ispat etti. O inkılâpların herbirisi, çok
tavırlara, vaziyetlere ve mertebelere şâmil olduğu gibi, kendinden sonra gelen
inkılâpları hazırlayıcı birer mukaddeme oldu.
Birinci inkılâba, cümlesiyle işaret edilmiştir. Yani, bir insanın cesedini
teşkil eden zerrelerin âlem-i zerratta geçirmiş olduğu vaziyetlerden son vaziyetine
işarettir ki,
cümlesiyle işaret edilen ikinci inkılâba mukaddeme olur.
Hakaik-i kevniyenin en acibi olan şu ikinci inkılâp da çok mertebelere, çok
tavırlara şâmildir ki, son tavrı, vaziyeti
cümlesiyle işaret edilen
üçüncü inkılâba mukaddeme olur. Bu inkılâp dahi pek çok berzahî tavırlara
şâmil olup, son vaziyeti
cümlesiyle işaret edilen dördüncü inkılâpta tamamlanır.
Bu dördüncü inkılâp dahi, birçok kabrî ve haşrî vaziyetlere şâmil olup, en son
vaziyeti
cümlesiyle hitam bulur.
Demek bir zîhayatın cesedi, birinci inkılâbın birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd eder, tazelenir. Yani, bir libastan, bir kıyafetten çıkar, daha güzel bir libasa, bir kıyafete girer. Ve hâkezâ, böylece saadet-i ebediyeye mazhar oluncaya kadar devam eder. Binaenalâhâzâ, bir zîhayatın şu müteselsil vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkâra cesaret edebilir?
Şimdi mezkûr âyetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.
İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 28 - s.1259
Birinci cümle: Bu cümle ile yapılan istifham, o kâfirlerin zihinlerini,
gözlerini, yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Tâ ki, bizzat şekavetlerini
görsünler; belki insafa gelip ikrar ederler.
deki hitap, Cenab-ı Hakkın şiddet-i gazabına işarettir. Çünkü gaipten
hitaba yapılan iltifat, ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir.
ye bedel
nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inatlarına işarettir.
Çünkü onlar, hakkaniyeti delâil ile sabit olan imanı terk ve butlanı burhanlar ile
sabit olan küfrü kabul ettiler.
Bu cümledeki
vâv-ı hâliyedir; yani mâbadinin mâkabline hal olduğuna
delâlet eder. Demek
,
nin fâiline haldir. Halin,
zevilhâlin âmili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır.
Bunlardan ikisi mâzi, ikisi müstakbel olduklarından, zevilhâlin âmili olan
ile
zamanca mukarin değildirler. Binaenaleyh
ın hâliyeti, bir mukaddere
işarettir.
Takdir-i kelâm: 1 Bu itibarla,
nin fâiline
cümlesi hâl olur. Öteki cümleler
ye haber olurlar.
S - Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de, Allah'tan olduğunu bilmezler, inkâr ederler. İkinci hayat ile Allah'a rücuu zaten inkâr ederler.
C - Cehli izale edecek deliller zahir iken o veçhile cehil denilmemesi, belâgatin kaidelerinden biridir. Buna binaen, birinci mevt ile birinci hayatın etvar ve ahvâline yapılan dikkat, Sânii ikrar ve tasdik etmeye icbar eder. Ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın Allah'tan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna ve icbar eder. Hal böyle iken, cahil telâkki ettiğin o kâfirler, âlimler sırasına dahildirler.
deki hitaptan, onların âlem-i zerratta dahi bir nevi vücut ve taayyünleri olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, tesadüfle rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.
tâbiri, 2
in meâline imâdır.
Bu
tâkip ve ittisali ifade eder. Yani, mâkabliyle mâbadinin arasında mesafe
olmayacaktır. Halbuki burada, mevt ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet,
fakat bu
Sânii ispat eden delillerin menşeine işarettir ki, o zerratın hiç bir vasıta ve
esbab olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete def'aten intikal etmesi, zihni, Sânii ikrar
etmeye mecbur eder.
Ve keza, o zerrat, mevat halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından, şe'nleri ve iktizaları, fasılasız tâkiptir.
S - ün yerine niçin
denilmemiştir?
C - hayatın Cenab-ı Hak tarafından i'tâ edildiğine sarahaten delâlet eder.
de o
delâlet yoktur. Yalnız "Hayat sahibi oldunuz" mânâsına delâlet eder.
Bunun yerine
zikredilmemesi, mevtin, kaderin takdiriyle, kudretin büyük
bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet, ömr-ü tabiîsini bitirip sonra ölenler pek
azdır. Kısm-ı âzamı, ömr-ü tabiîsi esnasında ölürler. Demek mevt, tabiî bir
netice değildir, ancak cesedin inhilâliyle dağılmasından ibarettir. Yoksa ruhun
fenâsıyla değildir. Mevt ile ceset dağılır, ruh bâki kalır.
mâkabliyle mâbadi arasında bu'd-u mesâfeyi ifade eden
imâte ile ikinci ihya arasında
kocaman âlem-i berzahın fasıla olduğuna işarettir.
Bu
ise, ikinci ihya ile rücu arasında mevcut büyük bir perde
ve hicabın bulunduğuna işarettir.
Yani, "Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah'a rücu
edeceksiniz."
S - Allah'a rücu etmek, Allah'tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir.
C - Dünyada insanın vücut ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücut ve bekası vardır. Dünyadaki vücut, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkip, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka meselesi, sabıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, meseleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise, vücut ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzat dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakikî Mâlikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.