Tiryak - s.2346

"Din-i Muhammedinin (a.s.m.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi, gayet acip ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur ki: O din; tek, yekta emsalsiz bir din-i ferid olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın envarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani ıslâh ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor.

"Hem Muhammed'in (a.s.m.) dini öyle bir dindir ki insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celb edebilir.

"Ben görüyorum ve itikat ediyorum ki, beşere vacibdir ki, desin Muhammed (a.s.m.) insaniyetin halaskârıdır ve halaskârlık nâmı ona verilmek lâzımdır."

Hem diyor: "Ben itikat ediyorum ki; Muhammed'in (a.s.m.) misli, yani siretinde, tarzında bir âdem şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse, bu yeni âlemin müşkilatını halledip; bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebep olacak."

Evet, bu yeni âlemin, müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedit ihtiyacı var olduğunu herkes anlar.

İşte bu iki kahraman filozofun sözlerinin hülasası bitti.


On Yedinci Söz'ün Bir Parçasıdır1

(Bu kısım aynı zamanda Otuzuncu Söz'ün de zeylidir.)


Firkatli ve gurbetli bir esarette...2


[On Sekizinci Söz'den]

Birinci Nokta3


Birinci mukaddeme: Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde' oluyor; kudret-i İlâhî...4


Mahkemede aleyhimdeki bir iftiraya cevaptır

Eğer imana ve Kur'ân'a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara Allah razı olsun diyerek hakkımı helal ediyorum. Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve insanların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır. Benimle temas edenler zannederim beni bilirler ki, ben şahsıma karşı hürmet istemiyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmet ettiği için belki elli defa tekdir etmişim.

Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek ve iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur'ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.5

Bundan otuzbeş sene evvel, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle dünyanın muvakkat şan ve şerefinin ve enâniyetli hodfuruşluğunun, şöhretperestliğinin ne kadar faydasız ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükürler olsun ki, Kur'ân'ın feyziyle anlamış bir adamın o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmâresiyle mücadele edip mahviyet etmek, benliğini bırakmak, tasannu ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kat'î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nas ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o hâlis kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarda onun hakkındaki medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kabul etmemesi ve kendisini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur'ân'ın tefsiri olan Risale-i Nur'a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat'î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip onu medhetmeleri, bir makam vermeleri, medar-ı mesuliyet olur mu?6

Benim bu otuz sene hayatımda ve yeni Said tabir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nur'da


Tiryak - s.2347

yazdıklarım ve şahsıma temas eden hakikatlerinin tasdikiyle ve benimle ciddî görüşen ehl-i insaf zatların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki, ben nefs-i emmâremi elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan men'e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh etmişim. "Ben mal sahibi değilim. Kur'ân'ın mücevherat dükkânının bir bîçare dellâlıyım" dediğimi hem yakın dostlarım, hem kardeşlerimin tasdikleriyle ve emârelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevî makamatı ve şan ve şerefi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük makamat faraza bana verilse de, fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i âlinizde güya en büyük bir siyasî mesele gibi, başkaların şahsıma karşı olan teveccüh ve hüsn-ü zanlarıyla beni mesul etmekte hiç bir mânâ var mı?7

Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti evhamlandıracak derecede teveccüh-ü âmmeye karşı fayda vermediğinin sebebi, imanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat'î ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin ve muhtaç müteredditlere kanaat-i kat'iye gelsin.

Evet, hiçbir zaman ve zeminde bu zaman kadar böyle imanî bir ihtiyac-ı şedid olmamış gibidir. Çünkü tehlike hariçten şiddetli gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilân ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan ve zâhiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar. Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüp ve hayretle bakıyordum ve hiçbir cihetle lâyık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber ve bu teveccüh-ü âmmenin hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:

Risale-i Nur'un hakikati ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendilerine çevirmiş. Benim şahsımı-hizmet itibarıyla binden bir hissesi ancak bulunduğu halde-o harika hakikatin ve o hâlis, muhlis şahsiyetin bir cihetle mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar.8


Risale-i Nur'un zayıf veya yeni şakirtlerini vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki, gizli bir komitenin desisesiyle safdil bazı hocalar veyahut bid'a taraftarları bazı muarızlar...9


MAHKEME-İ KÜBRA-YI HAŞRE BİR ŞEKVADIR

(Bundan evvelki parça Üstadımızın, mahkemedeki müdafaatından olması münasebetiyle Üstadımızın, Mahkeme-i Temyize verdiği bu kısım, onun mevzuu ile münasebettar olmakla buraya ilhak edildi).

 

Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya bir arzuhaldir. Ve Dergâh-ı İlâhiye bir şekvadır. Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz Hakimleri ve istikbalde nesl-i âti ve darülfünunun münevver muallimleri ve talebeleri dahi dinlesinler.

İşte bu yirmi sekiz senede yüzer işkenceli musibetlerimden "on tanesini" Âdil-i Hakîm-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine müştekiyane takdim ediyorum.

Evvela: Ben, kusurlarımla beraber, bu milletin saadetine ve imanına hayatımı vakfettim. Ve milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata, yani Kur'ân hakikatına, benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nurla Kur'ân'ın hakikatına çalıştım. Bütün zâlimâne ta'ziplere karşı, tevfik-i İlâhi ile dayandım. Geri çekilmedim.

Ezcümle: Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarane muamelelerden ve musibetlerimden on tanesinden birisi:

Üç defa ve her defasında iki saate yakın aleyhimizde garazkârane ve müfteriyane ittihamnamelerini bana ve adaletten teselli bekleyen masum Nur talebelerine cebren dinlettikleri halde, çok rica ettim. "Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim" dedim. Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.

İşte bu meselelerden birisi: Ben, kırk-elli sene evvel, müteşabih bir hadîs-i şerifin bir harika mânâsını beyan etmiştim. Ve sonra Risale-i Nura yazmıştım ki: "Bir adam sabah kalkar alnında,


Tiryak - s.2348

(Hâzâ Kâfir) yazılmış bulunur." yani, Avrupa gibi başa şapka giyer ve onu cebren giydirir. "Bir kumandan hayatiyle ve mematiyle beni tasdik edip, işte o adam benim" diye, acip icraatıyla bu hadis-i şerifin hakikatini ispat ettiği halde, zalimler nurlara ilişmesinler diye ben mahrem tuttum.

Sonra gördüm ki, İslâm ordusunun hasenelerini o kumandana vermekle milyonlar haseneler, bir tek haseneye iner, sukut eder. Ve o kumandanın kusurlarını ve seyyielerini orduya vermekle o seyyie, bir milyon seyyie olur. O şanlı kahraman orduyu tam lekedar ediyor bildim. Benim, gizli ve mahrem tutmakta hatâ ettiğime kanaat getirdiğim aynı zamanda mahkemeler, o hakikatı tam tamına teşhir ettiler. İzahını büyük müdafaatıma havale edip gayet kısa bir işareti şudur:

Mahkeme, bizi cezalandırmak için ileri sürdüğü en büyük sebep, benim o kumandanı sevmemekliğim ve sevdirmemekliğim ve Kur'ân'ın çok ayâtına karşı onun inkâr ve muarazasını red etmekliğim; fikren ve ilmen kat'i hüccetlerle onun mesleğini kabul etmemekliğimdir.

Ben, yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde, yalnız üç-dört saat bir-iki arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardım oldu. Sonra onlar da men edildi. Pek gaddarane muameleler içinde cezalandırdılar. Müdde-i umuminin bin dereden su toplamak nev'inden ve yanlış mânâlar vermekle ve iftiralar ve yalan isnatlarla garazkârane ve on beş sayfasında seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim aleyhimizdeki ittihamnamelerini dinlemeye bizi mecbur ettiler.

Beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı, diyecektim:

Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle tahkir eden ve Peygamberinizi ve Kur'ânınızın kanunlarını red edip kabul etmeyen, Yahudi ve Nasrani ve mecusilere, hususen şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted ve münafıklara hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir bahanesiyle ilişmediğiniz halde ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta mutaassıp cebbar bir hükûmetin daire-i mülkünde ve hakimiyetinde Mısır ve Hintte milyonlarla Müslümanlar her vakit Kur'ân'ın dersiyle İngilizin bütün batıl akidelerini ve küfri düsturlarını reddettikleri halde; onlara, onların mahkemeleri ilişmediği halde ve her hükûmette bulunan şiddetli muhalifler alenen fikirlerini neşirde o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde; benim musibetli bu otuz senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risalelerimi ve mektuplarımı hem Isparta Hükûmeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, hem Diyanet Riyaseti, hem iki defa belki üç defa Mahkeme-i Temyiz tam tetkik ettikleri ve onların ellerinde iki üç sene Risale-i Nurun mahrem ve gayr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icap edecek bir tek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece za'fiyetim ve mazlumiyetim ve ma'lubiyetim ve bu kadar ağır şerait ile beraber; iki yüz binden ziyade hakiki ve fedakâr şakirtlere vatan ve millet ve asayiş menfaatında en kuvvetli ve sağlam ve hakikatlı bir rehber kendini gösteren Risale-i Nurun elinizdeki mecmuaları ve dört yüz sayfa müdafaatlarımız masumiyetimizi ispat ettikleri halde; hangi kanun ile, hangi vicdan ile, hangi maslahat ile, hangi suç ile bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetlerle ve tecridlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette mahkeme-i Kübrayı haşirde sizden sorulacak.

İkinci musibet: Beni cezalandırmak için gösterdikleri bir sebep: Benim, tesettür ve irsiyet ve zikrullah ve taaddüdü zevcat hakkındaki Kur'ân'ın gayet sarih âyetlerine, medeniyetin ettiği itirazlara karşı onları susturacak tefsirimdir.

Yirmi sene evvel Eskişehir mahkemesine ve Ankara'ya Mahkeme-i Temyize ve tashihe yazdığım ve aleyhimdeki Afyon mahkemesinin kararnamesinde yazdıkları bu aşağıda gelen fıkrayı...

Hem, haşirde mahkeme-i Kübraya bir şekva; hem, istikbalde münevver ehl-i maarif hey'etine bir ikaz; hem, iki üç defa bizim beraatimizde insaf ve adalet feryadımızı dinleyen Mahkeme-i Elhüccetü'z-Zehra ile beraber bir nev'i layiha-i Temyiz. Hem, beni konuşturmayan ve seksen hatasını ispat ettiğimiz garazkârâne ittihamnameleriyle beni iki sene ağır ceza ve tecrid-i mutlak ve iki sene başka yere nefiy ve göz nezareti hapsi ile mahkûm etmeye çalışan hey'ete aynen o fıkrayı tekrar ediyorum:

İşte o fıkra şudur: Ben de adliyenin mahkemesine derim ki:

"Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kutsi ve hakiki bir düstur-u İlâhiyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm etmek isteyen haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir" diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin.

"Acaba, bu zamanın bazı ilcaatının iktizasıyla muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebi kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmeyen ve