![]() ![]() ![]() |
İşârât - s.2340 |
Eğer şahit istersen, âlem-i medenînin fesat ve rezaletine bak; zaman çok şahitleri gösterecektir.
Elhasıl, tabakatın musalâhası, birbirine yakınlaştırmasının çare-i yegânesi, erkân-ı İslâmiyetten olan zekâtı, heyet-i içtimaiyenin tedvirine vâsi, âli düstur ittihaz etmektir.
İslâmiyette en büyük kebîre olan ribayı, vesâiliyle ilga etmektir. Adalet-i Kur'âniye âlem kapısında durup, ribaya "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der.
Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor, rumuz-u tavazzuh ediyor.
Meselâ, 1 ilâ ahir.
Meselâ, 2 ilâ ahir.
Meselâ, 3 ilâ ahir. Meselâ, meselâ.... ilâ ahir.
Türkçesi
S - Kimsin? Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilâli ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?
C - Ben bu anda, seksen Said'den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil* istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar.
Şu Said yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Said'ler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi. Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim. Öyle de, mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, iki muhaceret-i umumî yaptığından, ene dahi libasını değiştirir, yırtılmış Said'i atar, yeni Said'i giyer.
İn'ikâs** ya hüviyeti veya hüviyetle hâsiyeti, veya hüviyetle mahiyeti tutar.
Birbirinden eltaf ve eşeff, kudretin çok aynaları vardır. Camdan suya, sudan havaya, havadan esire, esirden âlem-i misale, hattâ zamana, hattâ fikre, ilâ âhir, tenevvü ediyor. Suda kesifin aksi, aslın aynı değilse, nurânîde gayrı da değil... Havada aynıdır. Hava aynasında bir kelime milyonlar kelimat olur. Kudretin şu matbaasında sırr-ı tenasül, kalem-i sun-u İlâhî acip istinsah ediyor.
Misleyn telâkki edilen zıddeyn
Zevkî olan sofiye vahdetü'l-vücudu, Allah hesabına kâinatı inkârdır.
Fikrî olan felsefe ve zaifü'l-itikadların lisanında olan vahdetü'l-vücud ise-hâşâ-kâinat hesabına Allah'ı inkârdır.
Biri vahdetü'ş-şuhud, diğeri vahdetü'l-mevcudu tazammun eder. Eyne's-serâ mine's-Süreyyâ.
Nazar mesele-i zevkiyede tasarruf etse bozar. Zevkî, keşfî olan emir, nazar-ı fikir mizanıyla tartılmaz; ona inse katılaşır, çirkinleşir.
Meselâ, toprak altında bir çekirdek; havada ondan çiçekli bir sümbül var. Âlem-i turabda nazar, çekirdeğe dikkat etse, ince esasatı görür. Hava âlemindeki müzehher sümbülü onlara irca ile izah edemez. Çekirdek içine sıkıştıramaz. İşte zevk burada bakar, nazar orada_ Rüyet değişir.
Biçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.
Demişler: 5
Ben de derim:
İşârât - s.2341
Cennet olmasa, Cehennem tâzip etmez. Zemherir olmasa, ihrak etmez.
* Bir lokma kırk paraya; bir lokma on kuruşa... Ağza girmeden, boğazdan geçtikten birdirler. Yalnız birkaç saniye, ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.
Eskide, ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze ihtiyar yoktur.
Lezzetperestlerin nazar-ı dikkatine
İnsan eski zamanını düşünse, ya lisanı veya kalbi, ya "Âh! Âh!" veya "Oh! Oh!" tahattur veya telâffuz edecektir.
"Âh!" müstetir elemin tercümanıdır. "Oh!" ruhta muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.
"Âh!"ı dedirten, lezaiz-i mâziyenin tasavvur-u zevalidir. Çünkü zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet de elemdir. Şairlerin divanları, tasavvur-u zeval-i lezzetten gelen bir elem-i fikrînin birer feryadıdır.
"Oh!" yani "Elhamdü lillâh" dedirttiren, âlâm-ı mâziyenin tasavvur-ı zevali, verdiği lezzet-i ruhaniyenn ünvanıdır. Demek muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli, hoşgeldin demeli.
Bekârlık, bîkârların kârıdır.
Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivaç, tasfiye, tehzip eder.
S - Hangi cemiyettensin? Neden muhalefeti şiddetle tenkit ediyorsun?
C - Şüheda cemiyetindenim. Tek bir velîyi inkâr veya istihfaf etmek, meş'umdur. Öyleyse, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak, meş'umların en meş'umudur.
Zira muhalefet der: "Haksız olarak harbe girildi; hasmımız haklı idiler. Cihad değildi." İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkârdır.
Bence en çok duamız bu olmalı:
Bir hakikat var ki, en bedevî ve hattâ vahşî insanlar dahi, o hakikate karşı serfüru bürde-i itaat ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasım iki kabile, hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dâhilî husumet tâtil edilir. Şâyân-ı istiğrabdır ki, medenî, münevver telâkki edilenler, o vahşîlerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyla, dahilî husumeti teşdit ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet-i cehalettedir.
Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Şu kuzusuna süt, bu yavrusuna kay verir.
Bâtıl şeyleri tasvir, sâfi zihinleri idlâldir ve cerhdir. Ba'dehu cerh ve red ile tedavi, ya olur, ya olmaz.
Biçare İstanbul, mütebayin, dâhiyâne prensiplerin telkinat-ı musırraneleriyle kabiliyet-i telkîhasını kaybetmiştir. Zihni âlûfte olmuştur.
Nisyan bir nimettir, yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.
Derecat-ı hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah'a şükretmeli. Yoksa istizam ile üflense şişer, merak edilse ikileşir. Kalbdeki misali hakikate inkılâp eder.
Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalb eden en mühim sebep, meçhul birşeye parlak bir isim takmakla, anladım zannetmek ve meçhul şeyler ona irca ile izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif ya had, ya resim ile olur. Yoksa vâzıı câhil ve müsemmâya mümas olan veçhi muzlim ve göze çarpan veçhi, şeffaf bir ism-i camid ile olmaz: manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi.
İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir.
Hayat-ı din, nur-u hayattır.
Ümmet şeriata temessükü nisbetinde terakki, tesahülü nisbetinde tedennîsi hakaik-i tarihiyedendir.
Rumûz - s.2342
İFADE
Herkes insanlarla meşgul; ben insanlardan usandım. Misâlîlerle mübâhase daha hoşuma gidiyor; çünkü munsıftırlar.
Gariptir ki, bir-iki senedir, uyanık iken zihnimde bir karanlık oluyor. Bazan nisyan-ı mutlak basar. Âlem-i menâma girdikçe bir vuzuh geliyor, daha iyi görüyorum. İşte, iki gece âlem-i menamda iki suale maruz oldum. Birinci gecede cevaba hazırlanırken uyandım. İkinci gecede cevabı verdim, daha itmam etmeden uyandım.
Birinci sual: "İ'câz-ı Kur'ân'ı icâz ile beyan et."
Cevap: İ'câz-ı Kur'ân yedi menabi-i külliyeden tecellî ve yedi anasırdan terekküp eder.
Birinci menba: Lâfzın fesâhatinden, nazmın cezaletinden, mânânın belâğatından, mefhumların bedâatinden, mazmunların beraatinden, üslûpların garabetinden tevellüd eden nakş-i aciptir.
İkinci unsur: Umur-u kevniyedeki gaybdan, hakaik-i İlâhiyedeki gaybdan, mazideki gaybdan, müstakbeldeki gaybdan terekküp eden ilmü'l-guyûbdur.
Üçüncü menba: Lâfzı cihetiyle pek çok ve usul-ü Arabiyece sahih, nazar-ı belâğatte müstahsen, hikmet-i teşriiyeye münasip pek vâsi vücuh ve ihtimâlâtın şümulünden;
o ve mânâ cihetiyle meşârib-i evliya, ezvak-ı ârifîn, mezâhib-i sâlikîn, mesalik-i fukahâ, turuk-u mütekellimînin ihâtasından;
o ve ahkâm cihetiyle hakaik-i ahvâl, desâtîr-i saadet-i dâreyn, vesâil-i terbiye, revabıt-ı hayat-ı içtimaiyenin istiâbından;
o ve ilmi cihetiyle ulûm-u kevniye, ulûm-u İlâhiyeye istiğrakından;
o ve makasıd cihetiyle muvazenet ve ıttırad ve desâtîr-i fıtrata mutabakatından neş'et eden câmiiyet-i harikulâdedir.
Dördüncü unsur: Her asrın derece-i fehim ve edebine ve her asırdaki tabakatın derece-i istidat ve kabiliyetine ifâza-i nur, herbir asra ve her asırdaki herbir tabakaya kapısı küşâde, ve herbirisini irzâ etmekle hasıl olan harikulâde tazeliğiyle ihatasıdır.
Beşinci menba: Nakil cihetiyle ihbar-ı evvelîn ve âhirîn, hakaik-i gayb ve şehadet, serâir-i İlâhiye, revabıt-ı kevniyeye dâir hikâyâtıdır-ki, ne vâki, ne akıl ve mantık onu kabul etmese de, tekzip edememiş-kütüb-ü sabıkanın ittifakından musaddıkane, ihtilâfî yerlerde musahhihâne hikâyâtından neş'et eden ihbârât-ı sadıkasıdır.
Altıncı unsur: Tazammun ettiği ve tesis ettiği dîn-i İslâmdır ki, onun misline ne mazi muktedir olmuş, ne müstakbel muktedir olabilir.
Yedinci menba: Şu altı menbadan çıkan envâr-ı sittenin imtizacından tevellüd eden hüsn-ü hakikîden hasıl olan zevk-i i'câzdır ki, hadsen bilinir; tâbirine lisan ve fikir kasırdır.
Eğer desen: "Tasvirden anlaşılır ki, taaddüd-ü mesalik ve ihtilâf-ı turuk matluptur."
Cevap: Evet, matluptur. Hem zarurîdir. Eğer hodgâmlıktan neş'et eden inhisar zihniyetiyle başkaların reddine kalkışırsa, elbuğzu fillâhı su-i istimal ederse, o vakit ihtilâf zarardır. Yoksa el-hubbu fillah düsturunu esas tutsa, tekâmülde teavün kanununu bilse, şeriatın vüs'atini, tabipliğini düşünse, ihtilâf imtizaca sebep olur.
Elhasıl: Herkes kendi mesleğine "Hüve hakkun" demeli, "Hüve'l-hakk" dememeli. Veyahut "Hüve'l-ahsen" demeli, "Hüve'l-hasen" dememeli.
Ey sâil-i misâlî! Cevab-ı mûcez istedin, ben de mücmel cevap verdim. İzahı istersen, birçok mücelled lâzım gelir. İşte şu anasır-ı seb'anın yalnız birinci unsurun ikinci cüz'ü olan nazmın cezaletini beyan etmek için, İşârâtü'l-İ'câz namındaki tefsirimi irâe ediyorum. Zira bütün o tefsir, ancak nazmın cezaletinin bir kısmını şerh edebilmiştir.
İkinci sual-ki cevap, yarısı beyaz, yarısı siyahtır.-Dedi ki: "Burhanınıza şekk-i itiraz geldikçe imanınız sarsılmaz mı? Bu ma'reke-i evham olan istidlâliyatla taharrî zarar vermez mi?"
Elcevap: Eğer neticeyi burhan ile bağlı, onunla ikame ve ispat suretiyle olsa ve tahakkuk-u hakaike ayar tutmakla adem-i delilden adem-i medlûlü tevehhüm etse zarar olur. Halbuki iman incecik bir burhana yüklenmez. Belki öyle bir hadse bina ve istinad eder ki, o hads öyle menâbiden kuvvet ve öyle meâdinden ışık alır ki, söndürülmesi, kâinatın söndürülmesidir.
Birinci menba: En azîm icmâ sırrını ve en vâsi tevatürün mânâsını tazammun eden milyonlar ehl-i hakikatin ittifakıdır.
Sırr-ı icmâ ve sırr-ı tevatür noktasından tecellî eden bir hads-i mukni ile o netice zihinde karar kılmıştır. Zira herbir muhakkikin bir burhanı var. Ve o burhanın mahiyeti teşhis edilmese de, vücudu kat'iyen mâlumdur.