![]() ![]() ![]() |
Tiryak - s.2352 |
Yirmi İkinci Lem'a1
Risale-i Nurun gizli düşmanları, eski mahkemelerimizde olduğu gibi, yine bu defa da hükûmeti ve adliyeleri desiseleriyle iğfal edip nurun faal altı yüz talebesini mahkemelere sevk etmek istemelerine mukabil, mahkemelere sevk edebildikleri on altı Nur Talabesinden yalnız Mustafa Sungur'a, Mahkeme-i Temyizin nakzına uğrayan bir buçuk sene ceza vermişlerdi. Kahraman Mustafa Sungur'un altı yüz Nur talebesi namına mübarek Üstadımıza hitaben yazdığı bu mektubunda ki Üstadımız efendimizin şahs-ı mübareklerine ait olan medh ü senaları, mübarek üstadımız, şahs-ı mânevi-i nura tevcih etmişlerdir.
Hüsrev
Çok aziz, kıymettar, çok mübarek, çok sevgili Üstadımız efendimiz hazretleri!
Emirdağ'ından Eskişehir'e teşrifinizden sonra nerede olduğunuzu merak ederken bir kardeş, ufak bir pusula ile, mübarek Isparta'ya teşrif ettiğinizi yazmıştı. Hem aynı zamanda burada bizi garip bırakmayan Bafra'nın halis kahramanları, Risale-i Nurun fedakâr, faal, bahadır ve mümtaz kahramanları Bayram, Zübeyir, Ceylan, Abdülmuhsin kardeşlerimin kıymetli mektuplarının mealini söylediler. Ve siz sevgili Üstadımızın, sıhhat ve afiyette olarak mübarek Isparta'da bulunduğunuzu haber verdiler.
Ey sevgili Üstadımız! Size hakiki şakirt olamamaktan gelen elemim var. Acaba. Risale-i Nurun hakiki talebeliği ile kederlerden tasaffi etmiş ve eneden uzaklaşmış ve siz sevgili Üstadımızın tabiri ile, "Bir buz parçası hükmündeki enaniyetini havz-ı Nurda eritebilmiş" ve bu suretle tasavvurunda hayalin bile âciz kaldığı muazzam Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinin şerefi ile ve makamı ile müftehir olmayı ve ona tam şakirt olmayı ve o saadete tam girmeyi acaba Rahîm-i Mutlak bana da ihsan edecek mi? İşte aklımız başımıza geldiği zamanlarda bu lütufları Haktan istiyoruz.
Sevgili Üstadımız. Biz sizden, ebediyen razıyız. Bu rızamızla ve şakirane ağlayan kalbimizle, Rabbimizin sizden hadsiz razı olmasını niyaz ediyoruz. Gerçi Hak size olan hadsiz rızasının ve nihayetsiz eltafının bu zemin ahalisine ve mele-i âlâ sakinlerine ilânatının parlak nümunesi olarak Risale-i Nuru ihsan etmiş. Acaba Risale-i Nurun yüz otuz risalesi ve o risalelerde Kur'ân'ın ve imanın dile gelen hakikatları ve kudsi dersleri, o rıza-yı Bârinin hadsizliğinin bir işareti değil midir?
Hem yalnız, o kudsi hakikatların mazharı olmak, o ulvi derslerin ve o âli ilimlerin âmili bulunmak dahi başlı başına bir hazine ve insaniyetin ekmeliyetine bir işaret ve Hâlık-ı Kâinatın sevgilisi bulunduğuna bir alamettir. Fakat bu ekmeliyetin, bu sevgi ve rızanın daha haşmetli, daha şa'şaalı bir tecelli ve tezahürünü görüyoruz ki, halen binler, yüzbinler, milyonlar elbette istikbalde milyarlar ehl-i iman, o nurla nurlanıyorlar ve nurlanacaklar ve saadete eriyorlar ve imana kavuşuyorlar ve kavuşacaklar. Ve âlem, o nur ile başka bir hayata, başka bir renge kavuşuyor. Akıl müşahede ediyor.
Bin üç yüz yıldan beri bütün ümmetin, her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların, O aziz Peygamberin (a.s.m.) imanından feyiz almaları ve o âli Peygamber-i Zişan Habib-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihanpesendâne bir dâvet ve mu'cizane bir iman sahibi bulunması gibi; Risale-i Nurun da bu mu'ciznüma Peygamberin (a.s.m.) bu zamanda bir mu'cizesi, bir tasarrufu, bir nuru olması ve veraset-i nübüvvetin bir in'ikası Risale-i Nurda tam tecelli etmesi hasebiyle; aynen bütün talebeleri, şahsı mânevînin imanından feyiz alıyorlar. Duada, takvada, imanda, ubudiyete dâvette Kur'ân ve iman hizmetinde, cesarette, şecaatte, fevkalade bir itmi'nan-ı kalbde ve kat'iyen sarsılmamakta, âzâmi ihlâs ve âzâmi sadakatte ve metanette, âzâmi iktisatta ve kanaatte onu Üstad biliyorlar. Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiğinden; bu binler, milyonlar şakirtlerinizin herbiri yüksek bir tecelli ile ayrı birer isim ve o haslet-i memduhalara mazhar ve ayna oldukları bir bahr-i umman veya bir şems-i hakikat olarak bu asrın efkârında, meydanında ve afakında tulû eden bu binler levnleri havi ve binler renklerde aks eden ve binler tarzlarda ve şekillerde çağlayan külli şahs-ı mânevîden birer Said ve o âlemde Saidler çekirdek olup, ondan fışkıran nur ağacının birer dalı, birer meyvesi oldukları gibi; bazı has ve halis talebeleriniz dahi o külli hakikata ve o tecemmu etmiş Saidlere-baştan başa-tam bir aynalık da ediyorlar.
Tiryak - s.2353
Benim hissem ve talebim ise: Bu başka başka aynaların ve ayrı ayrı levnlerin ve çeşitli güzel meşreplerin, bu çeşit çeşit parlayan lem'aların muhabbetiyle yanmaktır. Ve onların ışıklarıyla aydınlanmaktır. Belki bu ayrı ayrı ırmakların menbaı ve bu nurların denizi ve bu ayrı ayrı tezahür eden mânâların hakikatı ve bu lem'aların güneşi ve mercii olan o şahs-ı mânevî-i hakikata karşı hürmet ve tazimdir, sevgi ve muhabbettir. Ve bu naçar ömr-ü zaili ve nakıs istidadı onların yolunda, onların hürmet ve takdirinde sarf etmektir.
Ey sevgili Üstadımız! Madem insan fıtraten ihsana perestiş eder ve insaniyet daima kemale, cemale ve ihsana müştaktır. Aşkla mukabele arzu eder. Ve bu üç hakikata karşı hediyeler vermek arzu eder. Ve madem biz ve her akıl ve idrak sahibi, Risale-i Nur sayfalarını mütalaa neticesinde hakiki kemal ve cemalin mahiyetini izah eden sevimli dersinden ve iman hakikatı ile, şu kâinat ve şu mevcudatın hakiki mahiyeti tebarüz edip; ve zaman seylinde akan mevcudatın ezelden ebede seyahatının hikmetini anlayan ince rumuzlu meselesinden; ve insan denilen bu varlık, şu kâinat ağacının en câmî ve son meyvesi olup ve âlemin bir misal-i musağğarı bulunup, kâinattan ve bu hadsiz zaman ve cevelandan murad insan olduğunu ve insan, ebedî hayat ve saadete namzet ve ebedi bir zât-ı akdesin ayine-i müştakı bulunduğunu ve binaenaleyh, insan ölmeyeceğini ve ademe gitmeyeceğini ve vücut dairesinde ebedî kalacağını beyan ve ispat ve izah eden nurlu risalelerinden ve bütün zişuur ve insan için en yüksek saadetin, hem en yüksek kemalatın, en şirin nimetin iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah olduğunu ders veren lem'alarından ve mektuplarından ve nihayet, şu kâinatta ve şu mevcudat aynalarında müşahede edilen ihsanlı kemalat ve kemalli cemaller ve güzellikler ve hüsünler kendini, bu hadsiz ihsaniyle bildirmek, tanıttırmak isteyen ve bu hadsiz cemal ve hüsün ve ihsan ile kendi cemal-i esmasına ve sıfatına ve kemalat-ı İlâhiyesine nazarları çevirmek isteyen perde arkasında münezzeh ve müberra bir Cemil-i Zülcelâlin ve bir Rahim-i Zülkemâlin esma ve sıfatının tezahürleri olduğunu ve insan için en hakiki saadetin ve nihayet maksad-ı aksâ ve gaye-i ulyânın da, bu zat-ı kudsîye karşı alaka peyda etmek, ona yakınlaşmak, onun muhabbetiyle kendinden geçmek olduğunu bildiren On Birinci Söz ve emsali risalelerinden tut, tâ bu risalelerin te'lifi ve intişarındaki güzelliğe ve mükemmeliyetine kadar ve Müellif-i Muhteremin doğuşundan itibaren, gerek tahsil hayatındaki hârika hal ve ahvalinden, acaip ve garaip ihsanlara ve istihdamlara kadar ve hayatının maksad-ı aslisi olan altmışından sonraki Risale-i Nur hizmetindeki ihlâs-ı tammesi, dünyevî ve uhrevî menfaat ve makamlardan ve her türlü teveccüh-ü faniyeden yüz çevirip, bütün kuvvetiyle ve hissiyatiyle ve ahvaliyle hak ve hakikata müteveccih ahlâk-ı hasenesine ve bu asr-ı zulmetteki insanları ve Müslümanları, Kur'ân'dan aldığı ders ve nur ile irşad edip, büyük bir hizmet-i imaniyede bulunan Nur talebelerinin yüksek şahsiyetine kadar ve bu dinî hizmetlerini yalnız Allah için yaptıklarına dost ve düşmanı tasdik ettirecek şekilde ilânatlarına kadar ve çok müşfik kalblerle ve iman dersleriyle gönülleri okşayan, ruhları terbiye edip akıllara istikamet veren derslerine ve hizmetlerine kadar...
Evet biz ve her ziakıl, gerek Risale-i Nurda ve gerek Risale-i Nurun telifinde ve intişarında ve ona müellif, hâdim ve tercüman olan zatın hayatında ve ahvalinde en parlak ve muazzam şehadet olarak o dersleri okuyan, o tercümanı dinleyen, ilanatına kulak veren Nur şakirtlerinin ve karilerinin temiz ahlâka, faydalı duruma gelmelerinde ve sabit olmalarında bizzarure görüyor, derk ediyor ve müşahede ediyoruz ki, bu Risale-i Nurda, muazzam ve mükemmel bir cemal ve gayet yüksek ve parlak bir kemal var. Belki bütün kâinata serpilen bütün cemaller ve mahlukatın kemalleri mücmelen onda tecemmu etmiş, tezahür etmiş ve Halık-ı Kâinatın ism-i âzâmına mazhar ve bütün esmasının tecelli ettiği ayna olmuş. Meratib-i cemal ve kemal, tamamen o mânevî yüzde derc edilmiş. O yüzde nakşedilmiş bildiğimizden; insaniyetin fıtratı icabı, nurlarla alakadarlığı kışırda, zahirde, kabukta değil; belki ruhun, kalbin aklın ve bütün hissiyat ve letaifin derinliklerinde kök salmış olduğuna hükmediyoruz. Ve şüphesiz öyledir.
Madem iman ve İslâm gibi hakikatlar kâinatın esasıdır. Ve herşey imanın nuruyla Halıkın varlığına delalet ettiği âşikâr görünüyor. Ve gündüzü dolduran ziya, güneşe parlak şehadet ve işaret ediyor. İşte Risale-i Nur dahi, iman nurlarının toplanmış hazinesidir. Risale-i Nurdaki hakikat, kâinatta hükümferma olan emir ve iradenin kendisinden başka birşey değildir. Af buyurunuz, tarif edemedim. Böyle, insanın bütün letaifinin tâ derinliklerine kadar kök salmış ve fıtratıyla alakadar olmuş iman ve İslâmiyet hakikatından başka birşey
Tiryak - s.2354
olmayan Risale-i Nuru nasıl mahkûm edebilirler, nasıl insanları ondan uzaklaştırabilirler, nasıl talebelerini ondan ayırabilirler? Mümkünmüdür demek istiyorum.
Şimdi, Afyon'un yerinde Risale-i Nuru tetkik eden ve inşaallah tam bir beraet ve serbestiyet kararını verecek ümit ettiğimiz Isparta Adliyesine hem rica, hem arz ediyoruz.
İnşaallah, ehl-i imanın saadeti için, Risale-i Nurun intişarına, serbestiyetine herkesten ziyade çalışan, gayret eden siz mübarek Üstadımızın, nurun bir kısım kahramanlarıyla mübarek Isparta'ya bu dördüncü seyahatinizi iman ve Kur'ân hesabına inşaallah büyük hayırlara medar olacak ümit ediyoruz. Sevgilisinin arkasından dağ dere demeden koşan âşıklar gibi, siz de o mu'cize-i Kur'ân olan Risale-i Nurun arkasından mütemadiyen koşuyorsunuz. Onun serbestiyeti için ummanlar, deryalar geçiyorsunuz, ciballer aşıyorsunuz. Kâh oluyor kışın ayazlı gecelerinde, kâh oluyor Temmuz'un bunaltıcı sıcaklarında durmadan, dinlenmeden mütemadiyen gidiyor, koşuyor, üşüyor, terliyorsunuz, yoruluyor, bunalıyorsunuz. Ve mütemadiyen o sevgilinin arkasında veya önünde, o cazibedar, Cemal-i Bakiye nazarları çevirmek ve o ruhanî hüsnün kemaline insanları koşturmak için çırpınıyordunuz.
Bu ne müthiş faaliyet ve bu ne muazzam hizmet! Hatta o hâdimlerden birisinin, seksen yaşından sonra hastalık halinde, şu mübarek ihtiyarın mücahedesine bak. Şu durmak bilmeyen yorulmak bilmeyen fedakârlara ve şu herkesten, daha genç, daha dinç kahramanlara nazar eyle. Risale-i Nurun zahiri müellifi olan Said, yalnız Risale-i Nurun bir şakirdidir. Yine o şakirtler, birer birer bu Anadoluda, şu mübarek millette Risale-i Nurun neşri ve muhafazası ve o nur-u Kur'ân'ın yerleşmesi için nasıl gayretler ve hizmetler ediyorlar? Üç dehşetli hapisler, otuz senelik nef'i ve inzivalar ve türlü türlü azaplar, işkenceler ve bir şakirdine verilen yirmiye yaklaşan zehirler ve bu uzun ahvallerde nice gözlerin görüp görmediği çileler, ızdıraplar, hep bu nurun uğrunda değil mi? Bir gardiyanın azaplı hiddetine, bir çavuşun işkenceli hareketine karşı o ihtiyar şakirdin sukut edip tahammül etmesi, yine bu sevgilinin hatırı için değil mi? Ona nazar ermesin, o yabani ellerle kirlenmesin, deyip kendini feda eden işte bu fedakârlar, Risale-i Nurun hakiki şakirtleri bu Said'ler değil midirler?
Şimdi de sevgili Nur talebeleri, ders-i Kur'ân'da muhatapları ve nurun ilk talip ve müştakları ve naşirleri ve bizim muhterem ağabeylerimiz, hem bir cihette, üstadlarımız ve büyük kardeşlerimiz olan Hüsrevlerin, Hafız Alilerin, Tahiri ve Mustafaların memleketine, Nuri ve Rüştülerin, Sabri ve Süleymanların şehrine ve onların yanına gidiyorlar. Niçin ve neden? Hikmetini, onu sevkeden Allah bilir. Bu hakir ise bir hikmetini böyle zannettim ve tahayyül ettim.
Saidlerimiz koşuyorlar. Hem müşfik bir annenin evladının arkasından koşmasından daha ziyade bir şefkat ve muhabbetle koşuyorlar. Bazen kanlı gözyaşları ve acı feryadlarla ve işitenleri ağlatacak eninlerle koşuyorlar, ağlıyorlar, bazen de gülüyorlar; fakat daima koşuyorlar. Amma kimin arkasından koşuyorlar ve niçin koşuyorlar? Evet, onlar, Risale-i Nurun arkasından koşuyorlar; Müslümanların imanına hizmet için, Allah için koşuyorlar. En büyük vazifemiz budur, hayatımızın gayesi de budur; neticesi de budur; saadeti de budur diyerek koşuyorlar.
Birisi seksen üç yaşında; ihtiyar, hasta olduğu halde; Anadolu yaylalarında İslâm ovalarında ecdadın at üstünde cihad ettiği vadilerde; namus, millet ve şeref-i din için şehitlerin al kefenleriyle yattığı mübârek topraklarda koşuyorlar. Hem öyle topraklar ki, herbir karış toprağında ve herbir bucağında, İslâmın şerefi dalgalanan bu Türk diyarında koşuyorlar. Ellerinde Risale-i Nurun yaldızlı sayfaları ile Anadoluyu deveran edip, âlem-i İslâmı cevelan ediyorlar. Kurumaya yüz tutmuş bağlar, bahçeler, ab-ı hayat bekleyen ovalar ve susuz kalmış biçare yolcular ve zindanlar içinde inleyen zavallı mahpuslar, elemler içinde kıvranan marizler, yoksullar ve ölmeye yüz tutmuş mahlukat bak nasıl bu deveranla bu nurani faaliyetle yeniden dirilmeye başlıyorlar. Bu ma-i nisan arkasında bu topraklar bak nasıl kabarmaya, yeşillenmeye başladılar. Bu taze hayatla bak nasıl yurdumun ağaçları çiçeklenmeye, meyvedar olmaya ve ıssız ovalar, gül gülistan olmaya; hadsiz yeşil kuşlar, bülbüller ötmeye, pür neşe terennüm etmeye başladılar.
Dikkat et! Bak, bahadır ecdadımızın sıtmadan bir deri bir kemik kalan torunlarına bak şimdi. Bu memlekete sema-i Rahmetten nehirler gibi boşanan ab-ı hayatla ve nesim-i baharla nasıl şifa bulmaya başladılar? Çocuklar neş'elerinde, büyükler faydalı san'atlarında devam ediyorlar. Yepyeni bir hayat, tap taze nurlu bir nesim-i bahar, bu Anadolu memleketinde ve İslâm illerinde esmeye başladı. Nazar eyle, bak şu mübarek ecdada. Kabirlerinde titreşen, ağlayan, feryad ü figan eden dedelerimize dikkat et! Ve zemin yüzüne muntazır olan gökteki ervah-ı âliyeye ve melaikelere göz gezdir.